deneme

31 Mayıs 2000 Çarşamba

KİM KAZANDI?


 
İsrail ordusu ilk kez 1978’de Lübnan’a girdi. Filistin Kurtuluş Ordusu’nun (FKÖ) kuzeyden saldırılarını engellemek amacıyla işgal ettiği Lübnan topraklarından tamamen çekilmedi. FKÖ’nün 1982’de Lübnan’ı terk etmek zorunda kalmasından sonra da Lübnan’da kalan İsrail ordusu, 1985’te “Güvenlik Bölgesi” adı altında Lübnan’ın güney sınır bölgesini (İsrail’in kuzey sınırı) işgal altında tuttu. Bu bölgedeki Hristiyan Lübnanlılarla da işbirliği yapan İsrail ordusu, kuzeyden gelecek saldırıya karşı bir savunma şeridi oluşturmuş oluyordu.

FKÖ çekildikten sonra onun yerini zamanla İran ve Suriye güdümünde hareket eden Hizbullah aldı ve özellikle raket atışlarıyla İsrail’e karşı savaşını sürdürdü.
90’lı yılların başında revizyonist blokun çökmesi ve sonra Arafat önderliğinde FKÖ’nün Filistin sorununun çözümünü Amerikan emperyalizminin girişimine bırakması, yani Filistin davasına ihanet ve İsrail-Filistin yakınlaşması; Amerikan emperyalizminin bölgedeki hakimiyetini pekiştirmeye hizmet eden “barış” girişimleri sonucunda bölgedeki siyasi ve askeri şekillenmeler, “soğuk savaş” döneminin şekillenmeleri olarak yıkıldı. “Güvenlik bölgesi”ni, Lübnan’ın güney kısmında İsrail sınırı boyunca belli bir şeridi işgal altında tutmanın anlamı kalmadı.

Mayıs ayının ikinci yarısından itibaren işgal bölgesinden çekilme hazırlığı ve apar-topar çekiliş Arap dünyasının belli kesimlerinde zafer olarak algılandı. Öyle ki Hizbullah, İsrail ordusunu Lübnan’dan kovduğuna, onu yendiğine inanacak kadar zafer sarhoşu oldu ve boşalan alanlara yerleşti. Hizbullah’ın bu “askeri zaferi” Şam ve Tahran’da da kutlandı mı, bunu bilmiyoruz. Ama Suriye ve İran’da reel politikacılar bu çekilişin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar.

İsrail, öncelikle ABD, AB, Rusya ile, hemen hemen bütün emperyalist ülkeler ile ve BM ile durumu konuşarak, anlaşarak işgal bölgesinden çekildi. Bu çekilme ile BM-Güvenlik Konseyi’nin 425 numaralı bildirgesinin gereğini yerine getirmiş oldu. Yani sınırın her iki tarafında “uluslar arası barış ve güvenliğin yeniden sağlanması”nda payına düşeni yapmış oldu.

İsrail, hemen hemen bütün Arap devletleri tarafından devlet olarak tanındı. Bunun ötesinde komşu Arap ülkeleriyle, örneğin Ürdün ve Mısır ile çok yönlü sıkı ilişkiler kurdu. Her şeyden önce işgale neden olan FKÖ ile anlaşma masasına oturdu. Her ne kadar, 1993’te Oslo’da başlayan görüşmeler ağır-aksak ilerliyorsa da, esas itibariyle amacına ulaştı: FKÖ, İsrail’i devlet olarak yok etme mücadelesinden vazgeçtiğini, onu devlet olarak tanıdığını, ona karşı mücadelesinin masa başında sürdüreceğini çoktan açıkladı. Filistin ile İsrail arasındaki çatışma esasa özgü olmaktan çıkarak ayrıntıya özgü oldu.

Bütün bunlar İsrail’i uluslar arası politikada ve ilişkilerde “haklı” konuma getirdi. İsrail, kendisine yönelen siyasi silahları etkisiz hale getirdi. Siyonizm, “barış” isteğini dünya kamuoyuna açıkladı. Bakın, çekiliyorum, ama buna rağmen saldırıyla karşı karşıya kalırsam kendimi savunurum ve bunu için de çok şiddetli saldırıya geçerim dedi/diyor.

İsrail’in bu politikası, Amerikan emperyalizminin politikasıdır. Şimdi, Amerikan emperyalizmi bu “barış” politikasını İsrail vasıtasıyla Ortadoğu’ya dayatıyor. Aslında Rusya’ya, AB’ye ve doğrudan da Suriye ve İran’a dayatıyor. Mevcut haliyle bu ülkelerden hiçbirisi İsrail’in güney Lübnan’dan çekilme politikasına karşı olamaz. Ama aynı zamanda ve bu koşullarda hiçbir güç, Hizbullah’ın İsrail’e saldırısını destekleyemez. Şimdi Suriye ve İran, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki “barış” politikasının önündeki bu iki lokal güç, köşeye sıkışmış durumda. Bu durumda Hizbullah’ı desteklemek barıştan yana olmamak, tamamen tecrit olmak ve Amerikan emperyalizminin, ‘Suriye ve İran terörizmi destekleyen ülkelerdir’ tespitini onaylamak, bölgedeki Amerikan girişimini onaylamak anlamına gelecektir. Bu durumda Ortadoğu’da Amerikan “barış” politikası, İran ve Suriye’yi köşeye sıkıştırıyor. Suriye, ya Hizbullah’ı İsrail’e karşı destekleyecek, ya da İsrail ile masaya oturacak. En yakın destekçisi olan Rusya’nın, Çeçen “terörizmi”ne karşı mücadele eden Rusya’nın , Suriye’nin Hizbullah’ı desteklemesini isteyemeyeceğine göre Suriye, İsrail ile “barış” görüşmesine başlamak zorunda kalacak. Suriye buna yanaşır mı, yanaşmaz mı, bunu bilmiyoruz. Ama başka bir seçeneği de yok. Aynı durum İran için de geçerli. “Reform” rüzgarlarının estiği İran, ya Hizbullah’ı desteklemeye devam ederek bütün dünya kamuoyu önünde “terörist devlet” olma özelliğini pekiştirecek, ya da dolaylı olarak Amerikan “barışı”nın bir unsuru olmak zorunda kalacak. Ayrı durum AB ve Rusya için de geçerli. Hiçbir emperyalist ülke veya bölgede söz sahibi olmak isteyen ülke, İsrail’in ABD güdümlü “barış” girişimine karşı gelecek, bu girişimi baltalayacak durumda değil. Aksi taktirde teşhir olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

İsrail, bu ve benzeri hesaplar sonucunda işgal bölgesinden çekildi. İşgalin kalkması, Lübnan’ın devletsel bütünlüğü açısından önemlidir, olumludur. Ama bu, bir kısım Arap dünyasının ve Hizbullah’ın zaferi değildir. İlla da zafer aramak gerekiyorsa bu çekilme uzun vadede İsrail siyonizminin ve Amerikan emperyalizminin bölgemizdeki “barış” politikasının “zaferi”dir.

30 Mayıs 2000 Salı

BU ÖVGÜ NİYE?

Emperyalist devletler, başta ABD ve son dönemde de AB ve ayrıca IMF ve Dünya Bankası(DB) gibi kurumlar, Türkiye’yi öve öve bir hal oldular. Bugünlerde Türkiye’yi ziyaret eden DB Başkanı Wolfensohn da Türkiye’yi övmekten neredeyse sarhoş oldu; nelere muktedir olduğumuzun farkında değilmişiz. AB’ye bir adım daha yakınlaştığımızın, mevcut siyasi yapıyla mucizeler yaratıyor olduğumuzun, 35 yıldır gösteremediğimiz gelişmeyi gösteriyor olduğumuzun, mevcut potansiyelimizi realize etmenin zamanının gelmiş olduğunun, koşulların çok uygun olduğunun farkında değilmişiz. Wolfensohn, bütün bu gizli kalmış yönlerimizi keşfedip açıklayarak gözlerimizi açtı. Daha doğrusu memlekette ne kadar “Kambur İzzet” varsa onların hepsinin ağzına bir parmaklık bal çaldı ve bu arada da gerçek düşüncesini açıkladı. DB Yönetim Kurulu, mali sektör reformlarının neden geciktiğini soruyormuş! Kurul, Türkiye’nin, kamu bankalarının özelleştirilmesine imkân verecek olan yasal düzenlemenin çıkartılmasının, Türkiye’nin bu konuda ciddi olduğunu gösteren bir işaret olarak algılıyormuş, “Türkiye’de uygulanan programın başarıya ulaşması, sadece Türk halkı için değil, aynı zamanda dünya jeopolitik dengesi, dünya barışı ve dünya istikrarına katkı için de hayati önem taşıyor"muş! Wolfensohn, devamla şöyle diyor.”Bankacılık sektöründeki mevzuatı değiştirdiniz. Denetleme Üst Kurulu’nu kurdunuz, enerjide yatırımlarınız var. Yabancı yatırımcılar için zor bir kulüptünüz, ancak belki de bu değişmiştir. Yabancı yatırımcılara kucak açarsanız, bu sizin kazancınız olur. Yabancı yatırımcılar gittikleri ülkelerde hoşgörüyle karşılanmak isterler”.
Bu kadar övgünün arasına iki gerçek sıkıştırılmış: Türkiye, dünyanın jeopolitik dengesi açısından oldukça önemlidir. Türkiye, dünya barışına ve istikrarına bu konumu gereği katkıda bulunmalıdır. İkinci olarak Türkiye, yabancı sermayeye kapıları ardına kadar açmalıdır ve mali destek istiyorsa bunun koşullarını yerine getirmelidir. Yani yapısal uyum adımlarını; dayatılan “reform”ları realize etmelidir.
Gerçekten de Türkiye, hiçbir bakımdan olmasa da salt jeostratejik konumu bakımından oldukça önemlidir. Bu coğrafya, günümüzde emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninin tam ortasında yer alıyor. Dünya hegemonyası için mücadele eden hiçbir emperyalist ülke, dünyanın mevcut nüfuz sahası temelinde paylaşılmışlığını kendi lehine değiştirmek isteyen emperyalist güçler, bu niyetlerini, Türkiye’yi hesaba katmadan yapamayacaklarını, bu nedenle de Türkiye’nin bir şekilde kendi politikalarına koşulmasının kaçınılmaz olduğunu biliyorlar.
Wolfensohn, övgü ve gerçek niyet açıklamasını herhangi bir emperyalist ülke adına değil, doğrudan Amerikan emperyalizminin adına yapıyor. Bu bay, Türkiye’nin önemini Amerikan emperyalizminin çıkarlarına göre vurguluyor. Bu anlamda onun Türkiye’de istikrar, bölgede istikrar anlayışı, Amerikan emperyalizminin bölgemiz üzerine politikalarıyla tam anlamıyla örtüşüyor. Amerikan emperyalizmi, ekonomisi ve politikası istikrarsız bir Türkiye ile bölgedeki çıkarlarını istediği gibi gerçekleştiremeyeceğini çok iyi biliyor. Bu nedenle, Amerikan emperyalizminin çıkarlarını gerçekleştiren, bu çıkarlara göre tam şekillenmiş siyasi ve iktisadi istikrarlı bir Türkiye, en iyi Türkiye’dir. Wolfensohn, Türkiye ziyaretinde bunu vurguluyor.
Bu bay, siyasi ve iktisadi istikrarın nasıl sağlanacağı konusunda da açıklamalar yaptı. Emperyalist beylere göre mevcut hükümet, mucizeler yaratan bir hükümettir. Bu hükümet, ülkenin siyasi geleceği ve istikrarlı gelişmesi açısından bir şanstır. Siyasi ve iktisadi “reform” adımları atan, demokrasiden, insan haklarından bahseden, işkenceyi kınayan, “terörizm”i kökünden kazıyan bu hükümet, emperyalizme istikrarlı bir şekilde en iyi hizmet eden hükümettir. İnsan haklarının ayaklar altına alınması, işkencenin varlığı, Kürt ulusal mücadelesinin boğulması, siyasi tutsakların katli, en ufak demokrasi kıpırdanışının vahşetle bastırılması emperyalist efendileri hiç ilgilendirmiyor. Önemli olan, tekelci sermayenin çıkarı için siyasi ortamın, “mezar suskunluğu”nun oluşturulmasıdır.
Bunun yanı sıra “Kambur İzzet”lerin hâkim olduğu Türkiye’de iktisadi açıdan da istikrar sağlanmalıdır. İktisadi istikrar ise, ancak ve ancak IMF reçetelerini DB’nın yapısal uyum programlarını uygulamakla mümkün olacaktır. Faşist diktatörlük, IMF ile yapılan anlaşmayı, onun doğrudan ifadesi olan ekonomik dayatmaları yerine getirmeye ne denli hevesli olduğunu uygulamalarıyla sergiliyor. Tahkim yasasından başlayarak yabancı sermayenin önündeki bütün engellerin yıkılması için IMF’nin ve DB’nın ekonomik istikrar adına bütün dayatmalarını hükümet kabulleniyor ve kendi “politik ekonomi”si olarak algılayarak uygulamaya koyuyor. Mali sektör düzeltilmeli, işçiye/memura şu kadardan fazla ücret zammı yapılmamalı, tarımda sübvansiyon kaldırılmalı vs. deniyor ve bu taleplere Kambur İzzet’ler hükümeti hemen sahip çıkıyor.
DB’nın yapısal uyum programları, yardım talep eden ülkenin iktisadi politikasını tamamen yabancı sermayenin çıkarlarına göre şekillendirmeyi öngörür. DB’nın yapısal uyum programına muhtaç olan ülke, bütün alanları, ekonominin bütün sektörlerini, ulusallık adına ne varsa hepsini yabancı sermayeye açmak zorundadır. Talanın koşullarını bizzat hazırlamak zorundadır. DB, 759,6 milyon dolarlık Ekonomik Reform Kredisi verdi. Aynı banka üç sene içinde Türkiye’ye 5 milyar dolarlık bir destek sağlayacağını da açıkladı. Ama önce şu özelleştirme işini hızlandırın diyor. Mali sektörü, istediğimiz gibi düzeltin diyor. Ziraat Barkası’nı özerkleştirin, Emlak Bankası’nı, Halkbank’ı, Vakıfbank’ı özelleştirin diyor. Bu alanları, Türkiye’de bankacılık sektörü adına ne varsa hepsini yabancı sermayeye teslim edin –özelleştirin- ki yabancı sermaye gelsin diyor.
Wolfensohn vasıtasıyla DB, Cotarelli vasıtasıyla IMF, Türk burjuvazisine siyasi ve iktisadi istikrar adına yabancı sermayenin çıkar ve isteklerini sıralıyorlar ve belli aralıklarla da gelerek nelerin yapılıp-yapılmadığını denetliyorlar, yeni direktifler veriyorlar. Wolfensohn ve Cotarelli bugünlerde Türkiye’yi bu amaçla ziyaret ediyorlar.

24 Mayıs 2000 Çarşamba

NİÇİN SAVAŞIYORLAR?


 
Etiyopya ile Eritre arasındaki savaş, bugünlerde olduğu gibi, dönem dönem şiddetlenerek iki yıldan beri devam ediyor. Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin uşağı Mengusta diktatörlüğünü ‘ortak’ bir cephe içinde antiempeeryalist mücadele ile yıkan bugünün savaşan güçleri, emperyalizme karşı uluslar arası mücadelede bir kıvanç kaynağı olmuşlar ve destek görmüşlerdi. Eritre’nin, Etiopya’dan barışçıl ayrılmasına ve kendi kaderini tayin hakkını kullanmasına da saygı duyulmuştu. Her iki ülkenin, iktidara gelen ulusal burjuvazi ve demokratik güçleriyle demokratik devrimlerini sürdürecekleri umudu yaygındı. Ama olmadı, daha doğrusu tam tersi oldu. Dünün dostları, bugün düşman oldular ve iki yıldan bu yana da nedeni pek bilinmeyen (!) bir savaş sürdürüyorlar. Savaşı başlatan taraf, Eritre olmuştu. Kayalık, verimsiz ve insandan boş bir toprak parçasını ele geçirmek için saldıran Eritre’ye, Etiyopya cevap vermekte gecikmedi. Her iki taraf ve savaştan çıkarı olan dış güçler, esas nedenin bu olmadığını çok iyi biliyorlardı.

Eritre, Etiyopya'dan ayrılıp, bağımsızlığını ilan edince(1993), Etiyopya'nın denize açılan (Kızıl Deniz) kapısı kapanmış oldu. Bu, Etiyopya'nın dünyaya açılan yolunun kesilmesi demekti. Etiyopya, bu yolu açmak ve yeniden denizlere açılma olanağına sahip olmak için Eritre’nin başlattığı savaşı fırsat bildi. Bu nedene iç politik nedenleri de eklemek gerekir. Özellikle Eritre açısından iç politik nedenler belirleyici olmaktadır. Bağımsızlıktan bu yana Afeverki önderliğindeki Eritre yönetimi, halka verdiği sözleri tutmadı; demokrasi ve siyasal özgürlüklerin yerini Afeverki-diktatörlüğü aldı. Ekonomide iyileşme olmadı, tam tersine iktisadi durum giderek daha da kötüleşti. Etiyopya'ya karşı savaşın yanı sıra, Eritre, ordusunu Sudan ve Yemen’e karşı da harekete geçirdi. Savaş, yığınların dikkatini iç siyasi ve ekonomik sorunlardan uzaklaştırmak için bir araç oldu. Sürekli seferberlik Afeverki-dikatörlüğünün işini kolaylaştırdı. Benzeri iç nedenler Etiyopya yönetimi için de geçerlidir.

Süreklilik arz eden kuraklıktan dolayı milyonlarca insan açlık ve ölümle pençeleşiyor. Kuraklık kurbanlarının sayısı, resmi verilere göre 6,6 milyon. Ama gerçek sayı bunun çok üstünde. Savaştan dolayı her iki tarafta göç edenlerin sayısı yüz binlerle ifade ediliyor.

Etiyopya ve Eritre rejimlerinin açlığa, sefalete, kuraklığa, işsizliğe karşı mücadele etmek için mali olanakları yok. Eğitim ve sağlık için harcayacakları metelikleri yok. Ama her iki taraf da günde 3 milyon markı silahlanma için harcıyor. Silahlanma için para var ve her iki taraf, silah bulmakta ve getirmekte hiç de zorluk çekmiyor. Silah sevkıyatı, “yardım sevkıyatı” adı altında yapılıyor. Şimdi her iki tarafın silah depoları tıka basa doldu ve BM, silah ambargosu koysa da, belli bir müddet savaşacak kadar silahları var. Sonra yeni bir “yardım” kampanyasıyla yeni silahlar gelir!

Milyonlarca insan, bütün dünyanın gözü önünde açlık ve sefaletten, hastalıktan ölürken her iki tarafa kim silah satıyor? Rusya ve Bulgaristan her iki taraf da silah satıyor. İtalya, sadece Eritre’ye silah satıyor. Çin, Fransa ve İsrail de sadece Etiyopya'ya silah satıyorlar. Bu ülkeler, sadece, bilinen silah tüccarları. Etiyopya ve Eritre’de milyonlarca insan sefalet içinde kıvranıp dururken, açlıktan ve hastalıktan ölürken ve göçmen olurken bu ülkeler, her iki tarafa da silah satarak, güçler dengesi bozulmadan savaşın devamını sağlıyorlar. Fransa ve Rusya, Güvenlik Konseyi’nde silah ambargosunun 12 ayla sınırlı olması için uğraştılar. Nedeni açık: her iki tarafa, 12 ay savaşacak kadar silah sattılar. 12 ay sonra yeniden silah satmaya başlayabilirler!
Ayrıca Etiyopya tarafında önde gelen parti üyelerine ait işletmeler, cephede savaşan askerlere içme suyu ve benzin bidonları satıyorlar. Etiyopya, bir Rus firmasıyla “yerli” kamyon üretecek. Asker ve malzeme transportu için Etiyopya ordusuna kiralanan araçlar da partililere ait. Konserve kutularından battaniyeye varana dek ordunun ihtiyacı olan her şey, yerli-yabancı ortaklığıyla üretiliyor veya temin ediliyor. Savaş, savaş zenginleri üretmiş ve vurgun büyük. Bu durumda, tarafların savaşı sonuçlandırmaları için bir neden yok. Tam tersine savaş, dış güçler ve işbirlikçileri/savaş vurguncuları -rejim ve rejimin adamları- devam etsin diye körükleniyor.

Etiyopya ve Eritre rejimleri, başlangıçta ilerici olan bu rejimler, bugün emperyalizmin uşağı gerici diktatörlüklere dönüşmüşlerdir. Bu ülkelerin halklarının mutlu geleceği emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadeleden geçer.

17 Mayıs 2000 Çarşamba

“ÇEKİRDEK AVRUPA” DÜŞÜNCESİ


 
AB’nin doğuya ve güneye doğru genişletilmesi, yeni aday 12 ülkenin tam üye olmaları durumunda idarenin ve de karar almanın güçlüklerini göz önünde tutan Fransa ve Almanya, yeni çözüm yolları aramaya başladılar. AB Komisyonu eski başkanı Fransız Delors, bu yılın başında “Le Monde” gazetesine yaptığı açıklamada bir “Ulusal Devletler Federasyonu” için yeni bir “öncü” anlaşması fikrini ortaya attı. Delors’a göre AB’nin kurucu devletleri, yani Fransa, Almanya, İtalya ve Lüksemburg-Belçika-Hollanda (Benelüks devletleri), “ulusal devletler federasyonu”nu oluşturan “öncü”ler olabilirler.

Fransa ve Almanya’ya göre Amsterdam görüşmeleri döneminde ele alınmayan sorunlar bugün AB’nin gelişmesi önünde engel oluyorlar; Bakanlar Konseyi’nde çoğunluk ilkesinin uygulanmaması, yani karar alabilmek için oybirliğinin koşul olması, üye devletlerin oy sayısında nüfus yoğunluğunun yeteri kadar dikkate alınmaması vs.

Delors’un bu düşüncesinden hareketle Almanya Dışişleri Bakanı J. Fischer, “Avrupa Federasyonu” düşüncesini açıkladı. Her ne kadar yeşilci Fischer, bu düşünceler bugün için beni bağlar dese de o, Fransız ve Alman tekelci burjuvazilerinin eğilimini dile getirmektedir. Fischer’e göre, üye ülkelerden oluşan bir çoğunluğun ileriye fırlayıp tam entegrasyonu oluşturup oluşturmayacağı, Avrupa Anayasası temelinde bir Avrupa Federasyonu’nda birleşip birleşmeyeceği veya bir grup ülkenin öncü rolü oynayarak bu yolu seçip bir “Çekim Merkezi” oluşturup oluşturmayacağı önümüzdeki on yılın sorunu olarak görülmeliymiş.

Fischer, Avrupa’nın iktisadi değil, siyasi entegrasyonunu ön plana çıkartıyor ve bu entegrasyonun sağlanması için Avrupa'nın gelişmesini iki veya üç aşamalı olarak görüyor. Her halükarda belli ülkelerin bu gelişmeye öncülük etmesi gerektiği üzerinde duruyor. Alman Dışişleri Bakanı’na göre güçlü bir parlamento kurulmalıdır. Başkan, dolaysız seçilmelidir. Bir AB hükümeti kurulmalıdır. Çekim Merkezi olacak ülkeler, siyasi entegrasyonun tamamlanması için, gelişmenin lokomotifi olmalıdırlar. Çekim Merkezi’ni hangi devletlerin oluşturacağı konusunda Fischer, Delors’a göre oldukça diplomatik, nabız yoklayıcı; bu merkez, AB’nin kurucu 6 ülkesinden oluşabileceği gibi 11 devletten de oluşabilir veya kendine güvenen her üye devlet bu merkeze katılabilir.

Böyle bir düşünce neden ortaya atılıyor? AB’nin iktisadi entegrasyon olarak gelişmesi önünde bürokrasinin frenleyici bir rol oynadığı açık. Ama esas sorun bu değil (AB, isterse çok süratle karar alabilir. Örneğin, Türkiye’yi 36 sene beklettikten sonra Helsinki’de aday üye yapması gibi). Sorun, uluslar arası plandaki rekabetten kaynaklanıyor. Bugün ve yakın gelecekte ne Almanya ve ne de Fransa, dünyanın yeniden paylaşımını tek başına talep edecek konumda değil ve olamayacak. Bu iddiada –Fransa’yı yetmezliğinden dolayı bir kenara bırakırsak- Almanya tek başına ABD karşısında oldukça zayıftır. Güçlü olmanın, ABD’ye, ileride de Rusya ve Çin’e karşı mücadele edebilmenin yegane yol, Avrupa’da, çıkarlarda birleşen bir gücü oluşturabilmektir. Mevcut AB, bunu bir yere kadar yapıyor. Örneğin, ABD’ye karşı ticari “savaş” ilan edebiliyor ve buna bütün AB üyesi devletler katılıyorlar. Ama askeri güç konusunda AB bölünüyor. Alman ve Fransız tekelci burjuvazisi, uluslar arası planda sadece rekabet gücüne sahip olmayı değil, aynı zamanda bu gücü hegemonya mücadelesi için kullanmayı düşündüğünden buna katılacak ülkelerle birlik içinde birlik kurmayı amaçlıyor.

Diğer ülkelerin bunu ne derece kabul edeceklerinden bağımsız olarak çekirdek Avrupa, AB içindeki dengesiz gelişmeyi de sergiliyor. Güçlü olanlar, birlik içinde birlik oluşturarak sıradan üyelerin engelini aşmayı amaçlıyorlar. AB’yi, muhtemel 27 üyenin değil, az sayıda ve güçlü üyelerin çıkarları doğrultusunda şekillendirmeyi hedefliyorlar. Az sayıda üye, çekirdek merkezi, bütün üyeleri bağlayan AB politikalarını belirleyecek ve bunu, çekirdek merkez değil, AB olarak uygulayacak. Yani Çekim Merkezi dışında kalan üyeler, bu merkezin vasalı olacaklar. Çekim Merkezi dışında kalan AB üyesi ülkelerin ikinci sınıf üyeliği ne derece kabullenip kabullenmeyeceğini bilemeyiz, ama böyle bir merkezin oluşması, uluslar arası planda emperyalist ülkeler arası rekabetin ve müttefikleşmenin boyutunu gösterir.

16 Mayıs 2000 Salı

ZİMBABVE


 
1889’da Büyük Britanya, “Matabele Ülkesi”ni kendi çıkar sahası olarak ilan eder, yönetim ve talanını da Cecil Rhodes’e ait olan “British South Africa Company”ye bırakır. 1923’te Güney Rodezya’nın beyaz nüfusu, referandum sonucu, Güney Afrika Birliği’ne katılmama kararı alır. 1965’te Güney Rodezya, tek taraflı bağımsızlığını ilan eder ve Rodezya olarak “Commonwealth”in üyesi olmak ister. Aralık 1972’de Nkoma önderliğinde “Zimbabve Afrika Halk Birliği” (Zapu) ve Sithole önderliğinde de “Zimbabve Afrika Ulusal Birliği” (Zanu) gerilla savaşını başlatırlar. Mart 1978’de Başbakan Smith ve çok sayıda siyah muhalefet grubunun imzaladığı anlaşmayı ve bunun sonucu olarak 1979’da Muzoreva başkanlığında kurulan hükümeti ne Zanu ve Zapu ve ne de İngiltere tanır. 10 Eylül 1979’da Londra’da Rodezya konferansı başlar. 27-29 Şubat 1980 seçimlerini Mugabe kazanır. 18 Nisan 1980'de Rodezya, Zimbabve adını alır ve bağımsız ülke olur.

Zimbabve, ulusal burjuvazi önderliğinde uzun yıllar süren antiemperyalist, antisömürgeci kurtuluş mücadelesi sonucunda bağımsızlığını elde etmişti. Ülkenin en önemli sorunlarından birisi ve emekçi köylülüğü mücadeleye çeken temel neden, toprak sorunuydu. Beyaz büyük toprak sahipleri, devasa büyüklükteki çiftlikleriyle en verimli toprakları kendi aralarında paylaşmışlar ve siyahlar, topraklarından kovulmuşlardı. Mücadelenin önderi ve yeni hükümetin başkanı Mugabe, halka, durumun değişeceği, köklü toprak reformu yapılacağı sözünü vermişti. Ama o, sözünde durmadı ve emperyalistlere boyun eğdi. Özellikle İngiltere ve ABD’nin talebi üzerine beyaz büyük toprak sahiplerine önemli miktarlarda tazminat ödemeyi kabul etti, sömürgecilerin el koydukları toprakları tazminat ödeyerek geri alma yolunu seçti. Ama bu da yapılmadı. Mugabe, beyaz toprak beyleriyle işbirliği yolunu seçti. Bağımsızlıktan 20 yıl sonra da, yani bugün de hala 4500 beyaz toprak beyi, verimli toprakların %70’ine sahip. Mücadeleye, toprak umuduyla katılan siyah köylü nüfuz, verimsiz topraklarla yetinmek zorunda.

Zimbabve, ulusal ve sosyal kurtuluşun temel görevlerinden birisi olan toprak devrimini gerçekleştirmedi. Tam tersine, siyasi bağımsızlıktan sonra kurtuluş savaşı devam ettirilmedi, mücadele içinde olan ve mücadele etmek isteyen yığınlar, harekete geçirilmediler ve sorunlarını bizzat çözümlemek için örgütlendirilmediler. Zimbabve, siyasal bağımsızlığın ne olduğunu pek anlamadan yeni sömürgeci bağımlılık ilişkilerine girdi.

Emekçi ve topraksız köylüleri kandırmak için Mugabe hükümeti, yıllık ortalama olarak 50 kadar arazi parçasını dağıttı. Bu topraklar da ihtiyacı olan köylülere değil, yakın dostlara ve bakanların yakınlarına verildi. Hala, yarım milyondan fazla topraksız köylünün toprak beklemesi, halkın %60’ının yoksulluk sınırının altında yaşaması ve çalışabilir nüfusun %50’sinin işsiz olması Mugabe önderliğindeki iktidarın eseridir.

Mugabe yönetimi, onun önderliğindeki rejim, kısa zamanda yozlaştı, tam anlamıyla rüşvetçi oldu. Halkın yükselen muhalefeti Mugabe rejimini krize sürükledi. İngiltere’nin verdiği silahlarla donatılmış 13 bin askeri Kongo’ya göndermesi, tepkiyi daha da arttırdı. 12 yıl daha iktidarda kalmak için Şubat ayında gerçekleştirilen referandumu kaybeden Mugabe, ikili oyununu derinleştirdi: bir taraftan muhalefeti bastırmaya, ülkede terör estirmeye, önde gelen muhalefet önderlerini öldürtmeye devam ederken, diğer taraftan da keskin antiemperyalist oldu(!). Mugabe, topraksız köylüleri, toprakları, beyaz toprak beylerinin çiftliklerini işgal etmeleri için cesaretlendirdi. Lumpenlerin yanı sıra, kurtuluş savaşına katılmış olanların bir kısmı da toprak işgaline, kundakçılığı katıldı. Kendilerine sözü verilen toprağı almak için toprak işgaline katılan eski savaşçılar, Mugabe’nin kirli iktidar oyununa alet oldular. Mugabe, bir taraftan baskı ve diğer taraftan da “antiemperyalist”likle muhalefeti sindirmeyi ve halkı yeniden kazanmayı planlıyor. Bu arada emperyalistler de boş durmuyorlar. Beyaz toprak beylerini koruma bahanesiyle Zimbabve üzerinde baskıyı arttırıyorlar ve muhalefetin potansiyel devrimci gelişmesinin önünü almaya çalışıyorlar.

10 Mayıs 2000 Çarşamba

TL’DEN SIFIR ATMAK ÇÖZÜM MÜ?


 
Merkez Bankası, Türk Lirası’ndan sıfır atmak için bir süreden beri çalışma yürütüyordu. Hazırlanan yasa tasarısına göre 1 Ocak 2001 tarihinde Türk Lirası’ndan altı sıfır atılacak. Böylece, bugünkü genç neslin hiç tanımadığı kuruş devrine yeniden dönülecek. Altı sıfır atıldığı için TL de değişecek (!) ve adı “Yeni Türk Lirası” olacak.

Enflasyon, parayı pul etti. Enflasyonla birlikte para, kuruş, lira, on lira, yüz lira , bin lira tedavülden kalktı. Artık beş binin, on binin önemi kalmadı.

Merkez Bankası başkanı Erçel, TL’den sıfır atılmasıyla ilgili açıklamasında şöyle diyordu: “Önümüzdeki dönemde para otoritesi olarak ajandamızda yer alan diğer bir konu da paramızdan altı sıfır atmaktır. Bu şekilde uzun yıllardır devam eden yüksek enflasyonun banknotumuz üzerindeki tahribatını ortadan kaldırıp, yüksek enflasyonun ekonomimiz üzerindeki en büyük izlerinden birisini silebileceğiz”.

Türk Lirası’ndan altı sıfır atılınca bir Lira iki Dolara veya iki Euro’ya eşit olacakmış, en geç 20027de!. Daha sonra da bir Lira eşittir bir Dolar olacakmış!
İnsanın aklına ister istemez soru geliyor. Madem ki sorun ‘uzun yıllardır devam eden yüksek enflasyonun banknotumuz üzerindeki tahribatını ortadan kaldırarak yüksek enflasyonun ekonomimiz üzerindeki en büyük izlerinden birisini silmek’, sıfır atmakla mümkün oluyorsa, bunu neden şimdiye kadar yapmadınız? ‘70’li yılların ikinci yarısından beri kronik, dönem dönem de olağanüstü yüksek enflasyonla yaşadık. Madem ki sorun, sıfır atmakla çözümleniyor, neden şimdiye kadar, ara sıra, diyelim ki 3-5 yılda bir 2,3,4 veya 6 sıfır atarak enflasyonun tahribatını önleme yolunu seçmediniz? Açık ki sorun, paradan sıfır atmakla çözümlenmiyor.

1930’ların birkaç yılı hariç devletin iki yakası bir araya hiç gelmemiştir; bütçesi sürekli açık vermiştir. Yani gelirinden çok gideri/harcaması olmuştur. Açığını devlet, daha çok vergiyle, daha çok borçla (iç ve dış) kapatmaya çalışmıştır. Devlet, ordusunu, polisini, bürokrasisini sürekli güçlendirmek için harcamalar yapmıştır ve yapmaya devam ediyor. Bütçedeki eğitim, sağlık vb. kalemler neredeyse sıfırlanıyor, ama orduya, polise, silahlanmaya ayrılan miktarlara dokunulmuyor, tam tersine artıyor. Alının borçlar –ana para değil, faizi- tıkır tıkır ödeniyor. Emperyalizmin, özellikle de onun İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarının dayatmaları aynen kabul ediliyor. Artık emperyalizm de enflasyon özürlü bir Türk ekonomisi istemiyor. Türkiye, kendine verilen yeni rolün üstesinden gelebilecek derecede istikrarlı bir ekonomiye sahip olmalıdır. Emperyalistlerin, İMF’nin, Dünya Bankası’nın görüşü böyle. Böyle bir ekonomiye sahip olabilmek için enflasyonun aşağı çekilmesi gerekiyor. Bunun için gerekli mali “destek” İMF’den, Dünya Bankası’ndan geliyor. Yani “yiğidin kamçısı” olan borç! Diğer taraftan, özelleştirme adı altında ulusal değerlerimiz/zenginliklerimiz talan ediliyor. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sömürü ve talanı akıl almaz boyutlara vardırılıyor.

Öyle görünüyor ki, İMF’nin hazırladığı istikrar programının uygulanması durumunda enflasyon, yıl sonunda belli oranlarda düşecek. Enflasyon, hükümetin beklediği gibi %20’ye mi, yoksa kapitalistlerin (TÜSİAD) beklediği gibi %30’a mı düşer, bu pek önemli değil. Önemli olan, enflasyonun belli oranlarda düşeceğine inanıldığı için, paradan sıfır atılması konusu bugün –daha önce de gündeme getirilmişti- ciddi bir şekilde ele alınıyor.
TL’den sıfır atmanın psikolojik bir etkisi olacaktır. Bu, bir kandırmacadır, göz boyamadır. Çünkü, TL’den altı sıfır atmak, enflasyonu sıfırlamak, en azından 1 TL=2 Dolar değerine eşit olgusunu maddi olarak gerçekleştirmek anlamına gelir. Bu, bugün için imkansızdır.

Burjuvazi, TL’den sıfır atmakla enflasyonun düşmeyeceğini biliyor. Bundan dolayıdır ki Erçel, sıfır atmakla enflasyonun düşmesinden değil, enflasyonun ekonomi üzerindeki tahribatının silinmesinden bahsediyor. Demek ki, TL’den altı sıfır atılsa da enflasyon devam edecek. Diyelim ki enflasyon yıl sonunda %30’a düşürüldü, aynı zamanda TL’den altı sıfır atıldı ve 1 TL=2 Dolar oldu. Bu durumda enflasyon, yapay olarak küçültülmüş rakamlarla devam edecek ve kısa zamanda yeniden beş binliklerle, on binliklerle, yani %30’luk enflasyona tekabül eden banknotlarla karşı karşıya kalacağız. Bu anlamda değişen bir şey olmayacak.

Sıfırı az para, karşılığı yoksa kandırmacadır ve altı sıfırı atılmış TL de, yapay olarak değer kazanmış olacaktır. Bir para birimi, tabii TL de yapay değerini, hükümetin tedbirleriyle belli bir dönem koruyabilir ve sonra –hiç de uzun olmayan bir süre sonrasında- gerçek değerine döner. Yani değeri düşer, sıfırları yeniden artar.

Enflasyonun yıl sonunda %30’a düşmesi durumunda bugün tedavülde olan 1 milyonluk, beş ve on milyonluk banknotlar kullanılamaz olacaklar. “Uyanık” burjuvazi, enflasyonun %30’a düşmesi durumunda bu banknotların kullanılamaz olacağından dolayı tedavülden kaldırılacaklarını fırsat bilerek, yani dört sıfır atma yerine altı sıfır atarak göz boyama yolunu seçti.

TL, sıfırı tüketmiştir. “Yeni Türk Lirası” dönemiyle geride kalmış döneme “Eski Türk Lirası” dönemi diyeceğiz. Yeni Türk Lirası, Eski Türk Lirası’na, enflasyon gerçekten, reel olarak düştüğü oranda benzemeyecektir. Ama bugün için söylenmesi gereken şudur: TL. sıfırı tükettiği için sıfırları atılıyor. Para olarak TL, pul olmuştur.

1 Mayıs 2000 Pazartesi

PROPAGANDACIYA NOTLAR (II)



PROPAGANDACIYA NOTLAR (II)

Propagandacının Teorik Eğitimi

Herkes propagandacı olacak diye bir kural yok. Bazıları propagandacı olabilir, bazıları ajitatör, bazıları örgütleyici veya başka bir alanın uzmanı. Bu, bir seçim ve kadroları işine, yeteneğine göre görevlendirme sorunudur. Kim propagandacı olabilir? Kimler, hangi özelliklere sahip olanlar siyasi propagandacı ve ajitatör olmalıdırlar? Kelimenin geniş anlamıyla her partili, devrimci öğretinin, Marksist-Leninist teorinin propagandacısı olmak zorundadır. Bu, davaya, teoriye inancın ifadesidir. “Araştırmak, propaganda yapmak, örgütlemek. Bu teorik çalışma olmaksızın ideolojik önder olunamaz. Bu çalışmayı davanın ihtiyaçlarını karşılamaya yöneltmeden, işçiler arasında bu teorinin sonuçlarının propagandasını yapmadan ve onların örgütlenmesine yardımcı olmadan ideolojik önder olunamayacağı gibi” (Lenin, “Halkın Dostları Kimlerdir”, C.I, s. 302).