deneme

28 Aralık 2001 Cuma

BÜYÜK OYUNUN AFGANISTAN PERDESI


 
11 Eylül saldırısı, Amerikan emperyalizminin bir taşla birkaç kuş vurması için vesile oldu.
"Uluslararası terörizme karşı yeni savaş" bir şekilde başlatılmalıydı. 11 Eylül bu savaşın başlatılmasına vesile oldu. İnsanı hayrete düşürecek bir hızla bütün emperyalist ülkeler, neredeyse bütün bağımlı ülkelerin hükümetleriyle bu "yeni savaş"ı başlatmak için anlaştılar. 
 
W. Bush'un "Yeni Savaş"ı, bütün dünyaya karşı sürekli, uzun yıllar sürecek olan bir savaş ilanından başka bir anlam taşımıyordu. Bu, önde gelen emperyalist ülkelerin, bütün dünyada bütün araçları kullanarak istenmeyen rejimlere, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı savaşıydı.

Son dönemlerde, daha doğrusu 11 Eylülden bu yana bütün Orta ve Yakındoğu NATO'nun yığınak bölgesine dönüştürüldü. 7 Ekimde Afganistan'a karşı başlatılan emperyalist saldırı, Taliban rejiminin devrilmesine rağmen hala devam ediyor. Bugün gelinen aşamada "uluslararası terörizme karşı yeni savaş"ta emperyalist ülkeler arası ittifaktan da artık pek söz edilemez. Bunun nedeni, her bir emperyalist ülkenin, terörizme karşı mücadele adı altında kendi aralarındaki çelişkileri kaçınılmaz olarak ön plana çıkarmalarıdır.

Rusya, Çin gibi emperyalist ülkeler, kendi etnik sorunlarından dolayı 11 Eylülden sonra ABD'nin yanında yer aldılar. AB ülkeleri, başta da Almanya ve İngiltere keza "uluslararası terörizme karşı yeni savaş"ta müttefikleri ABD'yi yalnız bırakmak istemediler(!). Ama her bir emperyalist ülkenin esas niyeti, bu savaşta yer alarak Amerikan emperyalizminin kendi çıkarlarını zedelemesini engellemeye çalışmak ve dünyanın yeniden paylaşımında yeni mevziler elde etmekti.

Neden Afganistan ve emperyalist ülkelerin amacı ne?
Emperyalistler arası çelişkilerin günümüzde en çok keskinleştiği üç bölgede (Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası) önde gelen emperyalist ülkeler karşı karşıya geliyorlar. Genellikle ortak hareket eden bu ülkeler, aslında kendi çıkarlarını ifade etmenin peşindeler. 1991'de Irak'a ittifak kurarak saldırdılar, ama kısa zamanda çıkar çatışması ön plana çıktı. Balkanlar'da NATO+Rusya ittifakı söz konusuydu. Ama bu bölgede de nihayetinde kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiler. Aynı gelişmeyi Afganistan savaşında da görüyoruz. Taliban rejimine karşı ortak hareket edildi, ama bu rejim daha yıkılma sürecindeyken kendi çıkarlarını ön plana çıkardılar.

Afganistan, söylendiği kadarıyla yer altı zenginliğinin ötesinde, Avrasya jeopolitikası açısından oldukça önemli bir konuma sahiptir. Revizyonist blokun ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Amerikan emperyalizmi tarafından yeniden geliştirilen Avrasya jeopolitikası, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl dünya hakimiyetinin esasını oluşturur. Bu jeopolitikanın içeriği, Hazar Havzası/Orta Asya yer altı zenginliklerine, dünya pazarlarına sürmek de dahil, hakim olmaktır.

Böyle bir jeopolitikanın uygulanabilmesi bir çok faktöre bağlıdır. Her şeyden önce, bölgede gücü olan, aynı amacı güden emperyalist güçlere ve potansiyel rakiplere karşı mücadele gerekmektedir. Bölgede iddialı ve potansiyel iddialı olan ülkelerin başında ABD, Rusya, Çin, AB ülkeleri (özellikle de Almanya, İngiltere ve Fransa), Japonya, Hindistan, Türkiye, Iran ve Pakistan geliyor.

Afganistan, Orta Asya yer altı zenginliklerinin (petrol ve doğal gaz) dünya pazarlarına taşınmasında düşünülen geçit güzergahlarından birisi olmasının ötesinde, Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının gerçekleşmesi için uygulanan stratejinin önemli bir ayağını oluşturur. Orta Asya'nın güneyinde yer alan bu ülkeye yerleşmek veya onu kontrol etmek, Amerikan emperyalizmi açısından Kafkasya/Hazar Havzası'nı kuşatmada Türkiye'den sonra ikinci önemli bir üsse sahip olmak ve Rusya, Çin ve muhtemelen Hindistan gibi ülkelerin bölgedeki faaliyetlerini, olası Rusya-Çin-Hindistan yakınlaşmasını ve "Şanghay Beşlisi"nin faaliyetini yakından takip etmek anlamına gelmektedir. Afganistan bu açıdan Amerikan emperyalizmi için önemlidir.

Orta Asya'dan, Afganistan'dan kovulan Rusya, ABD'nin veya "uluslararası terörizme karşı savaş"ın safında yer alarak bölgeye yeniden yerleşme niyetinde. Bölgede bugün için Amerikan emperyalizmine karşı askeri açıdan meydan okuyabilecek yegane güç, Rus emperyalizmidir. Çin ve Japonya, şimdilik izliyor gözükmekle yetiniyorlar. AB ülkeleri, özellikle İngiltere ve Almanya, bölgede var olabilmek için ABD ile ortak hareket etmek zorundalar. Bu iki ülkenin bu bölgede tek başlarına Rusya, Çin ve ABD'ye karşı hegemonya mücadelesi sürdürecek potansiyelleri yoktur.

Emperyalist ülkeler, Balkanları "barış"a kavuşturdular- kendi aralarında paylaştılar. fiimdi sıra Orta Asya'ya geldi. 11 Eylül saldırısı, bir vesile oldu ve Orta Asya'da emperyalistler arası hegemonya çatışması silahlı biçimini Afganistan savaşında buldu.

Taliban rejiminin yıkılması ve geçici hükümetin kurulmasıyla önde gelen emperyalist ülkelerin dünya hegemonyası için mücadelelerin yeni bir boyut kazanacak; Balkanlar'da uygulanan emperyalist "barış" Afganistan'da da uygulanmaya konacak ve Amerikan emperyalizmi "uluslararası terörizme karşı yeni savaş"ını başka ülkeleri bombalayarak, işgal ederek sürdürecek. Amerikan ve dünya basınında Irak'ın işaret edilmesi, saldırının hangi ülkeye olacağını gösteriyor

24 Aralık 2001 Pazartesi

DÜNYA VE TÜRKİYE EKONOMİSİNİN SEYRİ

Kapitalist dünya ekonomisi, bir kısım emperyalist ülkelerin yeni bir fazla üretim krizi sürecine girmeleriyle ve bir kısmının da krize doğru gelişmesiyle karakterize olmaktadır. Durumun böyle olduğunu; dünya ekonomisinin krize doğru gelişme gerçeğini OECD'nin birkaç gün önce açıkladığı oldukça geriye çekilmiş konjonktür tahminlerinden de anlıyoruz. Diğer şeylerin yanı sıra bu tahmine göre sanayi ülkelerinde GSMH, 20 seneden beri ilk defa bu yılın ikinci yarısında mutlak olarak geriliyor.
Dünya ekonomisinin motoru konumunda olan ABD ekonomisinde yeni bir fazla üretim krizi patlak verdi. Bu ülkede sanayi üretimi 2000 yılının 3. çeyreğinden bu yana sürekli geriliyor. Üretimdeki en güçlü gerileme bu yılın Ekim ayında gerçekleşti; 11 yıldan bu yana en güçlü mutlak gerileme, krize doğru gelişmenin başlangıcından bu yana ekonomide yüzde 6,5 oranında bir mutlak gerileme söz konusu. Bugün Amerikan ekonomisi Temmuz 1999'daki seviyesinde.
Amerikan sanayinde kapasite kullanımı düştü. Bugün mevcut kapasitenin ancak yüzde 74,8'i kullanılıyor. Yani Haziran 1983'deki kapasite kullanımına denk düşen bir oran.
Japon ekonomisi, '90'lı yılların ikinci yarısından bu yana sürekli krizle, yapısal sorunlarını aşmakla uğraşıyor. Bu ülkede sanayi üretimi 2001'in Şubat ayından bu yana hızla düşüyor; Japon sanayi üretimi Nisanda yüzde 4,1, Temmuzda yüzde 9,8 ve Eylülde de yüzde 11,5 oranlarında mutlak geriledi. Bugün için Japon sanayi üretimi 1999'un başındaki seviyesinde bulunuyor.
AB (15 ülke) ülkelerinde ekonominin gelişme durumu, "iyi" olmaktan başka her şeye benziyor. Bu ekonomik entegrasyon ülkelerinde de sanayin ve GSMH'nın büyüme oranları sürekli geriliyor. İngiltere, Finlandiya, İspanya gibi ülkelerde sanayi üretimi mutlak geriliyor. Açık ki bu ülkeler de yeni bir fazla üretim krizi içindeler.
Alman ekonomisinin durumu da diğerlerinden pek farklı değil. Uzun bir dönem, değeri yükselen dolardan yararlanan Alman ekonomisi (ihracat) şimdi aynı ihracat silahı tarafından vuruluyor. Hazirandan bu yana yurt dışı siparişler geriliyor. Bu gerileme Eylülde yüzde 17,8 oranına vardı. Yılın çeyrekleri bazında karşılaştırıldığında Alman sanayi üretiminin bu yılın 2. çeyreğinde yüzde2,3 ve 3. çeyreğinde de yüzde 0,4 oranında gerilediğini görürüz. Hazirandan bu yana sanayide de siparişler geriliyor. Eylülde bu gerileme, Ağustos ayına göre yüzde 6,5 oranına varmıştı.
Alman inşaat sektörü 2000 yılından bu yana krizde. Bu sektörde mutlak gerileme 2001'de 2000'e göre yaklaşık yüzde 10 civarında. İnşaat sektöründeki gerileme, sanayi sektörünün büyüme verilerini geriye çekiyor. Ama sanayi üretimi büyüme oranlarının gerilemesinin esas nedeni bu değil. Sanayin çekirdeğini oluşturan yatırım malları üretimi (otomobil sektörü de dâhil) 2000 yılında yüzde 10,9 oranında büyümüştü. Bu sektördeki büyüme 2001'in ilk çeyreğinde yüzde 11,4 oranında gerçekleşirken, aynı yılın 2. çeyreğinde yüzde 3,5 ve 3. çeyreğinde de yüzde 0,5 oranında gerçekleşmişti.
Elektro sanayinde üretim artışı 2000 yılında yüzde 35 oranındaydı. Bu büyüme oranının 2001 yılı itibariyle ancak yüzde bir olacağı tahmin ediliyor.
2001 yılının başından bu yana faizler ABD'de 11, Avrupa Alanı'nda 4 ve Japonya'da da iki defa düşürüldü. Ekonomiyi canlandırmak için; parayı (sermayeyi) ucuzlatmak için alınan bu tedbirler, krize doğru gidişi durduran çare olmadı.
Amerikan emperyalizminin krize doğru gidişi durdurmak için konjonktürel programlar çerçevesinde harcadığı bir kaç yüz milyar dolar da çare olmadı. Öyle ki bu yılın başında uygulamaya konan 40 milyar dolarlık konjonktür programı neredeyse tamamen etkisiz kaldı. Petrol fiyatlarının yüzde 40 oranında düşmesi, yani petrolün ucuzlaması da ekonominin yönünü değiştiremedi.
Rusya ve Çin, gelişen ve giderek dünya ekonomisini etkisi altına alan bu krizden ne denli etkilenirler, bunu bilmiyoruz. Ama açık olan şu; Bütün emperyalist ülkeleri etkisi altına alan bu krizde öncelikle büyük tekeller topun ağzındalar;
-Çünkü devasa boyutlara varan bir sermaye fazlalığı, azami kar getirmeyen bir sermaye birikimi söz konusu. Bu sermaye, büyük tekellerin elinde ve bu nedenden dolayı yıkım, öncelikle onları vuracak.
-Bunun ötesinde yeni sömürgecilik, neoliberalizm şemsiyesi altında azgınca sürdürülen talan, sonuç itibariyle emperyalizme bağımlı çoğu ülkeyi kronikleşen bir borç krizine sürüklemiştir. Bir bütün olarak yeni sömürgeciliğin krizi, bu krize neden olanları; emperyalist ülkeleri vuruyor.
-Ayrıca, pratiğin de gösterdiği gibi, krizi engelleme programları işe yaramıyor, sonuç vermiyor.
Bu nedenlerden dolayı giderek dünya ekonomik krizi özelliğini alan bu ekonomik krizde büyük yıkımların ve alt üst oluşları gündeme gelmesi beklenmelidir.
Emperyalist burjuvazi yeni bir ekonomik krize doğru gidişin ve bazı ülkelerde krizin patlak vermesinin nedenini 11 Eylül saldırısında arıyor. Bu saldırıyı krizin nedeni olarak gösteriyor. Şüphesiz ki bu saldırının dünya ekonomisine olumsuz bir etkisi olmuştur, ama krizin nedeni olmamıştır, olamaz da.
Özellikle Amerikan emperyalizmi bu saldırıyı bahane ederek savaş politikalarını, yaşadığımız saldırgan politikasını, jeopolitik açılımı doğrultusunda geliştirmiş ve kullanmıştır/kullanmaktadır.
Saldırıdan sonra dünya borsaları, Amerikan borsasından etkilenerek değer kaybına uğramış ve bu da reel ekonomiyi; maddi eğerlerin üretildiği sektörleri, örneğin sanayi, oldukça olumsuz etkilemiştir. Bu etkilenmenin sonucu olarak, örneğin Alman borsası, Mart 2000'den bu yana, dönem dönem, yüzde 60 oranına varan bir değer kaybına uğramıştır. Bu, 30 en büyük Alman anonim şirketinin yaklaşık bir trilyon marka varan zararı anlamına geliyor.
Pek hissedilmese de yaşanan, bir borsa krizidir ve bu kriz, bugün öncelikle hisse senedi mübadelesi üzerinden gerçekleştirilen firma birleşmeleri ve devralmaları vasıtasıyla sürekli sermaye kıyımını zorlaştırıyor. Borsa krizinden dolayı bu yılın ilk yarısında dünya çapında firma birleşmelerinin değeri yüzde 54 oranında ve birleşen firmaların sayısı da yüzde 25 oranında geriledi. Bu durum çok uluslu tekellerin elinde aşırı biriken sermayenin yok edilmesini zorlaştırmaktadır.
Tabii ki, burada dikkat edilmesi gereken nokta, borsanın ekonomik krizin nedeni olmadığı, en fazlasıyla krizin patlak vermesini ve derinleşmesini hızlandıran bir faktör; üretimin gelişmesinin bir ifade biçimi olduğudur.
Yeni dünya ekonomik krizinin; en azından ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, İspanya, Finlandiya gibi ülkelerde patlak veren ekonomik krizin nedeni;
a-süreklilik arz eden devasa boyutlara varmış kapasite fazlalığında,
b-ulusal ve uluslararası alanda yığınların alım gücünü aşan üretimde,
c-teknolojinin sürekli yenilenmesinde, yani yapısal krizde aranması gerekir.

Gelişen dünya ekonomik krizi Türkiye'yi, Türkiye ekonomisini nasıl etkiler?
Buna bir açıklık getirmek için önce bazı verileri değerlendirelim.







Önce, ekonomi ne derece dibe vurmuştur veya ekonomi, hareketinin hangi devresinde bulunuyor sorusuna cevap arayalım ve sonra da buna bağlı olarak Türk ekonomisini, bulunduğu aşamada etkileyen olumlu ve olumsuz faktörleri tespit etmeye çalışalım.
2000 yılı verilerini karşılaştırma yapılması için aktardık. Kasım ve Aralık ayı verilerinin nasıl çıkacağını bilmiyoruz, ama 1997=100 bazında aylık veriler, sanayi üretiminin Haziran-Ekim döneminde dibe vurduğunu gösteriyorlar. Gerçeğe daha yakın sonuçları üç aylık ortalama değerler gösteriyor. Bu verilere göre de sanayi üretimi yılın 2. çeyreğinde, yani Nisan-Mayıs-Haziran aylarında dibe vuruyor. Sonraki aylarda (3. çeyrekte) önemsiz de olsa bir canlanmanın olduğunu görüyoruz (Aylık verilerde bu görülmüyor).
Sorunun bir yönü böyle.
Bu istatistik verileri başka açıdan da değerlendirebiliriz. 1997=100 bazında aylık sanayi üretimi endeksi, yukarıdakinden farklı sonuçlara götürüyor. 2001'de ekonomi, 1997'ye göre Mart ayında yüzde 14,1 oranlık mutlak gerilemeyle dibe vuruyor. Sonraki dönemde istikrarsız ama olumlu bir gelişme; 1997'deki seviyesine yaklaşan bir gelişme söz konusu. Bu verilere göre sanayi üretimi, 2001'in Mart ayında, 1997'nin Mart ayındaki değerinden yüzde 14,1 oranında geride. Ama Ekim ayında ancak yüzde 1,1 oranında geride. Yani sanayi üretimi Ekim ayında neredeyse 1997 Ekimindeki seviyesini yakalayacak duruma gelmiş.
Aynı eğilimi üç aylık ortalama değerlerde de görüyoruz. Bir önceki döneme göre sanayi üretimi 2001 yılının 1. çeyreğinde yüzde 15,9 oranında mutlak gerilerken, 2. çeyreğinde yüzde 3,5 ve 3. çeyreğinde de yüzde 4,4 oranında mutlak artmış.
Bu verilerden çıkartabileceğimiz sonuç şudur; Sanayi üretimi ve dolayısıyla ekonomi, bu yılın 2. çeyreğinde dibe vurmuştur. Ekonomi, devrevi hareketinin kriz aşamasına bu dönemde girmiş ve şimdi bu aşamadan çıkma eğilimi gösteriyor.
Kapasite kullanımı da başka bir göstergedir. İmalat sanayinde kapasite kullanımı 2001 yılının Nisan ayında dibe vuruyor; mevcut kapasitenin ancak yüzde 68'i kullanılıyor. Şubat ayında yüzde 70,2'si ve Mayıs ayında da yüzde 70,3'ü kullanılıyor. İmalat sanayinde kapasite kullanımı Nisan ayından itibaren nispeten istikrarlı bir şekilde sürekli artıyor ve Ekim ve Kasım aylarında yüzde 74,6 oranlarında gerçekleşiyor. Kapasite kullanımındaki bu durum, hem üretimin ne zaman dibe vurduğunu ve hem de ne zamandan beri belli bir canlanmanın söz konusu olduğunu açıklar. Yani kapasite kullanımı verileri, yukarıdaki verilere dayanarak tespit ettiğimiz gelişme eğilimini doğrulamaktadır.
Hangi faktörler ekonominin gelişme seyrini etkiler?
Ekonominin hangi yönde gelişeceğinde önemli bir faktör olan borç çevirme sorunu atlatılmış gibi gözüküyor. Yani Türk ekonomisi, borçlanma krizinin eşiğinden döndü. İç ve dış borcun çevrilebilirliğinin sağlanması hem yurt dışı mali kurumların Türkiye'ye bakışında, hem de yurt içindeki güvensizliğin aşılmasında önemli bir rol oynadı(x). Türk burjuvazisi böyle bir gelişmeyi kendi yetenek ve olanaklarıyla yakalamadı. Sadece bu sorunda değil, bir bütün olarak Türk ekonomisinin seyrini etkilemede dış faktörler belirleyici olmuştur. Yani Türkiye'nin jeostratejik konumu, ekonomisinin can simidi olmuştur. Özellikle Amerikan emperyalizmi ve aynı zamanda, bölgemiz üzerinde hegemonya iddiasında olan AB’nin emperyalist ülkeleri, ekonomisi bir nebze istikrarlı ve toplumsal alt üst oluşlar yaşamayan bir Türkiye'nin kendi çıkarlarına daha iyi hizmet edeceğinden hareketle, sadece, kapitalist ekonominin olağan krizinden dolayı değil, 75 yıllık birikmiş yapısal sorunlarından dolayı da dökülen ekonomi ve toplum düzenini reforme ederek ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Türk burjuvazisi bu konumundan dolayı, bu yıl boyunca sürekli dış kaynak buldu. 11 Eylülden sonra, daha önce hayal edemediği yeni kaynaklara da ulaştı. Açık ki pompalanan bu yabancı sermaye, ekonominin yeniden hareketlenmesini ateşliyor. Burada, krizin nedeni olmayan faktörlerin, krizden çıkışı hızlandıran faktörlere dönüştüğünü görüyoruz.
Ama madalyonun bir de diğer yüzü var: Bu da dünya ekonomisinin durumudur. Dünya ekonomisinin, özellikle, Türkiye'ye, konumundan dolayı önem veren emperyalist ülkelerin (ABD, AB ülkeleri), ne denli derin ve kapsamlı bir kriz içinde olacakları, ne denli kendi sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalacakları, Türk ekonomisi ile ilgilenmelerinin çapını belirleyecektir. Dünya ekonomisinin krizde olması, Türk ekonomisini olumsuz etkileyecektir. Ama derinleşen bir dünya krizi sürecinde, krizden çıkan bir ekonomi durumu yakalanırsa bu, başka ülkelerin sırtından, onların yetersizliklerinden yararlanmayı ve burjuvazinin de beklemediği bir ekonomik gelişmeyi beraberinde getirebilir. Türk ekonomisi bu iki olasılığa; dünya krizi ile birlikte ve onun etkisiyle krizle boğuşma veya fırsattan yararlanma olasılığına hemen hemen aynı derecede uzak veya yakındır.
Dünya ekonomisinin krize girmesi bizi, ulusal ve uluslararası arenada sadece pratik-politik sorunlarla karşı karşıya bırakmayacaktır. Bu sorunların yanı sıra bu kriz, revizyonist bloğun dağılmasından sonraki gelişmelerin; kapitalist ekonomideki bir kısım yeni olguların kedisini ve sonuçlarını da içeren ve etkileyen bir kriz olacaktır. Bu nedenle bu kriz, sonuç itibariyle şimdiye kadar tartışılmayan, ama sürekli gündemi zorlayan sorunların tartışılmasına yol açacaktır.
-'90'lı yıllardan bu yana uluslararası kapitalist üretimin örgütlenmesinde yeni olan,
-Kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması ve proleter devrimin sorunları,
-Dünyanın yeniden paylaşımında değişimin olup olmadığı,
-Kapitalist dünya sisteminin yapısında değişimin olup olmadığı,
-Çok uluslu tekellerin, üretimin seyrini dünya çapında nasıl etkiledikleri veya yönlendirdikleri,
-Burjuva, küçük burjuva "küreselleşme" teorileriyle mücadele,
-Bu gelişmelerden ve tartışmalardan sınıf mücadelesinin strateji ve taktiği için sonuçlar çıkartmak vs. vs.
---------------
x) "Yastık altındaki" paranın ekonomideki yeri ayrı bir tartışma konusudur. Ama şu kadarını belirtelim: Türkiye'de ne zaman mali sorunlar kriz boyutuna varır ve borçlanma, ödeme, paranın değeri gündeme oturursa, parası olanların sığındığı liman dolar olmuştur. Devalüasyon korkusu, TL'den kaçışı hızlandırmış ve bir anda insanlar, normal koşullarda harcaması gerektiği miktarı döviz veya dolar olarak "yastık altı"na koymuştur. 2000 yılının Kasım-Aralık aylarındaki mali sarsıntı döneminden itibaren de böyle bir süreç yaşanmış ve TL'den kaçış, dolara yöneliş, harcamama ve "yastık altı"nda biriktirme Şubat krizinden sonra geniş boyutlar almıştır. Böylece, harcanmaya, "yastık altı"nda tutularak ekonomik ilişkilerden çekilen para, sanayi üretiminde düşüşe neden olmuştur. Yani mali krizin, devalüasyonun etkisi, TL'den kaçış; mali sektörün sorunları, sanayi üretimini olumsuz etkilemiştir. Bu nedenlerden dolayıdır ki, DIE’nin yayımladığı göstergelerde yer alan "iç pazar talep yetersizliği" kısmında oranlar, 2000 ve 2001 yılı başında birbirine yakınken, fark yılsonuna doğru giderek açılmaktadır. Yani bir alım yetersizliği, kapitalist açısından iç pazarın daralma durumu söz konusu. Bundan dolayı da üretimin gerilemesi. Peki şunu soralım. Mali sarsıntı, mali kriz olmasaydı, TL'den kaçış olmasaydı, milyarlarca dolarla ifade edilen miktar "yastık altı"nda tutulur muydu, yoksa tüketim için kullanılır mıydı? Veya bir kaç haftadan beri piyasaların "yüzünü güldüren" ve kapasite kullanım oranını da attıran o paralar nereden çıktı? Dış kaynakla beslenen güven sonucunda, harcanmayan/saklanan miktarlar iç pazara sürülüyor. Bunun fazla üretim kriziyle değil, mali krizle ilişkisi kurulmaksızın; bu gerçek göz önünde tutulmaksızın iç talepteki durum; gelişme eğilimi doğru saptanamaz.

23 Aralık 2001 Pazar

ARJANTİN VE BAĞIMLILIK

Latin Amerika'nın üçüncü büyük ülkesi, toprakları verimli, madenleriyle zengin ülke, bir zamanların refah ülkesi, İngiltere’ye kredi veren ülke. Arjantin, kelimenin gerçek anlamıyla iflas etti. Arjantin yüzyılın başından itibaren yükselen bir ülke olarak tanımlanıyordu. '50'li yıllardan bu yana ise tedricen gerileyen bir ülke olarak görüldü. Bunun bir dizi nedeni var. En önemli neden, emperyalizme bağımlılıktır. Arjantin'in, daha doğrusu Arjantin krizinin son on senelik tarihi, IMF’ ye bağımlılığın, IMF dayatmalarının uygulama tarihidir. '90'lı yılların başında siper enflasyona karşı IMF'nin sunduğu reçete, ulusal para birimi pezonun bire bir karşılığında dolara bağlanmasıydı: bir pezo=bir dolar.
Bu reçeteyle paranın değer kaybı durduruldu. IMF'nin örnek öğrencisi Arjantin burjuvazisi, uygulamada kusursuzluğu ve kararlılığıyla övüldü, ödüllendirildi; Arjantin'e sürekli yabancı para akışı başladı. Pezo, dolara bağlandığı için Arjantin'in kredi güvenirliği artmıştı ve para akışını hiç kimse ne kontrol ediyor ne de engelliyordu. Alan da, veren de memnundu! Bir kaç yıl böyle geçti. Sonra, evet sonra, sanki bilinmiyormuş, önceden görülmezmiş gibi Arjantin metalarının, ticaret yapılan ülkelerin, özellikle komşu ülkelerin -başta da Brezilya'nın- metalarından pahalı olduğu anlaşıldı; Arjantin ürünleri pahalı olduğu için Latin Amerika pazarlarında satılamıyordu. Ama yabancı ürünler Arjantin'de daha ucuza geliyordu. Bu durum, dış pazara açılamama üretimin düşmesinin önemli nedenlerinden birisi oldu.
Birkaç yıllık rüya sona ermişti. Arjantin, borcunu ödeyecek durumda değildi ve yeniden IMF'nin kapısını çaldı. "Yardım" etmek için IMF, koşullarını sıraladı. Dolar paritesinden (bir pezo=bir dolar), ulusal paranın dolara bağlı kalmasından vazgeçilmeyecekti. Bunun ötesinde bütçe sıfır açık vermeliydi. Yani devlet, geliri kadar harcayacaktı. Devlet, tasarruf etmek, mali yüklerini sırtından atmak zorundaydı. Bu, IMF'nin adamı Arjantin Derviş'i Domingo Cavallo'nun IMF patentli reçetesiydi.
Devletin tasarruf etmesi, yani harcamalarından kurtulma tedbirleri, IMF tarafından ekonomik krize karşı bir faktör olarak algılandı. Reel sektörün; maddi değerlerin üretildiği sanayi ve tarım sektörlerinin sorunlarına çözüm aramak yerine IMF, yıllarca "açık vermeyen bütçe" ile uğraştı. Öyle ki "açık vermeyen bütçe" uğruna ücretlerle, emekli maaşlarıyla oynanmasına da göz yumuldu.
Hiper enflasyon (yüksek enflasyon) döneminde; '90'lı yılların başında ülkenin kuzeybatısında insanlar süper marketleri yağmaladılar. Sadece, karınlarını doyurmak için gerekli yiyecek maddelerini aldılar. On yıl sonra, enflasyonun önü alındı, ama sıkıyönetim ilan edilmişti, devlet, çalışanlarının ücretlerine, emeklilerin maaşlarına göz dikmişti. Gırtlağına kadar borçluydu. İflas etmişti. Hükümet ve devlet başkanı istifa etmek zorunda kalmıştı ve yığınlar, ülkenin her tarafında yeniden süper marketleri yağmalamaya başladılar. Bu sefer de sadece yiyecek maddelerini aldılar. Açlık, yoksulluk, emperyalist baskı ve talan, Arjantin halkını ayaklandırdı. Kendiliğindenci bir ayaklanma. Bunun örneğini, yine zengin bir ülke olan Endonezya'da bir kaç yıl önce görmüştük. Orada faşist diktatörlük yıkıldı, burada hükümet ve devlet başkanı istifa etmek zorunda kaldı, resme kaçtı; Devleti küçültmek, kamu harcamalarını sınırlandırmak, emeklilerin ve ücretlilerin maaşlarına el koymak ve özel kontoların bir kısmını dondurmak, birikmiş paralara el koymak isteyen hükümet ve devlet başkanı, kurtuluşu kaçmakta buldu.
İşsizlik oranı yüzde 18'e varan Arjantin'de yığınlar, aç ve polisle çatışıyor. Dış borcu 132 milyar dolara varan devlet, borcunu ödeyecek durumda değil.
Arjantin bir global player değil, tersine uluslararası mali oligarşinin bir oyuncağıdır.
Arjantin krizi, bir borçlanma krizidir, devletin resmen parasal iflasıdır.

14 Aralık 2001 Cuma

NATO-AGSP VE TÜRKIYE


 
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nın (AGSP) amacının ne olduğunu anlamak için II. Dünya Savaşı'nın sonuçlarına ve emperyalistler arası rekabetin ve güçler dengesinin durumuna bakmak gerekir. Çünkü AGSP, belirtilen gelişmenin sadece bir sonucudur.

II. Dünya Savaşı sonucunda dünya iki kampa bölünüyor: Bir taraftan sosyalist Sovyetler Birliği önderliğinde sosyalist kamp, diğer taraftan da Amerikan emperyalizmi önderliğinde emperyalist/kapitalist kamp.

1956'da (SBKP-20. Kongresi) SB'nde Kruşçev modern revizyonistleri siyasi iktidarı gasp ediyorlar ve sosyalizmin dünya çapındaki bu kalesi yıkılıyor. Bu seferde dünya, SB önderliğinde revizyonist ve Amerikan emperyalizmi önderliğinde emperyalist/kapitalist kamplara bölünmüş oluyor.

Heri iki blok, jeopolitik çıkarlarını gerçekleştirmek; dünyayı kendi hegemonyaları altına almak için askeri güçlerini Varşova Paktı'nda ve NATO'da yoğunlaştırıyorlar. Süreç içinde Sovyet sosyal emperyalizmi önderliğinde Varşova Paktı, dünya "barışı"nın korunmasında ve "sosyalizm"in savunulmasında belirleyici askeri güç olurken, NATO da, keza dünya "barışı"nın ve Sovyet saldırganlığı karşısında "özgür" dünyanın korunmasında vurucu askeri güç görevini üstlenmiş oluyordu.

1989/91'de revizyonist bloğun yıkılmasıyla durum değişiyor; Soğuk savaş dönemine, iki süper güçlü dünyaya özgü uluslar arası örgütlerin bir kısmı dağılıyor, bir kısmı da işlevsizleşiyor veya işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Varşova Paktı dağılıyor. NATO işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.

Neden NATO işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor ve bunun AGSP ile ilişkisi ne?
"Komünizm" tehdidinin ortadan kalkmasıyla Amerikan emperyalizminin iktisadi, siyasi ve askeri gücüne dayanarak kendi kontrolünde tuttuğu ve kendi jeopolitikasına göre yönlendirmeye çalıştığı AB'nin ve NATO'nun diğer emperyalist ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başladılar. Artık ikiye bölünmüş dünya değil, çok rekabet merkezli dünya söz konusuydu ve her bir rekabet merkezi de (ABD,AB, Rusya, Çin, Japonya) kendi çıkarı için mücadele ediyordu. Yani soğuk savaş döneminde emperyalist kampta bütün şiddetiyle açığa çıkmayan emperyalistler arası çelişkiler, konumuz somutunda da ABD-AB arasındaki çelişkiler, revizyonist blokun dağılmasından sonra dünya politikasında ve ABD-AB ilişkilerinde yönlendirici çelişkiler olarak etkide bulunuyorlardı.

Amerikan emperyalizmi 21. yüzyılda da dünya çapında hegemonal güç olarak kalmak için Avrasya stratejisini geliştirdi ve adım adım uyguluyor. Bu stratejisinde ABD, AB'yi bir "sıçrama tahtası" olarak görüyor. AB ve özellikle de Almanya ve Fransa gibi bileşenleri, her alanda ABD ile rekabete girişiyorlar ve çıkarlarını askeri güçle de korumak ve gerçekleştirmek için ABD'den, NATO'dan bağımsız bir askeri güç oluşturmaya çalışıyorlar. AGSP bu anlayışın; AB'nin ABD karşısında bağımsız, hegemonal bir güç olarak gelişme eğiliminin; dünyayı yeniden paylaşımına askeri güçle hazırlanmanın açık ifadesidir.
AB'nin emperyalist ülkeleri dünya politikasına, emperyalistler arası çelişkilerin en çok geliştiği/keskinleştiği alanlara (bugün açısından Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası) NATO üyesi olarak değil, AGSP olarak, AB olarak müdahale etmek istiyorlar. Ama, bırakalım kuruluş aşamasındaki AGSP'yi, bir bütün olarak AB'nin askeri gücü, Amerika'nın askeri gücüyle boy ölçüşecek durumda değil. Bu nedenle AB, şimdilik, NATO'nun olanaklarını kullanarak askeri gücünü yapılandırmaya çalışıyor ve NATO'dan tamamen kopmaya ve askeri güç olarak bağımsızlaşmaya yanaşmıyor.

AB'nin bu durumunu ve geleceğe ilişkin niyetini Amerikan emperyalizmi de kendi açısından değerlendiriyor: Amerikan emperyalizmi, AGSP'nin gelişimini durduramayacağının bilincindi. Bu nedenle AB'nin askeri güç olarak da bağımsızlaşmasını mümkün olduğunca sürüncemede bırakmak, NATO üzerinden AB'nin askeri potansiyelini ve gelişme yeteneğini kontrol etmek istiyor. Bu nedenle, NATO olanaklarından yararlanan bir AGSP, Amerikan emperyalizmi için en uygun AGSP'dir. Böyle düşünün ABD, AB'nin NATO olanaklarından yararlanarak kuracağı bir askeri güce katkıda bulunmuş oluyor! Amerikan emperyalizminin bu politikası, AGSP'yi daha kuruluş aşamasında kendine bağımlı kılma ve NATO çerçevesinde etkisizleştirme ve eritme politikasıdır.

Türkiye bu gelişmenin; NATO-AGSP veya ABD-AB çatışmasının neresinde?
NATO-AGSP ilişkisini Türk burjuvazisi AB'ye girmek için bir koz olarak kullanmayı denedi. Söylenmek istenen şuydu: Madem ki AGSP NATO'nun yeteneklerini kullanmak istiyor, o halde AGSP'nin faaliyetinde biz de tam üye gibi söz sahibi olmalıyız. Yani AGSP, AB üyeleri tarafından oluşturulduğuna ve Türkiye de tam üye olmadığına göre, üye olmalıdır. Aksi taktirde NATO çerçevesinde veto hakkımızı kullanırız. Türk burjuvazisinin bu tavrı AB-Türkiye ilişkilerinde belli bir gerginliğe neden olmuştur. Ama sonuç itibariyle uzlaşma sağlanmıştır. Türk devleti, AGSP'nin, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde, Kıbrıs, Ege sorunlarında veya Kafkasya'daki olası gelişmelerde Türkiye'ye karşı kullanılmayacağı sözü üzerine veto hakkını kullanmayacağını açıklamıştır. Bu garantiyi verenler veya uzlaşmanın sağlanmasında belirleyici rol oynayanlar İngiltere ve ABD'dir. Uzlaşmanın sağlanmasının esas nedeni ise ABD-AB ilişkilerinde ve bölgemiz üzerindeki rekabetlerinde aranmalıdır. Türk burjuvazisinin çıkar alanı olarak gördüğü , söz sahibi olmak istediği Balkanlar, Ortadoğu (Kıbrıs da) ve Kafkasya/Hazar Havzası'nda diğer emperyalist ülkelerin yanı sıra ve özellikle ABD ve AB de rekabet içindeler. Bu bölgelerde hakimiyet, Türkiye olmaksızın olanaksız gözüküyor. 
 
Türkiye, stratejik konumundan dolayı ABD ve AB tarafından kazanılmak isteniyor, ama aynı zamanda ABD-AB rekabeti, iplerin tamamen kopartılmasını kaçınılmaz kılacak derecede keskinleşmiş değil. Bunun ötesinde İngiltere'den sonra Türkiye üzerinden de AGSP'nin denetimi Amerikan emperyalizmi açısından önemli. Türkiye-AB ilişkilerinde olduğu gibi, 
 
Türkiye-AGSP ilişkilerinde de belirleyici olan, Amerikan emperyalizmiyle AB emperyalistleri arasındaki rekabettir, bölgemiz üzerinde hegemonya mücadelesidir. Bu rekabetin seyri Türkiye'yi AB ve AGSP'ye yakınlaştıracağı gibi -bugün gelişme bu yönde- yarın uzaklaştırabilir de.