deneme
26 Temmuz 2000 Çarşamba
G-8 TOPLANTISI
25 Temmuz 2000 Salı
BORSADA HAREKETLİLİK VE EKONOMİNİN GÜNCEL DURUMU VE SİYASET
Görüntü, her zaman nesnel gerçekliği olduğu gibi yansıtmayabilir veya neden sorusuna cevap bulmamızı zorlaştırabilir. Ekonomide –toplumda da- nesnel gerçekliği ortaya çıkartmanın yegâne yolu, ekonomide ve toplumda hareketin nesnel yasalar doğrultusunda geliştiğini kavramaktan geçer. Marksist teoriye; diyalektik ve tarihsel materyalizme inanan, ekonomide ve toplumda hareketin nesnel yasaların ifadesi olduğuna da inanmak zorundadır. Burada duygunun, isteğin, ‘ben böyle düşünüyorum, o halde sonuç da düşündüğüm gibi olmalıdır’ anlayışının, yani sübjektivizmin politikada beş paralık değeri yoktur. Politik değerlendirmeye yön veren, ya da çıkış noktası oluşturan, nesnel gerçekliktir. Bu, ekonomi üzerine değerlendirmeler için de geçerlidir.
Borsadaki gelişmelere bu açıdan bakmak gerekir: Asya-Rusya mali ve ekonomik krizi (Asya için aynı zamanda fazla üretim krizi) dönemini hatırlayalım. Ekonominin bu krizden etkilenmesi sonucunda İMKB'nda’ ulusal 100 endeksi, sürekli düşmeye başlamıştı. Endeks, 2000 sınırının altına inmişti. Borsa hareketi, Marmara depreminden önce ve sonra, belli bir dönem, maddi değerlerin üretimindeki hareketi; sanayi üretimindeki gelişmenin yönünü yansıttı. Yani, üretimin düşmesine paralel olarak geriledi. Ama belli bir zaman sonra, üretimde artış hareketine paralel olarak yükselmeye başladı. Ne var ki bu sefer, maddi değerlerin üretimindeki nesnel durumu olduğu gibi değil, abartılı olarak yansıttı. Burada, birbirini tamamlayan iki neden belirleyici rol oynadı: bir taraftan IMF, Dünya Bankası ile yapılan görüşmeler, toplamı 10 milyar doları aşan kredi sözleri, hükümetin ekonomik paketi, enflasyona karşı “mücadele”, tahkim yasası, AB’ye aday üyelik, emperyalist ülkelerin ve kurumlarının Türkiye’yi pohpohlamaları, Türkiye’nin jeostratejik öneminin emperyalistler arası rekabette ön plana çıkması ve önem kazanması vs. ile uyandırılan olumlu hava sonucunda borsa endeksi, yukarıya fırladı ve böylece spekülatörlere gün doğdu. Ekim 1998’de 2000’in altında seyreden endeks, inişli-çıkışlı bir yükseliş trendine girdi. Endeks, 22 Nisan 1999’da 5 154 puandan, 7 Aralık 1999’da 10 076 puana, 27 Aralık 1999’da 15 747 puana ve 17 Ocak 2000’de de 18 458 puana fırlamıştı. 2000 yılının başında 20 bin sınırına dayanan endeks, belli bir zaman sonra tedrici düşmeye başladı. Borsa, 15 Aralık 1999’da 12 560 puanla kapanmıştı.17 Temmuz 2000’de de 12 801 puanda kapandı. Yani neredeyse 15 Aralık 1999’daki seviyesine düştü. 17-22 Temmuz arasında 12 500-13 500 puan arasında gidip gelen endeks, sonra yeniden yükselmeye başladı.
Borsanın bu hareketi ne anlama geliyor?
- Maddi değerlerin üretimindeki (sanayideki) artış yansıtılıyor. Ama üretimdeki artış, endeksin bu denli yukarıya fırlamasının nedeni değil ve olamaz da. Çünkü üretimde olağanüstü bir artış söz konusu değil. Endeksteki olağanüstü yükseliş, üretimdeki hareketi yansıtmayı gölgede bırakıyor.
- Borsada, belirttiğimiz, yaratılan olumlu havadan dolayı spekülasyon teşvik edildi. Bunun sonucu olarak borsada bolca alım yapıldı. Öyle ki borsanın küçük kumarcıları da alım için teşvik edildi. Şimdi ise satış yapılıyor. Satış sürecinde endeks düşüyor. Alış ve satış arasındaki fark, spekülatörün karıdır. İMKB’nda son haftalarda görülen hareketlilik, maddi değerlerin üretimindeki; sanayi üretimindeki olumsuz gelişmenin değil, spekülatörün işidir.
İMKB’nda endeks, Nisan 1999-Ocak 2000 arasındaki gibi hızlı yükselmeyecektir. Belli bir dönem; yeni bir spekülasyon oyunu hazırlanana kadar ekonomik gelişmenin genel eğilimini -maddi değerlerin üretimindeki çizgiyi- şu veya bu şekilde yansıtacaktır. Maddi değerlerin üretimindeki; sanayi üretimindeki durum da ana hatlarıyla şöyledir:
Özellikle Marmara depreminin etkisi de göz önünde tutularak Türkiye ekonomisinin durumu üzerine çok şey yazıldı, söylendi. Batmaktan, çökmekten bahsedenlerin yanı sıra, ekonominin içinde bulunduğu durumu depremle açıklayanlar da oldu. Yani bir yerde ekonomideki krizin nedeni, depremde arandı.
Burjuva yazar-çizer takımının ekonomi üzerine desteksiz atmaları ve krizin nedenini, aranmaması gereken yerde aramaları, bazen nükte konusu olurken, devrimci çevrelerin de yanlışı inatla savunmaları düşündürücü oluyor.
Doğal afetler; olağanüstü kış-yaz koşulları, deprem vs. ekonominin seyrini etkiler. Bunun ötesinde savaşlar da ekonominin seyrini etkiler. Ama şimdiye kadar hiçbir Marksist-Leninist, ekonomik krizi doğal afetlerle, savaşlarla açıklamaya kalkışmamıştır. Ve bunun ötesinde, yine hiçbir Marksist-Leninist, ekonomik krizi, kapitalist ekonominin sürekli bir görüngüsü olarak da açıklamamıştır. Ama coğrafyamızda bunların örneğine bolca rastlıyoruz.
Burjuva ekonomistlerin ve yazarların bir görevi de, kapitalist sisteme zarar vermeyen, onu yıpratmayan bir kriz teorisi oluşturmaktır veya krizleri, sisteme zarar vermeyecek bir biçimde açıklamaktır. Bunun için ücretlendirilirler. Günlük gazetelerinden periyodik yayınlarına kadar bütün yazılı basınında burjuvazi, krizi, aranmaması gereken yerde arıyor. Marmara depreminden sonra yapılan açıklamalara bakarsak, insanın aklına ister istemez şöyle bir soru geliyor: Türkiye’de ekonomik krizin nedeni kozmik miydi, yoksa sismik miydi?
Şimdiye kadar burjuva ekonomistler, ekonomik krizin nedeni üzerine 230 açıklama yapmışlardı. Yani 230 neden saymışlardı. Bunlar arasında kozmik olan nedenler var, ama sismik olan yok. Coğrafyamızdaki bir kısım burjuva yazar-çizer takımı, 231. nedeni bulma şerefine sahip oldu! İngiliz burjuva ekonomisti William Stanley Jevons’in (1835-1882) kapitalizmin devrevi krizlerinin nedenini güneş üzerinde görülen lekelerde aramasıyla bizde bir kısım burjuva yazarın ekonominin seyrini depreme bağlaması arasında nitel bir fark yoktur. Kapitalizmin devrevi krizlerinin nedenini W.S. Jevons kozmik, bizimkiler de sismik olarak açıkladılar. Böylelikle burjuvazi, ekonomik krizin 231. nedenini bulmuş ve sistemi “kurtarmış” oldu.
Bunun ötesinde küçük burjuva çevreler, özellikle de Kızıl Bayrakçılar, bu konuda iflah olmayacaklarını kanıtlarcasına sürekli krizden bahsetmeye devam ediyorlar. Bunlar ve diğer küçük burjuva çevreler açısından (Vatancılar, Emepçiler, Partizancılar vs.) kapitalizmin nesnel yasaları evrensel değildir; en azından Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde geçerli değildir ve bundan dolayı da bu ülkelerde ekonomi, sürekli kriz içindedir!
Krizin nedeni kozmik miydi, sismik miydi veya ekonomi, sürekli kriz içinde midir? Nesnel gerçeklik bu üç anlayışı da reddediyor/çürütüyor.
Türkiye ekonomisi, Asya-Rusya krizinden oldukça etkilenmiş ve bu etkilenme onu, bir ara kriz sürecine sokmuştur. Bu süreç devam ederken deprem olmuştur. Bu iki olgunun birleşmesi, reel üretimi; sanayi üretimini olağanüstü geriletmiştir. Türk ekonomisi, 1999’un ilk yarısında, şiddeti kırılmış bir ara krizden çıkma sürecindeyken depremin tahribatına uğramıştır. Bu tahribat sonucu reel üretim, ancak son birkaç aydır yeniden artma sürecine girmiştir. Veriler, gelişmenin seyrinin böyle olduğunu gösteriyorlar: Toplam sanayi üretimi, 1997=100 bazında, 1998’in aynı ayına göre 1999’un Ocak ayında %9,6; Şubat ayında %7,1; Mart ayında %12 oranında mutlak olarak gerilerken, Nisan ayında %5,4 oranında mutlak olarak büyümüş; Mayıs ayında %3,8 oranında küçülürken, Haziran ayında da %1,1 oranında büyümüştür. Temmuz ayında ise yeniden %3,5 oranında gerilemiştir. Bu veriler, sanayi üretiminin, dengesiz de olsa, giderek artış içinde olduğunu, en azından daralma/gerileme oranlarının küçüldüğünü gösteriyorlar. Depremle birlikte durum tamamen değişmiş ve sanayi üretimi –yukarıdaki bazda- Ağustosta %12,1; Eylülde %9,1; Ekimde %9 ve Kasımda da % 2,9 oranlarında mutlak küçülmüştür. Ama Aralık ayında %3,1 oranında artmıştır. Burada; 1999’un Ağustos ayından Kasım ayına sanayi üretiminin düşme oranlarının giderek küçüldüğünü görüyoruz. Aralık 1999’dan itibaren sanayi üretimindeki mutlak küçülme, mutlak artışa dönüşüyor ve toplam sanayi üretimi 1999’un Aralığında 1998’in Aralığına göre %3,1 oranında; bir yıl öncesinin aynı ayına göre 2000’in Ocağında %4 , Şubatında %6, Martında %1, Nisanında %2,7 ve Mayısında da %2,8 oranlarında artmıştır.
Türk ekonomisi, bir bütün olarak 1999 yılı itibariyle, toplam sanayi üretimi bazında %5,2 oranında ve GSMH bazında da %6,4 oranında küçülüyor. Bu küçülmeyi açıklamanın çeşitli yolları var. Yukarıda belirttik. Kozmik nedenlerden dolayı Türk ekonomisi krize girmiştir ve bundan dolayı da sanayi üretimi 1999 yılı itibariyle %5,2 oranında gerilemiştir diyebilirsiniz veya bu gerilemenin nedenini Marmara depremiyle açıklayarak sismik bir nedenden bahsetmiş olursunuz veya da bizim küçük burjuvalar gibi hareket edip, ‘ekonomi zaten sürekli kriz içindedir, deprem bu krizin şiddetini biraz daha arttırmıştır’ diyebilirsiniz. Ama bu sefer de son yıllardaki büyümeyi; örneğin sanayi üretiminin 1991’deki %3,2; 1992’deki %5,3; 1993’teki %5,8; 1996’daki %5,9; 1997’deki %10,7 ve 1998’deki %0,9 oranlarındaki mutlak artışı/büyümeyi de izah etmek zorunda kalırsınız (Salt bu veriler, sürekli kriz teorisini çürütmeye yetiyor).
Bugün veya 2000 yılı itibariyle Türk ekonomisi bir ara krizde dahi değildir ve toplam sanayi üretiminin 1999 yılı itibariyle %5,2 oranında gerilemesinin nedeni ne ara krizdir ve ne de kapitalist ekonominin bir yasallığı olan fazla üretim krizidir. Sonucun bu denli ağır olmasının nedeni, ekonomi dışı faktör olan depremdir.
Deprem, krizin nedeni değildir, ama sonucunun ağır olmasının temel ekonomik dışı faktörüdür. ( Bu anlamda savaş sonucu tahribatla depremin tahribatı arasında nitel bir fark yoktur). Bu konuda sismikçiler ve sürekli kriz savunucuları yanılmışlardır.
Türk ekonomisi emperyalizme bağımlı bir ekonomidir. Burjuvazi, ekonominin yönetimini IMF’ye teslim etmiştir. IMF ile yapılan anlaşma, ekonomide kimin söz sahibi olduğunu göstermektedir. Bu programla IMF, Türk ekonomisini yabancı sermayenin çıkarlarına göre yönlendirmektedir. Ekonomiyi “düze çıkartmak”, enflasyonu düşürmek, ülkeye yabancı sermaye akışını sağlamak adı altında yabancı sermayenin, çok uluslu tekellerin, bir bütün olarak emperyalizmin dayatmaları aynen uygulanıyor. Tahkim yasası dediler, hemen çıkartıldı. Özelleştirme dediler, buyurun dendi. Enflasyonu düşürmek için ücret artışını azami %25 ile sınırlayın dediler, kabul edildi. Emperyalizm, özellikle de ABD ve AB, jeostratejik konumundan dolayı ülkemize olağanüstü ilgi duyuyor ve ekonomisini (ve de siyasetini) kendi çıkarlarına göre şekillendiriyor/yönlendiriyor. Sanayi üretiminin artış sürecinde olması; ekonominin ara kriz de bile olmaması, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar açısından büyük bir anlam taşımıyor: sanayi üretimi arttığı, ekonomide belli bir canlanmaya doğru gidiş olduğu için işsizlerin sayısı azalmayacak, yoksulluğun kapsamı ve derinliği değişmeyecek; ücretler artmayacak, sosyal haklar verilmeyecek. Hükümetin “istikrar” arayışında ve IMF merkezli programında bunların yeri yok. Siyasi “istikrar” korunmalı ki, ekonomik “istikrar” sağlansın deniyor. Yani siyasi ve ekonomik “istikrar” adına IMF’nin dayatmalarına ses çıkartılmayacak, sömürüye, ülkenin talan edilmesine boyun eğilecek. Burjuvazi, kendi selameti ve yabancı sermayenin çıkarı için böyle diyor ve ona göre de hareket ediyor.
Bu sistemin; kapitalizmin/burjuva düzenin işçi sınıfına ve emekçi yığınlara vereceği bir şey, gelecek yoktur. Çalışanlar, ekonomi krizde olsa da, olmasa da, sömürüden, talandan ve baskıdan başka bir şey görmemişlerdir. Ya köleliğe, açlığa, baskıya boyun eğilecektir, ya da buna karşı mücadele edilecektir. Bunun ortasında üçüncü bir yol/alternatif yoktur.
Burjuvazi, “istikrar” programını uygulamak için sendika ağalarından da yararlanıyor. Hükümet, IMF(emperyalizm) ve sendika ağaları ittifak içinde hareket ederek, işçi sınıfının yükselmeye yönelmiş mücadelesini; özelleştirmeye ve IMF-programına karşı kitlesel protestosunu etkisizleştirmeyi hedefliyor. İşçi sınıfının, sendikal mücadele bazında da olsa birlik arayışı; platformlar oluşturması hâkim sınıfları; üçlü ittifakı korkutuyor. Kitlesel ve yaygın mücadele, hükümetin ve IMF’nin siyasi ve ekonomik “istikrar” programını akamete uğratacak ve nihai kurtuluş; sosyalizm için mücadeleyi güçlendirecektir.
19 Temmuz 2000 Çarşamba
FİLİSTİN-İSRAİL-BU KAÇINCI GÖRÜŞME!
10 Temmuz 2000 Pazartesi
KIBRIS’TA ÇÖZÜMSÜZLÜK İÇİR UĞRAŞILIYOR
Kıbrıs adasının ikiye bölünmüşlüğü bir gerçekliktir. İstense de istenmese de, adanın kuzeyinde ve güneyinde iki hükümet, iki devlet var. Kuzeydeki devlet, ada Türklerini, güneydeki de Rumlarını temsil ediyor.
Kıbrıs’ta iç kargaşaların başlamasından 1974’e kadar taraflar birbirlerine sürekli el ense çektiler, yani birbirlerinin gırtlağına yapıştılar ve oluk oluk kan akıttılar. 1974’te Türkiye’nin, garantörlük hakkına dayanarak askeri müdahalede bulunması ve adanın kuzey kısmını işgal etmesi sonucunda ada, de facto (fiilen) ikiye bölündü. O günden bu güne adada taraflar arasında silahlı çatışma olmadı, ama toplumların yeniden birleşmesi ve yeniden tek devlet kurmaları için hiç adım atılmadı. Güya bu amaç doğrultusunda atılan adımların hepsi, iki toplumun birleşmesini engellemeye hizmet etti. Bu arada hiç kimse, taraflardan hiç birisi, ada Türklerine ve Rumlarına, ne düşündüklerini, nasıl bir çözümden yana olduklarını sormadı, ama ada halkını etnik farklılık temelinde birbirine düşman etmek için her yola başvuruldu. Adanın ikiyi bölünmesinden bu yana yeni nesil yetişti. Bu neslin mensupları, birbirlerini tanımıyorlar, beraber yaşamanın zorluklarını ve avantajlarını bilmiyorlar. Kıbrıslı olarak değil, Türk ve Rum olarak yetişen bir nesil. Her iki tarafın kendi toplumu, kendi siyasi anlayışı doğrultusunda yetiştirdiği nesil.
Birlikten yana olan güçlerin zayıflığından dolayı da etnik temelde biçimlendirme doludizgin gelişti.
Kıbrıs, stratejik konumundan dolayı, sürekli, emperyalist ülkelerin de göz diktikleri alanlardan birisi olagelmiştir. Kıbrıs adası, ne de olsa, batmayan bir gemi ve Ortadoğu ve arkasında ve güneyinde ve kuzeyinde kalan bölgeler için kapı eşiği durumunda. Kıbrıs, bu özelliğinden dolayı, emperyalist ülkeler arası rekabetin konusu olduğu için de sorununun çözümsüz kalmasına mahkûm edildi veya bu sorunu, her bir emperyalist güç, kendi çıkarı doğrultusunda çözmek için uğraştı. Şimdiye kadar ki emperyalist “çözüm” çabalarının, aslında çözümsüzlük olduğunu tecrübeler gösterdi.
Kıbrıs “barış” görüşmeleri dönem dönem BM’in (ABD) ve dönem dönem de AB’nin etkisi altında sürdürüldü. Her seferinde her bir emperyalist güç (ABD ve AB), Kıbrıs sorununun çözümü adı altında bölgedeki stratejik çıkarının gereği doğrultusunda hareket etti.
Doğrudan görüşmelerden sonuç alınamadı. Sonra, Helsinki kararları doğrultusunda Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği ve Kıbrıs’ın AB’ye üyelik görüşmesi gündeme geldi. AB’nin bu konudaki anlayışı şöyle: “AB Konseyi, adada siyasi bir çözümün Kıbrıs’ın AB’ye üyeliğine yardımcı olacağının altını çizer. Konsey bu konuda ilgili diğer faktörleri de dikkate alır”.
Hikâye! Lastik, istendiği gibi yorumlanabilir, istenilen yöne çekilebilir! Somut olan bir şey yok. Ama verilen mesaj şöyle; Kıbrıs sorunu, AB’nin çıkarları doğrultusunda çözümlenir, aksi taktirde çözümsüzlük, çözüm olur. Bu, ABD’ye bir gönderme. Aynı göndermeyi AB de, ABD’den alıyor.
Emperyalist güçler, kendi çıkarları için oynuyorlar. Bu oyunun peşrevini de Denktaş ve Klerides’e çektiriyorlar. Her iki toplumun bu “temsilci”leri, Cenevre’de üçüncü dolaylı görüşme için bir araya geldiler. Taraflardan hiçbirisi bu görüşmeye istekli gelmedi. Ayrıca, ne ABD ve ne de AB, görüşme heveslisi değil. Taraflar; Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs’ın kuzey ve güney kesimleri, ABD ve AB, yıllardan beri tekrarladıkları görüşlerini bir kez daha yinelediler. AB, BM nezdinde sürdürülen görüşmeleri destekliyormuş! BM, Kıbrıs görüşmelerinin AB ile paralel sürdürülmesini doğru buluyormuş! Yunanistan, bir bütün olarak Kıbrıs’ın, güney Kıbrıs hükümeti önderliğinde bir an önce AB ile tam üyelik müzakerelerine başlaması talebini yinelerken, Türkiye de, KKTC’nin -dolaylı da olsa- tanınması talebini yineliyor. Her iki taraf, görüşünde bir milim sapmıyor.
Zaman –haklı veya haksız olmaktan bağımsız olarak- Türk tarafının lehine işliyor. Rum kesimi, federasyona dahi tahammül edemezken, Türk tarafı konfederasyondan bahsediyor ve Türkiye’nin jeostratejik konumundan kaynaklanan önemi, tezinin yabana atılmayacağını gösteriyor.
Cenevre görüşmelerinin sonuçsuz kalacağı daha baştan belliydi. Şimdi ne olacak? Taraflar, üstlerine dönecekler. Bir dahaki görüşmeye kadar, davalarında ne denli “haklı” olduklarını anlatacaklar. Yeniden bir araya gelip aynı görüşlerini tekrarlayacaklar. Ya da, evet ya da sorunun çözümünde ABD, AB’yi veya da AB, ABD’yi dışlayacak. Ama hangisi, hangisini dışlarsa dışlasın, bölgedeki nüfuzunu, Türkiye’ye rağmen sürdürme yolunu izlemeyecek. Yani Türkiye’nin tezi -jeostratejik konumundan dolayı- dolaylı bir şekilde de olsa dikkate alınacak. Bunu ABD, açıkça dile getiriyor. AB’nin de aynı açıklıkta konuşmayacağını kim iddia edebilir? Önce, horlanarak bekleme odasında yıllarca bekletildikten sonra, “demokratik” yönelimi “ani”den keşfedilen Türkiye’ye, Helsinki’de aday üyeliğini veren AB’nin, aynı “ani”liği Kıbrıs konusunda da göstermesi şaşırtıcı olmaz. Veya da şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da ABD ve AB, Kıbrıs konusunda yenişemezler ve bilinen çözümsüzlük, çözüm olur. Bu da fiili bölünmüşlüğün daha da pekişmesi ve KKTC’nin Türkiye ile entegrasyonunun derinleşmesi anlamına gelir.
Türk burjuvazisi her iki ihtimali göz önünde tutarak hareket ediyor. Aynı ihtimallerin sonuçlarını Yunanistan da görüyor. Onu rahatsız eden de bu.
2 Temmuz 2000 Pazar
GEN TEKNİĞİ
Doğrudan insan geni üzerine olmasa da, hayvan ve özellikle de bitkiler üzerindeki denemeler, hiç de yeni değil. 19. Yy.da, bu alanda bir dizi çalışma yapılmıştır.
“Gen” kavramı, 1909’da Danimarkalı botanikçi W. Johnnsen tarafından bilime kazandırıldı.
DNA’nın (Dioksiribo Nükleik Asit) ne anlama geldiğini 1953’te J. Watson ve F. Crick açıkladılar.
Gen tekniği, ‘70’li ve ‘80’li yıllarda bilim olarak gelişti. Bazı yeni molekül biyolojik yöntemlerin sentezini temel alan gen tekniğinin gelişimi, birkaç aşamadan oluşur:
İlk aşamada esas olan, DNA’nın tanınması ve sıralanmasının yapılmasıydı. Böylece, genlerin sıralandığı DNA’ların tam analizinin yapılması mümkün oluyordu. İkinci aşamasını, yeniden kombine edilebilir DNA’ların üretilmesi oluşturur. Böylelikle gen transferi, bir hücreye yabancı bir genin taşınması olası oluyordu. Bu tekniğin üçüncü aşamasında DNA’lar, istenildiği gibi sentetik olarak üretilebiliyordu. Gen tekniğinin dördüncü aşamasında ise, 1988’de “Polimerase-Zincirleme Reaksiyonu”nun (PCR) keşfinden sonra, seçilmiş gen parçaları, istenilen miktarda çoğaltılabiliyordu.
Bu ön koşulları olan gen tekniği, ‘90’lı yıllarda hızlı bir gelişme gösterdi. Dünyanın birçok ülkesinde devlet ve özel sektör kaynaklı kurumlar/laboratuarlar, adeta birbirleriyle yarıştılar. Tabii bu araştırmalarda başka teknolojilerin kazanımlarının (örneğin bilgisayar) kullanılması sonuç almada önemli olmuştur. Yapılan tahminlere göre, şifre, 2005 yılında çözülecekti, ama bu sonuca bugün ulaşıldı; insan genomu, ham olarak, taslak olarak çözüldü. Bugün, genomların yüzde 90’ı biliniyor ve sıralaması da yapılıyor. Bu yüzde 90’ın da yüzde 95’i, neredeyse yüzde yüz (%99,9) oranında biliniyor.
İnsanda bulunan kromozom sayısı 46. Bu kromozomların molekül türü kadınlarda 23, erkekler de ise 24’tür. Döllenme sırasında çocuk, anneden 23, babadan da yine 23 kromozom alır. Kadınlarda kromozom çifti X-X, erkeklerde ise X-Y’ dir. Döllenme X-X olursa çocuğun cinsiyeti dişi, X-Y olursa erkektir. Bu X-X ve X-Y kromozomları yaşamın kitabını oluşturuyorlar. Alfabetik anlamda yaşam, dört harften ibaret: G, A, T, C. (G = Guanine, A = Adanine, T = Thymine ve C = Cytosine). Bu dört harfin toplam 3,2 milyar kombinasyonu var.
Şimdiye kadar deşifre edilen genlerin yüzde 21,1’inin ne işe yaradığı biliniyor. Geriye kalanlar ise, henüz hammadde durumundalar. Yani kalıtım, henüz tam deşifre edilmedi. Öyle olmuş olsaydı, bu dört harfin oluşturduğu alfabenin ne anlama geldiği bilinmiş olurdu. Yaşam kitabının dört harfli alfabesinin tam anlamıyla anlaşılması için 3,2 milyar kombinasyonun; alfabenin bu kadar sayıdaki “imla kuralları”nın ne anlama geldiğinin bilinmesi gerekir. Anlaşılan o ki, bu alandaki gelişmeler, bu bilinmeyenin de yakında deşifre edileceğini gösteriyor. Harfler biliniyor ve dizgi (sıralama) büyük oranda doğru yapılmış.
Gen Tekniğinin Düşündürdükleri
Bu gelişme aşamasında dahi gen tekniği, insanlığa umut, ama aynı zamanda da korku veriyor. Gen tekniğinin mevcut ve olası kazanımlarından dolayı insanlık, sevinç ve dehşeti bir arada yaşıyor.
Gen tekniğine dayanan tıpta, muazzam ilerleme olacak.
Zaten birkaç on yıldan beri gen tekniği temelinde ilaçlar üretilmekte. Örneğin, bakterilerden üretilen ensülin, 1982’den beri “şeker” hastalığına karşı kullanılıyor. Gen-aşı maddesi, Hepatit- B- virüs hastalığına karşı kullanılıyor. Keza, boğmacaya karşı da gen-aşı maddesi kullanılıyor. Alzheimer, Parkinson hastalıklarına karşı gen tedavisi yapılıyor. Yakın gelecekte, kanser gibi, bugün ölümcül olan birçok hastalığın “kökünün kazınacağından” bahsediliyor. Anlaşılan o ki, gen tekniği, hastalık daha potansiyelken ona karşı mücadeleyi/tedaviyi olası kılacak. Bunun ötesinde, ömür de uzayacak.
Burjuvazi, bütün medya ve bilimsel kürsü olanaklarını kullanarak, bu tekniğin insanlığa kazandıracağı olumlu yönlerin propagandasını yapıyor. Bu tekniğe, yeni biyolojiye umut bağlayın, bunun ötesinde, 21. Yy. teknoloji denen diğer iki teknolojiye de; nano tekniği ve robotik güvenle bakın, yeryüzü her dünyalı için bir cennet olacaktır demeye getiriyor.
Burjuvazinin, sorunun sadece bu yönü üzerinde durmasının nedeni var; dünya çapında duyarlı kamuoyunun tepkisini almamak. Birçok bilim adamı ve düşünen her insan, 21. Y.y’ın bu teknolojisinin, tek başına ve diğer iki teknolojiyle (nano ve robot tekniği) birlikte, insanlığı yok edecek silahların üretiminde kullanılacağını –belki de kullanılıyorlar- biliyorlar. Burjuvazi, bu teknolojinin tam da bu özelliği üzerine konuşulmasını ve ona karşı olası bir güçlü mücadelenin gelişmesini hiç istemiyor.
Tarih, burjuvazinin elinde teknolojinin ve kazanımlarının, öncelikle silah üretimi alanında kullanıldığını gösteriyor. Önce silah üretiminde kullanılmamış önemli hiçbir teknoloji yoktur. Atomun parçalanması, nükleer enerji, önce silah yapımında kullanıldı. Atom bombası, yeni teknolojiler bazında üretilecek silahların yanında çocuk oyuncağı gibi kalıyor. Ne türden silahlar üretilir, bu, bugün bütün yönleriyle bilinmiyor. Olası üretilmiş olanlar da, bir sır. Gen teknolojisiyle burjuvazi, seçerek öldürme, yok etme olanağına sahip oluyor. Her halükarda gerçek olan şu:
Kalıtıma müdahale, homo sapiens’in (günümüz insanının) biyolojik yapısını değiştirme yeteneğine sahip olunduğu anlamına gelmektedir.
Biyolojik yapıyı değiştirme, kalıtıma müdahale, aslında, hiç de yeni değil. Bunun, 19. Yy.’da botanik (bitki dünyası) alanında kullanıldığı ve bitkilerin evrimsel gelişmesine müdahale edilerek, yeni bitki türlerinin üretildiği bilinin bir şeydir.
Evrimsel gelişmeye müdahale, zoolojide de (hayvan biliminde de) yapılmıştır. Bu türden müdahalenin en son örneği “Doli” dir; kopyalanmış koyun.
Gen tekniği, homo sapiens’in evrimine müdahale demektir. Homo sapiens, bugünkü insandır. Bugünkü insanın oluşumu ise, yaklaşık 250 bin sene önce başlamıştır. İlk insan temsilcisi olan homo erectus, 80 bin-250 bin yıl önce yaşamıştı. İnsansal gelişme ise, 15-18 milyon yıl önce başlamıştı (Dryopithecus). Öncesini bırakalım, homo sapiens’in 250 bin yıllık evrimine gen teknolojisiyle adeta bir anda müdahale edilebiliyor ve biyolojik yapısı bakımından insan, değişime uğratılabilecek. Homo sapiens’in biyolojik yapısına müdahale ne demektir? Biyolojik açıdan amaçlanan tipte insan üretme yeteneğini/olanaklarını kullanmak. Bu, bugünün sorunu olarak görülmeyebilir. Böyle bir müdahale, etik/ahlak sorununu gündeme getirir, yasaklanır vb. denebilir. Ama hayvan kopyalayan, başkalaşıma uğratan anlayışın, insan söz konusu olunca duraksayacağına inanan, feci halde yanılmış olur. Burjuvazi, bu teknolojiyi, insanlığa hizmet için geliştirmiyor. Burjuvazi açısında bu teknoloji ve kazanımları, sadece bir metadır. Bu çabanın arkasında milyarlarca dolarla ifade edilen bir sermaye var. Ve bu sermaye, sermaye olarak var olabilmek için, kendini üretmesi, değerlendirmesi gerekir; yani kar, daha fazla kar sağlaması gerekir. Diğer teknolojiler gibi, gen tekniği de burjuvazi tarafından kar dürtüsüyle/amacıyla geliştirilmiştir. Başarısını, 26 Haziranda B. Clinton’a açıklatan “Celera Genomics” kuruluşunun sahibi C. Venter, bu amacını gizlemiyor. Başarısını patentleştirip, bu tekniğin kazanımlarını kendi eline (tekele) alarak sermayeye çevirmek istiyor. Kar için “sermayenin, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur”
Burjuvazi, kar için, iktidarını devam ettirmek için, kendi sonu da olabilecek silahları üreteceği gibi, kalıtıma da müdahale ederek, istediği tipte biyolojik insan üretme girişiminde bulunur.
Gen Teknolojisi ve Felsefe
Bu teknoloji, felsefede gericiliği ve ırkçılığı körüklemekte ve burjuvazi, iktidarını devam ettirmek için bu teknolojiyi felsefe alanında da kullanacaktır. Marksizm’in; Marksist felsefenin çürüttüğü ve tarihi çöplüğüne attığı burjuva felsefi akımlara gün doğdu. İnsanı, salt doğa yaratığı, yani salt biyolojik yaratık olarak gören antropologizm, insan toplumunu ve gelişmesini biyolojik faktörlerle ve yasallıklarda arayan biyolojizm, bunun türleri olan sosyal-darvinizm, maltusçuluk, yeni bir bahar yaşayacaklar, ırkçılık teorisinin savunucularına gün doğacak. “İnsan yetiştiren insan”, “üstün insan-sürü insan” anlayışının sahibi Nietzsche’ye gün doğdu. “Sürü”, “ayak takımı” diye tanımladığı emekçi yığınlardan nefret eden ve bunları “gütmek” için “üstün insan”a, elit insana ihtiyaç vardır diyen, ırkçılığın bu felsefi babasının takipçilerine iş düştü. Burjuvazinin uşağı bu bay, popüler yapılıyor. Homo sapiens’in evrimsel gelişmesini seleksiyona (seçime) tabi tutmayı talep eden Nietzsche’ in, öğrencilerinin; faşistlerin, ırkçıların elinde gen teknolojisi, amaçlarını gerçekleştirmek için devasa bir silah olacaktır. Daha şimdiden bu seleksiyonu talep edenler ve “felsefi” açıdan yorumlayanlar var.
Düşünce ve eylemde insanlık suçu işlemiş bu felsefi akımların savunucuları, başta da Nietzsch ve öğrencileri, bir noktada yanılıyorlar; Homo sapiens, salt biyolojik bir varlık değildir. Onun fiziki; biyolojik varlığı, insan oluşumunun/evriminin bir önkoşuludur. Diğer önkoşul ise toplumsal varlık oluşudur. Bu insanlık düşmanları, insanın salt bir biyolojik varlık değil, toplumsal bir varlık olduğunu inkâr ediyorlar. İnsanı insan yapan, çalışmadır, iştir, onun bilinçlenmesidir. Günümüzden 2,5 milyon – 700 bin yıl önce eline sopa alabilen Australopithecus Africanuc, ancak 800 bin – 250 bin yıl önce Homo Erectus gelişme seviyesine gelmiştir. Homo Erectus, insan olma evriminde ilk temsilcimizdi. O günden bugüne geçen süreç, muazzam bir bilinçlenme, toplumsallaşma sürecidir. Nietzsche ve öğrencileri (faşistler, ırkçılar), nefret ettikleri, aşağıladıkları, sürü olarak gördükleri yığınların; işçi sınıfı ve emekçilerin, sömürü düzenini yıkmak için sürdürdükleri mücadeleleri ile salt biyolojik bir varlık olmadıklarını ortaya koymalarını, tarih yapıyor olmalarını ve o uzun oluşum sürecinin bir ürünü olduklarını anlamak istemiyorlar.
Şüphesiz, bütün felsefi akımlarıyla burjuvazi de, toplumun sınıflara ayrılmış olduğunu inkar etmiyor. Her ne kadar, revizyonist bloğun dağılmasıyla eski dönemin kapandığını, teorisiz, sosyalizmsiz, sınıfsız bir çağa girildiği propagandası ayyuka çıkartıldıysa da, bu anlayış hiç tutmadı. Ezilenlerin, sömürülenlerin burjuvaziye karşı mücadelesi hiç durmadı. Ama şimdi, gen teknolojisiyle burjuvazi, yeni bir olanak daha yakaladı; Burjuva filozoflar, başta da Nietzsche, kapitalist toplumun sınıflara ayrılmışlığını, biyolojik ayrım olarak gösteriyorlar. Bunların sınıfsal ayrımdan anladıkları, biyolojik ayrımdır. İnsanlık suçu işlemiş bu unsurlar, toplumu, kapitalist sınıf-işçi sınıfı diye ayırmıyorlar. “Sınıfsal” ayrım, “üstün ırk-adi ırk”, “üstün insan-sürü insan”, yöneten insan, adi insan, ayak takımı vb. kavramlarla yapılıyor. Burjuvazi, şimdi bu biyolojik ayrımı gerçekleştirmenin maddi; maddi-bilimsel yeteneğine sahip; bu biyolojik ayrımı gerçekleştirebilecek tekniğe sahip.
Ne Yapmalıyız?
Bilimsel-teknik devrime, bu devrimin kazanımlarına karşı olamayız. Ne atom tekniğine, nükleer enerjiye, ne de 21. Yüzyılın teknolojileri denen gen tekniğine, nano ve robot tekniğine karşı olabiliriz. Teknik gelişmeye, dolayısıyla üretici güçlerin gelişmesine karşı olmak, olsa olsa gericilerin işidir. Komünistler, bu teknolojilerin burjuvazinin elinde olmasına ve onun tarafından kendi sınıfsal çıkarları için kullanılmasına karşıdırlar. Bu teknolojilerin, burjuvazinin elinde olmalarının yegâne nedeni, onun, üretim araçlarına sahip olmasıdır. Düzen, onun düzenidir. O, hâkim sınıftır. Hâkim sınıf olduğu için üretim araçlarına sahiptir veya üretim araçlarına sahip olduğu için hâkim sınıftır. Komünistlerin görevi, bu araçları onun elinden almak için mücadeledir. Yani burjuva üretim/mülkiyet ilişkilerini yıkmaktır.
Yeni teknoloji ve kazanımlarının kullanılış biçimine karşı mücadele ediyoruz diye, üretici güçlerin gelişmesine, bilimsel-teknik devrime karşı olamayız. Teknolojiye, bilimsel-teknik devrime, üretici güçlerin gelişmesine karşı olanlar, Stalin’in deyimiyle “trogolit”lerdir. Yani buz devrinde, inlerde yaşayan insanlar. Bu trogolitler, Rusya’da, Ekim Devrimi’nden sonra , demiryollarının , burjuva demiryolları olduğunu, bundan dolayı da onları kullanmanın Marksistlerin işi olmayacağını, sökülüp atılmaları ve yerine “proleter” demiryolu yapılması gerektiğini ciddi ciddi savunmuşlardır.(Bkz.: “Marksizm ve Dil Biliminin Sorunları”).
Buz devri insanları gibi düşünerek, teknolojik gelişmeye ve onun kazanımlarına karşı olmak, gerçekten de “genetik” olarak özürlü olmak anlamına gelir. Böyle düşünenler, homo sapiens’in ilk evrelerindeki gelişme seviyesinde olduklarını göstermiş olurlar. Makinenin, bilgisayarın, teknoloji ve kazanımlarının sınıfı yoktur. Bunlar, hangi sınıfın elindeyse, o sınıfa hizmet ederler. Bu “hizmet” sorununu, kapitalist mülkiyet/üretim ilişkileriyle aynılaştıramayız.
Burjuva düzeni yıkmak, sosyalizmi, var olan ekonomik olanaklara dayanarak inşa etmek demektir. Bu durumda, burjuva mülkiyet/üretim ilişkilerine göre şekillenmiş olan ekonomik yapı yıkılıyor. Sınıfsal karakter taşıyan, bu yapıdır. Ve bu yapının içinde insansal üretici güçler (sosyalist iktidarın sınıfsal temeli olan işçi sınıfı ve emekçi köylüler) ve üretim araçları (makineler, aletler, fabrikalar, teknoloji vs.) yoktur.
Üretici güçlerin insansal unsuru olan işçi sınıfı, mevcut üretim araçlarını devralır ve kendi sınıfsal çıkarı için kullanır. Yani işçi sınıfı, gen tekniğini ve başka teknolojileri de devralır ve insanlığa hizmet için kullanır.
Demek oluyor ki, gen teknolojisine karşı mücadele, teknolojik gelişmeye karşı mücadele değildir, kapitalist düzene, burjuva mülkiyet ve üretim ilişkilerine karşı mücadeledir. Sorunun bu can alıcı yanını göz önünde tutmayan, nesnel olarak burjuvaziye hizmet eder, yasalarla yasaklatmayı esas alır.
Gen tekniğinin “kötüye” kullanılmasına karşı olmak, sadece, işçi sınıfı ve emekçilerin bir sorunu da değil. Aslında bu, bir insanlık sorunudur ve bu mücadelede esas hedef, yasal teminat olamaz. Hormonlu domates, soya fasulyesi, et vb. üzerine etiket yapıştırılarak satılmıyor mu? Pasifizmin başarısı, etiket yapıştırtmak oldu. Ama burjuvazi, hormonlu gıda maddelerini, bu sefer etiketleyerek satmaya devam ediyor. Etiket, genetik değişime uğratılmış gıda maddelerinin satışını sadece ve sadece meşrulaştırmıştır.
Şüphesiz ki, bu mücadele türünü küçümsemiyoruz, sadece, sonuçlarına dikkat çekmek istiyoruz.
Gücümüz yettiğince konuya ilişkin aydınlatma faaliyeti yürütmek, bu teknolojiye karşı mücadeleyi örgütlemek ve dışımızda gelişen girişimlere katılmak, devrim için mücadelenin bir sorunudur.