deneme

26 Temmuz 2000 Çarşamba

G-8 TOPLANTISI


 
Dünya Ekonomik Zirvesi” adı altında her yıl yapılan bu toplantılar, 1975’te başlatılmıştı. O zaman, kapitalist dünyanın en gelişmiş 7 emperyalist ülkesi, Amerikan emperyalizminin patronluğu altında toplanıp , bir taraftan kendi “iç” çelişkilerini/rekabet sorunlarını görüşürlerken, diğer taraftan da SB’ne karşı mücadelenin, onun hegemonya alanına girmenin veya nüfuzunu genişletmesini engellemenin ve “üçüncü dünya” ile ilişkiler sorununu tartışıyorlardı. Revizyonist blokun dağılmasından sonra, o zamana kadar tartıştıkları “iç” sorunlar, belirleyici rekabet sorunları olarak bütün çıplaklığıyla ortaya çıktılar. Artık ortak hareket etmelerini zorunlu kılan bir karşı güç kalmamıştı.

Bu seferki toplantı, bu türden toplantıların herhalde en sönük geçeni olmuştur. ABD Başkanı Clinton, kafası Camp Devid’de olarak Okinava’ya gitmişti. Yeni bir Çar olmaya özenen Putin, toplantı öncesi gerçekleştirdiği Çin ve Kuzey Kore ziyaretleriyle ABD’ye karşı yeni taktiksel ittifak arayışını sürdürmüş ve başarılı da olmuştu. Japonya ise hala ekonomik krizin sorunlarıyla boğuşuyor olmasından dolayı ev sahipliğinden öteye adım atmaya pek istekli değildi. Sadece AB’li olanlar, özellikle de Almanya, hallerinden memnun gözüküyorlardı.
Zirve için Japon hükümeti 1,3 milyar dolar harcamış. Okinova toplantısı, bu türden toplantının en pahalısı, ama sonuçları bakımından da en fukaralarından, koflarından birisi.

Ne konuşuldu, neyi hallettiler?
ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya devlet ve hükümet başkanları Okinava’da, esasen, en fakir ülkelerin borçlarının silinmesi, dünya ticaretinin sorunları, “gelişen” ülkelerin dünya ekonomisiyle daha güçlü entegrasyonu sorunları, “bilgi toplumu” hayali vb. üzerine konuştular.

Dünyanın en fakir 36 ülkesinin borçlarının silinmesi üzerine anlaşamadılar. Özellikle Almanya’nın, bu konudaki girişimi sonuçsuz kaldı. Söz konusu bu en fakir ülkelerin çoğunluğu Afrika kıtasında. Bu kıtayı ve dolayısıyla ülkelerini de fakirleştiren, yer altı kaynaklarını talan eden ve bu talan için birbirleriyle rekabet eden bu emperyalist ülkelerin, borç silme kararının ne anlamı olacaktı? Bu ülkeler, yeniden, emperyalist ülkelerin ve mali kurumlarının kapısını çalacaklar, yeniden borç alacaklar ve yeniden, ana paranın değil, faizin ödenmesiyle karşı karşıya kalacaklardı. Bu, bir yerde, “olmadı baştan”, “bu sayılmaz” hikayesine benziyor. Daha sıkı, daha kapsamlı bağımlılık için borç silme kararı alınamadı. Çünkü bu alanda her bir emperyalist ülkenin kendi çıkarını ifade eden hakimiyet ve talan planı var. Hiçbir emperyalist ülke, nüfuz alanları sorunlarının, borç silme adı altında “kurtlar sofrası”nda tartışma konusu yapılmasını istemiyor.

Köln’deki toplantıda(1999) dünya çapında serbest ticaretin geçerli kılınması, ticarete ilişkin korumacılığın kaldırılması üzerine anlaşmaya varılmıştı. Seattle’de yapılan Dünya Ticaret Örgütü bakanlar toplantısında emperyalist devletler, yenilmekten kurtulamamışlardı. Dışarıda on binlerin protestosu, içeride bazı bağımlı ülkelerin direnci, emperyalist devletlerin planını altüst etmişti. Dünya ticaretinde liberalleşme talep eden emperyalist ülkeler, böylelikle, kendi ürünlerinin bütün ülkelerde engelsiz pazarlanmasını sağlamayı, geri ülkelerin iç pazarını tamamen kendi ürünleriyle doldurmayı ve bu ülkelerde üretimi aksatmayı ve durdurmayı amaçlıyorlar.

Dünya ticaretinde liberalizm talep eden emperyalist ülkeler, bu konuda hiç de liberal değiller. Kendileri, koydukları kokalarla, birtakım korumacı yasalarla geri ülkelerin emperyalist ülke pazarlarına engelsiz girmelerini engelliyorlar. Emperyalist ülkeler, yapmadıklarını başkalarından talep ediyorlar.

Okinava’da emperyalist ülkeler, “gelişen” ülkeler ile daha çok işbirliği kararı aldılar. Bu ülkeler ile daha kapsamlı entegrasyon sorunları üzerine, yeni teknolojilerin kazanımlarından yararlanma sorunları üzerine konuştular. Emperyalist ülkeler, her ülkenin “küreselleşmenin faydalarından azamı yararlanmalarını” talep ediyorlar. Peki küreselleşme ne? Burjuvazinin küreselleşmeden kastettiği şey, Marksist literatürde “sermayenin uluslararasılaşması”dır. Sermayenin uluslararasılaşması, her alanda bağımlılık ve bu bağımlılığın olabildiğince kapsamlaştırılması ve derinleştirilmesidir. “Gelişen” ülkelerden istenen bu. Emperyalist ülkelerin, “küreselleşmenin faydalarından azami yararlanılması” talebi, bağımlı ülkelerin siyasi, ekonomik, askeri, kültürel vb. alanlarda tamamen teslim alınmaları, bu ülkelerde ulus/ulusal devlet olgusunun etkisiz kılınması, bu ülkelerin emperyalist ülkelerin ve İMF, Dünya Bankası gibi kurumlarının yönetimine girmesi anlamına gelmektedir. Zaten bu yapılıyor. Ama emperyalist ülkeler, yapılanla yetinmiyorlar, yetinemezler de.

Uyanık davranan Japon hükümeti, toplantıyı Okinova adasında düzenlemekle, yoğun kitlesel gösterilerden kurtuldu. Ama yine de, Seattle ve Washington da olduğu gibi olmasa da, binlerce insan bu toplantıyı ve adadaki Amerikan askeri varlığını protesto ettiler.

25 Temmuz 2000 Salı

BORSADA HAREKETLİLİK VE EKONOMİNİN GÜNCEL DURUMU VE SİYASET

Memleketin ekonomisi oldukça ilginç! Gerçekten, bazen göstergeler, göstermesi gerekeni göstermiyorlar. Bir taraftan maddi değerlerin üretiminde artış olduğu açıklanıyor, diğer taraftan da borsa, “normal” olarak yükselmesi gerekirken, üşüyor. Bir bakıyorsunuz, sanayi üretimi düşüyor, ekonomi krizde, ama borsa endeksi –düşmesi gerekirken- yukarıya doğru fırlıyor. Türk ekonomisinin son iki senelik sürecinde veya Marmara depreminden bu yana yaşanan, adeta bir iktisadi macera. Görünüş böyle. Şaşırtıcı. Tabi bu görünüşe göre değerlendirme yapılırsa, sonuçta fena halde yanılınmış olunur. Bunu yapanlar da var. Ama onların açısından yanılgıyı, hatayı düzeltme diye bir sorun yok.
Görüntü, her zaman nesnel gerçekliği olduğu gibi yansıtmayabilir veya neden sorusuna cevap bulmamızı zorlaştırabilir. Ekonomide –toplumda da- nesnel gerçekliği ortaya çıkartmanın yegâne yolu, ekonomide ve toplumda hareketin nesnel yasalar doğrultusunda geliştiğini kavramaktan geçer. Marksist teoriye; diyalektik ve tarihsel materyalizme inanan, ekonomide ve toplumda hareketin nesnel yasaların ifadesi olduğuna da inanmak zorundadır. Burada duygunun, isteğin, ‘ben böyle düşünüyorum, o halde sonuç da düşündüğüm gibi olmalıdır’ anlayışının, yani sübjektivizmin politikada beş paralık değeri yoktur. Politik değerlendirmeye yön veren, ya da çıkış noktası oluşturan, nesnel gerçekliktir. Bu, ekonomi üzerine değerlendirmeler için de geçerlidir.
Borsadaki gelişmelere bu açıdan bakmak gerekir: Asya-Rusya mali ve ekonomik krizi (Asya için aynı zamanda fazla üretim krizi) dönemini hatırlayalım. Ekonominin bu krizden etkilenmesi sonucunda İMKB'nda’ ulusal 100 endeksi, sürekli düşmeye başlamıştı. Endeks, 2000 sınırının altına inmişti. Borsa hareketi, Marmara depreminden önce ve sonra, belli bir dönem, maddi değerlerin üretimindeki hareketi; sanayi üretimindeki gelişmenin yönünü yansıttı. Yani, üretimin düşmesine paralel olarak geriledi. Ama belli bir zaman sonra, üretimde artış hareketine paralel olarak yükselmeye başladı. Ne var ki bu sefer, maddi değerlerin üretimindeki nesnel durumu olduğu gibi değil, abartılı olarak yansıttı. Burada, birbirini tamamlayan iki neden belirleyici rol oynadı: bir taraftan IMF, Dünya Bankası ile yapılan görüşmeler, toplamı 10 milyar doları aşan kredi sözleri, hükümetin ekonomik paketi, enflasyona karşı “mücadele”, tahkim yasası, AB’ye aday üyelik, emperyalist ülkelerin ve kurumlarının Türkiye’yi pohpohlamaları, Türkiye’nin jeostratejik öneminin emperyalistler arası rekabette ön plana çıkması ve önem kazanması vs. ile uyandırılan olumlu hava sonucunda borsa endeksi, yukarıya fırladı ve böylece spekülatörlere gün doğdu. Ekim 1998’de 2000’in altında seyreden endeks, inişli-çıkışlı bir yükseliş trendine girdi. Endeks, 22 Nisan 1999’da 5 154 puandan, 7 Aralık 1999’da 10 076 puana, 27 Aralık 1999’da 15 747 puana ve 17 Ocak 2000’de de 18 458 puana fırlamıştı. 2000 yılının başında 20 bin sınırına dayanan endeks, belli bir zaman sonra tedrici düşmeye başladı. Borsa, 15 Aralık 1999’da 12 560 puanla kapanmıştı.17 Temmuz 2000’de de 12 801 puanda kapandı. Yani neredeyse 15 Aralık 1999’daki seviyesine düştü. 17-22 Temmuz arasında 12 500-13 500 puan arasında gidip gelen endeks, sonra yeniden yükselmeye başladı.
Borsanın bu hareketi ne anlama geliyor?
- Maddi değerlerin üretimindeki (sanayideki) artış yansıtılıyor. Ama üretimdeki artış, endeksin bu denli yukarıya fırlamasının nedeni değil ve olamaz da. Çünkü üretimde olağanüstü bir artış söz konusu değil. Endeksteki olağanüstü yükseliş, üretimdeki hareketi yansıtmayı gölgede bırakıyor.
- Borsada, belirttiğimiz, yaratılan olumlu havadan dolayı spekülasyon teşvik edildi. Bunun sonucu olarak borsada bolca alım yapıldı. Öyle ki borsanın küçük kumarcıları da alım için teşvik edildi. Şimdi ise satış yapılıyor. Satış sürecinde endeks düşüyor. Alış ve satış arasındaki fark, spekülatörün karıdır. İMKB’nda son haftalarda görülen hareketlilik, maddi değerlerin üretimindeki; sanayi üretimindeki olumsuz gelişmenin değil, spekülatörün işidir.
İMKB’nda endeks, Nisan 1999-Ocak 2000 arasındaki gibi hızlı yükselmeyecektir. Belli bir dönem; yeni bir spekülasyon oyunu hazırlanana kadar ekonomik gelişmenin genel eğilimini -maddi değerlerin üretimindeki çizgiyi- şu veya bu şekilde yansıtacaktır. Maddi değerlerin üretimindeki; sanayi üretimindeki durum da ana hatlarıyla şöyledir:
Özellikle Marmara depreminin etkisi de göz önünde tutularak Türkiye ekonomisinin durumu üzerine çok şey yazıldı, söylendi. Batmaktan, çökmekten bahsedenlerin yanı sıra, ekonominin içinde bulunduğu durumu depremle açıklayanlar da oldu. Yani bir yerde ekonomideki krizin nedeni, depremde arandı.
Burjuva yazar-çizer takımının ekonomi üzerine desteksiz atmaları ve krizin nedenini, aranmaması gereken yerde aramaları, bazen nükte konusu olurken, devrimci çevrelerin de yanlışı inatla savunmaları düşündürücü oluyor.
Doğal afetler; olağanüstü kış-yaz koşulları, deprem vs. ekonominin seyrini etkiler. Bunun ötesinde savaşlar da ekonominin seyrini etkiler. Ama şimdiye kadar hiçbir Marksist-Leninist, ekonomik krizi doğal afetlerle, savaşlarla açıklamaya kalkışmamıştır. Ve bunun ötesinde, yine hiçbir Marksist-Leninist, ekonomik krizi, kapitalist ekonominin sürekli bir görüngüsü olarak da açıklamamıştır. Ama coğrafyamızda bunların örneğine bolca rastlıyoruz.
Burjuva ekonomistlerin ve yazarların bir görevi de, kapitalist sisteme zarar vermeyen, onu yıpratmayan bir kriz teorisi oluşturmaktır veya krizleri, sisteme zarar vermeyecek bir biçimde açıklamaktır. Bunun için ücretlendirilirler. Günlük gazetelerinden periyodik yayınlarına kadar bütün yazılı basınında burjuvazi, krizi, aranmaması gereken yerde arıyor. Marmara depreminden sonra yapılan açıklamalara bakarsak, insanın aklına ister istemez şöyle bir soru geliyor: Türkiye’de ekonomik krizin nedeni kozmik miydi, yoksa sismik miydi?
Şimdiye kadar burjuva ekonomistler, ekonomik krizin nedeni üzerine 230 açıklama yapmışlardı. Yani 230 neden saymışlardı. Bunlar arasında kozmik olan nedenler var, ama sismik olan yok. Coğrafyamızdaki bir kısım burjuva yazar-çizer takımı, 231. nedeni bulma şerefine sahip oldu! İngiliz burjuva ekonomisti William Stanley Jevons’in (1835-1882) kapitalizmin devrevi krizlerinin nedenini güneş üzerinde görülen lekelerde aramasıyla bizde bir kısım burjuva yazarın ekonominin seyrini depreme bağlaması arasında nitel bir fark yoktur. Kapitalizmin devrevi krizlerinin nedenini W.S. Jevons kozmik, bizimkiler de sismik olarak açıkladılar. Böylelikle burjuvazi, ekonomik krizin 231. nedenini bulmuş ve sistemi “kurtarmış” oldu.
Bunun ötesinde küçük burjuva çevreler, özellikle de Kızıl Bayrakçılar, bu konuda iflah olmayacaklarını kanıtlarcasına sürekli krizden bahsetmeye devam ediyorlar. Bunlar ve diğer küçük burjuva çevreler açısından (Vatancılar, Emepçiler, Partizancılar vs.) kapitalizmin nesnel yasaları evrensel değildir; en azından Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde geçerli değildir ve bundan dolayı da bu ülkelerde ekonomi, sürekli kriz içindedir!
Krizin nedeni kozmik miydi, sismik miydi veya ekonomi, sürekli kriz içinde midir? Nesnel gerçeklik bu üç anlayışı da reddediyor/çürütüyor.
Türkiye ekonomisi, Asya-Rusya krizinden oldukça etkilenmiş ve bu etkilenme onu, bir ara kriz sürecine sokmuştur. Bu süreç devam ederken deprem olmuştur. Bu iki olgunun birleşmesi, reel üretimi; sanayi üretimini olağanüstü geriletmiştir. Türk ekonomisi, 1999’un ilk yarısında, şiddeti kırılmış bir ara krizden çıkma sürecindeyken depremin tahribatına uğramıştır. Bu tahribat sonucu reel üretim, ancak son birkaç aydır yeniden artma sürecine girmiştir. Veriler, gelişmenin seyrinin böyle olduğunu gösteriyorlar: Toplam sanayi üretimi, 1997=100 bazında, 1998’in aynı ayına göre 1999’un Ocak ayında %9,6; Şubat ayında %7,1; Mart ayında %12 oranında mutlak olarak gerilerken, Nisan ayında %5,4 oranında mutlak olarak büyümüş; Mayıs ayında %3,8 oranında küçülürken, Haziran ayında da %1,1 oranında büyümüştür. Temmuz ayında ise yeniden %3,5 oranında gerilemiştir. Bu veriler, sanayi üretiminin, dengesiz de olsa, giderek artış içinde olduğunu, en azından daralma/gerileme oranlarının küçüldüğünü gösteriyorlar. Depremle birlikte durum tamamen değişmiş ve sanayi üretimi –yukarıdaki bazda- Ağustosta %12,1; Eylülde %9,1; Ekimde %9 ve Kasımda da % 2,9 oranlarında mutlak küçülmüştür. Ama Aralık ayında %3,1 oranında artmıştır. Burada; 1999’un Ağustos ayından Kasım ayına sanayi üretiminin düşme oranlarının giderek küçüldüğünü görüyoruz. Aralık 1999’dan itibaren sanayi üretimindeki mutlak küçülme, mutlak artışa dönüşüyor ve toplam sanayi üretimi 1999’un Aralığında 1998’in Aralığına göre %3,1 oranında; bir yıl öncesinin aynı ayına göre 2000’in Ocağında %4 , Şubatında %6, Martında %1, Nisanında %2,7 ve Mayısında da %2,8 oranlarında artmıştır.
Türk ekonomisi, bir bütün olarak 1999 yılı itibariyle, toplam sanayi üretimi bazında %5,2 oranında ve GSMH bazında da %6,4 oranında küçülüyor. Bu küçülmeyi açıklamanın çeşitli yolları var. Yukarıda belirttik. Kozmik nedenlerden dolayı Türk ekonomisi krize girmiştir ve bundan dolayı da sanayi üretimi 1999 yılı itibariyle %5,2 oranında gerilemiştir diyebilirsiniz veya bu gerilemenin nedenini Marmara depremiyle açıklayarak sismik bir nedenden bahsetmiş olursunuz veya da bizim küçük burjuvalar gibi hareket edip, ‘ekonomi zaten sürekli kriz içindedir, deprem bu krizin şiddetini biraz daha arttırmıştır’ diyebilirsiniz. Ama bu sefer de son yıllardaki büyümeyi; örneğin sanayi üretiminin 1991’deki %3,2; 1992’deki %5,3; 1993’teki %5,8; 1996’daki %5,9; 1997’deki %10,7 ve 1998’deki %0,9 oranlarındaki mutlak artışı/büyümeyi de izah etmek zorunda kalırsınız (Salt bu veriler, sürekli kriz teorisini çürütmeye yetiyor).
Bugün veya 2000 yılı itibariyle Türk ekonomisi bir ara krizde dahi değildir ve toplam sanayi üretiminin 1999 yılı itibariyle %5,2 oranında gerilemesinin nedeni ne ara krizdir ve ne de kapitalist ekonominin bir yasallığı olan fazla üretim krizidir. Sonucun bu denli ağır olmasının nedeni, ekonomi dışı faktör olan depremdir.
Deprem, krizin nedeni değildir, ama sonucunun ağır olmasının temel ekonomik dışı faktörüdür. ( Bu anlamda savaş sonucu tahribatla depremin tahribatı arasında nitel bir fark yoktur). Bu konuda sismikçiler ve sürekli kriz savunucuları yanılmışlardır.
Türk ekonomisi emperyalizme bağımlı bir ekonomidir. Burjuvazi, ekonominin yönetimini IMF’ye teslim etmiştir. IMF ile yapılan anlaşma, ekonomide kimin söz sahibi olduğunu göstermektedir. Bu programla IMF, Türk ekonomisini yabancı sermayenin çıkarlarına göre yönlendirmektedir. Ekonomiyi “düze çıkartmak”, enflasyonu düşürmek, ülkeye yabancı sermaye akışını sağlamak adı altında yabancı sermayenin, çok uluslu tekellerin, bir bütün olarak emperyalizmin dayatmaları aynen uygulanıyor. Tahkim yasası dediler, hemen çıkartıldı. Özelleştirme dediler, buyurun dendi. Enflasyonu düşürmek için ücret artışını azami %25 ile sınırlayın dediler, kabul edildi. Emperyalizm, özellikle de ABD ve AB, jeostratejik konumundan dolayı ülkemize olağanüstü ilgi duyuyor ve ekonomisini (ve de siyasetini) kendi çıkarlarına göre şekillendiriyor/yönlendiriyor. Sanayi üretiminin artış sürecinde olması; ekonominin ara kriz de bile olmaması, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar açısından büyük bir anlam taşımıyor: sanayi üretimi arttığı, ekonomide belli bir canlanmaya doğru gidiş olduğu için işsizlerin sayısı azalmayacak, yoksulluğun kapsamı ve derinliği değişmeyecek; ücretler artmayacak, sosyal haklar verilmeyecek. Hükümetin “istikrar” arayışında ve IMF merkezli programında bunların yeri yok. Siyasi “istikrar” korunmalı ki, ekonomik “istikrar” sağlansın deniyor. Yani siyasi ve ekonomik “istikrar” adına IMF’nin dayatmalarına ses çıkartılmayacak, sömürüye, ülkenin talan edilmesine boyun eğilecek. Burjuvazi, kendi selameti ve yabancı sermayenin çıkarı için böyle diyor ve ona göre de hareket ediyor.
Bu sistemin; kapitalizmin/burjuva düzenin işçi sınıfına ve emekçi yığınlara vereceği bir şey, gelecek yoktur. Çalışanlar, ekonomi krizde olsa da, olmasa da, sömürüden, talandan ve baskıdan başka bir şey görmemişlerdir. Ya köleliğe, açlığa, baskıya boyun eğilecektir, ya da buna karşı mücadele edilecektir. Bunun ortasında üçüncü bir yol/alternatif yoktur.
Burjuvazi, “istikrar” programını uygulamak için sendika ağalarından da yararlanıyor. Hükümet, IMF(emperyalizm) ve sendika ağaları ittifak içinde hareket ederek, işçi sınıfının yükselmeye yönelmiş mücadelesini; özelleştirmeye ve IMF-programına karşı kitlesel protestosunu etkisizleştirmeyi hedefliyor. İşçi sınıfının, sendikal mücadele bazında da olsa birlik arayışı; platformlar oluşturması hâkim sınıfları; üçlü ittifakı korkutuyor. Kitlesel ve yaygın mücadele, hükümetin ve IMF’nin siyasi ve ekonomik “istikrar” programını akamete uğratacak ve nihai kurtuluş; sosyalizm için mücadeleyi güçlendirecektir.

19 Temmuz 2000 Çarşamba

FİLİSTİN-İSRAİL-BU KAÇINCI GÖRÜŞME!


 
Dünya ve Ortadoğu siyasi konjonktürünün hiç de uygun olmadığı bir dönemde ABD Başkanı B. Clinton’ın inisiyatifi sonucu İsrail-Filistin sorunlarını nihai olarak çözümlemek için yedi günden beri Camp David’de görüşmeler, daha doğrusu pazarlık sürdürülüyor.

B. Clinton’ın günleri sayılı. Bir daha seçilme olanağı olmadığı için gidecek. Bu anlamda da fazla bir siyasi olanağı kalmadı. E. Barak’ın parlamentodaki durumu hiç iç açıcı değil. 52 parlamenter yanında, ama 50’si de karşısında. Sadece Filistin tarafı, görüşmelerin nihai anlaşmayla sonuçlanmasını talep ediyor, Oslo’da başlayan sürecin artık sonuçlandırılması gerektiğini dile getiriyor, verilen sözlerin tutulmasını ve “bağımsız” devletin kurulması önündeki engellerin yıkılmasını talep ediyor.

Filistin-İsrail görüşmeleri, Y. Arafat önderliğinde FKÖ’nün, Filistin’in geleceğini Amerikan emperyalizminin “barış” anlayışına havale etmesinden; anti-emperyalist, anti-siyonist mücadeleden vazgeçmesinden sonra Oslo’da başladı (1994). Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’daki hakimiyetini pekiştirmek ve kapsamlaştırmak için sadece İsrail-Filistin değil, bir bütün olarak İsrail-Arap sorununu çözmeyi amaçlıyor. Amerikan emperyalizminin dilinde barış, Ortadoğu’da diğer emperyalist ülkelerin dışlanması ve kendi hegemonyasının sürekli kılınmasıdır. ABD-Mısır, ABD-Ürdün, ABD-Suriye, kısmen de ABD-Türkiye ve Türkiye-İsrail ilişkileri hep Amerikan emperyalizminin çıkarlarına göre gelişen ve şekillenen ilişkilerdir.

Oslo’dan bu yana ABD’nin patronluğu gözetiminde İsrail ve Filistin arasında çok sayıda görüşme gerçekleştirildi. Her seferinde, bir önceki görüşmede alınan kararların yerine getirilmesi için kararlar alındı. Görüşmelerin, esasa ilişkin sonuçsuz kalması ve yılan hikayesine benzemesi, ABD ve Filistin açısından, dünya ve iç politika bağlamında olumsuzluğun ifadesiydi. Arafat, Otonomi’nin bir an önce bağımsız Filistin devletine dönüşmesi için Filistin halkına söz vermişti. Filistin halkı, Arafat’tan verdiği sözü tutmasını bekliyor. Bu baskı altında ve gerçekleşmemesi durumunda doğacak muhalefetten çekinen Arafat, bir an önce bağımsızlık ilan etmek için çabalıyor. Nitekim, son görüşmeler sonuçsuz kalırsa Filistin devletinin kurulduğunu ilan edeceğini açıkladı.

Amerikan emperyalizmi, İsrail-Filistin görüşmelerinin başarısız kalmasının uluslar arası politikada kendisi açısından olumsuz algılanacağını, “barış” sağlayıcı güç olmadığı şeklinde yorumlanacağını ve İsrail-Filistin ilişkilerinde ve dolayısıyla Ortadoğu’da başka güçlerin, öncelikle de AB’nin devreye gireceğini ve böylece bölgedeki hegemonyasının sarsılacağını görüyor. Esasen bu nedenlerden dolayı Amerikan emperyalizmi, Filistin-İsrail görüşmelerinin her iki tarafı tatmin edici bir şekilde sonuçlanmasından yana.

İsrail de görüşmelerin sonuçlanmasından yana. O da bu saatten sonra Arap dünyasını karşısına almak istemiyor. Niçin istesin ki? Arap ülkelerinin bir kısmıyla “iyi komşuluk” ilişkileri kurmuş. Suriye ile de “barış” görüşmesinden yana. Yani devlet olarak varlığını kabul ettirmiş durumda. FKÖ, İsrail’i devlet olarak tanıyor. İsrail de, Filistin’de Filistinlilerin devlet kurmalarına karşı değil artık. Ama onun bütün sorunu, Filistin devletinin kuruluşunu mümkün olduğunca geciktirmek, birkaç parçadan kurulmuş (zaten daha şimdiden iki parçadan oluşan bir otonomi durumunda), sürekli İsrail'in “hüsnü niyeti”ne bağlı bir devlet olması için ortam hazırlamaktır. İsrail, ‘bana bağımlı Filistin devleti, en iyi devlettir’ anlayışından hareket ediyor. İsrail, iç politika açısından hazır olduğunda böyle bir devletin kurulmasını onaylayacak ve tanıyacaktır. Ama gelişmeler, İsrail’in bu adımı atmaya henüz hazır olmadığını gösteriyor. Kudüs ve başka bölgelerin statüsü üzerine görüşmelerin çetin olması, detayda anlaşamama, işin sadece görünen yönü. Esas olan, hükümetin güçsüzlüğü, bir kısım İsraillinin işgal edilen Filistin topraklarını terk etmek istememesi vb. nedenlerin İsrail iç politikasının seyrini belirliyor olmasıdır.

ABD Başkanı Clinton, giderayak Ortadoğu’nun “barış meleği” olmak sevdasıyla zorladığı bugünkü görüşmelerden istenilen sonucun alınamayacağını görüyor. Ama en azından yeni başkan ve ABD’nin bölgedeki çıkarları bakımından başka güçlerin (örneğin AB’nin) devreye girmesini engelleyen bir ortam hazırladı.

İsrail’de ve Filistin’de, görüşmelerin olumlu ve de olumsuz sonuçlanması için gösteriler yapılıyor. Filistin’de, gerekirse yeniden mücadeleye, intifadaya döneriz sözleri ve eylemler yükseliyor. Buna karşın İsrail’de kamuoyu ikiye bölünmüş durumda; Filistin ile barışı isteyenler ve istemeyenler.

Camp David görüşmeleri, büyük bir ihtimalle, İsrail ve Filistin’deki muhalefeti yatıştırıcı, gelecek için umut verici birtakım vaatler ile sonuçlanacaktır. ABD’nin, İsrail’in ve FKÖ nezdinde Arafat’ın istediği “bağımsız” Filistin devleti Camp David’de kurulmayacak ve ilan edilmeyecektir.

10 Temmuz 2000 Pazartesi

KIBRIS’TA ÇÖZÜMSÜZLÜK İÇİR UĞRAŞILIYOR

Kıbrıs adasının ikiye bölünmüşlüğü bir gerçekliktir. İstense de istenmese de, adanın kuzeyinde ve güneyinde iki hükümet, iki devlet var. Kuzeydeki devlet, ada Türklerini, güneydeki de Rumlarını temsil ediyor.

Kıbrıs’ta iç kargaşaların başlamasından 1974’e kadar taraflar birbirlerine sürekli el ense çektiler, yani birbirlerinin gırtlağına yapıştılar ve oluk oluk kan akıttılar. 1974’te Türkiye’nin, garantörlük hakkına dayanarak askeri müdahalede bulunması ve adanın kuzey kısmını işgal etmesi sonucunda ada, de facto (fiilen) ikiye bölündü. O günden bu güne adada taraflar arasında silahlı çatışma olmadı, ama toplumların yeniden birleşmesi ve yeniden tek devlet kurmaları için hiç adım atılmadı. Güya bu amaç doğrultusunda atılan adımların hepsi, iki toplumun birleşmesini engellemeye hizmet etti. Bu arada hiç kimse, taraflardan hiç birisi, ada Türklerine ve Rumlarına, ne düşündüklerini, nasıl bir çözümden yana olduklarını sormadı, ama ada halkını etnik farklılık temelinde birbirine düşman etmek için her yola başvuruldu. Adanın ikiyi bölünmesinden bu yana yeni nesil yetişti. Bu neslin mensupları, birbirlerini tanımıyorlar, beraber yaşamanın zorluklarını ve avantajlarını bilmiyorlar. Kıbrıslı olarak değil, Türk ve Rum olarak yetişen bir nesil. Her iki tarafın kendi toplumu, kendi siyasi anlayışı doğrultusunda yetiştirdiği nesil.

Birlikten yana olan güçlerin zayıflığından dolayı da etnik temelde biçimlendirme doludizgin gelişti.

Kıbrıs, stratejik konumundan dolayı, sürekli, emperyalist ülkelerin de göz diktikleri alanlardan birisi olagelmiştir. Kıbrıs adası, ne de olsa, batmayan bir gemi ve Ortadoğu ve arkasında ve güneyinde ve kuzeyinde kalan bölgeler için kapı eşiği durumunda. Kıbrıs, bu özelliğinden dolayı, emperyalist ülkeler arası rekabetin konusu olduğu için de sorununun çözümsüz kalmasına mahkûm edildi veya bu sorunu, her bir emperyalist güç, kendi çıkarı doğrultusunda çözmek için uğraştı. Şimdiye kadar ki emperyalist “çözüm” çabalarının, aslında çözümsüzlük olduğunu tecrübeler gösterdi.

Kıbrıs “barış” görüşmeleri dönem dönem BM’in (ABD) ve dönem dönem de AB’nin etkisi altında sürdürüldü. Her seferinde her bir emperyalist güç (ABD ve AB), Kıbrıs sorununun çözümü adı altında bölgedeki stratejik çıkarının gereği doğrultusunda hareket etti.

Doğrudan görüşmelerden sonuç alınamadı. Sonra, Helsinki kararları doğrultusunda Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği ve Kıbrıs’ın AB’ye üyelik görüşmesi gündeme geldi. AB’nin bu konudaki anlayışı şöyle: “AB Konseyi, adada siyasi bir çözümün Kıbrıs’ın AB’ye üyeliğine yardımcı olacağının altını çizer. Konsey bu konuda ilgili diğer faktörleri de dikkate alır”.

Hikâye! Lastik, istendiği gibi yorumlanabilir, istenilen yöne çekilebilir! Somut olan bir şey yok. Ama verilen mesaj şöyle; Kıbrıs sorunu, AB’nin çıkarları doğrultusunda çözümlenir, aksi taktirde çözümsüzlük, çözüm olur. Bu, ABD’ye bir gönderme. Aynı göndermeyi AB de, ABD’den alıyor.

Emperyalist güçler, kendi çıkarları için oynuyorlar. Bu oyunun peşrevini de Denktaş ve Klerides’e çektiriyorlar. Her iki toplumun bu “temsilci”leri, Cenevre’de üçüncü dolaylı görüşme için bir araya geldiler. Taraflardan hiçbirisi bu görüşmeye istekli gelmedi. Ayrıca, ne ABD ve ne de AB, görüşme heveslisi değil. Taraflar; Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs’ın kuzey ve güney kesimleri, ABD ve AB, yıllardan beri tekrarladıkları görüşlerini bir kez daha yinelediler. AB, BM nezdinde sürdürülen görüşmeleri destekliyormuş! BM, Kıbrıs görüşmelerinin AB ile paralel sürdürülmesini doğru buluyormuş! Yunanistan, bir bütün olarak Kıbrıs’ın, güney Kıbrıs hükümeti önderliğinde bir an önce AB ile tam üyelik müzakerelerine başlaması talebini yinelerken, Türkiye de, KKTC’nin -dolaylı da olsa- tanınması talebini yineliyor. Her iki taraf, görüşünde bir milim sapmıyor.

Zaman –haklı veya haksız olmaktan bağımsız olarak- Türk tarafının lehine işliyor. Rum kesimi, federasyona dahi tahammül edemezken, Türk tarafı konfederasyondan bahsediyor ve Türkiye’nin jeostratejik konumundan kaynaklanan önemi, tezinin yabana atılmayacağını gösteriyor.

Cenevre görüşmelerinin sonuçsuz kalacağı daha baştan belliydi. Şimdi ne olacak? Taraflar, üstlerine dönecekler. Bir dahaki görüşmeye kadar, davalarında ne denli “haklı” olduklarını anlatacaklar. Yeniden bir araya gelip aynı görüşlerini tekrarlayacaklar. Ya da, evet ya da sorunun çözümünde ABD, AB’yi veya da AB, ABD’yi dışlayacak. Ama hangisi, hangisini dışlarsa dışlasın, bölgedeki nüfuzunu, Türkiye’ye rağmen sürdürme yolunu izlemeyecek. Yani Türkiye’nin tezi -jeostratejik konumundan dolayı- dolaylı bir şekilde de olsa dikkate alınacak. Bunu ABD, açıkça dile getiriyor. AB’nin de aynı açıklıkta konuşmayacağını kim iddia edebilir? Önce, horlanarak bekleme odasında yıllarca bekletildikten sonra, “demokratik” yönelimi “ani”den keşfedilen Türkiye’ye, Helsinki’de aday üyeliğini veren AB’nin, aynı “ani”liği Kıbrıs konusunda da göstermesi şaşırtıcı olmaz. Veya da şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da ABD ve AB, Kıbrıs konusunda yenişemezler ve bilinen çözümsüzlük, çözüm olur. Bu da fiili bölünmüşlüğün daha da pekişmesi ve KKTC’nin Türkiye ile entegrasyonunun derinleşmesi anlamına gelir.

Türk burjuvazisi her iki ihtimali göz önünde tutarak hareket ediyor. Aynı ihtimallerin sonuçlarını Yunanistan da görüyor. Onu rahatsız eden de bu.

2 Temmuz 2000 Pazar

GEN TEKNİĞİ

26 Haziranda ABD Başkanı B. Clinton ve İngiltere Başbakanı T. Blair, eş zamanlı olarak, insan genomunun yüzde yüze yakınının deşifre edildiğini açıkladılar. Deşifreyi kim daha önce yapacak yarışını C. Venter’ın işletmesi “Celera Genomics” kazandı.
Doğrudan insan geni üzerine olmasa da, hayvan ve özellikle de bitkiler üzerindeki denemeler, hiç de yeni değil. 19. Yy.da, bu alanda bir dizi çalışma yapılmıştır.
“Gen” kavramı, 1909’da Danimarkalı botanikçi W. Johnnsen tarafından bilime kazandırıldı.
DNA’nın (Dioksiribo Nükleik Asit) ne anlama geldiğini 1953’te J. Watson ve F. Crick açıkladılar.
Gen tekniği, ‘70’li ve ‘80’li yıllarda bilim olarak gelişti. Bazı yeni molekül biyolojik yöntemlerin sentezini temel alan gen tekniğinin gelişimi, birkaç aşamadan oluşur:
İlk aşamada esas olan, DNA’nın tanınması ve sıralanmasının yapılmasıydı. Böylece, genlerin sıralandığı DNA’ların tam analizinin yapılması mümkün oluyordu. İkinci aşamasını, yeniden kombine edilebilir DNA’ların üretilmesi oluşturur. Böylelikle gen transferi, bir hücreye yabancı bir genin taşınması olası oluyordu. Bu tekniğin üçüncü aşamasında DNA’lar, istenildiği gibi sentetik olarak üretilebiliyordu. Gen tekniğinin dördüncü aşamasında ise, 1988’de “Polimerase-Zincirleme Reaksiyonu”nun (PCR) keşfinden sonra, seçilmiş gen parçaları, istenilen miktarda çoğaltılabiliyordu.
Bu ön koşulları olan gen tekniği, ‘90’lı yıllarda hızlı bir gelişme gösterdi. Dünyanın birçok ülkesinde devlet ve özel sektör kaynaklı kurumlar/laboratuarlar, adeta birbirleriyle yarıştılar. Tabii bu araştırmalarda başka teknolojilerin kazanımlarının (örneğin bilgisayar) kullanılması sonuç almada önemli olmuştur. Yapılan tahminlere göre, şifre, 2005 yılında çözülecekti, ama bu sonuca bugün ulaşıldı; insan genomu, ham olarak, taslak olarak çözüldü. Bugün, genomların yüzde 90’ı biliniyor ve sıralaması da yapılıyor. Bu yüzde 90’ın da yüzde 95’i, neredeyse yüzde yüz (%99,9) oranında biliniyor.
İnsanda bulunan kromozom sayısı 46. Bu kromozomların molekül türü kadınlarda 23, erkekler de ise 24’tür. Döllenme sırasında çocuk, anneden 23, babadan da yine 23 kromozom alır. Kadınlarda kromozom çifti X-X, erkeklerde ise X-Y’ dir. Döllenme X-X olursa çocuğun cinsiyeti dişi, X-Y olursa erkektir. Bu X-X ve X-Y kromozomları yaşamın kitabını oluşturuyorlar. Alfabetik anlamda yaşam, dört harften ibaret: G, A, T, C. (G = Guanine, A = Adanine, T = Thymine ve C = Cytosine). Bu dört harfin toplam 3,2 milyar kombinasyonu var.
Şimdiye kadar deşifre edilen genlerin yüzde 21,1’inin ne işe yaradığı biliniyor. Geriye kalanlar ise, henüz hammadde durumundalar. Yani kalıtım, henüz tam deşifre edilmedi. Öyle olmuş olsaydı, bu dört harfin oluşturduğu alfabenin ne anlama geldiği bilinmiş olurdu. Yaşam kitabının dört harfli alfabesinin tam anlamıyla anlaşılması için 3,2 milyar kombinasyonun; alfabenin bu kadar sayıdaki “imla kuralları”nın ne anlama geldiğinin bilinmesi gerekir. Anlaşılan o ki, bu alandaki gelişmeler, bu bilinmeyenin de yakında deşifre edileceğini gösteriyor. Harfler biliniyor ve dizgi (sıralama) büyük oranda doğru yapılmış.
Gen Tekniğinin Düşündürdükleri
Bu gelişme aşamasında dahi gen tekniği, insanlığa umut, ama aynı zamanda da korku veriyor. Gen tekniğinin mevcut ve olası kazanımlarından dolayı insanlık, sevinç ve dehşeti bir arada yaşıyor.
Gen tekniğine dayanan tıpta, muazzam ilerleme olacak.
Zaten birkaç on yıldan beri gen tekniği temelinde ilaçlar üretilmekte. Örneğin, bakterilerden üretilen ensülin, 1982’den beri “şeker” hastalığına karşı kullanılıyor. Gen-aşı maddesi, Hepatit- B- virüs hastalığına karşı kullanılıyor. Keza, boğmacaya karşı da gen-aşı maddesi kullanılıyor. Alzheimer, Parkinson hastalıklarına karşı gen tedavisi yapılıyor. Yakın gelecekte, kanser gibi, bugün ölümcül olan birçok hastalığın “kökünün kazınacağından” bahsediliyor. Anlaşılan o ki, gen tekniği, hastalık daha potansiyelken ona karşı mücadeleyi/tedaviyi olası kılacak. Bunun ötesinde, ömür de uzayacak.
Burjuvazi, bütün medya ve bilimsel kürsü olanaklarını kullanarak, bu tekniğin insanlığa kazandıracağı olumlu yönlerin propagandasını yapıyor. Bu tekniğe, yeni biyolojiye umut bağlayın, bunun ötesinde, 21. Yy. teknoloji denen diğer iki teknolojiye de; nano tekniği ve robotik güvenle bakın, yeryüzü her dünyalı için bir cennet olacaktır demeye getiriyor.
Burjuvazinin, sorunun sadece bu yönü üzerinde durmasının nedeni var; dünya çapında duyarlı kamuoyunun tepkisini almamak. Birçok bilim adamı ve düşünen her insan, 21. Y.y’ın bu teknolojisinin, tek başına ve diğer iki teknolojiyle (nano ve robot tekniği) birlikte, insanlığı yok edecek silahların üretiminde kullanılacağını –belki de kullanılıyorlar- biliyorlar. Burjuvazi, bu teknolojinin tam da bu özelliği üzerine konuşulmasını ve ona karşı olası bir güçlü mücadelenin gelişmesini hiç istemiyor.
Tarih, burjuvazinin elinde teknolojinin ve kazanımlarının, öncelikle silah üretimi alanında kullanıldığını gösteriyor. Önce silah üretiminde kullanılmamış önemli hiçbir teknoloji yoktur. Atomun parçalanması, nükleer enerji, önce silah yapımında kullanıldı. Atom bombası, yeni teknolojiler bazında üretilecek silahların yanında çocuk oyuncağı gibi kalıyor. Ne türden silahlar üretilir, bu, bugün bütün yönleriyle bilinmiyor. Olası üretilmiş olanlar da, bir sır. Gen teknolojisiyle burjuvazi, seçerek öldürme, yok etme olanağına sahip oluyor. Her halükarda gerçek olan şu:
Kalıtıma müdahale, homo sapiens’in (günümüz insanının) biyolojik yapısını değiştirme yeteneğine sahip olunduğu anlamına gelmektedir.
Biyolojik yapıyı değiştirme, kalıtıma müdahale, aslında, hiç de yeni değil. Bunun, 19. Yy.’da botanik (bitki dünyası) alanında kullanıldığı ve bitkilerin evrimsel gelişmesine müdahale edilerek, yeni bitki türlerinin üretildiği bilinin bir şeydir.
Evrimsel gelişmeye müdahale, zoolojide de (hayvan biliminde de) yapılmıştır. Bu türden müdahalenin en son örneği “Doli” dir; kopyalanmış koyun.
Gen tekniği, homo sapiens’in evrimine müdahale demektir. Homo sapiens, bugünkü insandır. Bugünkü insanın oluşumu ise, yaklaşık 250 bin sene önce başlamıştır. İlk insan temsilcisi olan homo erectus, 80 bin-250 bin yıl önce yaşamıştı. İnsansal gelişme ise, 15-18 milyon yıl önce başlamıştı (Dryopithecus). Öncesini bırakalım, homo sapiens’in 250 bin yıllık evrimine gen teknolojisiyle adeta bir anda müdahale edilebiliyor ve biyolojik yapısı bakımından insan, değişime uğratılabilecek. Homo sapiens’in biyolojik yapısına müdahale ne demektir? Biyolojik açıdan amaçlanan tipte insan üretme yeteneğini/olanaklarını kullanmak. Bu, bugünün sorunu olarak görülmeyebilir. Böyle bir müdahale, etik/ahlak sorununu gündeme getirir, yasaklanır vb. denebilir. Ama hayvan kopyalayan, başkalaşıma uğratan anlayışın, insan söz konusu olunca duraksayacağına inanan, feci halde yanılmış olur. Burjuvazi, bu teknolojiyi, insanlığa hizmet için geliştirmiyor. Burjuvazi açısında bu teknoloji ve kazanımları, sadece bir metadır. Bu çabanın arkasında milyarlarca dolarla ifade edilen bir sermaye var. Ve bu sermaye, sermaye olarak var olabilmek için, kendini üretmesi, değerlendirmesi gerekir; yani kar, daha fazla kar sağlaması gerekir. Diğer teknolojiler gibi, gen tekniği de burjuvazi tarafından kar dürtüsüyle/amacıyla geliştirilmiştir. Başarısını, 26 Haziranda B. Clinton’a açıklatan “Celera Genomics” kuruluşunun sahibi C. Venter, bu amacını gizlemiyor. Başarısını patentleştirip, bu tekniğin kazanımlarını kendi eline (tekele) alarak sermayeye çevirmek istiyor. Kar için “sermayenin, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur”
Burjuvazi, kar için, iktidarını devam ettirmek için, kendi sonu da olabilecek silahları üreteceği gibi, kalıtıma da müdahale ederek, istediği tipte biyolojik insan üretme girişiminde bulunur.
Gen Teknolojisi ve Felsefe
Bu teknoloji, felsefede gericiliği ve ırkçılığı körüklemekte ve burjuvazi, iktidarını devam ettirmek için bu teknolojiyi felsefe alanında da kullanacaktır. Marksizm’in; Marksist felsefenin çürüttüğü ve tarihi çöplüğüne attığı burjuva felsefi akımlara gün doğdu. İnsanı, salt doğa yaratığı, yani salt biyolojik yaratık olarak gören antropologizm, insan toplumunu ve gelişmesini biyolojik faktörlerle ve yasallıklarda arayan biyolojizm, bunun türleri olan sosyal-darvinizm, maltusçuluk, yeni bir bahar yaşayacaklar, ırkçılık teorisinin savunucularına gün doğacak. “İnsan yetiştiren insan”, “üstün insan-sürü insan” anlayışının sahibi Nietzsche’ye gün doğdu. “Sürü”, “ayak takımı” diye tanımladığı emekçi yığınlardan nefret eden ve bunları “gütmek” için “üstün insan”a, elit insana ihtiyaç vardır diyen, ırkçılığın bu felsefi babasının takipçilerine iş düştü. Burjuvazinin uşağı bu bay, popüler yapılıyor. Homo sapiens’in evrimsel gelişmesini seleksiyona (seçime) tabi tutmayı talep eden Nietzsche’ in, öğrencilerinin; faşistlerin, ırkçıların elinde gen teknolojisi, amaçlarını gerçekleştirmek için devasa bir silah olacaktır. Daha şimdiden bu seleksiyonu talep edenler ve “felsefi” açıdan yorumlayanlar var.
Düşünce ve eylemde insanlık suçu işlemiş bu felsefi akımların savunucuları, başta da Nietzsch ve öğrencileri, bir noktada yanılıyorlar; Homo sapiens, salt biyolojik bir varlık değildir. Onun fiziki; biyolojik varlığı, insan oluşumunun/evriminin bir önkoşuludur. Diğer önkoşul ise toplumsal varlık oluşudur. Bu insanlık düşmanları, insanın salt bir biyolojik varlık değil, toplumsal bir varlık olduğunu inkâr ediyorlar. İnsanı insan yapan, çalışmadır, iştir, onun bilinçlenmesidir. Günümüzden 2,5 milyon – 700 bin yıl önce eline sopa alabilen Australopithecus Africanuc, ancak 800 bin – 250 bin yıl önce Homo Erectus gelişme seviyesine gelmiştir. Homo Erectus, insan olma evriminde ilk temsilcimizdi. O günden bugüne geçen süreç, muazzam bir bilinçlenme, toplumsallaşma sürecidir. Nietzsche ve öğrencileri (faşistler, ırkçılar), nefret ettikleri, aşağıladıkları, sürü olarak gördükleri yığınların; işçi sınıfı ve emekçilerin, sömürü düzenini yıkmak için sürdürdükleri mücadeleleri ile salt biyolojik bir varlık olmadıklarını ortaya koymalarını, tarih yapıyor olmalarını ve o uzun oluşum sürecinin bir ürünü olduklarını anlamak istemiyorlar.
Şüphesiz, bütün felsefi akımlarıyla burjuvazi de, toplumun sınıflara ayrılmış olduğunu inkar etmiyor. Her ne kadar, revizyonist bloğun dağılmasıyla eski dönemin kapandığını, teorisiz, sosyalizmsiz, sınıfsız bir çağa girildiği propagandası ayyuka çıkartıldıysa da, bu anlayış hiç tutmadı. Ezilenlerin, sömürülenlerin burjuvaziye karşı mücadelesi hiç durmadı. Ama şimdi, gen teknolojisiyle burjuvazi, yeni bir olanak daha yakaladı; Burjuva filozoflar, başta da Nietzsche, kapitalist toplumun sınıflara ayrılmışlığını, biyolojik ayrım olarak gösteriyorlar. Bunların sınıfsal ayrımdan anladıkları, biyolojik ayrımdır. İnsanlık suçu işlemiş bu unsurlar, toplumu, kapitalist sınıf-işçi sınıfı diye ayırmıyorlar. “Sınıfsal” ayrım, “üstün ırk-adi ırk”, “üstün insan-sürü insan”, yöneten insan, adi insan, ayak takımı vb. kavramlarla yapılıyor. Burjuvazi, şimdi bu biyolojik ayrımı gerçekleştirmenin maddi; maddi-bilimsel yeteneğine sahip; bu biyolojik ayrımı gerçekleştirebilecek tekniğe sahip.
Ne Yapmalıyız?
Bilimsel-teknik devrime, bu devrimin kazanımlarına karşı olamayız. Ne atom tekniğine, nükleer enerjiye, ne de 21. Yüzyılın teknolojileri denen gen tekniğine, nano ve robot tekniğine karşı olabiliriz. Teknik gelişmeye, dolayısıyla üretici güçlerin gelişmesine karşı olmak, olsa olsa gericilerin işidir. Komünistler, bu teknolojilerin burjuvazinin elinde olmasına ve onun tarafından kendi sınıfsal çıkarları için kullanılmasına karşıdırlar. Bu teknolojilerin, burjuvazinin elinde olmalarının yegâne nedeni, onun, üretim araçlarına sahip olmasıdır. Düzen, onun düzenidir. O, hâkim sınıftır. Hâkim sınıf olduğu için üretim araçlarına sahiptir veya üretim araçlarına sahip olduğu için hâkim sınıftır. Komünistlerin görevi, bu araçları onun elinden almak için mücadeledir. Yani burjuva üretim/mülkiyet ilişkilerini yıkmaktır.
Yeni teknoloji ve kazanımlarının kullanılış biçimine karşı mücadele ediyoruz diye, üretici güçlerin gelişmesine, bilimsel-teknik devrime karşı olamayız. Teknolojiye, bilimsel-teknik devrime, üretici güçlerin gelişmesine karşı olanlar, Stalin’in deyimiyle “trogolit”lerdir. Yani buz devrinde, inlerde yaşayan insanlar. Bu trogolitler, Rusya’da, Ekim Devrimi’nden sonra , demiryollarının , burjuva demiryolları olduğunu, bundan dolayı da onları kullanmanın Marksistlerin işi olmayacağını, sökülüp atılmaları ve yerine “proleter” demiryolu yapılması gerektiğini ciddi ciddi savunmuşlardır.(Bkz.: “Marksizm ve Dil Biliminin Sorunları”).
Buz devri insanları gibi düşünerek, teknolojik gelişmeye ve onun kazanımlarına karşı olmak, gerçekten de “genetik” olarak özürlü olmak anlamına gelir. Böyle düşünenler, homo sapiens’in ilk evrelerindeki gelişme seviyesinde olduklarını göstermiş olurlar. Makinenin, bilgisayarın, teknoloji ve kazanımlarının sınıfı yoktur. Bunlar, hangi sınıfın elindeyse, o sınıfa hizmet ederler. Bu “hizmet” sorununu, kapitalist mülkiyet/üretim ilişkileriyle aynılaştıramayız.
Burjuva düzeni yıkmak, sosyalizmi, var olan ekonomik olanaklara dayanarak inşa etmek demektir. Bu durumda, burjuva mülkiyet/üretim ilişkilerine göre şekillenmiş olan ekonomik yapı yıkılıyor. Sınıfsal karakter taşıyan, bu yapıdır. Ve bu yapının içinde insansal üretici güçler (sosyalist iktidarın sınıfsal temeli olan işçi sınıfı ve emekçi köylüler) ve üretim araçları (makineler, aletler, fabrikalar, teknoloji vs.) yoktur.
Üretici güçlerin insansal unsuru olan işçi sınıfı, mevcut üretim araçlarını devralır ve kendi sınıfsal çıkarı için kullanır. Yani işçi sınıfı, gen tekniğini ve başka teknolojileri de devralır ve insanlığa hizmet için kullanır.
Demek oluyor ki, gen teknolojisine karşı mücadele, teknolojik gelişmeye karşı mücadele değildir, kapitalist düzene, burjuva mülkiyet ve üretim ilişkilerine karşı mücadeledir. Sorunun bu can alıcı yanını göz önünde tutmayan, nesnel olarak burjuvaziye hizmet eder, yasalarla yasaklatmayı esas alır.
Gen tekniğinin “kötüye” kullanılmasına karşı olmak, sadece, işçi sınıfı ve emekçilerin bir sorunu da değil. Aslında bu, bir insanlık sorunudur ve bu mücadelede esas hedef, yasal teminat olamaz. Hormonlu domates, soya fasulyesi, et vb. üzerine etiket yapıştırılarak satılmıyor mu? Pasifizmin başarısı, etiket yapıştırtmak oldu. Ama burjuvazi, hormonlu gıda maddelerini, bu sefer etiketleyerek satmaya devam ediyor. Etiket, genetik değişime uğratılmış gıda maddelerinin satışını sadece ve sadece meşrulaştırmıştır.
Şüphesiz ki, bu mücadele türünü küçümsemiyoruz, sadece, sonuçlarına dikkat çekmek istiyoruz.
Gücümüz yettiğince konuya ilişkin aydınlatma faaliyeti yürütmek, bu teknolojiye karşı mücadeleyi örgütlemek ve dışımızda gelişen girişimlere katılmak, devrim için mücadelenin bir sorunudur.

1 Temmuz 2000 Cumartesi

MARKSİZM -FELSEFE VE YENİ TEKNOLOJİ - GEN TEKNİĞİ VE FELSEFE


GEN TEKNİĞİ VE FELSEFE

Marksizm- Felsefe ve Yeni Teknoloji - 

Peter Sloterdiyk - Friedrich Wilhelm Nietzsche - Alfred Rosenberg

Dev adımlarla gelişen gen tekniği, bir dizi sorun ve korkuyu da beraberinde getiriyor. Birçok hastalığın nedeninin anlaşılacağından, selektif insan üretileceğinden bahsediliyor. Gen tekniği, her şeyin "yaratıcısı” olan tanrıyı da inkar ediyor. Yani sorun felsefe alanına da uzanıyor. Gen tekniğinin gelişmesi, teknik ile felsefe arasındaki bağı gündeme getiriyor ve bu nedenle de Nietzsche gibi ırkçı/faşist ideolojinin felsefi babaları güncelleşiyor.

Bu ve benzer nedenlerden dolayı bu yazımızda gen tekniğini ve bir bütün olarak, 21. yüzyıl teknolojileri denen yeni teknolojileri ele alacağız.

1- Bilimsel-Teknik Devrim

Bilim ve teknik, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki ilişkiler perspektifiyle ele alındığında toplumsal görünümler olarak kavranabilirler. Marks, üretim sürecindeki insanın iki türden ilişkisini vurgular. Bunlardan birisi, insan ile doğa arasındaki ilişkidir; burada söz konusu olan, insanların gereksinimlerini gidermeye yarayan maddi kullanım değerlerinin üretilmesine yönelik insan emeği. Bu insan-doğa ilişkisinde, insanın kullandığı bütün araç ve faktörleri Marks, toplumun üretici güçleri olarak tanımlar. Bu üretici güçler içinde en önemlisi insandır. Teknik de (makinalar, başka araçlar vs.) üretici güçlerin bir bileşenidir. Tekniğin yardımıyla insan, üretimdeki fiziki ve zihni gücünü artırır ve doğa üzerindeki hakimiyetini güçlendirir ve genişletir. İkinci ilişki ise insanın doğa ile mücadeleye birey olarak girişmediğini ifade eder; doğa ile mücadelesinde/ilişkisinde insan, tecrit bir birey değildir, tersine diğer insanlarla/bireylerle birlikte bir toplumsal olgudur. Yani insan üretim sürecinde diğer insanlarla ilişkiye girer. Bu ilişkileri Marks üretim ilişkileri olarak tanımlar. Bu ilişkilerin; üretim ilişkilerinin karakterini üretim araçlarının mülkiyeti belirler. Üretim ilişkileri toplumun sınıfsal yapısını ele verir; üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan sınıf, aynı zamanda siyasi olarak da hakim olan sınıftır.

Bilimsel-teknik devrimin toplumsal bir süreç olarak açıklanması için buradan çıkartılacak sonuç şudur; bilimsel-teknik devrim, üretici güçlerin gelişmesinin yasal, kaçınılmaz bir sonucudur. Yani toplum ile doğa arasındaki ilişkilerin olgunlaştığını ifade eden çelişkilerin yasal ifadesidir. Ama üretimin nedenini ve sosyal amacını üretici güçlerden hareketle açıklayamayız. Bilim ve teknik, hangi amaca hizmet edeceklerini kendi kendilerine belirleyemezler. Bunlar; bilim ve teknik, toplumsal amaçlara tabidirler ve toplumsal amaçlar da, üretim ilişkilerinden, başka türlü ifade edecek olursak; siyasi iktidar ilişkilerinden kaynaklanırlar. Demek oluyor ki bilimsel-teknik ilerleme, gerçekleştiği toplumsal ilişkilere bağımlılık içinde çok farklı, birbirine zıt amaçlara hizmet edebilir. Örneğin, hem insanların ihtiyaçlarını gidermeye hizmet eden kullanım değerlerinin üretimi, hem de insanları öldürmeye yarayan silahlar, aynı bilimsel buluşların, aynı teknik gelişmenin katkısıyla gerçekleştirilmektedir. Demek ki teknik, insanların hizmetinde olduğu gibi, onların öldürülmelerinin de aracı olmaktadır. Öyleyse, bilimsel-teknik ilerlemenin amacı, bizzat bilim ve teknikten hareketle açıklanamaz. Bu amaç, toplumsal ilişkiler vasıtasıyla açıklanır. Bundan dolayı kapitalizm, "kötü”lüğünü bilime ve tekniğe değil, kapitalist üretim ilişkilerine borçludur.

Bilimsel-teknik ilerlemeden toplumsal gelişmenin süreçleri için doğrudan/dolaysız sonuçlar çıkartılamaz. Bir toplumsal düzenin bütün temel özellikleri, siyasi iktidar ilişkilerinde veya mülkiyet ilişkilerinde aranmalıdır. Ama şüphesiz ki, üretici güçlerin gelişmesi, belli üretim ilişkilerini gerekli kılar. Örneğin köleci üretim ilişkilerinde kapitalizme özgü üretici güçleri aramak abes olur.

Her halükarda bilimsel-teknik devrim, bugünkü gelişme boyutlarıyla kapitalist düzenin ömrünü doldurduğunu gösteriyor.

Bilimsel-teknik devrimden anlaşılması gereken nedir? İnsanlığın, diyelim ki birkaç on yılda, doğayı kavramada, ona hakim olmada sıçramalı bir gelişme gösterdiği inkar edilemez bir gerçektir. Bu, aynı zamanda toplumsal ilerlemeye yeni ve kapsamlı bir ufkun açılmış olması anlamına gelir. İnsanlık, geçmişte rüyasını bile göremediği yeni alanlara girmiştir; atomun parçalanması, atom enerjisi, bioteknik ilerleme, canlı organizmada ırsiliğe müdahale, elektro-teknik, otomasyon vs. vs. Şimdi de bu gelişmeye, gen tekniğindeki, nano tekniğindeki ve robot tekniğindeki devasa ilerlemeler katılmıştır. İnsanlık, bütün bu bilimsel kazanımların kapitalizmde kâr amacıyla, insanlık aleyhine nasıl kullanıldığının şahidi olmuştur ve olmaktadır. Bu, insanın doğa üzerindeki mevcut hakimiyetinin yeni/kapsamlı boyutunun, toplumsal ilişkilerde devrimci alt üst oluşu kaçınılmaz kıldığını da göstermektedir. Ama doğaya hakimiyette nitel bir gelişme; böyle bir durum, ancak ve ancak sosyalizmde mümkündür ve insanlık buna da şahit olmuştur.
Bilimsel-teknik bir devrimden bahsedebilmek için en görülür, en belirgin/etkili değişmelerin dolaysız üretimde gerçekleşiyor olması gerekir. Bu nedir konusunda genel hakim olan görüş şudur; bilimsel-teknik devrimin çekirdek süreci, temel yönelimi, üretimde otomasyondur. Üretimde otomasyon, elektroteknik, bilgisayarı ve başka modern teknolojileri kapsamına alır. Otomasyon ve elektroteknik, sadece ve sadece işgücü kullanımını sınırlamak -kronik kitlesel işsizlik değil- anlamına değil, aynı zamanda, klasik makina, fabrika, üretim yöntemi anlayışının ve uygulamasının da, artık tarihe karışıyor olması anlamına gelir. (Bu tarihe karışma olgusu, bir süreçtir ve emperyalist ülkelerde de oldukça gelişmiştir). Rekabet gücüne sahip olmak isteyen her işletme ve ülke, bu yolu tutmak zorundadır. Sanayi devrimi çerçevesinde zanaatçılıktan makinalı büyük üretime geçiş ne anlama geliyorsa, bugün otomasyon; elektroteknik/bilgisayar da o anlama gelmektedir. O dönemde bu geçişin üretici güçlerin bütün sistemi üzerindeki devrimci etkisi, en önemli üretici güç olan insan ile üretici güçlerin en devrimci unsuru olan iş araçları arasındaki ilişkiyi değiştirmesiydi. Bu değişimi bugün de yaşıyoruz; otomasyon/elektroteknik, yeni makinalar, yeni üretim olanakları ve yöntemler, üretici güçlerin bütün sistemi üzerinde devrimci etkisini, en önemli üretici güç olan insan ile üretici güçlerin en devrimci unsuru olan iş araçları arasındaki ilişkiyi değiştirmektedir. Bu değişim, bilimsel teknik devrimden başka bir şey değildir. Sanayi devrimi sürecinde iş araçlarının devrimci değişimi söz konusuydu. Bugün ise, üretimin bütün maddi-teknik temellerinin köklü değişimi söz konusudur; bilimsel-teknik devrim, iş araçlarının, iş nesnelerinin (hammaddeler, yanı mamul maddeler vs.), enerji kaynaklarının, üretim yöntemlerinin (teknolojik yöntemlerin) kapsamlı ve kökten değişimi demektir.

Bilimsel-teknik devrim, büyük ölçüde yeni iş nesnelerinin kullanımı ve oluşturulmasıyla karakterize olur. Şimdiye kadarki insanlık tarihinde kullanılan maddelerin sayısının ve özelliklerinin oldukça yavaş değiştiğini görüyoruz. Tarım ürünleri, ağaç, metal, taş vs. Bunlar, doğal maddelerdi ve doğadan kazanıldıkları gibi kullanılıyorlardı. Kimyanın gelişmesi yeni, yapay maddelerin kazanımını beraberinde getirdi. Bilimsel buluşlar, bilimsel-teknik gelişme, yeni maddelerin bulunmasına ve üretilmesine yol açtı. Örneğin atom enerjisi, enerji kaynaklarını çeşitlendirdi. Örneğin kimya, yeni hammaddelerin üretimini olanaklı kıldı. Biyoloji, doğayı, bitki ve hayvan dünyasını çeşitlendirdi.

Bilimsel-teknik devrim, aynı zamanda, yeni, oldukça etkili teknik yöntemlerin kullanılması demektir. Bu, üretimin otomasyonuna, nitel yeni (önceleri bilinmeyen, yeni bulunan veya yapay olarak üretilen) iş nesnelerinin kullanımına dayanır. Yeni, oldukça etkili teknik yöntem, iş araçlarının ve iş nesnelerinin sürekli gelişmesini kaçınılmaz kılar.

Bilimsel-teknik ilerleme ile bilimsel-teknik devrim arasında belli bir farklılık vardır. Teknik ilerleme, insanlık tarihi kadar eskidir. Toplumsal ilerleme, nihayetinde insanların, işin etkili araç ve nesnelerini bulmaları ve uygulamaları ve böylece doğa üzerinde hakimiyetlerini hem pekiştirmeleri ve hem de kapsamlaştırmalarıdır. Bilimsel-teknik ilerlemenin bir biçimi, bilinen ürünlerin ve yöntemlerin mükemmelleştirilmesine dayanırken, ikinci biçimi, tamamen yeni, o zamana kadar bilinmeyen ürünlere ve yöntemlere dayanır. Bilimsel-teknik ilerlemenin birinci biçimine evrimci (nicel birikimi ifade eden gelişme), ikinci biçimine de devrimci (sıçramayı ifade eden gelişme) yol denir.

Bilimsel-teknik ilerlemeyle bilimde ve teknikte, hem devrimci, hem de evrimci değişimler ifade edilirken, bilimsel-teknik devrimle devrimci değişimlerin (sıçramalı gelişmenin) bütünü ifade edilir. Bu durumda, bilimsel-teknik ilerlemenin bilimsel-teknik devrimden daha kapsamlı olduğunu, bilimsel-teknik devrimin, bilimsel-teknik ilerlemenin sadece devrimci değişim biçimini (sıçramalı gelişme biçimini) kapsadığını görürüz.

2- 21. Yüzyıl Teknolojileri, Bilimsel-Teknik Devrim Olarak Gen Tekniği

Gen tekniğinin temel ilkesi oldukça basit; irsi istidadın/kalıtımın taşıyıcısı olan DNA molekülü, deney kabında parçalanır, her bir parça, eskisinden farklı olarak -eşi olmayan bir biçimde- yeniden birleştirilir ve sonra, değiştirilmiş olan DNA, çoğalacağı canlı hücrelere aktarılır. ‘70’li yıllarda doğan bu teknik, bugün birçok alanda rutin olmuştur ve dev adımlarla da gelişmektedir. Bu tekniğin kazanımlarının/sonuçlarının insan yaşamı için, sonu bugünden kestirilemeyecek oldukça tehlikeli sonuçlar da vereceği artık tartışma götürmez bir açıklık kazanmıştır.

Burjuvazinin elinde teknoloji ve kazanımları, her şeyden önce silah üretimi alanında kullanılmıştır. Burjuvazinin tarihi, önce silah üretiminde kullanılmamış önemli hiçbir teknolojinin olmadığını gösteriyor. Atom tekniği, önce silah üretiminde kullanıldı. Belirtelim ki, atom bombası, yeni teknoloji bazında silahlar yanında çocuk oyuncağı gibi kalıyor. Ne türden silahların üretileceği bugünden bilinmiyor. Ama bilinen şu ki, gen teknolojisiyle burjuvazi, kitlesel seçip öldürme, yok etme yeteneğine sahip olacak.

Açık olan şu ki, kalıtıma müdahale, günümüz insanı anlamına gelen homo sapiens’in biyolojik yapısını değiştirme olanağına sahip olmak anlamına gelmektedir. Şüphesiz, biyolojik yapıyı değiştirme, kalıtıma müdahale yeni bir gelişme değildir. Kalıtıma müdahale, 19. yüzyılda botanik (bitki dünyası) ve zoolojik (hayvan bilimi) alanlarında yapıldı ve bitki ve hayvanların evrimsel gelişmesini yönlendirmede ilerleme sağlandı. Bu türden müdahalelerin en son bilinen örneği "Doli”dir; kopyalanmış koyun.

Gen tekniği, homo sapiens’in evrimsel gelişmesine müdahale demektir. Homo sapiens’in; bugünkü "modern” insanın oluşumu, yaklaşık 250 bin sene önce başlamıştır. İlk insan temsilcisi, dolayısıyla "ata”mız olan homo erectus, günümüzden 80 bin250 bin yıl önce yaşamıştı. İnsansal gelişme ise dryopithecus ile 15-18 milyon yıl önce başlamıştı. Daha öncesi bir yana, "modern” insanın 250 bin yıllık evrimine adeta bir anda müdahale edilebiliyor. Bu müdahaleyi olanaklı kılan, gen tekniğidir. Bu teknikle insanın biyolojik yapısının değişime uğratılması olası oluyor. Homo sapiens’in biyolojik yapısına müdahale, biyolojik açıdan amaçlanan tipte insan yetiştirme/üretme yeteneğine sahip olmak anlamına gelmektedir.

Yeni yöntemleriyle gen tekniği, bilim ve araştırmada kelimenin tam anlamıyla devrim yapmıştır. 21. yüzyılın en güçlü teknolojileri; gen teknik, robotik ve nano teknik günümüzde bilimsel-teknik devrimin tam ifadesidirler. Gen tekniğinde, DNA unsurlarının eklenmesiyle veya da çıkartılmasıyla canlıların orijinalitesi değiştiriliyor, doğal oluşumları yönlendiriliyor. Gen tekniğinde en belirleyici avantaj, zaman kazanımıdır. Gen teknik yöntemleri, akıl almaz derecede hızlıdır. Nasıl ki, atom çekirdeğinin parçalanması, atom bombası ve nükleer santrallerin yapımına götürdüyse, nasıl ki, modern elektronik çalışma koşullarını alt üst ettiyse ve etmeye de devam ediyorsa, gen teknikli biyoloji de; yeni biyoloji de, canlıların istenildiği biçimde yeniden yapılandırmasının nesnel koşullarını hızlandırıyor.

Başka biyo-teknik yöntemlerle birlikte gen tekniği ve aynı zamanda robotik (robot tekniği) ve nano teknik (büyüklüğü bir milimetrenin milyonda biri kadar olan fonksiyonel unsurların imaline hizmet eden teknoloji), yeni bilimsel-teknik devrimin motoru olmuştur.

Bu teknolojiler; 21. yüzyılın en güçlü teknolojileri olan gen teknik, robotik ve nano teknik, insanlığın bugüne kadar tanıdığı ve kullandığı teknolojilerin, tehlikesini gölgede bırakan tehlikelere, evet tamamen farklı tehlikelere temel teşkil eden özellikler taşıyorlar. Özellikle robotlar, yani tekniksel üretilmiş bu "canlı”lar, nano robotlar çok tehlikeli/önemli bir özelliğe sahip olacaklar/oluyorlar; bunlar, kendiliğinden çoğalma özelliğine sahipler. Bir tüfeği, tabancayı, ne kadar çok mermi alıyorsa alsın, nihayetinde yeniden doldurmak zorundasın, ama bir robot, çoğalma ve birçok robot olma yeteneğine sahip oluyor ve bunların kontrol dışına çıkamayacağının hiçbir garantisi yok.

Bu yeni teknolojinin her biri akıl almaz olanaklara yol açıyor. Düne kadar "tanrı"nın işi olarak görülen yaradılış, ölüm-"ölümsüzlük", bugün teknolojinin işi oluyor. Yeni tanrı, teknoloji oluyor. Gen teknolojisi, özellikle ‘80’li yıllardan bu yana bir çok hastalığın iyileştirilmesinde, yeni ilaçların üretimde kullanılıyor. Bu teknoloji, bugün, iyileştirilme olanağı olmayan bir çok hastalığın da panzehri olacağa benziyor. Nano tekniği ve buna bağlı olarak nano tıbbı, bu türden hastalıkları yok etme olanaklarını genişletiyor. Şüphesiz ki bu açıdan, bu teknolojiler, insan yaşamı süresini uzatabilirler ve yaşam koşullarında iyileşmeye neden olabilirler. Bu, sorunun sadece bir yönü, kapitalizmde bireye birtakım küçük avantajlar/kolaylıklar sunan yönü. Ama burjuvazinin elinde bu teknolojiler, yoğunlaşmış iktidar, güç ve aynı zamanda sonucu hesaplanmayan tehlike demektir.

Geçen yüzyılın, yani 20. yüzyılın teknolojileriyle bu yüzyılın teknolojilerinin kısa bir karşılaştırması dahi burjuvazinin elinde yeni teknolojilerin korkunçluğunu ortaya koymaya yetiyor. Nükleer, biyolojik ve kimyasal, kitlesel yok etme silahlarının üretilmesine çıkış noktasını oluşturan teknolojiler, şüphesiz ki tehlikeli olmaya devam ediyorlar. Bugünün mevcut yok etme silahları da bu teknolojiler bazında üretilmişlerdir. Örneğin, bir atom bombası üretmek için doğada oldukça nadir rastlanan hammaddeye ihtiyaç vardır. Bu bombanın imal edilmesine yarayan bilgi, saklı tutuluyordu. Biyolojik ve kimyasal silahlar da öyle kolayca imal edilemiyorlar. Ama yeni teknolojilerin gen teknik, nano teknik ve robotik tehlikesi tamamen başka; tek tek bireyler, veya bir grup insan, oldukça kolay bir şekilde bu teknolojileri kötüye kullanma olanağına sahip oluyorlar. Bunun için büyük tesislere, ender rastlanan hammaddelere ihtiyaç yok. İhtiyaç duyulan şey, sadece ve sadece konuya ilişkin bilgi. Yeni teknolojiler, bilgiye dayanan kitlesel yok etme tehlikesini olanaklı kılıyorlar.

Molekül elektroniğin (münferit atom ve moleküllerin litografi tekniği yardımıyla üretilen transistörlerin yerini almaları) ve buna bağlı olarak nano teknolojisiyle birlikte gelişme hızı daha da kısaltılacak. Örneğin 2030 yılında bugünkü bilgisayarlardan (PC) bir milyon kere daha güçlü makinaların seri üretimine geçilebilecek duruma gelinme olasılığı oldukça güçlü. 2009 yılında 1000 dolar değerindeki bir bilgisayar, saniyede bir milyar işlem yapacak güçte olacak.
2019 yılında bilgisayarın, bilgisayar olduğu anlaşılmaksızın, herhangi bir insan gibi konuşmaya katılabileceği sanılıyor. Ray Kurzweil’in tahminine göre 2029 yılında insan beyni kopyalanabilecek ve bir bilgisayarda ikilenebilecek (çoğaltılabilecek). Bu, çip yerleştirilmiş "ebedi” yaşamın başlangıcından başka bir anlam taşımaz.

Fizikteki olanaklar ve ilerlemiş gen tekniği bilgisiyle bağları içinde güçlü bilgisayar, devasa değişimlere yol açıyor. Böylece, iyi veya "kötü” anlamda; kapitalist barbarlık veya sosyalist perspektif açısından dünyayı tamamen yeniden şekillendirme olanağı doğuyor. Böylece, şimdiye kadar doğanın, inananlar açısından da tanrının işi olan yaradılış, insanın işi oluyor. Şimdiye kadar bilgisayar ve mikro prosesor sadece makineydi ve bilgisayar programları, verilerden öteye geçmeyen bir işlemdi. Hala da öyledir, ama önümüzdeki 30 sene içinde insana denk gelebilecek derecede beyinsel güçlü bilgisayarların üretilebileceği hesabı yapılıyor.

"Akıllı” robot üretimi de hayal dünyasından çıkıyor. Hesaplama/işlem tekniğindeki ilerleme 2030’a doğru bu türden robotların üretilebileceğini gösteriyor. Bu türden bir robot yapıldıktan sonra, kendini kopyalayan robotlar dünyasına giriş, sadece bir zaman sorunu olacak.

Burjuvazi, gen tekniğinin umut saçan yönünün propagandasını yapıyor; gerçekten de bu teknoloji, tarımda verimi artırma ve kimyasal ilaç kullanmayı azaltma anlamında devrim yapıyor. Bu teknoloji ile onbinlerce yeni bakteri türleri, bitkiler, virüsler, hayvanlar üretilebilecek. Cinsel ilişki temelinde üremenin yerini kopyalama alıyor veya da cinsel üreme-kopyalama birbirini tamamlıyor. Çok sayıda hastalığın iyileştirilmesi için yöntemler geliştiriliyor vs. vs. Ama bu teknolojik gelişme, etik ve ahlak sorununu da gündeme getiriyor. Örneğin insan kopyalanması. Bu teknoloji bugün bunu yapacak derecede gelişmiştir. Burjuvazi, hakimiyetini ebedi kılmak için güzel-çirkin, güçlü-zayıf, akıllı-akılsız insan üretme yolunu tutabilir. O bunu yapabilecek duruma geliyor. Sorunun bu yönünü burjuvazi hiç tartışmıyor.

Yeni botanik kılığına bürünmüş gen teknik ve biyoloji, kendini, bitkilerin evrimci gelişmesine göre yönlendirmiyor. Tersine kapitalizmde bu teknolojinin de başarısı, ekonomik başarıyla ölçülüyor. Yani kâr ve daha çok kâr! Amerikan tarım bakanlığı gen tekniğiyle değişime uğratılmış 50 gıda bitkisinin serbest ve sınırsız ekimini onayladı. Bugün dünya çapında üretilen soya fasulyesinin yarısından çoğu ve ekilmiş mısırın da üçte biri başka canlı varlıkların genini taşıyor.

Bu teknolojinin askeri amaçlı kullanılmayacağının, bu teknoloji bazında kitlesel yok edici silahların üretilmeyeceğinin veya şimdiye kadar üretilmiş olmadığının hiçbir garantisi yoktur. Teknolojinin bu amaçla kullanıldığına AIDS bir örnek değil mi? Biyolojik silah olarak üretilen AIDS virüsü, etkisinin ölçülmesi için Amerikan hapishanelerindeki siyah mahkumlar üzerinde denendi. Sonuç ölümdü, ama hemen değildi. Yani savaş anında karşı ordunun askerlerini hemen öldürmeyeceği anlaşılmıştır. Ama bu virüs de laboratuvardan çıkarak New York sokaklarına saçılmıştı. Burjuvazi ve onun "bilim” adamları, Afrika’daki "yeşil” maymunu ararlarken -bir türlü bulamadı!- AIDS’lilerin sayısı on milyonlara ulaştı.

Nano teknik devrimi, yaşamı alt üst ediyor. Nano teknolojisi temelinde hemen hemen her şey ucuza üretilebilecek, yapay "akıl”la bağlam içinde bütün hastalıkların ve fiziki sorunların kökü kazınabilecek. Örneğin solar enerjisi, akıl almaz ucuzlukta üretilebilecek, kanser hastalığı tarihe karışabilecek. Çevre kirliliği de yok olabilecek. Süper bilgisayarlar çanta ebadında ve oldukça ucuz üretilebilecek. Uzay yolculuğu, uçak yolculuğu gibi doğal olabilecek. Nesli yok olmuş türler, yeniden yaşama döndürülebilecekler. Ama bu teknoloji, aynı zamanda, silah olarak kullanılma özelliklerine de sahip. Aynen nükleer tekniği gibi. Nano tekniği bazındaki silahın yıkıcı, yok edici gücü, selektif kullanılabiliyor. Bu silah, örneğin belli bölgelerde yaşayan, özgül genetik özellikler taşıyan insanları, yani hedef seçilen belli insanları/insan gruplarını yok edebiliyor.

20. yüzyılın atom, biyolojik ve kimyasal kitlesel yok etme silahları devlete ait araştırma kurumlarında geliştirilmişlerdi. Yeni teknolojiler ise (gen tekniği, nano teknik ve robotik) neredeyse, tamamen kâr amaçlı özel işletmelerde geliştiriliyorlar. Akıl almaz boyutlara varan kâr, rekabeti de kızıştırıyor. İnsanlar, keşif yarışını medya vasıtasıyla izliyor. Buluş, hemen açıklanıyor ve patent alınıyor.

3- Kar Hırsı Ahlak Tanımaz

Karl Marks, Kapital I’de, "Quarterly Reviewer”den (T.J. Dunning’in yazısı) olumladığı şu sözleri aktarıyor;

"Sermaye, kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz... Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işleyemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler.” (Kapital C. I, s. 788)

Şimdi gen hisse senetleri pek revaçta. Alınıyorlar, satılıyorlar. Gen teknolojisi, yeni bir borsa oyununa da yol açmış oldu. Biyo-teknik sektöründe yaklaşık 550 işletmenin faal olduğu söyleniyor. Bu işletmelerin toplam cirosu 300 milyar dolar. Bunun borsa değerinin de yaklaşık 1,6 trilyon dolar olduğu hesaplanıyor. Bu, bu alandaki pazarın sadece görünür tarafı. Esas hesaplar, görünmeyen tarafta yapılıyor ve buradaki miktar da bilinmiyor. Bilinen bir şey varsa o da, akıl almaz miktarların söz konusu olduğudur. Bütün oyun ve hesaplar, bu bilinmeyen tarafta yapılıyor.

İnsan genini çözme, bu işin sırrına erişme yarışı her türlü hile, "savaş oyunu" kullanılarak sürdürülüyor. Hemen hemen her gün, bu alanda ulaşılan yenilik, internet de dahil bütün medyada açıklanıyor. Yarışanların başında "Celera Genomics” firmasıyla (özel işletme) "Human-Genom Project” geliyor. Her iki taraf, insan geninin tamamını 2001 veya 2002 yılına kadar çözmüş olacaklarını açıklıyorlar. (Bu yazı, 26 Hazirandan önce, B. Clinton ve T. Blair’ın, eş zamanlı olarak, insan genomunun büyük bir kısmının deşifre edildiğini açıklamalarından önce hazırlanmıştı). Elde edilen başarı, rakibi şaşırtmak için gizlenmiyor. Diğerinin de kısa zamanda aynı sonuca varacağından emin olunduğu için, sırrı çözümlenen her gen için patent dairesinin kapısı çalınıyor. Böylelikle elde edilen sonucu kullanma hakkı tekelleştiriliyor. Hayvanlar, bitkiler, mikro organizmalar, albümün, gen vs. hep patent hakkına tabi tutuluyorlar. Bu hakkı elde eden, o alanda tek hak sahibi oluyor. Kapitalizm, bizzat yaşamı patentli kılıyor, yaşamı metaya dönüştürüyor.

Gen teknolojisi, sigorta alanında da etkisini göstermekte gecikmedi. Amerikan işletmesi "Celara Genomics” 6 Nisan 2000 tarihinde, insan genomunun üç milyar yapıtaşının sırrını çözdüğünü açıkladı. Böylece bir çok hastalığın iyileştirilmesinin, nedeninin bulunmasının da yolu açıldı. Ama sorun bununla sınırlı değil. İnsan geninin patente tabi tutulması; özelleştirilmesi ve pazarlanması, sigorta şirketlerini de harekete geçiriyor. Sigorta şirketlerinin ileride müşterilerini; isteyerek veya zorunlu olarak sigortalı olmak durumunda olanları, seçime tabi tutmayacaklarının hiçbir garantisi yok. Küfür babında kullanılan "kanı bozuk”un yerini "geni bozuk” alacak. Sigortalar gen analizi isteyecekler ve gen-riskli olanları, ya sigortalı yapmayacaklar ya da sigorta aidatlarını yüksek tutacaklar. Nitekim Fransa’da Axa sigorta şirketi, doğuşta özürlü çocukların sigorta aidatını %180 oranında arttırdı. Ama kamuoyunun yoğun baskısıyla kararından vazgeçmek zorunda kaldı. Tabi bu bir başlangıçtı. Bu anlayışın zamanla yaygınlaşacağından ve sigorta şirketleriyle sigortalı olmak zorunda olanlar arasında çetin bir mücadelenin başlayacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Bunun ötesinde işletmeler, işe alınanları gen testine tabi tutma yoluna geçeceklerdir. Az hastalanan, irsi hastalığı olmayan veya tehlikeli, masraflı hastalığa işaret eden genleri olmayanları işe alacaklar. ABD’de bu gibi testler yasal olmadığı halde yapılıyor.

Bankadan kredi alınırken, öğrenim için burs alırken gen testi istenecek. Şu veya bu hastalığa işaret eden gen yaşamı karartacak. Yaşam, tam anlamıyla pazarlanacak ve kapitalizm, "geni bozuk” olanı cezalandıracak.

Gen tekniğinin gelişmesi, DNA bankalarının kurulmasını da beraberinde getirdi. Bugün dünyanın her tarafında kurulmuş olan bu türden irili-ufaklı yüzlerce banka var. Kısmen, tıbbın ilerlemesine umut bağlayan hastaların ve ailelerinin maddi katkısıyla kurulan bu bankalar, korkunç olanaklara sahipler. Amerikan "Biyo-etik Komisyonu”nun tahminine göre bu ülkede yaklaşık 282 milyon DNA numunesi depolanmış durumda. Bunun 2,3 milyonu araştırma amaçlı. Geriye kalan 279,2 milyon DNA numunesinin hangi amaçlar için kullanılabileceğini bankadan başka kim biliyor? Fransa’da depolanan DNA-numune sayısı 42 bin. Bu numuneler, irili-ufaklı yüzden fazla DNA-bankasının elinde. Bütün dünyada laboratuvarlar, hummalı bir çalışma sürdürüyorlar. Kimin, hangi amaçlı, ne yaptığı da, görünüşte pek belli değil. Bir Fransız genetikçisine göre, "DNA bankacılığı alanında orman kanunu geçerli”.

Fransız genetikçi Axel Kahn’a göre, "gen materyali bugün, uranyum ve petrol gibi, hammadde olarak geçerli. DNA-bankaları, çok pahalı dünya çapında iktisadi bir değer.” DNA’sını belli koşullarda gönüllü olarak veren insanlar, DNA’larının hangi amaçla kullanıldığını bilmiyorlar. Laboratuvarlar, çeşitli araştırma amacı için toplanan DNA numunelerini özel şirketlere, yani DNA bankalarına satıyorlar. Numune verenin bundan haberi olmuyor. Esasen temel araştırma amacıyla kurulan DNA bankaları, amaçlarından sapmışlar ve insanları kandırmayı, kâr amacı gütmeyi esas almışlardır. Bütün dünyada bu türden bankalar, üniversiteler ve özel sektör arasında ve özel işletmelerden özel işletmelere anlaşma konusu oluyorlar. Yapılan, imzalanan anlaşmalar, DNA numunesi hırsızlığından başka bir şey değil.

Belirttiğimiz gibi, hemen hemen bütün teknolojilerde, örneğin nükleer teknolojisinde olduğu gibi, yeni teknolojilerde de kullanım alanı, önce silah üretimi olacaktır. Bu teknolojilerin silah olarak kullanımı, insan neslini yok etme tehlikesini beraberinde getiriyor. Bu teknolojilerin silah olarak kullanılması durumunda insan neslinin yok olma tehlikesi John Leslie’ye göre %30, Ray Kurzweil’e göre de %50.

Özel mülkiyette yeni teknolojinin nihai marifeti, kendini üreteni; insanlığı yok etmek. Sermaye, sahibini yok etme pahasına kendi yasal hareketi doğrultusunda ilerliyor; kâr, daha çok kâr!!

K. Marks, "İktisadi-Felsefi El Yazması”nın (1848) "Para” kısmında şöyle der; "Para ile ödenen ile kendim için elde ettiğim, yani paranın satın alabileceği ne ise, o benim, paranın sahibinin bizzat kendisi. Paranın gücü ne kadar büyükse, benim gücümde o kadar büyüktür. Paranın özellikleri benim -onun sahibinin- özellikleri ve özgücüdür. Ben ne isem ve neye muktedirsem, bu asla kişiliğimle belirlenemez. Çirkinim, ama en güzel kadını satın alabilirim. Öyleyse ben çirkin değilim. Çünkü çirkinliğin etkisi, onun ürkütücü gücü para vasıtasıyla yok olmuştur. Ben -kişiliğime göre ben- topalım, ama para bana 24 ayak kazandırıyor; öyleyse ben topal değilim; ben kötü, şerefsiz, vicdansız, ruhsuz bir insanım, ama para şereflidir, öyleyse sahibi de. Para en büyük değerdir. Öyleyse sahibi de değerlidir... Ben ruhsuzum, ama para bütün şeylerin gerçek ruhudur. Onun sahibi nasıl ruhsuz olabilir? Ayrıca paranın sahibi, zeki insanları satın alabilir ve zeki olanlar üzerine iktidar gücüne sahip olan, zeki olandan daha zeki değil midir?... Öyleyse param, benim bütün acizliğimi tersine çevirmiyor mu?... Kim yiğitliği satın alabiliyorsa o, korkak da olsa yiğittir.” (K. Marks-F. Engels, Toplu Eserleri, Ek Cilt I. Bölüm, s. 564-566)

Yine, teknolojiyi tekelinde/mülkiyetinde tutan burjuvazi, sermayenin sahibi o karanlık güç, bu teknolojilerle neye muktedir olduğunu ve olacağının, sadece, "iyi”, sıradan dünyalı tarafından kabul edilebilir yanlarının propagandasını yapıyor. Paranın gücüyle her şeye muktedir olduğunu sanan burjuvazi, her şeye muktedir olmadığını ve asla da olamayacağını, 20. yüzyılın devrimleri tecrübesinden dolayı da çok iyi biliyor. Burjuvazi, iktidarını; paraya dayanan hakim gücünü devam ettirebilmek için seçkin insan yetiştirmenin teknik yolunu açtığı gibi felsefi izahını da yapıyor.

4- Felsefe ve Yeni Teknolojiler

Yeni teknolojiler, gen tekniği, sadece, din ve bütün varlıkların yaratıcısı tanrı olgusunu tarihin çöplüğüne atmıyor, aynı zamanda gerici, ırkçı faşist felsefi anlayışlara ve bu anlayışların felsefesini yapanlara; burjuvazinin gerici, ırkçı faşist filozoflarına maddi zemin de hazırlamış oluyor. Bunların en tanınmışlarından birisi Peter Sloterdiyk’tir. Bu "bilim adamı” 1999’un Ekim ayında yaptığı bir konuşmada gen tekniğinin başka hangi amaçlar için kullanılabileceğini açıkladı. Konuşmasının içeriğini şöyle özetleyebiliriz: Çağımız başını alıp giden bir barbarlık ve yabancılaşma özelliği taşımaktadır. Aydınlanmacılık ve hümanizm, insanları yabanilikten arındırma, etkisizleştirme misyonunu yerine getirmemiştir. Şayet bu amaca, insanları yabanilikten kurtarma amacına ulaşılmak isteniyorsa, bunu gerçekleştirmek için filozoflardan ve gen teknikerlerinden oluşan bir grup oluşturulmalıdır. Bu grup, bir antrapo (insana ilişkin) teknik hazırlamalıdır. Bu teknik, uygun bireylerin ve cinsi özelliklerin genetik reformu temelindeki seçicilikle (seleksiyon) yeni tipte bir insan yetiştirmelidir/üretmelidir. Bu yeni insan tipi, barbarlık ve yabanilikten arındırılmış olacaktır. Yeni tipten insan üretmek olanaklıdır, çünkü insanın varlığı genetik cinstendir. Bu alandaki yaygın korku, dinsel önyargıya dayanmaktadır. Buna göre, yaradılışa insansal müdahale yapılmamalıdır. Buna karşın, biyolojinin ve tıbbın çoktandır gittiği yoldan kararlıca gidilmelidir. Madem ki gen tekniği ile kanser ve başka hastalıklar iyi edilebiliyorsa, gen yapısında mevcut olan cins (tür) özelliklerini reforme etme yeteneğine sahip olunmalıdır.

P. Sloterdiyk’e göre, "insanlar hayvandır, onlardan bazıları, kendileri gibi olanları yetiştirirlerken, bazıları da yetiştirilirler”. Bu, Nietzsche’nin "insan yetiştiren insan”, "üstün insan-sürü insan” anlayışından farklı değildir.

Konuşmasını, sıradan bir dünyalının anlayamayacağı "açıklanmış özellik planı”, "özgür seçimle doğum”, "doğum öncesi seçim” (seleksiyon) gibi kavramlarla "bilimsel”leştiren bu bay, gen tekniğini, burjuva düzenin kurtarıcısı olarak görüyor. Bu baya göre insansal "yeniden üretimin yetiştirici yönlendirilmesi”, öyle bir devlet adamının eline verilmeli ki o, "ehil olanlarla devleti dokumaya (örmeye -çn) başlamadan önce, ehil olmayan (amaca uygun olmayan -çn) yaratıklarla baş edebilsin”.

Sloterdiyk’in bu devlet adamını tanıyoruz. Bu, Hitler’di. Hitler’in ırkçı/faşist ideolojik adamı da yaşam felsefesinin temsilcisi Alfred Rosenberg’di. Bu Rosenberg’in düşünce babası (atası) da Friedrich Wilhelm Nietzsche’den başkası değildir.

Emperyalist burjuvazinin has adamı Sloterdiyk, gerçekten de nesnel olarak var olan barbarlık ve yabancılaşma gerçeğinden hareket ediyor, bu gerçekliği veri olarak alıyor. Ama önemsiz(!) sayılabilecek(!) birkaç hata (!) yapıyor.

Bu "filozof”, yaşadığımız bu barbarlık ve yabancılaşmanın nedenini maddi-toplumsal ilişkilerde aramıyor. Bu bay açısından kapitalizmde sermaye hareketinin kaçınılmaz amacı olan kârın, daha fazla kârın ve bunun için hırsın; kâr hırsının hiçbir önemi yok. Emperyalizm, faşizm, dünya savaşları, Hiroşima, açlık, sefalet, yüz milyonlarla ifade edilen dünya çapındaki göç hareketi, vs. sanki mevcut barbarlık ve yabancılaşmanın ifadesi değildir. Bu bay, barbarlık ve yabancılaşmanın gerçek nedenini, kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerini dikkatlerden uzak tutmaya, saklamaya özen gösteriyor. Sorunu, salt düşüncede arıyor; aydınlanma ve hümanizm, insanlığı barbarlık ve yabancılaşmadan kurtarma görevini, bu misyonunu yerine getirmemiş! Bundan dolayı da barbarlık ve yabancılaşma varmış!

Aydınlanmacılıktan ve hümanizmden umudunu kesen Sloterdiyk, kurtuluşu zoolojide (hayvan biliminde) arıyor. Sanki insanlık dünyası, hayvanat bahçesi. Aynen Schopenhauer gibi. Bu efendi de tarihi, hayvan biliminin (zoolojinin) devamı olarak anlamak istiyordu. Sloterdiyk ise insanı, sadece biyolojik bir yaratık olarak görüyor. Bu düşünceyi takip edersek, yolumuz, Heidegger’e, Nietzsche’ye kadar uzanıyor. Nietzsche, yaşadığı dönemin sorunları için Sokrates’ten, Hristiyanlıktan bu yana düşünce geleneğini sorumlu tutuyordu. O, Sokrates’ten öncesine giderek, aradaki tarihi yok saymaya çalışıyordu. Hayal dünyasında yaşayıp, rasyonalizmin yerine irrasyonalizmi koyuyordu. Heidegger’de aynı yolun yolcusuydu. Postmodernizm, aydınlatıcılığı yok saymak istiyor. Yani ondan öncesine gitmek istiyor. Katolik teoloji, Luther’dan öncesine gitmek ve Luther sonrasını kabul etmemek istiyor. Ne kadar gerici, faşist düşünce akımı varsa hepsi aydınlatıcılıktan, rasyonalizmden, hümanizmden öncesine kaçmak istiyor. Bu, yani yükselen burjuva döneminden; burjuva tarihsel ilerici gelişmeden ve tabii ki marksizmden kaçıştan başka bir şey değildir. Kaçıyorlar, çünkü yükselen burjuva çağından bu yana, kapitalizmde barbarlık ve yabancılaşmanın gerçek nedenlerini maddi-toplumsal ilişkilerde arayan ve bulan düşünce akımları bu dönemde gelişmiştir ve kapitalizmin, burjuvazinin, tarihsel olarak ömrünü doldurmuş olduğu dönemde de açığa çıkmıştır. Emperyalist burjuvazi öyle şaşkın ki, bugün kendini, düzenini, kapitalizmi kurtarmak için, ‘bilim” adamları vasıtasıyla kendi tarihinin öncesine sığınıyor.

Tarih yeniden başlamalı, bu sefer tam biyolojik olarak, hayvan biliminin devamı olarak başlamalı ve bunun içinde gen tekniği kullanılmalıdır; "zararlı” düşüncelerden arındırılmış, barbarlık ve yabancılaşmadan arındırılmış insan tipleri yetiştirilmelidir. Bunların bir kısmı yönetmekten, ezici çoğunluğu da köle gibi çalışmaktan, biyolojik varlık olarak yaşamaktan başka bir şey yapmamalıdır. Sloterdiyk, düşünce atası Nietzsche gibi düşünüyor. Aynen onun gibi düşünüyor.

Sloterdiyk, doğru söylüyor; kapitalizm, barbarlık ve yabancılaşmadır. Ama insanlığın kapitalizmden ibaret olduğunu, kapitalizm = insanlık olduğunu kim söylüyor? Sloterdiyk!

Bu arada Sloterdiyk, aynen Nietzsche gibi, devrimci düşünceler savunmaktan da (!) geri kalmıyor. O, değişim istiyor. Sadece, açıklamasını yaptığı durum değişimini değil, köklü bir değişim; nesnel koşulların değişimini, maddi değişimi öneriyor. Aynen Nietzsche gibi Sloterdiyk de dünyayı değiştirmek istiyor. Sanki Marks’ın "Feuerbach Üzerine Tezler”inin 11.’sini hatırlamış. Marks bu tezinde "Filozoflar dünyayı sadece farklı biçimlerde açıkladılar, ama esas olan, onu değiştirmektir” diyor.

Tabii ki Sloterdiyk, Marks gibi, dünyanın maddi toplumsal koşullarının; üretim ve mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesini değil, insanın biyolojik öz yapısının değiştirilmesini talep ediyor. Bu da maddi bir değişim değil mi? Bu değişimi felsefe kılığına büründürerek temellendiren, açıklayan Nietzsche ve uygulamaya çalışanlar da Naziler değil miydi? Peki böyle karanlık, evet hayvansal, faşist düşüncelerin babası olan Nietzsche kimdir? Neden bu insan bugünlerde tartışma konusu oluyor?

Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900), Almanya’da en gerici idealist felsefi ve siyasi-sosyal öğretinin önde gelen temsilcisidir. Nietzsche’nin temsil ettiği bu felsefi akım, kapitalizmin çelişkilerinin keskinleştiği bir dönemde oluşmuştur. Almanya’daki toplumsal gelişme sürecini, sınıf mücadelesinin seyrini sürekli izleyen ve inceleyen Nietzsche, sosyalist işçi hareketinin artan gücünden ürkmüştür. Burjuvazi için en büyük tehlikenin nereden geldiğini gören Nietzsche, kılıcını da o yöne sallamaya başlamıştır. Oluşmakta olan tekelci burjuvazinin yeni ihtiyaç ve çabalarını en çıplak bir şekilde ilk kez dile getiren Nietzsche olmuştur. Franz Mehring’in "Nietzsche Üzerine” makalesinde (18 Ocak 1899) belirttiği gibi, Nietzsche’nin felsefesi "büyük kapitalizmin kutsanmasıdır ve o, bu anlamda da büyük bir dinleyici bulmuştur”.

Nietzsche’nin gerici volontarist felsefesinin merkezinde sosyalizme ve proletaryanın sınıf mücadelesine karşı mücadele vardır. O, Marks’tan tek bir satır okumamıştır, (G. Lukacs), ama demokrasi ve sosyalizmin amansız düşmanıdır. Sosyalizme, onun taşıyıcısı olan sosyalist düşünceye, dolayısıyla proletarya ve emekçi yığınlara duyduğu kin sınırsızdır. Onun antihümanizmi bu kin ve nefret üzerine yükselir. Nietzsche nihilistir, varoluşçudur, irrasyonalisttir, agnostikçidir, ırkçıdır. Nietzsche, "üstün ırk” anlayışının kurucusudur. Onun "üstün ırk”ının görevi, hakim sınıfı, "seçkinler”in birliğinde birleştirmektir. Bu "seçkinler”, bütün dünyada yok ediciler olarak yoldadırlar ve kendilerinin iktidar iradesine karşı koyanlara korku saçarlar. Nietzsche’nin sosyolojik düşünceleri, ırkçı fantezilerden oluşmaktadır. Faşist iktidarlar, onun ırkçı fantezilerini gerçekliğe dönüştürmüşlerdir. Nietzsche, sınıf mücadelesini tanır; ama "üstün ırk”ın, "adi ırk”a karşı mücadelesi olarak. Tam da bu anlayışından dolayı o, insanlık tarihini, iki ırk arasında sonsuz mücadele olarak görür; "üstün ırkı” "seçilmişleri”, bunların karşısında "ayak takımı” diye tanımladığı halkı, "güçsüzler”in ırkını oluşturan köleciliği kutsar.

Nietzsche, yeni Avrupa üzerinde hakimiyet kuracak bir kastın, ırkçı temelde yetiştirilmesini kaçınılmaz görmüştür. Avrupa ve bütün dünya üzerinde hakimiyet için büyük savaşların zorunluluğunu vaaz eden, Nietzsche’dir. Aslında o, bu düşünceleriyle "Birleşik Avrupa Devletleri” düşüncesinin sahibidir. O, Avrupa devletlerinin askerileşmesini/silahlanmasını coşkuyla selamlamıştır. Çünkü o, barbarlığın ilkeleri temelinde insanlığın yeniden doğuşu için araç ve proletarya ve emekçi yığınların dizginlenmesini militarizmde görmüştür.

Nietzsche’nin "sınıfsal” ayrımı biyolojiktir. O, toplumu kapitalist sınıf, işçi sınıfı diye ayırmaz. Ayrım, "üstün ırk”-"adi ırk” bazındadır. O, "adi ırk”, "ayak takımı” hakkında şunları söyler;

"Yaşam, zevkin kaynadığıdır; ama ayak takımının da içtiği her kuyu zehirlenir. Pişmiş kelle gibi sırıtan ağızları görmek istemiyorum... onlar, kirli rüyalarını zevk diye isimlendirdiklerinde kelimeyi de kirlettiler... Yaşama sırt çevirenler, ayak takımına sırt çeviriyorlardı. Onlar, ... kuyuyu ve verimi ayak takımıyla paylaşmak istemiyorlardı” (“Also Sprach Zarathustra”dan).

Nietzsche; insanları "pis kalabalık” olarak görür. Öyle ki, ari, katışıksız Alman ırkından olan "üstün insanı” da, "sarışın canavar” olarak tanımlar. Nietzsche, insan düşmanıdır. Ama en çok da emekçilerin düşmanıdır. Nietzsche’ye göre "üstün insan”, sayısal olarak azdır. "Ayak takımı” ise sayısal olarak çoktur. "Ayak takımı”, yani halk, emekçi yığınlar en kötü özelliklere sahiptir.

Nietzsche, bu "ayak takımı”nın çıkarlarını savunanlara, düzene, sömürgeye karşı olanlara; demokratlara, ilericilere, devrimcilere sonsuz korkunç nefret ve kin duyar. Bunlara hitap ederek, "hey eşitlik vaazı verenler,... sizler benim için zehirli büyük tarantula örümceğisiniz, inkarcısınız” der ("Also Sprach Zarathustra”dan).

Nietzsche, emperyalist (burjuva) ideolojisinin en önemli atalarından birisidir, onun çizgisini sürdüren ve uygulayan Alman faşizminin/ırkçılığının baş temsilcileri A. Rosenberg’dir. Emperyalizme geçiş döneminin sorunlarından hareketle birçok düşünceyi ortaya atan Nietzsche’nin bu düşünceleri, kendinden sonraki filozoflar ve iktidarlar tarafından çarpıtılmamış, kötüye kullanılmamıştır. Tam tersine onun ham düşünceleri, faşizmin felsefi, sosyolojik ideologları tarafından geliştirilmiştir. Nietzsche’nin felsefesi, faşist ideolojinin en temel/önemli kaynaklarından birisidir.

Teorik bilimler alanında, özellikle felsefede ve ekonomide, aydınlatıcı devrimci burjuva ideolojisinin çöküşü, genel anlamda ifade edersek 1848 devrimiyle başlamıştır. Ricardo okulunun (burjuva ekonomisi) çözülüşünden (19. yüzyılın ‘20’lı yılları) ve Hegelciliğin (burjuva felsefesi) çözülüşünden (19. Yüzyılın, 30‘lu ve 40‘lı yılları) bu yana burjuva ideolojisi, bu alanlarda yeni, orijinal, ileriye dönük bir şey ortaya çıkartamamıştır. Burjuva felsefesi ve ekonomi alanlarında ortaya çıkanlar, kapitalizmin koşulsuz savunucuları olmaktan başka bir özelliğe sahip değillerdi. Bu dönemde yükselen marksizmdi, işçi sınıfının düşünce, örgütlenme ve mücadele hareketliliğiydi. Toplumu etkileyen, giderek saran ve sarsan ideoloji, artık Marksizm olmaya başlamıştı. Yükseliş döneminde feodal-mutlakiyetçi sisteme karşı mücadeleyi esas alan burjuva ideolojisi, silahını artık marksizme çevirmişti. Proletaryanın dünya görüşü, Marksizm, burjuvazinin temel düşmanı olmuştu. Düşünce, ideoloji alanında mücadele, gericileşen burjuva ideolojisiyle, felsefesiyle, geleceği temsil eden diyalektik ve tarihsel materyalizm; Marksist felsefe arasındaydı. Taraflar; sınıflar, her alanda savaşıyor, mücadele ediyorlardı. Felsefe alanında burjuvazi, Nietzsche’yi ortaya çıkardı. Nietzsche, daha baştan katışıksız demokrasi ve sosyalizm düşmanı bir felsefi düşünce geliştirdi.

Felsefe tarihinin ender eklektikçilerinden birisi olan Nietzsche, düşüncesiyle insanlık suçu işlemiş bir alçaktır.

Böyle birisini kim savunabilir? Varoluşçular, nihilistler, irrasyonalistler, ırkçılar, agnostikçiler, eklektikçiler; bir bütün olarak en gerici, ırkçı faşist ideolojinin savunucuları Nietzsche’yi baş tacı yapıyorlar. Bunun ötesinde aklı bir karış yukarıda olan bir kısım varoluşçular, küçük burjuva soytarı ve avanak takımı, Lenin’in deyimiyle filistenler (küçük burjuva aklı kıtlar, darkafalılar, ahmaklar) Nietzsche’de bir şekilde ilericilik görebiliyorlar ve onu, düşünceleri faşizm tarafından kullanılmış ve dolayısıyla haksızlığa uğramış bir filozof olarak korumaya alıyorlar. Ama Nietzsche, Rosenberg’ler tarafından yaşatıldı; geliştirildi, uygulandı ve şimdi de Sloterdiyk’ler tarafından yaşatılıyor, geliştiriliyor ve düşünceleri uygulanmalıdır deniyor. Sloterdiyk’ler kılığında Nietzsche’nin ırkçı düşüncelerini uygulamasının zorluklarını bilimsel-teknik devrimin kazanımları, yani yeni teknolojiler daha da olanaklı kılıyor. Alman faşistlerinin "ayak takımı” üzerinde yaptıkları denemelere de pek gerek kalmadı. "Üstün insan”, "üstün ırk” yetiştirmek için, geriye kalanları köleliğe mahkum etmek için, teknik olanaklara sahipler. Büyük sermayenin, "büyük kapitalizm”in; emperyalizmin yıkılan dünyasını kurtarmak için Nietzsche de bunu istemiyor muydu?

Öyleyse:
Bu teknoloji, felsefede gericiliği ve ırkçılığı körüklemektedir ve burjuvazi, iktidarını devam ettirmek için, bu teknolojiyi felsefe alanında da kullanacaktır.

Marksizmin, Marksist felsefenin çürüttüğü ve tarihin çöplüğüne attığı birtakım burjuva akımlara gün doğdu. İnsanı, salt doğa yaratığı, yani salt biyolojik bir yaratık olarak gören antropologizm, insan toplumunu ve gelişmesini biyolojik faktörlerde ve yasallıklarda arayan biyolojizm, bunun türleri olan sosyal-darvinizim, maltusçuluk, yeni bir bahar yaşayacaklar. Irkçılık teorisinin savunucularının eline yeni fırsatlar geçecek. Nietzsche ve öğrencilerine; bütün "üstün insan-sürü insan” savunucularına, "sürü” ve "ayak takımı” diye tanımlayarak nefret ettikleri emekçi yığınları "gütmek” için seçkin insana ihtiyaç vardır diyenlere gün doğdu. Irkçılığın bu felsefi babasının takipçilerine iş düştü. Düşünce ve eylemde insanlık suçu işlemiş bu felsefi akımların kurucuları ve savunucuları, başta da Nietzsche ve öğrencileri, bir noktada yanılıyorlar; Homo sapiens, salt biyolojik bir varlık değildir. Onun fiziki/biyolojik varlığı, insan oluşumunun bir önkoşuludur. Diğer önkoşulu ise, homo sapiens’in toplumsal bir varlık oluşudur. Bu insanlık düşmanları, insanın toplumsal bir varlık olduğunu inkar ediyorlar. İnsanı, insan yapan, iştir/çalışmadır, onun bilinçlenmesidir. Günümüzden 2,5 milyon-700 bin yıl önce eline sopa alabilen Australopithecus Africanus, ancak 800 bin-250 bin yıl önce Homo Erectus gelişme seviyesine gelebilmiştir. Homo erectus, insan olma evriminde ilk temsilcimizdi. O günden bugüne geçen süreç, muazzam bir bilinçlenme, toplumsallaşma sürecidir. Reddedilmek istenen tam da bu süreçtir; Nietzsche ve öğrencileri (faşistler, ırkçılar), nefret ettikleri, aşağıladıkları, sürü olarak gördükleri yığınların; işçi sınıfı ve emekçilerin, sömürü düzenini yıkmak için sürdürdükleri mücadeleleri ile salt bir biyolojik varlık olmadıklarını ortaya koymalarını, tarih yapıyor olmalarını ve o uzun oluşum sürecinin bir ürünü olduklarını anlamak istemiyorlar.

Nietzsche‘nin öğrencileri iş başında. Ama işleri kolay değil. Toplumu bunların barbarlığına terk etmeyecek, insan yaşamını zoolojik yaşama, biyolojik yaşama indirgemeyecek güçler vardır. 21. yüzyıl bu tarihsel hesaplaşmanın yüzyılı olacaktır.

5- Karanlığa, Barbarlığa, Köleleştirmeye Karşı Yegane Kurtuluş Yolu: Mücadele

Nietzsche, Rosenberg, Sloterdiyk gibilerinin karanlık düşüncelerinin, insanlık düşmanı anlayışlarının felsefi ve biyolojik olarak tutarlı bir yanı yoktur. Felsefi açıdan bunlar, insanı salt bir biyolojik yaratık olarak görüyorlar ve insanı, insan yapan, hayvanlar aleminden ayıran esas yanı; sosyal yanı göz ardı ediyorlar. İnsanın bireysel yetenekleri; eksikliği veya üstün yanı, saldırganlığı, faşistliği veya devrimciliği biyolojik kalıntılarıyla açıklanamaz. Diyelim ki, kişi, bireysel olarak biyolojik kalıntısından, DNA’sından dolayı saldırgan. Peki devletin saldırganlığı ne olacak? Devletin biyolojik kalıntısı, onu saldırgan yapan DNA’sı var mı? Yok. Ama onun, kapitalist devletin toplumsal ekonomik koşullandırılmış "biyolojik” kalıntısı, DNA’sı var. Bu iki saldırganlık arasında Nietzsche de farklı görmez.

Biyolojik olarak istenilen insanın yetiştirilmesi, üretilmesi için kat edilmesi gereken yol var. Ama bunun temellerinin atılmasını sağlayan bilgi-teknik de mevcut.

Devasa boyutlarda gelişmiş yeni nitel maddi ve entelektüel üretici güçlerle karşı karşıyayız. Bu bizim dışımızda değil. Bütün sorun, ne yapabiliriz de düğümleniyor. Kamuoyu korkusundan dolayı burjuvazi bilimin “kötü”ye kullanılmasını engellemek için etkili yasaların yeterli olacağını savunuyor. Aslında bu, üretici güçlerin gelişmesini yasayla engellemeye çalışmaktan başka bir anlam taşımaz. Engellenmesi gereken, bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının kötüye kullanılmasıdır. Yani yeni teknolojilerin, üretici güçlerin, kâr amacı için kullanılmalarının engellenmesidir. Tabii ki burjuvaziden, teknolojinin kâr amacı için kullanılmasını engelleyen yasa beklemek ne kadar nesnel ise, onun sosyalist devrim için mücadele edeceğine inanmak da o kadar nesnel olur. Bu olmaz. Burjuvazi, teknolojiyi, rekabetten ve son kertede de azami kârdan dolayı geliştiriyor. O, bu amaçla devasa boyutlarda sermayeyi araştırmaya yatırıyor.

Öyleyse yasalarla, olmayacak yasaklamayla üstesinden gelinmeyecek bir durumla karşı karşıyayız.

Sorunun boyutu, hormonlu domatese, genetik değişime uğratılmış soya fasulyesine, mısıra vb. karşı tepki ve mücadele ile sınırlandırılamaz. Burjuvazi, bu üretim maddelerinin hormonlu, genetik değişime uğratılmış olup olmadıklarını etiketlerle tüketiciye açıklıyor. İsteyen alır, istemeyen almaz diyerek, sorunu kapatıyor. Şüphesiz ki, buradaki tepki küçümsenemez. Duyarlı tüketicinin ve üreticinin çabaları kısmen de olsa boşa gitmemiş, bu türden mücadeleler için sayısız örgütlenmelere gidilmiştir. Gen tekniğinin kazanımları, salt bunlarla sınırlı olsa bunun üstesinden gelmek o kadar zor olmaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, burjuva üretim ilişkileri içinde yeni teknolojiler, insanlık neslini yok edecek kapasitede tehlikelere yol açıyor. Önemli olan, bunu engellemektir. Koyunu kopyalayan anlayışın, insanı kopyalamayacağını kim söyleyebilir ki? Hangi yasa bunu engelleyebilir? Kim, hangi yasayla bir gözü sarı, bir gözü kırmızı, bir kolu uzun, bir kolu kısa güzel-çirkin, güçlü-zayıf vb. biyolojik özellikler gösteren insanların üretilmesini; genetik yapıya müdahale ile insanın biyolojik-zoolojik yaşama itilmesini engelleyebilir? Burjuvazi, kâr ve azami kâr uğruna her şeyi yapar. "Kapital"den aktardığımız anlayışa bir daha bakalım: Sermaye yüzde 100 kârla bütün insani yasaları ayaklar altına alır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler.

Burjuvazi yeni teknolojilerle kâr, azami kâr uğruna kendini astıracak ve insanlığı yok edecek adımlar atmıyor mu? Atıyor. Bu adımları, bırakalım 21. yüzyılın teknolojilerini, 20. yüzyılın teknolojisiyle; nükleer, kimyasal, biyolojik silah üretimiyle atmadı mı? Attı.

Yine Marks’tan aktardığımız "para”nın gücüne ve "güzel”liğine bir daha bakalım. Burjuvazi, parasının gücüyle bilimsel-teknik devrinin kazanımlarını azami kâr getiren ve insanlık neslini yok etme tehlikesi içeren alanlarda kullanmıyor mu ve bunu da devasa propaganda gücüne; yine parasının gücüne dayanarak insanlığa hizmet olarak açıklamıyor mu? Burjuvazi istiyor ki, milyarlarca dünyalı her parlayanın altın olduğunu sansın? Yani o, azami kâr elde ederken, yok oluşa boyun eğsin.

Burjuvazi de olsa insan, bu denli kötü niyetli olabilir mi diye sorabilir. Ama sorun iyi veya kötü olma sorunu değil ki. İnsan olarak bir burjuva, bir kapitalist "iyi” niyetli olabilir, insancıl olabilir. Yani onun geni; DNA’sı "iyi niyet” özellikleri taşıyabilir. Ama onu "iyi niyetli” yapan veya canavarlaştıran DNA’sı değildir. Sahip olduğu sermayedir. Sermaye hareketi, nesnel bir harekettir. Sermaye, sahibinin genetik özelliklerine, DNA’sına göre hareket etmez. Tam tersine, sermayenin sahibi, sermayesinin "genetik” özelliklerine; DNA’sına göre hareket etmek zorundadır. Sermayenin genetik yapısını ise, sürekli kâr ve azami kâr dürtüsünü ifade eder. Yön veren kapitalist değil, sermayedir. Ve kapitalist, kapitalist olarak kalmak istiyorsa, sermayenin genetik yapısının emirlerini yerine getirmek zorundadır. Biz burada kapitalizmi bir sermaye ve kapitalist sınıfı da bir kapitaliste indirgedik.

Öyleyse, burjuvazinin iyi niyetine hitap etmenin de bir anlamı yok.

Neye karşı olamayız? Üretici güçlerin gelişmesine, teknolojinin gelişmesine, bir bütün olarak bilimsel-teknik devrime karşı olamayız. Buna karşı olmak, buz devri insanları, inlerde yaşayan ilkel insanlar olmak anlamına gelir. Stalin "Marksizm ve Dil Biliminin Sorunları” yapıtında şöyle der;

"Bir zamanlar bizde ‘Marksistler’ vardı. Onlar ülkemizde Ekim Devrimi’nden sonra geriye kalmış olan demiryollarının burjuva demiryolları olduklarını, onları kullanmanın Marksistlerin işi olamayacağını, sökülüp atılmalarının ve yeni ‘proleter’ demiryollarının inşa edilmesinin gerekli olduğunu savunuyorlardı. Onlara ‘trogloditler’ (buz devri insanları, inlerde yaşayan ilkel insanlar -çn) takma adı verildi.” (Stalin, C. 15, s. 209 Alm.)

Ayrıca, bir yandan sosyalizmin maddi hazırlığının kapitalizmdeki üretici güçlerin gelişme derecesiyle ölçülür olduğunu savunurken, diğer taraftan da bu hazırlığın unsuru olan teknolojinin gelişmesine karşı olunamaz. Uzatmayalım: Teknolojiye, bilimsel-teknik devrime karşı olmak "genetik” olarak geri zekalı olmak anlamına gelir.

Öyleyse neye karşı olmalıyız?

Makinaların, demiryollarının, fabrikaların, bir bütün olarak teknolojinin ve kazanımlarının sınıfı yoktur. Bunlar, hangi sınıfın elindeyseler, o sınıfı hizmet ederler. Dolayısıyla ve Stalin’in belirtiği gibi, "troglodit” değilsek, bilime ve makinalara; üretim aletlerine karşı olamayız. Karşı olmamız gereken, kapitalist üretim ilişkileridir, burjuva mülkiyettir. Önemli olan, üretim araçlarının burjuva mülkiyetini yok etmektir. Teknolojinin, insanlığı yok edici kullanımını engellemenin yegane yolu, teknolojiye karşı mücadele değil, onun kapitalist mülkiyetine karşı mücadeledir. Bu bir devrim sorunudur.

Devrimle yıkılacak olan, kapitalist üretim/mülkiyet ilişkileridir. Ekonomik yapıdır. Ekonomik yapıdır, çünkü bu yapı, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerine göre şekillenmiştir? Yıkılanın içinde üretici güçler ve özellikle de üretim araçları yoktur. Devrimin amacı, hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında, "yardımıyla maddi varlıkların üretildiği üretim aletlerini, bu aletleri harekete geçiren ve belirli bir üretim deneyimi ve iş becerisi sayesinde maddi varlıkların üretimini gerçekleştiren insanları, toplumun temel üretici güçlerini, yani işçileri ve emekçileri” yıkmak, yok etmek olamaz. Kapitalist düzeni yıkmak isteyen zaten bu insan gücüdür. Üretici güçlerin insansal unsurudur. Üretici güçlerin diğer bölümünü oluşturan üretim araçları (makinalar, teknolojinin kazanımları vs.) hangi sınıfın mülkiyetindeyseler, o sınıfa hizmet ederler. Dolayısıyla bunlar, "troglodit” değilsek, yıkılmazlar, yok edilmezler, devralınırlar ve "iktidara gelen sınıfın hizmetine girerler”. Stalin, adı geçen yapıtında konuya ilişkin olarak şöyle der;

"...Üst yapıdan temelden ayrılan dil, üretim aletlerinden, diyelim ki makinalardan (temelden ayrılmaz); makinalar, keza dil gibi, sınıflar karşısında kayıtsızdırlar. Dil gibi hem kapitalist, hem de sosyalist toplum düzenine aynı tarzda hizmet edebilirler.” (C. 15, s. 197, Alm.)

Sorunu bu boyuta taşımamız yersiz değil. Kapitalizme karşı mücadelenin bu alanında; teknoloji alanında kafaların karışık olmadığını iddia edemeyiz. Bu alanda ‘kahrolsun’ edebiyatı da geçerli değil. Bu alanda işçi sınıfı, köylü de yok. Bu alan, bilimsel-teknik devrim alanı; teknoloji sorunu alanı. Sorunu kavramayanlar, teknolojinin kendisini sorguluyorlar veya sorgulayacak duruma düşüyorlar. Aynen kapitalizmin ilk dönemlerinde; makinalı büyük üretimin başlangıç döneminde İngiltere’de işçilerin, işsizliğin nedeni olarak makinaları görmeleri ve onlara saldırmaları gibi bir durumla karşı karşıyayız.

Öyleyse Nietzsche’lere, Rosenberg’lere, Sloterdiyk’lere karşı mücadelede; ırkçılığa, gen ve DNA manipülasyonuna karşı mücadelede; insanlığı biyolojik-zoolojik yaşama mahkum etmeyi hedefleyen düşüncelere karşı mücadelede hedef, teknoloji, bilimsel-teknik devrim, gen tekniği, robotik ve nano tekniği gibi 21. yüzyılın teknolojileri olamaz. Mücadelemiz, bu teknolojilerin kapitalist/burjuva mülkiyetine karşı olmak zorundadır.

Şüphesiz ki toplumun bütün kesimleri, teknolojinin kâr amaçlı kullanılmasından doğan sorunlara karşı mücadeleyi, bizim gibi; komünistlerin anladığı mücadele gibi algılamıyorlar.

Ancak işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, nihai çözümü kapitalist üretim ilişkilerinin yıkılmasında; devrimde görürler. Ama toplumda başka sosyal tabakalar da var. Bunlar, sorunun çözümünü yasal tedbirlerde ararlar. Bunlar, sorunun yasal tedbirlerle ortadan kaldırılamayacağını kavramıyorlar, ama tehlikenin büyüklüğünü, korkunçluğunu pekala görüyorlar. Bunlardan birisi de yeni teknolojilerin geliştirilmesine katkıda bulunan Amerikalı bilim adamı B. Joy’dur. (Yeni teknolojiler üzerine verileri onun bir makalesinden aldık). Bu kişi, bir burjuva bilim adamı ve aynı zamanda müteşebbis olarak, bu teknolojilerin nasıl kötüye kullanılabileceğini görüyor ve buna karşı mücadelede bilim çevresindeki umursamazlıktan yakınıyor. Bu teknolojileri geliştirenler arasında duyarlı insanların çıkması sevindiricidir.

Esas sorun, bu alandaki umursamazlığa ve bilgisizliğe karşı aydınlatma mücadelesinde. Teknolojinin "kötü”ye kullanılması bütün insanlığı ilgilendiriyor. Ama bütün insanlığın bu konuda aydınlatılmamış olması da bir gerçek. Teknolojinin "kötü”ye kullanılmasına karşı mücadelede pasif kalmamak gerekir. Bu amaçlı örgütlenmelerde inisiyatiflerde yer almak, nihai çözümün yolunu göstermek gerekir.

İnsanlığın geleceğini doğrudan ilgilendiren bu sorun karşısında kayıtsız kalmak, kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkileri karşısında kayıtsız kalmak anlamına gelir.

Teoride Doğrultu, Sayı 1, Temmuz-Ağustos 2000.