deneme

27 Eylül 2000 Çarşamba

IMF-DÜNYA BANKASI PRAG ZİRVESİ

IMF (Uluslar Arası Para Fonu) ve Dünya Bankası (DB), 1944’te Amerikan emperyalizminin yönlendirmesiyle, sermaye ihracının teşviki için uluslar arası kurumlar olarak kuruldular. BM’in kurulmasıyla bu iki kurum, onun özel örgütleri statüsünü aldılar. Yani BM’e bağımlı organlar oldular.
IMF’nin temel görevi, uluslar arası ödeme dengesinin devamını sağlamak. DB’nın temel görevi de sermaye ihracını teşvik etmek için kredi sağlamak.
IMF’ye üye olan ülke sayısı 182. Bu örgütün politikasını belirleyen konseyde üye her ülkenin bir temsilcisi bulunur. Ama oy sayısı, her bir üye ülkenin örgüte mali katkısına göre değişir. Emperyalist ülkelerin mali katkısı belirleyici olduğu için IMF’de oyların yüzde 60’dan fazlasına sahipler. Emperyalist ülkelerin DB’ndaki oy potansiyeli de yüzde 50’dir ve orada da belirleyici konumdalar.
Bu her iki kurum, emperyalist ülkelerin çıkarlarını savunan veya emperyalist çıkarların politikasını belirleyen ve uygulatan kurumlardır.
IMF ve DB, temel görevlerini yerine getirmede hiçbir dönem başarılı olamamışlardır. Başarılı olma olanakları da yok. IMF’nin “yardım”ı ve DB’nın kredi koşulu, “yardım” ve kredi alan ülkeleri; emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeleri ekonomik sorunlarından kurtaramamıştır. Bu örgütlerin böyle bir amacı da yoktur. Sadece ve sadece bu ülkelerin, verilen kredileri, borçlarını yeniden ve sürekli ödeyebilecek duruma gelmelerini sağlamaktır. IMF ve DB’nın faaliyetinin içeriği, emperyalizme bağımlılığı kapsamlaştırmış ve derinleştirmiştir. Bu iki örgütün esas amacı budur.
IMF ve DB, bağımlı ülkelerin talanında “ince ayar” yapmakla sorumludurlar. Öyle bir ayar yapacaksın ki, mali “yardım” ve kredi alan ülkelerde ekonomi çökmesin; ödeyememe sorunu patlak vermesin; bütün kaynaklar emperyalist çıkarlara sunulsun.
Bu her bir kurumun tarihindeki müdahalelere baktığımızda bunu görmekteyiz. En güncel ve bizi doğrudan ilgilendiren örneği Türkiye ile ilişkileridir. Türkiye ekonomisini “ince ayar”la yöneten IMF ve bu “ince ayar”ı, verilen mali “yardım” ve krediler geri ödenebilsin diye yapıyor. Bu düzenleme, ekonomiye ve toplumsal yaşama kapsamlı ve derin müdahaleleri beraberinde getiriyor. Denen şu: İç pazarı (ulusal pazarı) yabancı sermayeye tamamen açın. Korumacılık kaldırılsın. Yabancı sermayenin hareketi hiçbir şekilde yasalarla sınırlandırılmasın, yani istediği yerde ve sektörde istediği gibi yatırım yapabilsin. Emekçi yığınlardan vergi adı altında alınan paralarla kurulan devlet işletmeleri –bunların hepsi halka aittir ve her biri birer ulusal zenginliktir- özelleştirilsin ve yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilsin. IMF ve DB’ndan mali “yardım” ve kredi almak isteyen bütün bağımlı ve yeni sömürge ülkelere dayatılan koşullar böyle. IMF bunu “Yapısal Uyumluluk Programı” (YUP) diye allayıp-pulluyor. Her bir ülkeye sunulan YUP, o ülkenin nesnel koşulları; ekonomisinin durumu/gücü ve kamuoyunun dinamikliliği göz önünde tutularak hazırlanıyor. YUP’lar, görünüşte ne denli farklı olurlarsa olsunlar, öz itibariyle aynıdırlar; bütçeye müdahale, iç pazarı yönlendirme, yabancı sermayenin istediği koşulları dayatma, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi vs. Bu koşullar bazen, örneğin Türkiye’de olduğu gibi, enflasyonla mücadeleye büründürülürler; bazen, örneğin Asya krizinde olduğu gibi Güney Kore’ye, Endonezya’ya, Rusya’ya mali destek biçimi alırlar. Bazı ülkelerde de petrol ve önemli madenler üzerine oynanır. Hepsinin üstüne de bir “küreselleşme” yaftası geçirilir, ama sonuç değişmez: itfaiyeci olarak giden IMF ve DB, kundakçı olarak açığa çıkar.
“Yoksulluğun yok edilmesi”, “yapısal uyum”, “etkili gelişme”, “iyi hükümet politikası” vb. IMF ve DB’nın her dönem değişmeyen sloganları olmuştur. Ama her dönem farklı biçimlerde –dönemin sorunlarına tekabül eden- hazırlanan ve dayatılan programlar başarısız kalmıştır. Bunun son örneği borçlanma sorunuyla ilgili programlardır; 1998’den beri IMF ve DB’nın gündeminde birinci sırada yer alan borçlanma sorunudur. Almanya’daki, ABD’deki zirvelerde aynı sorun ele alındı. Prag’da da aynı sorun; en fakir ülkelerin borçtan kurtarılmaları, merkezi tartışma konusu olacaktı, ama olmadı.
‘80’li yılların başından buyana bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin çoğu, borçlarını ödeyemeyeceklerini açıkladı. Bunun üzerine IMF ve DB’nın, bu ülkeleri, borçlarını ödeyebilecek duruma getirmek için “operasyonlar”ı çeşitli biçimlerde başlatıldı; bir düzine yeni borç ödeme modelleri geliştirildi ve uygulandı. Borç tahvil yöntemleri, kısmi borç silmeler birbirini kovaladı. Ama bu ülkelerin borç miktarı azalmadı, tam tersine giderek arttı. Bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin borç miktarı 1980’den 2000 yılına 2 400 milyar dolara çıktı. Bu miktar içinde faizlerin payı oldukça büyük. Örneğin Brezilya'’ın 1970'’en 1986'’a borç miktarı 153 milyar dolardı. Bunun 89 milyar dolarlık kısmı sadece faizlerden oluşuyordu. Bütün bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde borç sarmalı böyle devam ediyor.
Önce, bu sorunu Prag’da bir daha/yeniden ele alacağız açıklaması yapıldı, ama daha sorunu ele almadan niyetler de açıklandı; IMF, Amerikan Maliye Bakanının isteği üzerine faizlerin arttırılması ve kredi vadelerinin kısaltılması kararını aldı. Böylece zirvenin ana teması bir kenara itildi veya borçlanma sorununa bakışta hiçbir değişmenin olmadığı sergilendi.
Daha önce toplanan G-7’lerin maliye bakanları, borçlanma, yoksulluğa karşı mücadele vb. gibi temel gündem konularını bir kenara iterek, iki güncel sorunu ön plana çıkardılar. Petrol fiyatlarındaki artış ve Euro’nun önlenemeyen değer kaybı. Emperyalist ülkeler, özellikle de G-7’ler, IMF’yi, petrol üreten ülkeleri, petrol fiyatlarını düşürmeleri için bir baskı aracı olarak kullandılar. ABD’yi, DB, IMF gibi uluslar arası kurumları kendi çıkarı için kullanıyor diye eleştiren bakının emperyalist ülkeleri, bu sefer Prag’da IMF’yi baskı aracı olarak kullanmada ABD ile yarıştılar. IMF’nin, DB’nın eksiklikleri, sorunları ve zirvenin temel sorunu, zirve öncesi gündemleştirilen bütün bunlar, petrol fiyatlarının düşürülmesi için baskının gerisinde kaldı. Emperyalist ülkeler, petrol fiyatının neden olduğu telaş ve gelişen eylemlerin verdiği kaygı içindeydiler. Euro’nun değer kaybı ve petrol fiyatları, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleştiğini ve Prag’da kendi çıkarlarının peşinde olduklarını ve bu nedenle de IMF gibi uluslar arası ortak kurumlarını yeniden yapılandırmaya pek eğilimlerinin olmadığını gösterdiler. Kendi gündemlerine adeta darbe yapılar. Emperyalist ülkeler arasındaki çekişmeyi izleyen bağımlı ve yeni sömürge ülke temsilcileri, esas gündem üzerine bir hatırlatma dahi yapamadılar. Borcu silmek talidir, pazarlarınızı bize de açın, bize ulusal pazarlarınızı açın diye dayatıyorsunuz, siz neden pazarlarınızı bize açmıyorsunuz diyemediler.
IMF ve DB’nın 55. Zirvesinde, Prag’daki bu toplantıda dünya ekonomisinin acil sorunlarına cevap alınacağını umanlar, böyle bir beklenti içinde olanlar bir kez daha yanıldılar.
IMF ve DB, gittikleri her yerde öfke ve şiddetli protestolarla karşılanıyorlar. Geniş yığınlar, bu kurumların emperyalistlerin çıkarlarını savunduklarını, bu kurumların talan, sefalet, özelleştirme, işsizlik olduğunu, emperyalizmin bu kurumlarda somutlaştığını çok iyi biliyorlar. Bundan dolayıdır ki Seattle’de, Washinton’da, Davos’ta ve son olarak da Prag’da hak ettikleri gibi karşılandılar.
Toplantının ilk gününde yapılan açılış konuşmalarında Çek Cumhurbaşkanı Havel, IMF Başkanı Köhler ve DB Başkanı Wolfensohn, dünya çapındaki yoksulluk üzerine üzüntülerini, bu yoksulluğa karşı mücadele edilmesi gerektiğini ve her iki örgütün de yoksulluğa ve gelir dağılımındaki eşitsizliğe karşı mücadelede yeniden ve etkili yapılanmaları gerektiği üzerine görüşlerini açıklarlarken dışarıda üç kolda başlatılan gösterilerde on binlerce protestocu, bu her iki örgütün kapatılmasını talep ederek gösteriye başlamışlardı. Dünyanın hemen her yerinden gelen göstericiler; işçiler, öğrenciler, köylüler, sendikacılar, kadın grupları, etnik azınlık temsilcileri, barış için inisiyatif grupları, çevreciler; pasifistler, anarşistler, troçkistler, Maocular, demokratlar, antiemperyalistler, devrimciler ve komünistler, yoksulluğun sorumlusu olan emperyalizmi, tekelci sermayenin kurumları olan IMF ve DB’nı mahkûm ediyorlardı. Üniformalı 11 bin Çek polisi, göstericileri toplantı salonuna yaklaştırmamak için saldırmakta geç kalmadı. Göz yaşantıcı bombalar, tazyikli su, jop, yerde sürüme, dayak protestocuların direncini kıramadı ve protestocuların cevabı da polisin şiddetinden geri kalmadı. Polis, teknik ve sayı üstünlüğünden dolayı toplantı salonunun işgalini engelleyebildi. Ama bütün dünya, Seattle’den, Washington’dan, Davos’tan sonra Prag’da da emperyalizme karşı mücadelenin giderek şiddetlendiğini ve uluslar arası karakter taşıdığını gördü. Prag’daki mücadele –pasif veya militan- bir antiemperyalist mücadeledir. Bu mücadelenin can alıcı zayıf yönü, devrimci önderlikten yoksun olması ve yığınlardan kopuk unsurların grupsal eylemine dönüşmesidir.

20 Eylül 2000 Çarşamba

AKAR YAKITTA FİYAT ARTIŞI VE KİTLESEL EYLEMLER


 
Eylül ayının ikinci yarısında Avrupa karıştı. Petrol fiyatındaki artış, benzin ve başka akar yakıt fiyatlarına da yansıdı. Olağanüstü fiyat artışı, geniş tüketici yığınlar tarafından şiddetle protesto edildi. Belçika ve Fransa’da kamyon sahipleri ve köylülerin başlattıkları eylemler, diğer ülkelerde de yayıldı ve motorize araçlardan oluşturulan barikatlar, karayolu ulaşımını felç etti.

Petrol fiyatları neden arttı? Uluslar arası ticarette bir baril (159 litre) ham petrol bugünlerde 33 dolar üzerinde işlem görüyor. 1999’un başlarında ise 159 litre ham petrolün fiyatı yaklaşık 10 dolardı. Yani son on sene içinde petrolün fiyatı 33 dolardan 10 dolara düşmüştü.
Benzin fiyatlarının artırılması, esas itibariyle, petrol üreten ülkelerde üretimin azalmasına bağlanıyor. Bu savın gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü söz konusu bu dönemde petrol üreten ülkelerde üretim düşüşü olmadı.

Petrol üreten ülkeler, burada söz konusu olan çoğunlukla OPEC-ülkeleri, petrol üretimi kapasitesi ve fiyat oluşumunda öyle pek etkili değiller. Çünkü petrol üretimi ve petrol ürünleri, çok uluslu şirketlerin tekelinde. Öyleyse fiyatlar neden arttı? Açık ki çok uluslu tekeller, spekülatif ticarete ve mevcut stokların tüketilmesine dayanarak fiyatların yükseltilmesini sağladılar. Bu tekellerin beklentileri, sadece, güncel fiyat artışıyla yetinmekle sınırlı değil. Bugünkü kargaşa ve oldu-bittiyle elde edilen fiyatlar, gelecekteki fiyat artışları için çıkış noktasını oluşturacaktır.

Petrol tekellerinin sadece 2000 yılının ilk yarısında elde ettikleri kar, devasa boyutta. Örneğin Fransız petrol tekeli Total/Fina/Elf’in bu yılın ilk altı ayında safi karı yüzde 165 oranında artarak 3,4 milyar euro’ya çıktı. BP Amaco’nun karı ise yüzde 256 oranında arttı. Hal böyle olmasına rağmen petrol tekelleri, fiyat artışlarının, örneğin benzin fiyatındaki artışların esas suçlusu olarak petrol üreten ülkeleri, bazen de dolar karşısında euro’nun değer kaybetmesini gösteriyorlar. Yani suçlu, başka yerde aranıyor. Oysa bunun suçlusu, petrol tekelleri ve onların devletleridir.
Fiyatların bu mevsimde artırılmasının başka bir nedeni daha var; kış mevsimi geliyor. Isınma sorunu, çoğunlukla petrol ürünleriyle hallediliyor. Donmak, üşümek istemeyen, ısınmak için petrol ürünlerini enerji olarak kullanmak zorunda. Fiyatlar ne kadar artarsa artsın bu ürünler satılacak ve enerji olarak tüketilecek. Sorunun bu yönü de bilindiği için, tekeller, fiyat artışlarının zamanlamasını çok iyi yaptılar.

Petrol ürünleri fiyatlarındaki artışa karşı Avrupa çapında –Avrupa’nın koşullarına göre radikal denebilecek protestolar yükseltildi. Fransa’da köylüler, nakliyat şirketleri, kamyon sahipleri, taksi şoförleri ve sahipleri, rafinerileri abluka altına alarak, otoyollarda, yol kavşaklarında araçlarıyla barikatlar kurarak bu soygunu protesto ettiler. Öyle ki, sadece 3000 kadar kamyonun 100 rafineriyi abluka altına alması petrol istasyonlarının yüzde 80’inde benzinin tükenmesine neden oldu. Bu protestolar, işçi ve emekçi yığınlar tarafından desteklendi. Protestocular, geniş yığınların sempatisini kazandılar ve sonuçta hükümet, kısmi taviz vermek ve fiyat artışını durdurmak zorunda kaldı. Belçika’da, Hollanda’da İtalya’da, Almanya’da ve İngiltere’de de benzeri eylemler gerçekleştirildi. İngiltere’de “üçüncü yol”cu Blair, akar yakıta yapılan zamları protesto edenler üzerine orduyu gönderme tehdidini savurdu. Tehdit, etkisiz kalmadı ve bazı rafineriler etrafında kurulan barikatlar kaldırıldı.

Bu eylemlerde sendikalar, gerçek yüzlerini bir kez daha teşhir etmekte geç kalmadılar. Bir taraftan, sendikalı da olan geniş yığınların haklı eylemi, diğer taraftan da hükümet politikalarına koşulmuş olma arasında kaldılar. Tamamen devlet yanlısı görünmek, yığınlar nezdinde tam prestij , inanırlık kaybı anlamına gelirken, eylemlere katılmamak, hareketin kendiliğinden gelişmesini kontrol altına alamamak ve burjuvaziye zarar verir boyutlara gelmesini engelleyememek anlamına geliyordu. Bundan dolayı sendikalar, sendika konfederasyonları, protestoları yarım ağızla sahiplenerek kontrol altına almaya çalıştılar. Diğer taraftan da hükümetleri, yığınları yatıştırıcı tedbirler almaya çağırdılar.

Şüphesiz ki geniş emekçi yığınları, fiyatlar üzerinde doğrudan etkileyici olanaklara sahip değiller. Ama akar yakıt fiyatlarıyla ilgili eylemlerin de gösterdiği gibi, yığınların harekete geçmesi, tekelleri ve hükümetleri geri adım atmaya zorlayabiliyor. Önemli olan, bu alanda da mücadelenin örgütlü ve istikrarlı bir biçimde sürdürülmesidir. Bunun için yığınların her zaman, her koşul altında güvenebileceği, inanabileceği, sahipleneceği, dinleyebileceği bir örgütünün; devrimci, komünist partisinin olması gerekir. Son eylemlerin yaygınlaştığı ülkelerde böylesi örgütlenmelerin olmaması, eylemlerin saman alevi gibi sönmesine, kendiliğindenci karakterini aşamamasına, sendika ve hükümet baskısı altında eritilmesine neden olmaktadır. Son protestoların radikal başlangıcı ve saman alevi gibi sönüşü ve sendika-hükümet işbirliği bunun böyle olduğunu göstermiştir.

13 Eylül 2000 Çarşamba

BİN YIL GÖSTERİSİ!


 
3 gün süren Bin Yıl toplantısı 7 Eylülde sona erdi. 150’den fazla devlet ve hükümet başkanının katıldığı toplantı, BM’i tam anlamıyla bir domuz ahırına çevirdi. Daha doğrusu BM’in düzenlediği bu toplantı, bir deli pazarıydı; Clinton’dan Putin’e, Castro’dan Arafat’a, Chirac’tan Zemin’e, Hatami’den Barak’a, Sezer’den Schröder’e akla gelen ve bir şekilde sorunu olan, kendini sorumlu hisseden bütün devlet ve hükümet başkanları, ülkelerinde en iyi televizyon yayın saatini de göz önünde tutarak, en “iyi”, herkese hitap eden, ama beş paralık değeri olmayan konuşmalarını yaptılar. BM, uzun yıllardır görüşmeyen veya çeşitli nedenlerden dolayı kanlı-bıçaklı olan akrabaların barıştırıldığı, kucaklaştıkları ve hasret giderdikleri arenaya döndü. Üç gün boyunca, dikkati çekmek için nezaket kuralları “nazik”çe çiğnendi.

Hiçbir sonucun alınamayacağı, sadece ve sadece birtakım temennilerin dile getirilebileceği böyle bir toplantı, görünmeyen yönleriyle ticari ilişkilerin görüşüldüğü ve kurulduğu bir platform oldu. Çoğu ülke delegasyonunun ekrana yansımayan kısmı, ekonomik ilişkiler kurmakla görevli olanlardan oluşuyordu.

Bu toplantının amacı neydi? Birleşmiş Milletler, “globalleşme döneminde dünya örgütü nasıl yapılandırılmalıdır, tek tek üye ülkeler açısından hangi görevleri üstlenmelidirler, etkili hareket edebilmek için hangi araçlara sahip olunmalıdır, yeni fiyaskolarla karşı karşıya kalmamak için barış operasyonları nasıl reforme edilmelidir?” vb. sorularına cevap aramak ve bulmak için “Bin Yıl Zirvesi” düzenlendi.

BM, bu toplantının belli politikacılar tarafından kötüye kullanılmasına, yani propaganda ve show kürsüsüne dönüştürülmesine kesinlikle karşı olduğunu açıklamıştı. Ama tam tersi oldu: Devlet ve hükümet başkanı sıfatıyla üye ülkelerin temsilcileri, istedikleri gibi konuştular. BM’e göre bu toplantı, bir “Gala-Zirvesi” olmamalıydı, bir çalışma toplantısı olmalıydı. Ama toplantı gerçek anlamıyla bir “Gala-Zirvesi” oldu. Çalışma işi ise kulislerde ticari ilişkiler kurmakla sürdürüldü.

Bu toplantılardan geriye bir “aile resmi” ve sekiz maddelik bir temenniler paketi kaldı. 150’den fazla devlet ve hükümet başkanı, sefalete, Aids’e ve cehalete karşı mücadele etmek için niyetlerini açıkladı. Aynı zamanda, BM şemsiyesi altında yürütülen ve gelecekte olası barış misyonunun daha iyi örgütlenmesi dileğinde bulunuldu. Hepsi bu.
Bu “karar”ları almak için bu kadar masrafa ve zahmete hiç de gerek yoktu. İnternet üzerinden bu iş halledilebilirdi. Ama işin show ve gövde gösterisi yönü ağır bastı.

Sefalete karşı mücadele! BM Genel sekreteri K. Annan’ın raporuna göre bugün dünyada mutlak yoksulluk içinde yaşayan 1,3 milyar insan var. Yoksulluk görece bir kavram. Ölçüsü her ülkeye göre değişir. Ama her halükarda dünya üretiminin çok önemli bir kısmı birkaç emperyalist ülkenin elinde. Dünya ülkelerinin ezici çoğunluğu talan ediliyor. Bunu nüfusa uyguladığımızda sefalet içinde yaşayanların sayısının 1,3 milyardan çok fazla olduğunu görürüz. BM, kundakçıyı, itfaiyeci yapıyor. Dünyayı talan edenleri ve bu talana katılan yerli işbirlikçileri, sefaleti önleme mücadelesine çağırıyor. Bu, ne ilk ne de son çağrı olacaktır. Daha önce yapılan çağrılar, bu toplantıda da yinelendi, gelecekte de tekrarlanacak ve aynı zamanda dünyanın bir kutbunda sefalet, diğerinde de refah artmaya, uçurum derinleşmeye devam edecektir.

Globalleşme çağında dünya örgütünün nasıl yapılanması” gerektiği sorunu, revizyonist blokun dağılmasından sonra emperyalist dünyanın gündeminde olan bir sorundur. İki kutuplu dünyanın çok kutuplu; çok rekabet merkezli olmasından bu yana BM’i, biraz da kendi çıkarları için kullanma eğilimi ağır basmaya başladı. Dünya hegemonyası mücadelesinde BM’in sadece veya da ağırlıkta ABD’nin aracı olmasına artık boyun eğmek istemeyen güçler, örneğin Güvenlik Konseyi’nde temsil edilmeyen Almanya, birkaç yıldan bu yana dile getirdiği rahatsızlığını; bu konseyin daimi üyesi olmaması sorununu çözümleme yolları aradı. Ve karşısında ABD'y’e buldu. Amerika, Almanya'nın bu isteğine karşı olmadığını söylerken, BM Genel Sekreteri vasıtasıyla da "bu alanda yapılması gereken daha çok şey var" ” açıklamasını yapıyordu.

Clinton, Ortadoğu barış sürecine yeni bir ivme kazandırmak için çaba harcadı. Belki de, 150’den fazla devlet ve hükümet başkanının huzurunda İsrail-Filistin barışını sağlayan, “üçlü tokalaşma”yı BM’de ve bu denli bir kalabalık, “seçkin” zevatın önünde gerçekleştiren başkan olarak tarihe geçmek istiyor. Ama “barış” bir türlü sağlanamadı ve Clinton, bütün dünyaya, özellikle de orada hazır bulunan rakip emperyalist ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarına ABD’nin gücünü göstererek onları ezemedi!

Böyle bir toplantı olur da Afrika üzerine konuşulmaz mı? Konuşuldu. Güvenlik Konseyi’nin önde gelen üyeleri, yani emperyalist ülkeler, başta da ABD ve İngiltere, barışın sağlanması konusunda Afrika’ya özel bir atıfta bulundular: Clinton, uluslar arası barışın ve Afrika’da barışın sağlanması konusunda sadece silahlanmadan bahsedilmemeli, bunun ötesinde sağlık, eğitim, çevre ve doğal kaynaklar –yeraltı ve yer üstü zenginlikler- sorunlarından da bahsedilmeli görüşünü savundu. Dadılığı birkaç günlüğüne eşine bırakarak toplantıya katılan Blair, Afrika kıtasını kastederek “yeni bir ortaklık” önerisinde bulundu. Belki de Afrika ülkelerini yeni bir yeni sömürgecilik yöntemiyle talan etmenin yollarını arıyordu. “Dünyanın hiçbir yerinde Afrika’da olduğu kadar insan açlıktan, hastalıktan ve savaşlardan dolayı ölmüyor” diye –bu arada Sierra Leone’de İngiliz askerleri insan öldürmekle meşguldüler- “üzüntüsünü” dile getiren Blair, “İngiltere, Afrika’nın fakir ülkelerinin borçlarını sildi” ve “gelişme yardım”larını da 1997’den bu yana yüzde 70 artırdı açıklamasını yaptı. Blair’in önerdiği “ortaklık”ta önderlik rolü Afrikalılara verilmeliymiş!

Karateci Putin de oradaydı. Suskundu. Salonda göstermelik bir gösteri yapsa daha çok ilgi çekebilirdi! Olmadı. Putin, Rusya’nın içinde bulunduğu istikrarsız durumun verdiği eziklikle, BM dışındaki örgütlerin şu veya bu ülkeye askeri müdahalede bulunmasını eleştirdi. Kastettiği Nato ve onun Balkan ülkelerine müdahalesiydi. Tabii geleceği göz önünde tutarak da Kafkasya ve Orta Asya’da olası askeri müdahalelere dikkati çekiyordu.

Suskunlardan birisi de Jiang Zemin idi. O da, hükümran devletlerin içişlerine müdahale edilmesine karşı olduğunu açıkladı. Onun da derdi var bu konuda; Tibet ve Doğu Türkistan. Buralardaki anti-sömürgeci, bağımsızlık hareketlerine dışarıdan müdahale edilmesine Çin’in kesinlikle karşı olduğunu bir kez daha vurgulamış oldu. “Tek kalkınma yolu yoktur” diyen Zemin, Çin’i olduğu gibi, mevcut iktisadi ve baskıcı-katliamcı siyasi yapısıyla kabul edin mesajını verdi.

Küba devriminin –bugün o devrimden geriye hiçbir şey kalmamıştır- önderi Kastro, mendilini, konuşma süresini gösteren aletin üstüne koyarak esprisini yaptıktan sonra, devrimcilerin de olumlayacağı bir konuşma yaparak, Amerikan emperyalizmini kendi ininde eleştirdi, teşhir etti. Tabii, en azından 150 domuzun tepindiği o ahırda bu konuşmanın bir yankısı olmadı, olamazdı da.
Bir bütün olarak “Bin Yıl Zirvesi”nde Jiang Zemin, “tek medeniyet, tek kalkınma modeli yoktur. Her ülkenin halkının kendi sosyal sistemlerini ve kalkınma stratejilerini seçmelerine saygı duyulmalıdır”; Schröder, “ekonomik kalkınmayı hızlandırmak için iş çevreleri de BM örgütünde aktif görev almalıdır”; Chirac, “ahlak, barış ve demokrasiden daha önemlidir. 21. Yy’da insanlığa, insan onuruna ve insan haklarına hizmet edecek yeni bir ahlak anlayışı geliştirmek zorundayız”; Clinton da, “insan hakları için gerekirse müdahale edelim. Geçen yüzyıl bize, gerektiğinde uluslar arası güçlerin taraf tutmak zorunda kaldığını da gösterdi. Çatışan taraflar arasında ‘tarafsız durarak’ sorunları çözemiyoruz. İyi ile kötü çatıştığı zaman tarafsızlık sadece kötünün işine yarar” gevezeliğini yaptılar.

Sezer de oradaydı. 24 devlet ve hükümet başkanıyla görüşmesi, Clinton’ın görüştüğü sekiz devlet ve hükümet başkanlarından birisi olması, görüştüğü hiç kimseden etkilenmemesi Türk burjuvazisi için övünç kaynağı oldu. Özellikle, bölgemizde gözü olan ABD, Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının övgüsüyle Sezer, adeta sarhoş oldu.
Türk bürokrasisi, acemi Cumhurbaşkanı’nı “tay tay” yaparak New York’a gönderdi. Sezer de, Demirel’i aratmayacağını kanıtladı.

6 Eylül 2000 Çarşamba

IMF-DENETİMİ


 
Galatasaraylı Cotterelli, ekonomide genel gidişatın iyi olduğunu, ama programda “ince ayar”ın da yapılabileceğini açıkladı. Böylelikle yabancı sermayenin Türk ekonomisine nasıl baktığı ifade edilmiş oluyor: Öngördüğümüz program çerçevesinde kalarak ilerlemenizi olumlu buluyoruz, ama tespit edilen hedeflere daha çok yaklaşmak için bazı düzenlemeler gerekir! Yetkililerle görüşen Cotterelli, görüşlerini şöyle dile getirdi:

Ekonomi açıkça toparlanış içinde. Geçen yıl üretimde yaşanan büyük düşüşten sonra, bu yıl ekonomi toparlanmaya başladı. Yapısal alanlarda da gelişmeler kaydedildi... Cari işlemler dengesi konusu yakın bir şekilde izlenmelidir. Özellikle petrol fiyatlarındaki artış ve ekonominin yeniden canlanmasıyla artan ithalat, cari işlemler dengesini etkileyen unsur oldu. Petrol fiyatları yalnız cari işlemleri değil, enflasyonu da etkiledi. Türkiye ekonomisinde iç talebin canlanması olumludur. Fakat bu canlanmadaki tüketim kısmının yakından izlenmesi gerekir”.

Bu sözlerle, programda öngörülen hedeflere ulaşılamayacağı açıklanıyor. Hedefe ulaşılamayacağı ne kadar gerçekse, ona yakınlaşılıyor olduğu da o derece gerçektir. Mevcut durum böyle; yıl sonu itibariyle enflasyonda yüzde 25 hedefi tutturulamayacak, ama en azından yüzde 30-35’lik bir oranın yakalanması için programın, “ince ayar” yapılarak uygulanmasına devam edilecek.

Büyüsen de suç, küçülsen de suç! İşin içine enflasyon girdiği için Türk ekonomisi, “iki cami arasında kalmış binamaz” durumunda. Geçen yıl “sismik bir kriz” ile yüzde 6,4 oranında “çökertilen” ekonomi, bu yılın ilk altı ayında –toplam sanayi bazında- yüzde 3,5 ve bu yılın ikinci döneminde –geçen yılın aynı dönemine göre- yüzde 3,9 oranında büyüdü. 2000 yılı sonu itibariyle sanayide büyümenin yüzde 6-7 civarında olacağı tahmin ediliyor. Enflasyonla bağlam içinde bunun anlamı nedir? Sanayi üretiminin bir kısmı ihraç ediliyor. Ama önemli bir kısmı iç pazarda tüketiliyor. İç talebin artması esprisi budur. İç talebin artması fiyatların olduğundan daha fazla oynaklaştırır, enflasyonu körükler. Bu durum, enflasyon hedefinden sapmanın bir nedeni olarak gösteriliyor. Ekonomide büyümeyle bağlam içinde enflasyon hedefinden sapmanın ikinci bir nedeni olarak cari işlemler dengesindeki ithalat lehine gelişme gösteriliyor.

Ekonomi yeni bir devreviliğe girdi (ekonomide klasik devrevilik, kriz-canlanma-yükseliş-durgunluk aşamalarından oluşur). Yani genişletilmiş yeniden üretimi, sabit sermayesini yenileyerek gerçekleştirme sürecinde. Bu süreçte bolca üretim ve ara malları –üretim araçları, makineler, hammaddeler vs.- satın alınır, ithal edilir. İthalattaki olağanüstü artışın nedeninin bu olduğunu gören Cottterelli, çaresizlik içinde: Büyümeyin diyemiyor, küçülün de diyemiyor! Demesini de zaten bir anlamı yok. Çünkü sermaye Cotterelli ve IMF’ye göre değil, kendi nesnel yasalarına göre hareket eder. Bunun ötesinde küçülen ekonomide söz konusu program uygulanamaz, ama büyüyen ekonomide de uygulanamıyor.

Radikal tedbirler alınmadığı müddetçe enflasyon düşürme programlarının akıbetinin böyle olacağını IMF de, DB da ve hükümet de pekala biliyorlardı. Enflasyonun esas nedeni iç talebin artması, başka bir deyişle çalışanların ücretlerindeki değişme olamaz. Açığını kapatmak için zam yapmazsın, yaptırmazsın, ama devlet harcamalarını, örneğin silahlanma giderlerini kısarsın. Vurgunu önlersin, vergi adı altında halkın soyulmasıyla toplanan miktarı, çarçur etmezsin, örneğin bu parayla batan 8 bankanın yol açtığı zararları ödemezsin vs. Radikal tedbir alabilmek için radikal görüşlü ve eylemli olmak gerekir. Hükümetin böyle olmakla hiçbir ilişkisi yok. IMF’nin programında da böyle hareket etmenin gereği görülmüyor.

Hükümet devam ettiği müddetçe program sallantıda olmayacak, “ince ayar” yapılacak. Yani çalışanların sırtına yine bir şeyler yüklenecek. Esas kemer sıkma, nihai sonuç alma programı, 2001 yılı bütçesine yansıyacak. Cotterelli, bu alandaki çalışmaları denetledi. O, esasen bunun için geldi. Ön hazırlıkların ne derece ilerleyip ilerlemediğini yerinde izlemek istedi. IMF heyetinin üzerinde durduğu özelleştirme, kamu bankalarının özelleştirilmesi, KET’lerin durumu vb. konular önümüzdeki yılın bütçesine yansıtılacak konulardır. Hep, satın diyorlar. Satın ve ödeyin diyorlar. Satın, kurtulun, satın, enflasyonu düşürün diyorlar!. Kim alacak? Yabancı sermaye veya yabancı sermaye ortaklı yerli sermaye. Satın ve ulusal zenginlik adına hiçbir şeyiniz kalmasın diyorlar. Devleti küçültün diyorlar. “Küreselleşme çağı”nda zaten ulusal devlete gerek kalmayacak diyorlar. Yeni sömürgelere ve emperyalizme bağımlı ülkelere hep bunları öneriyorlar (Uygulanan IMF programının nihai amacı da budur). Ama emperyalist devletler, başkalarına –onların “iyiliği” için önerdiklerinin tam tersini yapıyorlar; silahlanıyorlar, büyüyorlar, ulusal devlet özelliklerini özenle koruyorlar.

İnsanımıza, emekçi yığınlara şirin görünmek için Galatasaraylı olan Cotterelli’nin, IMF’nin 2001 yılı programını uygulatmamak , emekçi yığınların gücüyle olur. Bu programdan, işçi sınıfının yanı sıra köylülük de etkilendiğini bizzat yaşayarak anladı. Bu programdan, işçiler, köylüler, ücretli memurlar; nüfusun ezici çoğunluğu etkileniyor/etkilenecek. Kazanan sadece ve sadece işbirlikçi tekelci burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve yabancı sermaye (emperyalizm) olacaktır.
IMF’nin uygulanan programına ve 2001 yılı programına karşı mücadele, bu güçlere karşı mücadeledir.

1 Eylül 2000 Cuma

GÜNÜMÜZDE ANTİEMPERYALİST MÜCADELENİN BAZI SORUNLARI


GÜNÜMÜZDE ANTİEMPERYALİST MÜCADELENİN BAZI SORUNLARI

1- Rekabet ve Sermayenin Uluslararası Hareketi

1956-1989/91 dönemi dünyası, iki pazarlı, iki askeri bloklu, dünya çapında hakimiyet için mücadele veren iki kutuplu bir dünyaydı. Bir taraftan ABD ve NATO önderliğinde batının emperyalist ülkeleri ve bağımlı ülkeler. Diğer taraftan da sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı önderliğinde revizyonist dünya. Bu sistemin 1989/91’de yıkılmasıyla dünyamız da iki kutuplu olmaktan çıkmış ve çok merkezli, çok sayıda rekabet merkezlerinin, hakimiyet için mücadele ettiği bir dünyaya dönüşmüştü. Şüphesiz ki çok merkezlilik daha önce de vardı;ABD ve SB dışında AB, Japonya. Ama bu rekabet merkezleri, uluslararası ilişkilerde ABD ve NATO güdümlü kalıyorlardı. Revizyonist sistemin ve SB’nin dağılmasıyla durum değişmiş ve her bir rekabet merkezi, doğrudan kendi adına hareket etmeye başlamıştı. ABD, AB ve Japonya gibi rekabet merkezlerine yeni olarak Rusya ve Çin de eklenmiştir. Bu gelişme, o zamanki döneme özgü olan; iki kutuplu dünyaya özgü olan uluslararası örgütlenmelerin de dağılmasını veya önemsizleşmesini, görev krizine girmelerini ve yeniden şekillenmek zorunda kalmalarını beraberinde getirmişti. Bu türden bir gelişmeye en tipik örnek, dağılma bakımından Varşova Paktı, önemsizleşme ve stratejik görev arayışı içinde olma bakımından da NATO oluşturmaktadır.