deneme

18 Nisan 2000 Salı

IMF VE DÜNYA BANKASI TOPLANTILARI

Dünden Bugüne IMF:
Her iki dünya savaşı arasında kapitalist dünya ekonomisi ve para sistemi, o zaman mevcut olan bloklaşmaya göre şekillenmişti; Sterlin bloğu, Dolar bloğu ve 1936’ya kadar da altın bloğu. 1936’da Londra’da düzenlenen dünya ekonomi konferansının sonuçsuz kalması, bütünlüklü bir kapitalist dünya ekonomi ve para sistemi oluşturulması için çabaların da sonuçsuz kalması anlamına geliyordu.
II. Dünya Savaşı, kapitalist ülkeler arasındaki uluslar arası ekonomi ve para ilişkilerini tamamen yıkmıştı. Kapitalist dünya ekonomisindeki bu kaosa bir son vermek gerekiyordu. Kapitalist dünya ticaretinin ve ekonomisinin önünde engel olan “para ilişkilerindeki düzensizliğin” yerini “dünya ekonomisinde düzenliliğin” alması gerekiyordu. Bu da, ancak ve ancak, güçlü olanın çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilebilirdi. Öyle de oldu. Kapitalist dünyanın en güçlü ekonomisi/devleti konumuna gelen ABD, kapitalist dünya para ilişkilerini kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemeye yöneldi.
Daha savaş bitmeden önce, 1944 yazında Anti-Hitler Koalisyonu’na dâhil 44 ülke, Amerikan Başkanı Roosevelt’in çağrısı üzerine Bretton Woods’ta bir araya geldi. Bretton Woods’ta düzenlenen bu para konferansı, uluslar arası kapitalist para sisteminin doğuşu anlamına geliyordu.
Bu ilk konferans, Amerikan emperyalizmi ile İngiliz emperyalizminin rekabetine; gövde gösterisine sahne oldu. İngiliz tekelci sermayesinin çıkarlarını M. Keynes savurdu, ama Amerikan tekelci sermayesi karşısında yenik düşmekten kurtulamadı. Daha savaş öncesinde İngiliz emperyalizmi, önder kapitalist dünya gücü olma konumunu Amerikan emperyalizmine kaptırmıştı. Güç dengesinin Amerikan emperyalizminin lehine değişmesinden dolayı Amerikan tekelci sermayesi, çıkarlarının kabul ettirmede hiç de zorlanmadı.
Görüşmeler sonucunda BM örgütlenmesi olarak IMF (Uluslar Arası Para Fonu) ve DB (Dünya Bankası) kuruldu. 22 Temmuz 1944’te kurulan IMF, bütün uluslar arası temel ve güncel para sorunlarının düzenlendiği/düzene sokulduğu merkez olarak düşünülmüştü. Amaçlar oldukça “asil”di; Serbest ticareti ve ödeme ilişkilerini sağlamak. Ödeme bilançosunda dengeleri kredi yardımıyla düzenlemek. Merkez bankalarının dünya çapında ortak çalışmasıyla para krizi tehlikesini daha baştan engellemek. Para ilişkilerinde sabit kur sistemini geçerli kılmak. IMF’nin görevlerini yerine getirmesi iktisadi büyümenin teşviki, işsizliğin asgari seviyeye indirilmesi, yaşam koşullarında iyileşmenin sağlanması anlamına gelecekti.
IMF, Amerikan emperyalizminin bir iktidar aracı olarak kuruldu ve şekillendi. Orada hâkimiyet Amerikan tekelci sermayesinin elindeydi. Sovyetler Birliği, Bretton Woods Konferansı’na katıldı, ama IMF’nin üyesi olmadı. IMF ve DB, Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti planı için yol açan kolektif örgütlenmeler olarak yapılanıyorlardı. Sovyetler Birliği, gelişmenin bu yönünü gördü ve üye olmadı.
IMF ve DB’nın politika ve faaliyetlerinin şekillenmesi ve yönü üzerine emperyalist ülkeler arası rekabet hiç durmadı. Her bir emperyalist ülke, kendi çıkarını geçerli kılmak için mücadele etti ve ediyor. Kazanan taraf, ekonomik gücünden dolayı hep Amerikan emperyalizmi oldu. Ama onun gücü de göreceydi. Örneğin, ABD’nin IMF’deki oy oranı 1951’de % 34,7’den 1994’te % 17,81’e, İngiltere’nin oy oranı da –keza aynı yıllarda- %16,4’ten % 4,99’a düşüyordu.
Bretton Woods sisteminde esas olan, Amerikan Dolarının dünya parası olmasını sağlamaktı. Dolar, Amerikan emperyalizminin gücünden dolayı zaten böyle bir konumdaydı. Veya IMF kurulmasa da Dolar, aynı konuma gelecekti. Yani bir zamanlar Sterlinin sahip olduğu konum. IMF, bu gelişmeyi/gerçekliği kurallara bağladı, kurumlaştırdı, adeta yasallaştırdı. Artık uluslar arasındaki her türlü para ve ticaret ilişkilerinde ülkeler, Dolara sahip olmak zorundaydılar. Artık bütün paraların ölçüsü dolardı. Kapitalist dünyada bütün ülkeler, Doları rezerv para olarak biriktirmek zorunda kalmışlardı. Bütün üye ülkeler, IMF’nin kurallarına boyun eğiyorlardı; sabit para kuru dışına çıkamıyorlardı. Ama kapitalizmde eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişme yasası; rekabet ve anarşi yasası, sonuç itibariyle emperyalist ülkeler arasındaki güç dengelerini kaçınılmaz olarak değiştiriyordu. ‘70’li yıllara gelindiğinde klasik kapitalist dünyada farklı rekabet merkezleri oluşmuştu; ABD, Avrupa ve Japonya. Ve Dolar, giderek, dünya parası olma gücünü yitirmeye başlamıştı. ‘70’li yıllarda değer kaybetmeye başlayan Dolara bağlı kalmanın bir anlamı kalmamıştı ve bu gelişme de, esas itibariyle, IMF’nin misyonunu yerine getirdiğini ve kendini dağıtması gerektiğini gösteriyordu. Ama öyle olmadı.
IMF, şüphesiz ki, yeni görevler üstlenmedi. Sadece eski ve o zamana kadar tali gözüken görevleri, gelişen kapitalist dünya ilişkilerine uyumlu hale getirerek, genel olarak emperyalizmin, özel olarak da Amerikan emperyalizminin çıkarlarını kollamanın/gerçekleştirmenin aracı olmaya devam etti.
Kapitalist dünya ekonomisi, IMF gelirse çok kötü olur, ama gelmezse durum daha da kötü olur konumuna geldi. F. Kastro’nun deyimiyle IMF, “kapitalist dünya diktatörü”, uluslar arası sermayenin, tekelci sermayenin silahsız polisi olmuştu.
Sermayenin uluslararasılaşması, burjuvazinin kavramıyla “küreselleşme” sürecinde IMF ve DB, bağımlı ülkeler ile ilişkilerde emperyalist sömürü ve talan politikalarının uygulanmasının en önemli araçları konumundadırlar. IMF’nin, bir bütün olarak emperyalist ülke çıkarlarını ifade ediyor olması, bu kurum içinde emperyalist ülkelerin birbirleriyle rekabet etmedikleri anlamına gelmez. Bu kurumda çıkar çatışması her dönem olmuştur. Kuruluş döneminde Amerikan-İngiliz rekabeti, bugün ise esasen ABD-AB rekabeti. Washington konferansında ABD-AB rekabeti yaşandı. Konferans öncesinde G-7’lerin maliye bakanları, ön yoklama yapmak için ve mümkün olursa görüş birliği sağlamak için bir araya geldiler. Amerikan Kongresi’nin hazırlattığı Meltzer-Komisyonu reform paketinde IMF ve DB’nın görevlerinin birçoğunun özel sektöre devredilmesi öngörülüyor. Bu reform anlayışına göre, IMF’nin temel görevleri olan makro ekonomik kontrol, teknik yardım, ödeme zorluklarında destek krediler, özel sektöre devrediliyor. Çok “radikal” görünen bu reform anlayışını Amerikan Maliye Bakanı L. Summer da reddetti. Aslında bu anlayışın hiç de radikal bir yanı yok. Burjuvazinin “küreselleşme” anlayışının temel mantığı, dünyanın giderek küçülmesi ve ulusal devletin artık geçersiz olmaya başlamasıdır. Mademki ulusal yapılanmanın, devletsel var oluşun bir anlamı kalmıyorsa, bu kavramlara yüklenen görevleri de başka kurumlar üstlenebilirler. Bu anlamda her şey özel sektöre devredilebilir ve emperyalist ülkelerde özel sektör, bağımlı ülkelerde özel sektörle doğrudan ilişki içinde olarak, devletin üstlendiği ekonomik kontrol ve düzenleme görevlerini devralabilir.
Meltzer-Komisyonu, IMF’nin ve DB’nın, yoksul ülkelere istikrar götürmede ve ekonomik büyüme sağlamada yardımcı olma görevinde başarısız kaldığını tespit ediyor ve her iki mali kuruluşun parçalarına ayrıştırılmasını öneriyor. Bu komisyonun çoğunluğuna göre IMF, Afrika’dan çekilmeli, yoksul ülkeler için sübvanse edilmiş krediler vermekten vazgeçmeli, DB da gelişen ülkelerdeki faaliyetini durdurmalıdır. DB, bu ülkelere kredi vermemeli, ama başarıya bağlı nakti yardımlarda bulunmalıdır. Hatta bu ülkelerin borçları tamamen silinmelidir.
Meltzer-Komisyonu reform paketi, özellikle AB ülkeleri maliye bakanları, başta da Alman emperyalizminin temsilcileri tarafından reddedilmiştir. Ama reform gereği ve bunun dile getirilişi, IMF ve DB’nın, içinde bulundukları kötü ünlü durumu oldukça açık bir şekilde ifade ediyor ve AB, bu konuda bağımlı ülkelerin desteğinden emin olarak söz konusu reform önerilerini kabule yanaşmamıştır.
Peki, iki gün (16-17 Nisan) boyunca ne konuşuldu? 182 devletin temsilcileri iki gün boyunca “yoksulluğa karşı mücadele” ve “gelişen ülkeler için uzun vadeli krediler” sorunu üzerine tartıştılar.
Dünyada iki milyardan daha fazla sayıda insan, günde iki Dolarla, bir milyardan daha fazla insan da bir Dolarla yaşamak zorunda bırakılmış. Dünya üretiminin %82,7’si, dünya ticaretinin %81,2’si, ticari kredilerin %94,6’sı dünyanın en zengin beşte birinin elinde. Dünya üretiminin ancak % 1,4’ü, dünya ticaretinin % 1’i, ticari kredilerin ancak %0,2’si ise en yoksul beşte birinin elinde. Bu durumun, bu dengesizliğin yegâne sorumlusu emperyalizmdir, emperyalist sömürü ve talandır. Bu sömürü ve talanın en önemli uygulayıcılarından birisi olan DB, görevinin merkezine “dünyadaki yoksulluğun kökünü kazımayı” koyuyor!
Peki, bu dengesizliği nasıl ortadan kaldıracak, yoksulluğun kökünü nasıl kazıyacak? Bu konuda “kem-küm”ün ötesinde bir şey söylenmiyor. DB, yoksulluğu daha da derinleştirmenin ve kapsamlaştırmanın ötesinde bir şey yapamayacaktır ve yapama da.
IMF’nin durumu ve görünümü de parlak değil. IMF, uluslar arası planda kötü ünlü ve başarısız bir “mali mimar”dır. Her gittiği ülkede kendini mali itfaiyeci olarak sunmuş, ama kısa zamanda kundakçı olarak açığa çıkmıştır. IMF, adı çok olan bir kurumdur; kapitalist dünya diktatörü, kundakçı, tekelci sermayenin silahsız polisi, uluslar arası kötü ünlü mali mimar, küresel para hükümeti, dünya para polisi. Bu kavramların hepsi bir şeyi göstermektedir; IMF, somut emperyalizm demektir. IMF, emperyalizme bağımlılık demektir. IMF, ulusal ekonominin, iç pazarın yabancı sermayeye tamamen açılması, peşkeş çekilmesi demektir. IMF, özelleştirme, firmaların kapatılması, işsizlik demektir. IMF, borç demektir. IMF, ana borcu ödemek için değil, borcun faizini ödemek için kredi adresi demektir. IMF, bağımlı ülkelerde hükümet demektir, yoksulluk, ücretlerin düşürülmesi veya dondurulması demektir. İşte bu özelliklere sahip olan IMF, bağımlı ülkelerde istikrarın sağlanmasını temel görevi olarak görüyor!
Washington ‘daki konferansta alınan kararlar, hiçbir şeyi açıkça ifade etmemenin kararlarıdır.
Üye 182 ülkenin temsil edildiği Gouverneur-Komisyonu, planlanan IMF içi reformların gerçekleştirilmesini kabul etti. Bunun ötesinde komisyon, IMF’nin uluslararası para ve maliye sistemindeki kendine özgü rolünü, bütün üye ülkelere yardım eden uluslararası bir kurum olduğunu onayladı. Üye ülkelerin ekonomi politikalarının, olası krizleri daha önceden görme ve engelleme amacıyla IMF tarafından daha iyi kontrol edilmesi kararlaştırıldı. Meltzer-Komisyonu’nun reform önerileri reddedildi, IMF’nin yapısal reformların teşviki için uzun vadeli finansmandaki rolü onaylandı. IMF ile DB arasındaki işbölümünün daha iyi örgütlenmesinin altı çizildi. En yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi bir daha vurgulandı, vs. vs.
Yeni bir şey yok. Konuşuldu, tartışıldı, bilinen, yapılan bir daha karar altına alındı, onaylandı, vurgulandı. Emperyalist ülkeler, özellikle de ABD ve AB, anlaşamadıkları için IMF ve DB’nın politikalarında ve yönelimlerinde değişikliğe götürecek adımlar doğrultusunda kararlar alınamadı. IMF başkanlığı için rekabetin de gösterdiği gibi bu seferki konferans, görüş ayrılıklarının daha ziyade ön plana çıktığı bir arenaya dönüştü. IMF’nin bu toplantıda aldığı en önemli karar (!), somut tespitlerin, Sonbaharda Prag’da yapılacak toplantıda yapılması üzerineydi!
Protestolar;
Seattle, Davos ve son olarak da Washington, uluslar arası planda görkemli antiemperyalist gösteriler demektir. Washington’da on binler bir araya geldi. Seattle’de olduğu gibi, toplantının yapılması engellenemedi, ama protestolar oldukça etkili oldu. Seattle ve Davos’tan dersler çıkartan emperyalist ülke temsilcileri, IMF ve DB, toplantı öncesinde bir kısım protestocu kurumların, hükümet dışı örgütlerin temsilcileriyle görüştüler. Amaç, göstericilerin görüşlerine saygı duyulduğu, dikkate alındıkları havasını uyandırmaktı.
Bir şekilde mevcut düzene, emperyalizme karşı olan bütün anlayışlar, Washington’da bir araya gelmişlerdi; anarşistinden çevrecisine, troçkistinden maocusuna varana kadar bütün çevreler, demokratlar, antiemperyalistler, devrimciler ve komünistler oradaydılar. IMF ve DB, yoksulluğun, açlığın, çevre kirlenmesinin, işsizliğin, hastalıkların, çocuk ölümlerinin, borçlanmanın, özelleştirmenin sorumlusu olarak mahkûm edildi. Protestolar, Washington’un sakin havasını bozdu.
Seattle, Davos ve Washington gösterileri, IMF’nin ve DB’nın sömürü ve talan olduğunu, emperyalizm, açlık ve sefalet olduğunu, özelleştirme ve borçlanma olduğunu ortaya koydu. Bu gösteriler öyle başarılı oldu ki, IMF ve DB temsilcileri, daha açık ve şeffaf olma konusunda iyi niyet açıklamasında bulunmak zorunda kaldılar. Böylelikle şimdiye kadarki faaliyetlerinde hata yaptıklarını, “karanlık”ta kaldıklarını kabullenmiş oldular.
Özellikle Seattle ve Washington gösterileri, modern teknolojinin mücadelede nasıl kullanıldığını da gösterdi.
Washington, Seattle gibi savaş alanı olmadı. Ama bütün vahşetine rağmen Amerikan polisi, gösterilerin görkemli ve militan olmasını engelleşemedi.
Seattle, Davos ve Washington, dünya emperyalizminin yenilemez, yaralanamaz olmadığını, ortak hareket edildiğinde; belli somut hedefler için birleşilebilecek bütün güçlerle birleşmenin gerekli olduğunu ve birleşmenin sağlandığında da başarılı sonuçların alındığını göstermiştir.
Daha fazla Settle’ler, daha fazla Davos’lar ve daha fazla Washington’lar örgütlemek görevimiz olmalıdır.

10 Nisan 2000 Pazartesi

EKONOMİNİN GÜNCEL DURUMU VE SİYASET

Özellikle Marmara depreminin etkisi de göz önünde tutularak Türkiye ekonomisinin durumu üzerine çok şey yazıldı, söylendi. Batmaktan, çökmekten bahsedenlerin yanı sıra, ekonominin içinde bulunduğu durumu depremle açıklayanlar da oldu. Yani bir yerde ekonomideki krizin nedeni, depremde arandı.
Burjuva yazar-çizer takımının ekonomi üzerine desteksiz atmaları ve krizin nedenini aranmaması gereken yerde aramaları, bazen nükte konusu olurken, devrimci çevrelerin de yanlışı inatla savunmaları düşündürücü oluyor.
Doğal afetler; olağanüstü kış-yaz koşulları, deprem vs. ekonominin seyrini etkiler. Bunun ötesinde savaşlar da ekonominin seyrini etkiler. Ama şimdiye kadar hiçbir Marksist-Leninist, ekonomik krizi doğal afetlerle, savaşlarla açıklamaya kalkışmamıştır. Ve bunun ötesinde yine hiçbir Marksist-Leninist, ekonomik krizi, kapitalist ekonominin sürekli bir görüngüsü olarak açıklamamıştır. Ama coğrafyamızda bunların örneğine bolca rastlıyoruz.
Burjuva ekonomistlerin ve yazarların bir görevi de, kapitalist sisteme zarar vermeyen, onu yıpratmayan bir kriz teorisi oluşturmaktır veya krizleri, sisteme zarar vermeyecek bir biçimde açıklamaktır. Bunun için ücretlendirilirler. Günlük gazetelerinden periyodik yayınlarına kadar bütün yazılı basınında burjuvazi, krizi, aranmaması gereken yerde arıyor. Marmara depreminden sonra yapılan açıklamalara bakarsak, insanın aklına ister istemez şöyle bir soru geliyor: Türkiye’de ekonomik krizin nedeni kozmik miydi, yoksa sismik miydi?
Şimdiye kadar burjuva ekonomistler, ekonomik krizin nedeni üzerine 230 açıklama yapmışlardı. Yani 230 neden saymışlardı. Bunlar arasında kozmik olan nedenler var, ama sismik olan yok. Coğrafyamızdaki bir kısım burjuva yazar-çizer takımı, 231. nedeni bulma şerefine sahip oldu! İngiliz burjuva ekonomisti William Stanley Jevons’in (1835-1882) kapitalizmin devrevi krizlerinin nedenini güneş üzerinde görülen lekelerde aramasıyla bizde bir kısım burjuva yazarın ekonominin seyrini depreme bağlaması arasında nitel bir fark yoktur. Kapitalizmin devrevi krizlerinin nedenini W.S. Jevons kozmik, bizimkiler de sismik olarak açıkladılar. Böylelikle burjuvazi, ekonomik krizin 231. nedenini bulmuş ve sistemi “kurtarmış” oldu.
Bunun ötesinde küçük burjuva çevreler, özellikle de Kızıl Bayrakçılar, bu konuda iflah olmayacaklarını kanıtlarcasına sürekli krizden bahsetmeye devam ediyorlar. Bunlar ve diğer küçük burjuva çevreler açısından (Vatancılar, Emepçiler, Partizancılar vs.) kapitalizmin nesnel yasaları evrensel değildir; en azından Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde geçerli değildir ve bundan dolayı da bu ülkelerde ekonomi, sürekli kriz içindedir!
Krizin nedeni kozmik miydi, sismik miydi veya ekonomi, sürekli kriz içinde midir? Nesnel gerçeklik bu üç anlayışı da reddediyor/çürütüyor.
Türkiye ekonomisi, Asya-Rusya krizinden oldukça etkilenmiş ve bu etkilenme onu, bir ara kriz sürecine sokmuştur. Bu süreç devam ederken deprem olmuştur. Bu iki olgunun birleşmesi, reel üretimi; sanayi üretimini olağanüstü geriletmiştir. Türk ekonomisi, 1999’un ilk yarısında, şiddeti kırılmış bir ara krizden çıkma sürecindeyken depremin tahribatına uğramıştır. Bu tahribat sonucu reel üretim, ancak son birkaç aydır yeniden artma sürecine girmiştir. Veriler, gelişmenin seyrinin böyle olduğunu gösteriyorlar: Toplam sanayi üretimi, 1997=100 bazında, 1998’in aynı ayına göre 1999’un Ocak ayında %9,6; Şubat ayında %7,1; Mart ayında %12 oranında mutlak olarak gerilerken, Nisan ayında %5,4 oranında mutlak olarak büyümüş; Mayıs ayında %3,8 oranında küçülürken, Haziran ayında da %1,1 oranında büyümüştür. Temmuz ayında ise yeniden %3,5 oranında gerilemiştir. Bu veriler, sanayi üretiminin, dengesiz de olsa, giderek artış içinde olduğunu, en azından daralma/gerileme oranlarının küçüldüğünü gösteriyorlar. Depremle birlikte durum tamamen değişmiş ve sanayi üretimi –yukarıdaki bazda- Ağustosta %12,1; Eylülde %9,1; Ekimde %9 ve Kasımda da % 2,9 oranlarında mutlak küçülmüştür. Ama Aralık ayında %3,1 oranında artmıştır. Burada; 1999’un Ağustos ayından Kasım ayına sanayi üretiminin düşme oranlarının giderek küçüldüğünü görüyoruz. Aralık 1999’dan itibaren sanayi üretimindeki mutlak küçülme, mutlak artışa dönüşüyor ve toplam sanayi üretimi 1999’un Aralığında 1998’in Aralığına göre %3,1 oranında; 2000’in Ocağında 1999’un Ocağına göre %4,2 oranında ve 2000’in Şubatında 1999’un Şubatına nazaran da % 6 oranında artıyor.
Türk ekonomisi, bir bütün olarak 1999 yılı itibariyle, toplam sanayi üretimi bazında %5,2 oranında ve GSMH bazında da %6,4 oranında küçülüyor. Bu küçülmeyi açıklamanın çeşitli yolları var. Yukarıda belirttik. Kozmik nedenlerden dolayı Türk ekonomisi krize girmiştir ve bundan dolayı da sanayi üretimi 1999 yılı itibariyle %5,2 oranında gerilemiştir diyebilirsiniz veya bu gerilemenin nedenini Marmara depremiyle açıklayarak sismik bir nedenden bahsetmiş olursunuz veya da bizim küçük burjuvalar gibi hareket edip, ‘ekonomi zaten sürekli kriz içindedir, deprem bu krizin şiddetini biraz daha arttırmıştır’ diyebilirsiniz. Ama bu sefer de son yıllardaki büyümeyi; örneğin sanayi üretiminin 1991’deki %3,2; 1992’deki “5,3; 1993’teki %5,8; 1996’daki %5,9; 1997’deki %10,7 ve 1998’deki %0,9 oranlarındaki mutlak artışı/büyümeyi de izah etmek zorunda kalırsınız (Salt bu veriler, sürekli kriz teorisini çürütmeye yetiyor).
Bugün veya 2000 yılı itibariyle Türk ekonomisi bir ara krizde dahi değildir ve toplam sanayi üretiminin 1999 yılı itibariyle %5,2 oranında gerilemesinin nedeni ne ara krizdir ve ne de kapitalist ekonominin bir yasallığı olan fazla üretim krizidir. Sonucun bu denli ağır olmasının nedeni, ekonomi dışı faktör olan depremdir.
Deprem, krizin nedeni değildir, ama sonucunun ağır olmasının temel ekonomi dışı faktörüdür. ( Bu anlamda savaş sonucu tahribatla depremin tahribatı arasında nitel bir fark yoktur). Bu konuda sismikçiler ve sürekli kriz savunucuları yanılmışlardır.
Türk ekonomisi emperyalizme bağımlı bir ekonomidir. Burjuvazi, ekonominin yönetimini IMF’ye teslim etmiştir. İMF ile yapılan anlaşma, ekonomide kimin söz sahibi olduğunu göstermektedir. Bu programla İMF, Türk ekonomisini yabancı sermayenin çıkarlarına göre yönlendirmektedir. Ekonomiyi “düze çıkartmak”, enflasyonu düşürmek, ülkeye yabancı sermaye akışını sağlamak adı altında yabancı sermayenin, çok uluslu tekellerin, bir bütün olarak emperyalizmin dayatmaları aynen uygulanıyor. Tahkim yasası dediler, hemen çıkartıldı. Özelleştirme dediler, buyurun dendi. Enflasyonu düşürmek için ücret artışını azami %25 ile sınırlayın dediler, kabul edildi. Emperyalizm, özellikle de ABD ve AB, jeostratejik konumundan dolayı ülkemize olağanüstü ilgi duyuyor ve ekonomisini (ve de siyasetini) kendi çıkarlarına göre şekillendiriyor/yönlendiriyor. Sanayi üretiminin artış sürecinde olması; ekonominin ara kriz de bile olmaması işçi sınıfı ve emekçi yığınlar açısından büyük bir anlam taşımıyor: sanayi üretimi arttığı, ekonomide belli bir canlanmaya doğru gidiş olduğu için işsizlerin sayısı azalmayacak, yoksulluğun kapsamı ve derinliği değişmeyecek; ücretler artmayacak, sosyal haklar verilmeyecek. Hükümetin “istikrar” arayışında ve IMF merkezli programında bunların yeri yok. Siyasi “istikrar” korunmalı ki, ekonomik “istikrar” sağlansın deniyor. Yani siyasi ve ekonomik “istikrar” adına IMF’nin dayatmalarına ses çıkartılmayacak, sömürüye, ülkenin talan edilmesine boyun eğilecek. Burjuvazi, kendi selameti ve yabancı sermayenin çıkarı için böyle diyor ve ona göre de hareket ediyor.
Bu sistemin; kapitalizmin/burjuva düzenin işçi sınıfına ve emekçi yığınlara vereceği bir şey, gelecek yoktur. Çalışanlar, ekonomi krizde olsa da, olmasa da, sömürüden, talandan ve baskıdan başka bir şey görmemişlerdir. Ya köleliğe, açlığa, baskıya boyun eğilecektir, ya da buna karşı mücadele edilecektir. Bunun ortasında üçüncü bir yol/alternatif yoktur.
Burjuvazi, “istikrar” programını uygulamak için sendika ağalarından da yararlanıyor. Hükümet, IMF(emperyalizm) ve sendika ağaları ittifak içinde hareket ederek, işçi sınıfının yükselmeye yönelmiş mücadelesini; özelleştirmeye ve IMF-programına karşı kitlesel protestosunu etkisizleştirmeyi hedefliyor. İşçi sınıfının, sendikal mücadele bazında da olsa birlik arayışı; platformlar oluşturmaya yönelmesi hâkim sınıfları; üçlü ittifakı korkutuyor. Kitlesel ve yaygın mücadele, hükümetin ve IMF’nin siyasi ve ekonomik “istikrar” programını akamete uğratacak ve nihai kurtuluş; sosyalizm için mücadeleyi güçlendirecektir.