deneme

31 Ağustos 2002 Cumartesi

TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNİN BUGÜNKÜ SEYRİ


 
Tarihsel gelişmelere dayandırılan Türk ve Yunan burjuvazileri arasındaki düşmanlık, Marmara Depreminden sonra Ege Denizi’nin iki yakası arasında esen barış ve dostluk rüzğarına dönüştü adeta. Her iki ülkedeki deprem, Ege Denizi’nin her iki yakasındaki halklar arasında herhangi bir düşmanlığın olmadığını, aksine dostluk ve barışın özleminin duyulduğunu çok açık bir şekilde gösterdi. Depremden dolayı Yunanlı emekçi Türkiyeli, Türkiyeli emekçi de Yunanlı için ağladı. Bu, burjuvazinin düzenlediği halklar arası bir gösteri değildi. Bu, içtenliğin, dostluk ve barış özleminin açık ifadesiydi. Ege Denizi’nin her iki yakasındaki burjuvazinin körüklediği şovenizm, “ulusal” düşmanlık, adeta bir anda yıkıldı. Deprem, denizin her iki yakasındaki emekçileri buluşturdu ve bu, aslında her iki ülkede de burjuvazinin teşhiri anlamına geliyordu.

Deprem, Türk ve Yunan burjuvazilerinin yakınlaşmasının da bir vesilesi oldu. Deprem olmasaydı, nasıl bir vesile bulunurdu, bunu bilemeyiz, ama açık olan şu ki, dünya ve bölge politikası bu iki ülke arasında belli bir “yumuşama”nın kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu ve bu zorunluluk da deprem dönemine denk düştü. Birisinin beyaz dediğine diğerinin siyah dediği ve sık sık savaş narası atan burjuvazi gitti ve her iki yakadaki hakim sınıflar “kırk yıllık” dost oldular!

Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlar, her iki ülke burjuvazisinin sorunlarıdır ve bu sorunların hiç birisi çözümlenmemiştir. Kıbrıs, Ege, Kıta Sahanlığı vb. bir dizi sorun hala çözüm beklemekte. Kardak kayalıkları için savaşmaya yeltenenler, birbirlerine en sıcak mesajları gönderiyorlar ve neredeyse çocuklarını “baş-göz” edecek duruma geldiler. Ve Yunanistan burjuvazisi, en büyük “jestini” A. Öcalan’ın Türk burjuvazisine teslim edilmesinde gösterdi. Bu, her iki ülke burjuvazisi arasındaki ilişkilerin derecesini de gösteren bir gelişme olarak algılanmalıdır. Ama buna rağmen bu hızlı gelişme, Ege Denizi’nin her iki yakasındaki burjuvazinin dostluk ve barış özlemiyle açıklanamaz. Oynanan oyun oldukça büyük. Bu, Türk ve Yunan burjuvazilerinin boyunu aşan bir oyun ve bu oyun her iki yakadaki burjuvazinin, ikide bir savaş narası atmasına izin vermiyor. Her iki ülkedeki hakim sınıflar, “barışmak” ve “dost” olmak zorunda kaldılar.

Çok rekabet merkezli dünyamızda Amerikan emperyalizmi, 21. yüzyılda da hakimiyetini sürdürmek için jeopolitika geliştiriyor. Amerikan emperyalizmi, 21. yüzyıl stratejisi, yaygın deyimle ifade edecek olursak Avrasya jeopolitikası gereği, önem verdiği alan ve bölgelerde bu jeopolitikanın ve dolayısıyla jeostratejinin gerçekleştirilmesini zora sokan gelişmeleri, engelleri ortadan kaldırmak istiyor.

AB de, hakimiyet alanını genişletmek ve ABD ile rekabet yeteneğini güçlendirmek için, bu yöndeki politikasının gerçekleşmesi önündeki olası engelleri ortadan kaldırmak istiyor.

Her iki rekabet merkezi için önemli olan bu alanlardan birisi Balkanlardır. Türkiye ve Yunanistan açısından bakıldığında Kuzey ve Kuzeybatı Akdeniz’dir; Balkanlardan Ortadoğu’ya uzanan alandır. Bu alanda belirtilen sorunlarıyla Türkiye ve Yunanistan bulunuyorlar.

Bu durum, Türkiye-Yunanistan yakınlaşmasının, bu “yumuşama”nın Amerikan ve AB politikalarının bir dayatması olduğunu açıkça göstermektedir. ABD ve AB arasındaki rekabet, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sürekli gerginliği, “yumuşama”ya dönüştürmüştür. Her iki rekabet merkezi, kendi hegemonya çıkarları için her iki ülkenin “barış”masını istiyor. Bu “barış”ın sağlanmasının Kıbrıs sorununun çözümünden geçtiği biliniyor. Amerikan emperyalizmi, birbiriyle konuşan, “dostluk” ilişkileri içinde olan Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıs sorununun çözümünde daha rahat hareket edebileceklerini ve bu sorunu, AB’yi karıştırmaksızın kendi çıkarına uygun bir şekilde çözebileceğini düşünüyordu.

Diğer taraftan, AB’nin bölgedeki faaliyetlerini izleyen ABD, A. Öcalan’ın yakalanmasıyla kimin neye muktedir olduğunu gösterdi. Bu konuda Yunan burjuvazisini, AB’ye rağmen, doğrudan Amerikan burjuvazisi yönlendirmiştir. A. Öcalan’ın yakalanmasıyla başlayan ve İmralı’da sonuçlanan süreç, bir bütün olarak AB’nin ve ayrıca da Yunanistan’ın Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi üzerinden Türkiye’yi köşeye sıkıştırma ve ABD aleyhine tavizler kopartma girişimlerini sonuçsuz bırakmıştır.

Ege’nin her iki yakasındaki bu iki ülke, ABD ve AB arasındaki rekabetin, hegemonya mücadelesinin gereklerine göre hareket etmek zorundadır.

Türkiye, AB’ye uyumluluk yasalarını çıkardı. Yunan burjuvazisi, “Türkiye’yi AB’ye biz taşıyacağız” söylemini sürdürüyor. Her iki ülke arasındaki “bahar havası” devam ediyor. Türkiye-AB ilişkileri her iki ülke arasındaki belirttiğimiz sorunların şu veya bu biçimde çözümünü dayatacak. Bundan kurtuluş yok. Açık ki Türkiye, “ulusal” sorun ilan ettiği ve stratejik önem verdiği Kıbrıs sorununun kendi aleyhine bir biçimde çözülmesinden kolay kolay vazgeçmeyecek. Türk burjuvazisi, önemsiz düzeltmelerin dışında, Ege sorununda da tavize yanaşmaya pek niyetli gözükmüyor. Yunan burjuvazisinin Ege politikası, bu denizin neredeyse tamamını Yunan kara sularına katıyor. Bunu Türkiye’de hiçbir iktidar kolay kolay kabullenemez.

Durum oldukça açık. Her iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği, kendi aralarındaki sorunlarını çözüp çözemeyecekleri emperyalistler arası çelişkilerin, somutta da AB ve ABD arasındaki dünya çapındaki ve bölgemizdeki rekabetin gelişme seyrine bağlı olacaktır. Bu rekabette, konumundan dolayı özellikle önem verilen ülke Yunanistan’dan ziyade Türkiye’dir. Bu nedenle Türkiye’yi kendi çıkarları için kullanmak isteyen AB ve ABD, Türk-Yunan ilişkilerinde şu veya bu şekilde Türk burjuvazisinin çıkarlarını da gözetmek zorunda kalacaktır.

Ama esas olan, sosyalist Türkiye ve Yunanistan arasında böylesi sorunların olmayacağıdır. Ege Denizi ve Kıbrıs Adası, her iki ülke arasında proleter enternasyonalizminin, gerçek barışın ve devrinin denizi ve adası olacaktır.


23 Ağustos 2002 Cuma

“KÜRESELLEŞME“ ELEŞTİRİSİ HER ZAMAN İLERİCİ MİDİR?

Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarından bu yana burjuvazinin dilinden düşürmediği “küreselleşme”, karşıtı olan bir hareketin de doğmasını beraberinde getirmiştir; antiküresel hareket. “Küreselleşme”nin Marksist literatürdeki karşılığı sermayenin uluslararasılaşmasıdır veya da kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşmasıdır. Antiküreselleşme ile de ifade edilen, bu eylemlerin içeriğini de gösterdiği gibi, antiemperyalist mücadeledir. Burjuvazinin ideolojik saldırısı ve küçük burjuva, reformist ve de açık antimarksist akımların bu hareketteki yeri o kadar belirleyici olmalı ki, Marksistler bile, belki de farkına varmadan, emperyalizm, sermayenin uluslararasılaşması ve antiemperyalizm kavramlarını, kendi ideolojilerinin ürünü olan bu kavramları bir kenara iterek bu burjuva kavramları kullanmakta ideolojik ve teorik bir sakınca görmemişlerdir.
Antiküresel hareketin sınıfsal ve siyasi içeriğine; daha da ileri gidelim ve teorik ve ideolojik içeriğine diyelim, baktığımızda, bırakalım antikapitalist olmayı, siyasi ve ideolojik bakımdan hiç bir zaman antiemperyalist olamayacakların, antiemperyalist mücadeleyi yönlendirmeye soyunmuş olduklarını görürüz. Kim bunlar, neye karşı niçin mücadele ediyorlar ve komünistler ne yapıyorlar. Bu yazımızda “sağ”da ve “sol”da antiküresel, “antiemperyalist” mücadele verenlerin bir dökümünü yapmaya çalışacağız.
Antiküresel hareket, belli bir ideoloji ve politika doğrultusunda şekillenmemiştir. Bu hareketin örgütsel, hiyerarşik bir yapısı da yoktur. Ama bu harekete, belli bir ideoloji ve siyasi renk vermeye, onu örgütsel bir yapıya kavuşturmaya çalışanlar vardır. Bunlar, bu hareketin bileşenleridir. Hareketin önemli her bileşeni, kendi başına bir alternatif konumundadır ve anlayışını harekete hâkim kılmaya çalışmaktadır.
Eylemden eyleme, örneğin Seattle’da, Melbourne’de, Davos’da, Prag’da, Göteborg’da, Cenova’da birleşen güçlerin oldukça farklı akımlardan oluştuklarını görüyoruz: Her renkten küçük burjuva örgütler, küçük burjuva radikal akımlar; her renkten anarşistler, troçkistler, işçi hareketinin “sol” kesiminden, reformist, sendikalist, merkezci güçlerine kadar uzanan bir yelpaze; emperyalist ülkelerde burjuva işçi partilerinin, güya “sol” kesimleri, bir kısım sosyal demokratlar, gençlik örgütlenmeleri, küçük ve orta köylü örgütlenmeleri; hükümet dışı örgütler, ökoloji grup ve partileri, feminist örgütlenmeler, bireyler (aydınlar, filozoflar, öğretim üyeleri) ve komünistler. “Sol” kesimin dışında gerici, ırkçı ve faşist hareketler ve partiler de “küreselleşme” eleştirisi kervanına katılan güçler arasında yer alıyorlar. Bunları, bu harekete bakış tarzları ve alternatif anlayışları bakımından belli ana gruplara ayırabiliriz: troçkistler, reformistler, anarşistler, komünistler ve faşistler.
Troçkistlerin önemli bir kitlesel gücünün olduğu sanılmasın. Her zaman olduğu gibi bugün de ve bu eylemlerde de karşı devrimci görüşlerini antiküresel hareketin gelişmesini etkilemek için kusuyorlar. “Sol” radikalizm, dünya devrimi adı altında reformizm ve antimarksist görüşleri savunuyorlar. Bunlara göre, “küresel kapitalizm, küresel bir antikapitalizm yaratmıştır”. “Küresel antikapitalist hareket, bütün dünyanın sömürülenleri ve ezilenleri adına konuşmalıdır.”
Bu karşı devrimcilere göre “hareket, şimdiye kadar başarı getiren ittifaklara, sosyal sınıflara dayanmalıdır” ve “antikapitalist ittifak,... kapitalizmin yerine sınıfsız toplumun aldığı bir yola girmelidir”.
Emperyalizmin reformist küçük burjuva eleştiricileri ise sermaye hareketinin kontrol edilmesini öneriyorlar. Bu görüşte olanlar, önce, ilk adım olarak, dünya çapında sürekli dolaşan spekülatif sermayenin vergilendirilmesini talep ediyorlar. Sermaye, her seferinde, bir ülkeden çıkınca vergiye tabi tutulmalıdır diyorlar. Amerikalı iktisatçı Tobin’in öne sürdüğü ve bundan dolayı da "Tobin-vergisi" denen bu anlayışa göre, sermayenin uluslararası hareketi, küresel transferi pahalılaştırarak zorlaştırılmış olacak. Böylece, sürekli dolaşan ve spekülatif alan arayan veya spekülasyona yol açan sermaye, bu hareketinde frenlenmiş olacak.
Antiküresel hareketin en önemli bileşenlerinden ATTAC ("Yurttaşlar İçin Tobin Vergisi Eylemi" veya "Vatandaşların Lehine Mali Transaksiyonların Vergilendirilmesi İçin Birlik"), Tobin-vergisi anlayışıyla sermayenin uluslararası hareketine karşı savaşıyor! ATTAC’ın antiküresel mücadeleden anladığı esasen bu.
Yerellik, yerel “ekonomi” savunucularının, öncelikle de Susan George ve bazılarının temsil ettiği anlayışa göre uluslararası tekellerin ve onlara hizmet eden kurumların reformist olmaları, insancıllaşmaları ve ekolojik olmaları artık imkânsızdır. Uluslararası tekellerin demokratikleşeceğinden umudunu kesen bu gruptaki antiküreselcilerin anlayışına göre, böl ve yönet kapitalist/emperyalist mantığı boşa çıkartan yeni ittifaklar oluşturulmalıdır. Bu amaç için genç, yaşlı, işçi köylü, üretici tüketici, emekli işçi, güneyden doğudan ve kuzeyden insanlar birleşmelidirler. Yerel (lokal) mücadeleler, küresel mücadeleler ile birleştirilmelidir. Böylece küresel ekonomik zulmün karşısına yerel ekonomiler; bütün insanların katılacağı paralel ekonomiler konmalıdır ve ayrıca, bir “alternatif küreselleşme” de olmalıdır. Böyle bir küreselleşme, “kooperatif küreselleşme” olarak kooperatifsel birleşen çok sayıda yerel ekonomilerden oluşacaktır ve kadınlı-erkekli vatandaş örgütleri, paranın nasıl harcanacağına dünya çapında karar vereceklerdir.
Bütün sınırları, sektörleri ve çıkar birliklerini aşan ve uluslararası zulmü sonlamayı amaçlayan uluslararası ittifakların oluşturulmasını talep eden bu bayan, ulusal ve uluslararası politikaya sadece talepler yöneltmiyor, insanların çoğunluğuna hitap ediyor ve hemen, derhal “diğer ekonomi”yi kurmaya başlayın diyor.
Antiküresel hareket içinde reformist alternatif adımları yeterli bulmayan bir dizi başka gruplar da var. Bu “radikal” gruplar veya hareketler, derhal “diğer ekonomi”nin inşasına başlamak istiyorlar. Bu gruplar, insanlar nerede iseler orada günlük yaşamda “diğer ekonomi”nin inşasına derhal başlamalılar diyorlar. Partilerin, parlamentoların politika değiştirip yeni politikalar uygulamalarını beklemeye gerek yok diyen bu hareketler, kendilerini ve topluluklarını ilgilendiren ekonomi süreçleri üzerine kontrolü yeniden ele geçirmek, ekonomiyi değiştirmek istiyorlar.
Geçen yüzyılın ‘90`lı yıllarından bu yana politik yaşamın vazgeçilmez kavramlarından birisi olan “küreselleşme”, yukarıda belirttiğimiz gibi, sadece, “sol“da değil, sağ kesimde de siyasi şekillenmenin önemli bir öğesi olmuştur. Yani “küreselleşme“yi sadece “sol“ kesimde olanlar değil, sağ kesimde olanlar da; ırkçılar ve faşistler de eleştirmeye başlamışlardır. Sağ kesim, “küreselleşme“yi, ulusun, halkın, kültürün, geleneklerin, kontrolden çıkmış bir ekonomi tarafından uluslararası nivelman yapılması (aynılaştırılması) bağlamı içinde ele alarak eleştirmektedir. Kozmopolitizm ve emperyalist kültürün dünya çapında etkileyiciliğine güya karşı duruş, faşistlerin politikasında “küreselleşme“nin eleştirisine dönüşmüştür. Ama amaç, ne “küreselleşme“ye ve ne de sonuçlarına karşı doğrudan mücadeledir. Amaç, güçlü bir “el”in düzenidir, her şeyi yerli yerine oturtacak, düzenleyecek, yönlendirecek, ulusu, halkı, kültürü ve gelenekleri yok etmekten, yozlaşmaktan kurtaracak (! )bir düzene duyulan ihtiyacın dile getirilmesidir.
Sağdan ve “sol”dan eleştirilen “küreselleşme”nin gelişmesinde veya “küreselleşme”nin eleştiri konusu edilen sosyal, siyasi ve ekonomik öğelerinin gelişmesinde neoliberalizmin; ‘80`li yıllardan bu yana uygulanan neoliberal politikaların önemli bir rolü olmuştur. Artan ve kitlesel kronikleşen işsizlik, sosyal ve demokratik hakların kısıtlanması vb. yığınların hareketlenmesinin bir nedeni olmuştur. Neoliberal politikalar, genel anlamda, bireysel özgürlüğü ve bu özgürlük şemsiyesi altında da bütün yaşamın; her şeyin pazarlanmasını, siyasi pratiğin merkezine koymuştur.
Neoliberalizmin doğuşunu, geçen yüzyılın; 20. yüzyılın son çeyreğindeki gelişmelerle açıklamak şüphesiz ki yanlış olur. Bu kavram geçen yüzyılın ‘30`lu yıllarında bugünkü anlamıyla geliştirildi ve kavram olarak da “neoliberalizm” kullanıldı. Ama bütün örgütlülük durumlarına, entellektüel gelişmişliklerine ve siyasi ve ekonomik önemlerine rağmen neoliberalizmin savunucuları, emperyalist burjuvazinin politik anlayışında ciddiye alınmadılar. Ancak geçen yüzyılın ‘70`li yıllarından itibaren; savaş sonrası emperyalist ülke ekonomilerinde görülen genel anlamda yükselen konjonktürün, pazarların doyumundan sonra gerileme sürecine girmesi, 1974/’75 dünya ekonomik krizi, pazar ekonomisi, her şeyi pazarlama çığırtkanlığını güçlendirdi. O zamana kadar radikal olarak tanımlanan neoliberal düşünceler, önce muhafazakârlar, sonra da sosyal demokrat partiler tarafından sosyal ve iktisadi teori oluşturmanın ve burjuva politikanın belirleyici öğeleri durumuna getirilmişlerdir. Neoliberal muhafazakârları (ABD`de Reagan, İngiltere`de Thatcher, Almanya`da Kohl) neoliberal sosyal demokrat partiler takip etmişlerdir.
Gecen yüzyılın ‘80`li yıllarında neoliberal muhafazakarların çeşitli ülkelerde iktidara gelmeleri, emperyalist burjuvazinin siyasi ve iktisadi paradigma değişiminin temel göstergesi olmuştur. Bu gelişme, ‘90`lı yılların başında Sovyetler Birliği ve revizyonist bloğun çökmesi, sağ radikal; ırkçı, faşist partileri yeni konseptler aramaya ve programatik anlayışlarını güncelleştirmeye zorlamıştır.
Bu partiler, bir taraftan dolaylı olarak paradigma değişiminden ve sonuçlarından yararlanmışlardır: (sosyal çevrenin ve bağların daha hızlı çözülmesi, politikadan bıkkınlık ve burjuva partilerin giderek daha açık bir şekilde birbirlerine benzemeleri. Önceleri sağcı partilere özgü olan konuları sosyal demokrat partilerin de sahiplenmeleri, gerici yabancılar, göçmenler politikası, hak ve düzen, hiyerarşi, elit tabaka vs.) Bunun yanı sıra artan sosyal güvensizlik, ekonomik mücadele, karizmatik önderlere ve otoriter hükümetlere olan ihtiyaç çığlıklarının yükselmesine yol açmıştır. Ve sadece modernleşmenin kaybedicileri değil, kazananları da sağ, faşist propagandaya duyarlı olmaya başlamışlardır.
Diğer taraftan ise, bu parti ve çevreler, değişen koşullara uyum sağlamak zorunda kalmışlardır. Çünkü bunlar, seçmen potansiyellerini doğrudan faşist söylemlerle ve geçmişi yad etmekle genişletemeyeceklerini biliyorlardı.
‘80`li yıllardan buyana bunların programatik anlayışları, tartışmalarda açığa çıkan stratejik anlayışları, denenmektedir. Bütün çelişkilere, farklılıklara ve içiçe geçmişliğine rağmen iki temel çizginin varlığı görülmektedir. Bunlardan birisi, modern görünümlü bir akımdır; kendini güçlü bir şekilde neoliberalizmin sosyal darvinist ve otoriter pozisyonlarına göre yönlendirmekte, bu pozisyonları kısmen de olsa radikalleştirerek geleneksel ideolojik söylemlerle (değerler, halk, ulus, aile) birleştirmekte ve böylece hükümet edecek, iktidar yeteneğine sahip olacak duruma gelmeye çalışmaktadır. Yani hükümet etme, geniş kesimleri kapsama yeteneğine sahip olduğunu, sermayeye göstermeye çalışmaktadır. Diğer çizgiye gelince: Bu çizgide yer alan gruplar ve partiler, ırkçı, halkçı, antiseminist populist söylemleri esas alıyorlar, ulusal sosyal durumdan bahsediyorlar ve faşizmi, kapitalizm ile sosyalizm (komünizm) arasında üçüncü bir yol olarak görüyorlar.
Genel duruma ve ulusal koşullara bağlı olarak bu her iki akım eş değerli olarak karşı karşıya duruyorlar ve aynı partiler içinde temsil ediliyorlar. İdeolojide, parlamentoda ve sokakta söylem farklılıkları var. Ama her iki akımın ortak yönü, otoriter, antiegaliter, antidemokratik amaçlarının ve homojen bir halk ve korporatif üretim topluluğu vizyonlarının olmasıdır.
Bu akımların program ve teorik yazılarında modernleşme ve faşist düşünceleri güncel konularla harmanlama anlayışı görülmektedir. Faşist kan ve toprak anlayışı ya güncelleştiriliyor ya da kültür farkı tespiti ile yer değiştiriyor. Örneğin İtalya`da olduğu gibi, Kuzey Ligi`nin bölgesel, kültürel farklılık tespiti veya Huntington’un savunduğu gibi Hıristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasındaki kültür mücadelesi ön plana çıkartılıyor.
Modern sosyal darvinizm, diktatörlüğe, bir diktatöre ihtiyaç duymuyor. Neoliberal ambalaj, sosyal darvinizm için yeterli oluyor. Rekabetteki yetersizlik, kişisel yetersizliğe indirgeniyor ve “refah devleti” baş düşman ilan ediliyor. Çünkü bunlara göre, toplumsal üretimin “bölüşümü” bu devlet üzerinden gerçekleştiriliyor ve bu devlet de veya bu tarzda bir “bölüşüm”, toplumun üretici güçlerini felce uğratıyor.
Neoliberal programın tamı tamına uygulanması, pazar anarşisi vasıtasıyla antientegrasyonist gelişmeyi güçlendirecektir. Bunu engellemek için de otoriter bir devlete ve toplumsal bağa ihtiyaç vardır; yani gelenekleri ve değerleri birleştiren otoriter bir güç olmalıdır anlayışına sarılınıyor.
Bu özelliklerine ve her şeye rağmen sağ, öncelikle sembollere, etkilemenin veya hükümet etmenin biçimlerine eskisi gibi önem vermiyor. Nihayetinde güçlü devlet tarafından biçimlendirilmiş toplumun gidebileceği yegâne bir otoriter yön vardır; Ulus. Ulus, “küreselleşme” sürecinde kendini mücadeleye hazırlamış olmalıdır ve bunun için kendini, sosyal olarak temelden yenilemelidir.
Böylece faşist, ırkçı akım, neoliberal tartışma konularını içselleştiren ve aynı zamanda bunu geleneksel teorileriyle zenginleştiren siyasi bir vizyon sunuyor. Avusturya`da FPO`nun, İtalya`da Kuzay Ligi`nin, Ulusal İttifak`in Danimarka`da Dansk Folkeparti`nin Norveç`te Fremdskrittpartiet`in hükümet olmaları, hükümete katılmaları veya tolere edilmelerinin gösterdiği gibi böyle bir siyasi çıkış, hiç de başarısız olmuyor. Fransa`da Ulusal Cephe ve Nouvelle Droite, Almanya`da Schill-Partisi, Belçika`da Vlaams Blok ve İsviçre`de de Halk Partisi aynı yöneliş içindeler.
Buna karşın İngiltere`de Britanya Ulusal Partisi ve Ulusal Cephe, Almanya`dan NPD ve DVU, “küreselleşme”ye karşı cepheden tavır alıyorlar ve öyle ki antikapitalist söylemler bile kullanıyorlar.
Şüphesiz ki, bu zıtlıklar, faşist hareketler arasında bir ayrışmadır. Ama gerçek olan şu ki, faşist kesim güçlenmektedir, onların şu veya bu “demokratik” ülkede hükümete katılmaları normal karşılanmakta ve bu gelişme, neoliberalizmin otoriter bir aşamasının başlangıç süreci olarak görülmelidir. Bu gelişme, neoliberalizmin sonunun orta-sol hükümetler tarafından getirilmeye başlandığının bir demagoji olduğunu da göstermektedir.
Şu düşünülebilir mi? Antiküresel hareket, belirttiğimiz bu siyasi gelişmeye bir tepki olarak doğmuştur ve antifaşisttir?! Faşistler, doğrudan, açıktan açığa kendilerini neoliberal tanımlarlarsa, katışıksız ırkçı, antiseminist olduklarını açıklarlarsa bu doğrudur. Ama unutmamamız gereken, antiküresel hareketin heterojen yapısından dolayı sağ ve “sol” arasındaki sınırların bazen silinmiş olmasıdır. Çokuluslu tekellere karşı “mücadele” eden faşistler var. Bunların anlayışına göre çokuluslu tekeller, karar verme yetkisini ulusal politikanın sınırları dışına çıkartıyor veya sınırlıyor. Çünkü ulusal sermaye, yabancıların eline geçiyor ve küçük ve orta boy işletmeler bu devasa güç tarafından iflasa/yok olmaya mahkûm ediliyor. Bundan dolayı da yerli/ulusal ekonomi, üretici tabanını kaybediyor. Bu tarzdaki ulusallıkla boyanmamış antiküresellik, antiküresel hareket içinde oldukça yaygındır (örneğin feministlerin anlayışı).
Sağ ve “sol” söylemler, uluslararası mali pazarlar üzerine tartışmalarda daha çok birbirine karışıyor veya çakışıyor. Faşistler de, yatırımlar ve yeni işyeri için üretici sermayenin spekülatif sermaye tarafından bertaraf edildiği anlayışındalar.
Faşistlerin ekonomik anlayışı, siyasi ve kültürel sorunlarla bağlam içindedir. Onlar da politikanın ekonomi üzerindeki öncelliğini talep ediyorlar ve ulusal devletin erk kaybından şikâyetçiler (buna MHP bir örnektir). Bu eleştiri, burjuva devletin büyük bir şekillendirme erkine sahip olduğunu ve kendiliğinden sosyal ilerleme için mücadele ettiğini önkoşul yapıyor. Ama diğer taraftan da “küreselleşme”, devletsel ve siyasi olgudan bağımsız ilerleyen bir süreç olarak algılanıyor. Tam da bu noktada sağ ve antiküresel hareketin bir kısım bileşeni olan “sol”, sürekli, devlete ve politikacılara çağrıda bulunuyorlar ve “küreselleşme” sürecinde görevlerinizi herkesin refahı için görev olarak algılamalısınız diyorlar.
Kültür alanındaki savlarda da çakışma söz konusudur. Avrupa’da faşist hareketler, kültür kötümserliklerini Anglosakson kapitalizmiyle odaklaştırıyorlar ve bu kültürün karşısına pozitif bir Avrupai ulusal model koyuyorlar. Böylece “küreselleşme” ile geliştirilen anglosakson alanı kültürü reddediliyor ve karşısına Avrupa “kültür halkları”nın güçlenmesi bilinci konuyor.
Bunun ötesinde “kötü niyetli” Anglosakson kapitalizmi karşısına “iyi niyetli” Avrupa veya “Ren kapitalizmi” konuyor. Bunun böyle olduğunu antiküresel hareketin Amerikan emperyalizmine karşı yönlendirilmesinden ve AB`nin eleştiri dışı bırakılmasından da anlıyoruz.
Bu çevrelerin “antiküresel” anlayışlarını nasıl değerlendirmek gerekir? (Faşistlerin “antiküresel” mücadele anlayışları dikkate alınmaya değmez)
Anarşistler ve otonomcular açısından durum oldukça değişik. Bunlar, ilkesel olarak örgütlenmeye ve dolayısıyla örgütlü mücadeleye karşılar. Bunlar açısından örgütlü kitlesel mücadele, "otoriterliğin”, “antidemokratikliğin” ifadesidir ve “birey” için zulümdür. Bu güya radikaller, “özgür bireyciliği” savunuyorlar. Proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve kendi diktatörlüğünü kurması ile sermayenin/burjuvazinin hâkimiyeti arasında fark görmüyorlar.
Antiküresel harekete damgasını vuran, küçük burjuvazidir. Bu hareketin tekellere, IMF’ye, DB’ye ve DTÖ’ye karşı mücadelesi, esas itibariyle küçük burjuvazinin antiemperyalist mücadele anlayışını yansıtır. Radikal, devrimci küçük burjuvazinin değil, pasifist, legalist ve reformist küçük burjuvazinin IMF, DB, DTÖ ve tekellerde somutlaşan emperyalizme eleştirisini ifade eder.
Bunların emperyalizme karşı mücadeleye katkıları ne olursa olsun, eleştirilerinin tutarlı bir yanı yoktur ve gericidir.
Bunlar, eleştirilerinde tutarsızlar veya eleştirilerinin darbe vurucu, öldürücü bir yanı yok. Çünkü milyonlarca insanı soyan, talan eden güçlere; kâr ve daha fazla kârdan başka bir düşünceleri olmayan ve yaptıklarından başka türlü hareket edemeyecek olan; insanlığı ve doğayı felakete sürükleyen güçlere hitap ediyorlar. Emperyalist burjuvaziye, tekellere adeta yalvarıyorlar, sorumlu hareket edin, insanlığın çıkarlarını düşünün, aksi taktirde alternatif ekonomilerle sizi buna zorlarız demeye getiriyorlar.
Bunların eleştirileri tamamen gericidir, çünkü bunlar insanlığa gelecek vaat etmiyorlar. Tam tersine tekel öncesi dönemi, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemini, öyle ki kapitalist gelişmenin ilk aşaması olan küçük üretim dönemini, alternatif ekonomi olarak sunuyorlar. Hayal dünyası geniş olan küçük burjuvazi, küçük üretimi hâkim kılacağını ve tekellerin küreselleşmesine karşı tabandan bir küreselleşme ile cevap vereceğini sanıyor.
Ne demek “küreselleşme yerine yerelleşme?” Ne demek küresel ekonomi, yani tekelci kapitalizm yerine yerel ekonomi? Bu, geçmişi arzulayan oldukça gerici bir hayal değil mi?
Küçük burjuvazi, küresel kurumlardan (IMF, DB, DTÖ), küresel konsantrasyondan (tekeller) ve bunların denetlenemeyen iktidarından nefret ediyor, ama mülkiyete ve pazara tapıyor! Küçük (yerel) pazara, küçük üretici mülkiyetine, yerel politikaya, bir bütün olarak cemaatler ekonomisine ve politikasına tapıyor. Büyük (küresel) üretim ve ticaretten nefret ediyor, ama küçük (yerel) üretim ve ticarete tapıyor. Antiküresel hareketin bu önemli bileşenleri, emperyalizmin küçük burjuva eleştiricileri, küçük üretimin ilk aşamasının hâkim olduğu ekonomik ve politik ilişkilere dönmek istiyorlar.
Emperyalizmin bu eleştirmenlerinin ekonomi ve toplum anlayışı, insana -ister istemez- Dühring’in hayali komün anlayışını hatırlatıyor. Bu konuda Engels şöyle diyor.
“Bay Dühring, ... mevcut toplumun temel yasasını, kendi fantezi toplumunun temel yasası yapıyor. O, hataları olmaksızın mevcut toplumu istiyor. Bu arada o, Proudhon gibi aynı zeminde hareket ediyor. Proudhon gibi o da, meta üretiminin kapitalist üretime doğru gelişmesinden doğan olumsuzlukların, onların karşısına meta üretimi temel yasasını koyarak -tam da bu yasanın etkinliğiyle (söz konusu) bu olumsuzluklar doğmuştur- yok etmek istiyor. Aynen Proudhon gibi, değer yasasının gerçek sonuçlarını fantastik olanla bertaraf etmek istiyor” (F. Engels, Anti- Dühring. Marks-Engels; C.20, Syf.,291, Alm.).
Antiküresel hareketin gelişmesine ve siyasi şekillenmesine ilişkin yaptıkları önerilerde troçkistler; Marksist teoriye saldırıyı emperyalizm “eleştirileri”yle eş anlamlı ele alan bu karşı devrimciler, anarşistler ve otonomcular, bayan Mies’in anlatımıyla “yerel ekonomi" savunucuları, aynen Dühring ve Proudhon’un dünyasını hayal etmiyorlar mı? Emperyalizmin çelişkileri, emperyalist talan ve baskıyı istemiyorlar. Bu “kötülük”lerden kurtulmak için ileriye doğru, bunların nedeni olan çelişkileri ortadan kaldırmaya yönelik adım atmak istemiyorlar. Tam tersine, kurtuluşu geriye dönüşte, bu “kötülük”lerin çıkış noktası olan küçük üretimde arıyorlar. Yapılan, kelimenin gerçek anlamıyla “gevezelik”!.
Antiküresel hareketin bu bileşenleri geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği gerçekten anlamak istiyorlarsa; işsizliğin, yoksulluğun, talanın, insanın kendine ve doğaya yabancılaşmasının nedenlerini ortadan kaldırmak istiyorlarsa, mevcut toplumu gerçekten değiştirmekte ve emperyalizmi tarihin çöplüğüne atmakta kararlıysalar, her şeyden önce yapmaları gereken, toplumu tarihsel materyalist açıdan değerlendirmektir.
Emperyalizmin küçük burjuva eleştiricileri bunu yapmıyorlar. Sınıfsal anlayışlarından dolayı da yapamazlar. Marksist yöntem yerine; sosyal dönüşümün nedenlerini arama yerine, üretim biçimindeki değişimlerin kapsamlı araştırması yerine; çelişkileri ortadan kaldırmanın araçlarını arama ve bulma yerine bu küçük burjuva hayalciler, içinde yaşadıkları dünya koşullarına sırtlarına çeviriyorlar, aynı koşullar içinde kendi küçük hayalci dünyalarını kurmaya çalışıyorlar ve insanların toplumsal varlığını bilinçten hareketle açıklamaya çalışıyorlar ve öne sürdükleri saçmalıklarla emperyalist gerçekliğin “kötülük”lerini, hastalıklarını iyileştireceklerini sanıyorlar.
İnsanları, mevcut kapitalist ilişkileri, bir bütün olarak toplumu, emperyalist çağdan küçük üretim ilişkilerine ve toplumsal ilişkilere, yani 200-300 sene öncesine götürmek, insanların toplumsal varlığını bilinçle açıklamaktan başka ne olabilir ki? “Küreselleşme”nin, emperyalizmin bu küçük burjuva eleştiricileri, bu halleriyle en kötü, en berbat idealist geleneğin savunucuları oluyorlar. Bu baylar, tekellere alternatif olarak, piyasa ekonomisini; “küreselleşme”ye alternatif olarak, “yerel ekonomi”leri, aile ekonomilerini, küçük üretimi, küçük kooperasyonu, dayanışmayı, kar amacı olmayan üretimi, kendine yeterli üretimi, paranın öneminin azaldığı ilişkileri öne sürüyorlar. Yani gerçekten bundan 300 sene önce var olan koşulları; bugünkü tekelci koşullara neden olan koşulları savunuyorlar.
Antiküresel hareketin bu bileşenleri, hayal dünyalarını kurma çabalarının ötesinde, aynı gericilik ve hayalcilik içinde emperyalist ülkelere çağrıda bulunuyorlar. Emperyalizme, tekellere, yapmak zorunda olduklarını yapmayın diyorlar. Yani tekelleri tekel yapan koşullar kaldırılsın deniyor. Kim kaldıracak? Emperyalistler mi?
Ütopyacılık çoktan tarihe karıştı. Yaklaşık olarak tanımlayacak olursak, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist üretim biçimi ve buna bağlı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki temel çelişki, tam anlamıyla henüz gelişmemişti. O dönemde ütopik sosyalizmi ifade eden teoriler gelişmişti. Bu teorilere tarihsel haklılık veren, kapitalist üretim biçiminin olgunluk aşamasında olmamasıydı.
O dönemdeki ütopik sosyalizmin teorileri; üç büyük ütopyacı olan Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen’in teorileri, yine Engels’in deyimiyle “fantastik örtünün her tarafında ortaya çıkan dahiyane düşüncelerin embriyonlarını” içeriyorlardı. (Agk., s. 241).
Böylesi teorileri bugün savunmak, insanlığa alternatif olarak sunmak Donkişotluktan başka bir anlam taşımaz. Bu baylar; hangi renkten olurlarsa olsunlar bu küçük burjuva baylar, tarihsel ilerlemenin ilericiliğini görmüyorlar, yakınıyorlar, sızlanıyorlar. Onlar, küçük üretimin önemsizleşmiş olmasından; ortaçağda hakim olan üretim ilişkilerinin yok olmasından şikayetçiler. Onlar, bu bağlamda kapitalizmin oynadığı tarihsel, ilerici rolü görmüyorlar. Tam tersine bunu bir felaket olarak tanımlıyorlar ve bu felaketten kurtulmak için insanlığı ortaçağ ilişkilerine dönmeye çağırıyorlar.
Bu baylar, kafalarında ‘yeni’ bir düzen oluşturuyorlar. Bu düzeni gerçekleştirmek için insanları "sağduyu" doğrultusunda hareket etmeye çağırıyorlar ve tabii onların bu düzeninde para, ücret, kar vb. önemsizleşeceği için, kendine yeterli üretim olacağı için, her bir cemaat, üretimi, dağıtımı ve politikayı belirleyeceği için, haksızlık da olmayacak, yani “ebedi adalet” hâkim kılınacak.
Antiküresellik adı altında gelişen hareketin küçük burjuva bileşenleri bu hareketi, hayal dünyalarını gerçekleştirmek (!) için kullanıyorlar. Onların düşüncelerinde ve teorilerinde devrimci olan bir yan yok.
Uluslararası komünist hareketin güçsüzlüğü ve bunun ötesinde örgütsüzlüğü, bu küçük burjuva ütopistlere, troçkistlere ve anarşistlere yarıyor. Güçlü, her tarafta katılımcı, örgütleyici ve yönlendirici bir uluslararası komünist hareket, antiküresel harekete damgasını vurduğunda bu bayların süngüleri inecektir. Açık ve dolaylı antikomünist, antimarksist-leninist politikaları, sınıf mücadelesine duydukları kin ve nefret gerçek anlamıyla açığa çıkacak ve tutmayacaktır.
Komünistlerin görevi, bir taraftan, antikapitalist tarafı da olan bu hareketin antiemperyalist karakterini bütün yönleriyle açığa çıkartırken, aynı zamanda onunun geleceği üzerinde söz sahibi olmaya çalışmak olmalıdır. Bu hareketin gericilik, ütopyacılık için kullanılmasına fırsat verilmemeli ve bu hareketin küçük burjuva ütopist bileşenleriyle ideolojik ve siyasi mücadele sürdürülmelidir. Aksi takdirde emperyalizme karşı mücadelede, uluslararası arenada milyonlarca emekçiyi harekete geçirebilen bu gelişmeden, uluslararası devrimci mücadelenin gelişmesi için yararlanılamamış olunur ve emperyalizme darbeler indirme olanağı boşa gider. Sadece katılımcı olmak yetmiyor. Sadece eylem anında aktiflik, hareket içinde aktiflik anlamına gelmiyor. Katılıyor ve çekiliyoruz. Ama diğerleri tartışıyor, fikirlerini yayıyor. Asıl olan bu tartışmalara katılmak ve yönlendirmektir. Bu hareketi gerçek sınıfsal rayına oturtmak, onun gerçek antikapitalist ve antiemperyalist içerik ve öğelerini açığa çıkartarak milyonlarla ifade edilen geniş yığınları yönlendirebilmek için, her bir eyleme veya bu hareketin sorunlarına somut önerilerimizle katılmalıyız. Hareket içinde yol gösterici olmanın, etkileyici olmanın yegâne yolunun, her bir somut duruma hangi görüşleri öne sürerek nasıl katıldığımızdan geçtiğini unutmamalıyız. Bir taraftan, sürdürülen ideolojik mücadeleye mutlaka ve mutlaka katılmalıyız, diğer taraftan da hareketin fiili örgütlenmesinde bizzat inisiyatifli olmalıyız. Uluslararası komünist hareketin dağınık bileşenlerinin veya uluslararası komünist hareket çerçevesinde gördüğümüz parti ve hareketlerin antiküresel harekete dağınık, koordinesiz katılmamaları için başlı başına bir mücadele sürdürmeliyiz. Ancak bu şekilde; bu eylemlere uluslararası çapta örgütlü katılımı sağlamakla yönlendirici olabiliriz. Ancak böylece antiküresel hareket içinde eylemde ve düşüncede meydanı boş bırakmamış oluruz.

12 Ağustos 2002 Pazartesi

ALMANYA’DA İŞSİZLİK SORUNU KİTLESEL KRONİK İŞSİZLİK SORUNUDUR

2001 yılı itibariyle Almanya’da işsizlerin çalışabilen nüfusa oranı yüzde 10,3. Bu oran Doğu (eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti sınırları içinde yüzde 18,9’a varıyor. Batıda ise işsizlik oranı yüzde 8,3.
Resmi verilere göre işsizlerin sayısı 4 milyon civarında. İstatistik oyunu sonucunda işsiz sayılmayanları da hesaba katarsak işsizlerin sayısı 6,7 milyona varıyor. Bu, gerçek işsizlerin sayısını ele verir. Alman hükümeti hazırlattığı bir rapor doğrultusunda işsizlerin sayısını yarı yarıya azaltmayı planlıyor. Benzeri çabalar başka emperyalist ülkelerde de görülmüştü. Örneğin Clinton dönemi ABD’de bir “iş mucizesi” yaratılmıştı. Sonuç ortada. Bir kişinin çalışacağı işyerinde iki kişi çalıştırılmış ve istatistikî olarak işsizlerin sayısı biraz azalmıştı. Ama sonraki dönemde bu oyunun da fazla getirisinin olmadığı, işsizlerin sayısındaki artışla görülmüştür.
Dört sene önce, şimdiki başbakan Schröder, işsizlerin sayısını 3,5 milyona indireceğim diyerek „mangalda kül“ bırakmıyordu. Seçimi kazandı. Aradan dört sene geçti. Ama işsizlerin sayısı azalmadı, tam tersine arttı. Aynı Schöreder, dört sene önce olduğu gibi şimdi de, işsizlik sorununu seçim malzemesi olarak kullanıyor. Seçimlerde birkaç hafta önce kurdurduğu bir Komisyonla işsizlik sorunuyla ciddi bir şekilde ilgilendiğini seçmene göstermek istiyor. Komisyonun karşısına da VW tekeli yönetiminde görevli olan Peter Hartz getirildi. “İş Piyasasında Reform için Hükümet Komisyonu“, başkanı Hartz’a göre bu komisyon çalışmasında “gerçekten yeni olan, üç sene içinde iki milyondan daha az sayıda işsize sahip olunabilineceği“ imiş. Bu, fantastik açıklamalar aslında hiç de yeni değil. Dört sene öncesi seçim kampanyasında Schöreder ve eski Başbakan Kohl, işsizliği yarı yarıya azaltacağız sözünü vermişlerdi. Alınan sonuç ortada.
Bir tekel menajerinin başkanlığında bir komisyonun işsizliğe karşı nasıl mücadele edebileceği bir muamma olamaz. Bu komisyon, işsizliğe karşı mücadeleyi tekelci sermayenin çıkarlarına tekabül edecek şekilde ele alıyor. Dolayısıyla bu komisyonun işsizliğe karşı mücadelesi, işsizlere karşı bir mücadeleden başka bir anlam taşımıyor.
Hükümetteki ve muhalefetteki bütün partiler, bu komisyonun işsizlere karşı mücadele anlayışını, önerilerini genel anlamda destekliyorlar. Açık ki bütün partiler, işsizliğe karşı mücadele adı altında işsizlere karşı mücadelede için bir koalisyon oluşturmuş durumdalar.
“İş piyasasında dönüşüme“ yön vermede kimlerin parmağı yok ki! BDI (Alman Sanayi Federal Birliği), BDA (Alman İşverenleri Birlikleri Federal Birliği), DIHK (Alman Sanayi ve Ticaret Odası) ve ZVDH (Alman Zanaatçılığı Merkez Birliği) gibi tekel birliklerinin ortak açıklaması, Komisyonun kimin adına niçin mücadele etmek için kurulmuş olduğunu yeteri kadar açıklamaktadır.
İşsizliği değil, işsizleri hedef alan bu komisyonun anlayışını bir kaç noktada somutlaştıralım:
İşsizliğe karşı mücadele adı altında işsizlik parasının azaltılması, işsizlere karşı mücadeledir:
Bu komisyona göre, “işsiz kalmak için çekicilik yok edilmelidir…“, yani işsizlik parası ve işsizlik yardımı süresi kısaltılmalıdır. İşverenler Başkanı Hundt“`a göre bu süre, 12 aya indirilmelidir. Çalışan ve işsiz her işçi, işsizlik parasının 12 ay sonra kesileceğini ve sosyal yardım almak zorunda kalacağını sürekli düşünmeli ve ona göre hareket etmelidir.
Hartz-Komisyonu, işsizlik yardımını sosyal yardım fonuna dâhil etmek istiyor. Bu durumda, işsizlik yardımı fonu ile sosyal yardım fonu birleştirilecek ve işsizlik yardımı, sosyal yardım seviyesine çekilecek.
Komisyon, devletin işgücü tekelini, iş ve işbulma kurumu tekelini gevşetmeyi, bu alanda özelleştirmeyi hedefliyor. Tekelci sermayenin birlikleri, komisyonun bu alandaki anlayışını selamladılar; “ekonomi, Federal Hükümeti, iş idaresinde temel reform için çabalarını selamlar“. Yani, zaten ’90’lı yıllardan beri AB’de gevşetilen devletin işgücü tekeli, iş ve işçi bulma kurumunun görevi özelleştirilmelidir. Söylenen bu. Almanya’da 1994’ten beri özel iş bulma kurumlarına izin verilmiştir. Bu alanda özelleştirmenin yaygınlaşması durumunda tekeller, her an ve gerekli gördükleri alanda esnek olarak kullanabilecekleri işgücünü çalıştıracaklar ve istedikleri an da sokağa atabilecekler.
Komisyon, işbulma kurumunun görevlerini yeniden saptamayı öneriyor. Alman iş bulma kurumlarının üç temel görevi var; “iş bulmada aracılık yapmak”, “aktif iş piyasası politikası” izlemek ve „işsizlik parası ve işsizlik yardımı ödemesi yapmak“. Komisyon, iş bulma kurumlarının “aktif iş piyasası politikaları“ alanından çekilmesini öneriyor. Bu durumda “iş bulma tedbirleri“ üzerinden çalışır durumda olan yüz binlerce insan, sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.
Komisyonun temel hedeflerinden birisi de sınırsız esnekleştirmedir. Komisyon, “kısa süreli çalışma ve kiralık iş“ anlayışını, “önemli ve öncelikli esnekleştirme aracı“ olarak görmektedir. Şimdiki durumda kısa süreli; geçici olarak çalışanların sayısı 300 bine yakın. Komisyon bu alandaki esnekleştirmeyle kiralık işte çalışanların sayısını 1,3 milyona çıkartmayı hedefliyor. Böylece 1,3 milyon işsiz, iş bulmuş ve işsizlerin sayısı azalmış olacak! Tam bir iş bulma ve işsiz sayısını azaltma mucizesi! Komisyon başkanı Hartz, her işbulma kurumunun bir personel servisi acentesi olmalıdır ve bu acente özel geçici işbulma firması gibi çalışmalıdır, hatta böyle bir firma olmalıdır anlayışında. Yani bir işsiz, bu acentenin bulacağı geçici işi kabul etmek zorunda, aksi takdirde işsizlik yardımı kesilecek. Bunun ötesinde işverenler, bu acente üzerinden denemek için işçi kiralayabilecekler, hem de hiç bir harcama yapmadan. İşsizler, bu acente üzerinden bir gün bir firma adına, ertesi gün başka bir firma adına çalışacaklar. Hiç bir iş güvencesi olmayan bir ortam yaratılacak.
Bütün partilerin görüşlerini benimsediği Hartz-Komisyonu, Alman işçi sınıfına ve çetin mücadeleler sonucu elde etmiş olduğu ekonomik ve sosyal haklarına cepheden bir saldırıdır. Bu komisyonun esas amacı, çalışma süresinin daha da esnekleştirilmesini, ücret seviyesinin düşürülmesini ve “ulusal gelir”in tekellerin lehine bölüşümünü yeniden düzenlemeyi sağlamaktır.
Bu komisyonun önerileri, tekellerin uluslararası rekabette güçlü olmalarına hizmet etmektedir.
Alman tekelci burjuvazisinin sözcüleri, üretimde gerilemenin yeniden yükselişe geçeceğini sayısız kere açıkladılar. Ama her seferinde yanıldılar. Alman ekonomisinde fazla üretim krizi devam etmekte ve buna bağlı olarak sokağa atılan işsizlerin sayısı da artmakta. Hal böyle olmasına rağmen sermayenin sözcüleri, işsizliğin nedeni olarak yüksek ücreti ve sosyal hakları göstermeye devam ediyorlar. Onlara göre ücretler düşürülürse ve sosyal haklar rafa kaldırılırsa işsizlik diye bir sorun kalmaz. Aslında bu ve işsizlik sorunuyla ilgili burjuvazinin açıklamaları, kapitalist üretim biçiminin; en azından makineli üretim aşamasının hâkimiyetinden buyana sürekli yapılır. Ama burjuvazi işsizliğe şimdiye kadar bir çare bulamamıştır ve bulamaz da. Çünkü işsizlik, kapitalist üretim biçiminin temel bir özelliğidir. İşsizliğin olmadığı bir kapitalizm olamaz.
“Fazla sermaye üretiminin az çok önemli miktarda görece fazla nüfusla birlikte görülmesi bir çelişki değildir. İşin üretkenliğinin artması, üretilen metalar kitlesini büyüten, pazarları genişleten, hem kitlesi ve hem de değeri bakımından sermaye birikmesini hızlandıran ve kar oranını düşüren bu aynı koşullar, kendilerinin ancak istihdam edebilecekleri sömürü derecesinin düşük olmaları yüzünden ya da en azından belli bir sömürü derecesinde sağlayacakları kar oranının düşük olması nedeniyle artı sermaye tarafından istihdam edilemeyen, görece bir fazla nüfus, fazla bir işçiler nüfusu yaratmışlardır ve yaratmaya da devam etmekteler” (K. Marks, Kapital, C. III(25), s. 266).
Fazla sermaye üretimi olmayan bir kapitalizm, teknolojiyi kullanmayan, yani sermayenin bileşiminin değişmeyen kısmını arttırmayan bir kapitalizm olamayacağına göre, işsizliğin de olamayacağı bir kapitalizm düşünülemez.
Ama bugün, kapitalizmin genel krizi dönemindeki işsizlik ile Marks’ın Kapital’de bahsettiği işsizlik arasında belli bir farkın olduğu görülmelidir. O dönemin kapitalizminde işsizlik, sayısı ne derece kabarık olursa olsun, kronik kitlesel bir özellik taşımıyordu. Marks, bu eğilime dikkati çekmiştir ve bu eğilim bugün, kapitalizmin genel krizi koşullarında bir yasaya dönüşmüştür. Biraz açalım.
“Kapitalizmin Gelişme Yolu Sefaletin Yoludur ...” (Stalin). Bunu, kapitalist birikimin genel yasasını (mutlak yasasını) Karl Marks, Kapital’in birinci cildinde şöyle formüle eder;
“Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre (onunla birlikte, bn.) artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar büyük olursa, resmi yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır” (Aç. Marks: M-E; C. 23, Kapital, C. I, s. 673/674. Alm.).
Bu anlayışa göre: sermaye ve ücretli iş, birbirlerini karşılıklı koşullandırırlar. Sermeye birikimi, işçi sınıfının sayısal olarak artmasına neden olur.(Ama şimdiki süreçte maddi değerlerin üretimi alanlarında tersi bir gelişme görüyoruz!). Birikim sürecinde sermaye, giderek artarak daha az sayıda kapitalistin elinde toplanırken, nüfusun giderek artan bir kısmı da işçiye dönüşür. Yani sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşması bir madalyonun iki yüzüdür, diyalektik bağ içindedir.
Diğer taraftan kapitalist birikimin mutlak/genel yasasına göre artı-nüfus, sermaye birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin artışı ölçüsünde doğuyor. Buna, görece nüfus fazlalığı denir. Demek oluyor ki, görece nüfus fazlalığı, yani işsizlik, sermayenin birikim sürecinde doğar ve gelişir.
İşçi sınıfının sayısal artışı, sermaye birikiminin gerçekleşebilmesinin koşuludur. Bu konuda Marks şöyle der;
“Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir ... Aynen basit yeniden üretimin, sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir” (K. Marks; Agk., s. 641, 642).
Mark’ın Kapital’de kanıtladığı gibi;
a)İşsizliğin nedeni kapitalizmdir.
b) Sermaye birikimi görece artı nüfusa; yedek sanayi ordusuna, işsizliğe neden olmaktadır.
c) Kapitalistler, üretimin konjonktürel gelişmesi gerekli kılıyorsa çok sayıda işçiyi üretim
sürecine dahil ettikleri gibi, yine çok sayıda işçiyi sokağa atarlar.
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde, hatta emperyalist çağın ilk yıllarında işsizlik, ekonomik kriz dönemleri hariç hiç bir zaman kalıcı ve yüksek oranlarda olmamıştı. Tersine, çoğu kez, işgücüne olan talep süreklilik arz etmişti.
İstihdam-işsizlik arasındaki ilişkinin niteliği, kapitalizmin en son aşaması olan tekelci döneme, emperyalist aşamasına girmesiyle birlikte değişmeye başlamıştır. Ama değişmenin kendisi, kapitalizmin genel krizi sürecinde görülmüştür.
Tekeller, yüksek fiyat anlayışından dolayı üretimin gelişmesini sınırlandırırlar. Tekelcilik, aynı zamanda üretici güçlerin, işin verimliliğinin özgür gelişmesi önünde engeldir. Ama buna rağmen tekelci kapitalizm veya emperyalizm döneminde verimlilik, üretimden hızlı gelişir. Bütün gericiliğine, engelleyici özelliğine rağmen emperyalist çağda teknoloji, devasa adımlarla gelişmiştir. Yeni buluşlar; bilimsel tektik devrimin kazanımları olan makineler vs. kesintisiz bir şekilde üretim ve dolaşım sürecinde kullanılıyorlar. Üretici güçlerin gelişmesini engelleyen özelliğine rağmen emperyalizm koşullarında bilim ve tekniğin sürekli geliştiğini, evet sürekli bir devrimin; bilimsel-teknik devrimin ifadesi olduğunu reddedebilir miyiz?
Teknolojinin giderek yoğun bir şekilde üretimde kullanılması, sermayenin organik bileşimini yükseltir. Yani değişmeyen sermaye, değişken sermayeye (işgücü) nazaran daha fazla artar. Bu demektir ki tekeller, giderek daha az sayıda işgücü kullanırlar. Daha fazla üretmek, rekabet edebilmek için bunu yapmak zorundadırlar. Bu, kapitalizmin genel krizi sürecinde gündeme gelen bir eğilimdir. Bu eğilim; daha fazla üretmek için giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak, artık kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bir yasa olmuştur. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir sürecin ifadesidir. Hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, modern teknoloji bazında daha az sayıda işçiyi harekete geçirerek daha ucuz ve daha çok üretim yapmaktan vazgeçmez. Bundan vazgeçmek, geri bir adım atmak, yok olmakla, iflas etmekle eş anlamlıdır. Rekabet buna müsaade etmez.
İstihdam açısından geriye dönüşümü olmayan bu süreç ne anlama gelmektedir? Bu, işsizliğin süreklileşmesi, kronik kitlesel işsizlik anlamına gelir. Marks ve Engels döneminde böyle bir olgu yoktu. Hatta emperyalizmin ilk döneminde de. Örneğin Lenin’in “Emperyalizm...” yapıtını yazdığı dönemde de böyle bir olgu yoktu. Şüphesiz ki, işsizlik vardı. İşsizlerin sayısı, ekonominin konjonktürel durumuna göre artıyor (kriz dönemi) veya azalıyordu (krizin olmadığı dönem). Ama kronikleşmiş bir işsizlik yoktu.
Komünist Enternasyonal, VI. Dünya Kongresi’nde bu sorunu ele almış ve tartışmıştır. Orada şöyle deniyordu:
“Ekonomik açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen çalışma zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir veya başka türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa artışı ile eş anlamlıdır.
“İş verimliliğinin (randımanın –bn.) artışı, gerçekten de gerçekleşmiştir. O, iki faktörün sonucudur; işin verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması. İşin verimliğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur. Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi, daha büyük makineyi harekete geçirerek aynı süre içinde söz konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak gelişirler. Ama bu, böyle olmak zorunda değildir. Tam da son dönemlerde, rasyonelleştirme sürecinde işin yoğunluğunun olağanüstü arttırıldığını, ama işin verimliliğinin, yani işçi tarafından harekete geçirilen makinelerin değişmediğinin örneklerini görüyoruz.
“... yeni tekniğin sonucu olarak; ... yapısal işsizlik olarak tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan ekonomik olarak farklıdır.
“... Savaştan önce de (I. Dünya Savaşı kastediliyor –bn.) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz.
“1921’deki büyük krizden sonra ortaya çıkan kitlesel işsizliğin, sadece savaşın Avrupa’nın fakirleşmesinin, yeni gümrüklerin, denizaşırı ülkelerin sanayileşme eğiliminin vs. bir sonucu olduğuna uzun dönem inandık. Ama son yılların tecrübeleri bu görüşü gözden geçirmemizi zorunlu kıldılar. Savaştan önce Almanya’da, 1907-1913 döneminde, yani 1907-1908 ağır krizinin olduğu dönemde sendikalarda örgütlü işçiler arasında ortalama işsizlik oranı % 2,3’tü. Buna karşın son beş senede aşağıdaki verileri görüyoruz: 1923’te %9,6, 1924’te %13,5, 1925’te %6,7, 1926’da %18 ve 1927’de de %8,8. Yani son dört senede, 1924’ten 1927’ye Alman ekonomisinin devasa yükseldiği yıllarda ortalama işsizlik oranı %12. Almanya’da konjonktürün en yüksek olduğu 1927 yılında işsizlik oranı %9. Açık ki, yoldaşlar, bunu, mutat, konjonktür eğrisine, sanayi devreviliği aşamalarının çeşitliliğine bağlı bir işsizlik olarak görmek doğru olmaz.
“Aynı görünümü, Büyük Britanya’da da görüyoruz... ABD’de de... keza, kitlesel işsizlik oluşmuştur...
“İşin verimliliği güçlü bir şekilde artarken işçi sayısının azalması? Bunun anlamı şudur; teknik ilerleme, işin verimliliğindeki ve yoğunluğundaki ilerleme pazarın genişleme olanağını aşmıştır! Önceleri, savaştan önce, teknik ilerlemeden dolayı işçiler sokağa atıldılar, ama kapitalist pazarın genişlemesiyle sokağa atılan bu işçiler, sürekli, yeniden iş bulabildiler, en azından çok gelişmiş kapitalist ülkelerde böyle oldu...
Şimdi, önde gelen emperyalist ülkelerde sokağa atılan işçilere iş olanağı vermek için pazarın genişlemesinin artık yeterli olmadığını görüyoruz...
“İşsizlik, konjonktürün bir göstergesi olmaktan artık çıkıyor... Son yıllarda ABD ve Almanya örneğinin gösterdiği gibi, kapitalistler açısından büyük, kitlesel bir işsizliğe rağmen göz kamaştırıcı bir konjonktürün olması çok olasıdır” ( Komünist Enternasyonal’in VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, 8. Oturum, s. 201-202, 203, 204. 1928. Alm).
Sorunu Stalin de ele almıştır. Stalin, SBKP(B)’nin XVI. Parti Kongresi’nde özetleyerek ve genelleştirerek, kapitalizmin genel krizi koşullarında “milyonlarca sayıda olan işsizler ordusunun varlığı”ndan, “bunların yedek ordulardan sürekli işsizler ordusuna dönüşmüş oldukların”dan bahseder (Bkz.: Stalin; C. 12, s. 217 Alm.).
Demek oluyor ki, kapitalizmin genel krizi öncesi dönemde ve sonrası dönemde, işsizliğin nedeni değişmiyor. Ama kapitalizmin genel krizi sürecinde teknolojinin gelişmesi ve buna bağlı olarak işin verimliliğinin üretimden daha hızlı artması sonucunda az sayıda işçi ile daha çok üretim yapma olanağını doğuyor. Bu da, Marks döneminde tanıdığımız, kriz dönemlerinde sayısal olarak çoğalan, konjonktürün iyi olduğu dönemde yok olan bir sanayi yedek ordusunun ötesinde, sürekli kitlesel olarak var olan, konjonktürün iyi olduğu dönemlerde yok olmayan -en fazlasıyla sayısal olarak biraz azalan- bir kitlesel işsizler ordusunun doğmasına neden oluyor.
Bu, geriye dönüşü olmayan bir süreçtir. Rasyonelleştirme, otomasyon, robot, eletroteknik, gelecek için gen tekniği, nano tekniği, neredeyse 2-3 yılda “eskiyen” teknoloji. Bütün bunlar, rekabetin dayatmasıyla en ucuz bir şekilde en fazla kar, pazara hakim olma vb. kaygı ve dürtüsüyle tekeller tarafından kullanılıyor. Hiç bir tekel, rakibinden geri kalamaz. Çünkü bu, onun açısından ölüm, yok olma demektir. O halde, ucuza üretmek, çok üretmek gerekiyor. Bu da ancak modern teknolojiyle oluyor. Modern teknoloji ise, çalışan işçi sayısının giderek azalması demektir.
Kapitalizmin şu veya bu derecede geliştiği veya makineli üretim yapma derecesinde geliştiği emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde de aynı süreç geçerlidir. Çünkü Stalin’in tespit ettiği gibi; “Savaş döneminde (I. Dünya Savaşı kastediliyor, bn.) ve savaş sonrasında sömürge ve bağımlı ülkelerde (bu ülkelere) özgü genç bir kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazarlar için mücadele keskinleşiyor ve karmaşıklaşıyor” (XVI Parti Kongresi’ne Sunulan Siyasi Rapor, C.12, s. 217, Alm.).
İstihdam-işsizlik ilişkisi kapitalizmin genel krizi sürecinde burjuvazi açısından içinden çıkılmayan bir sorun/çelişki olmuştur. Bir Circulus Vitiosus”tur.
Bu süreç nereye kadar gider, kapitalist toplum (emperyalist ülkeleri göz önünde tutuyoruz) daha ne kadar işsizi toplumsal, ekonomik ve siyasal olarak kaldırabilir? Bunu bilemeyiz. Ama açık/kesin olan, kapitalizmin “normal” koşullarında kronik kitlesel işsizliğin yok olmayacağıdır.
-Haftalık çalışma süresi 25-30 saate indirilebilir, tabii ki mücadele sonucu. Bu durumda belli sayıda işsiz iş bulmuş olur.
-Fazla mesai kaldırılabilir. Bu durumda da belli sayıda işsiz, çalışma olanağına kavuşur.
Bu ve işsize iş bulmak için alınan başka hiç bir tedbir, kapitalisti, rekabet gücünü kıran bir üretim sürecine sokamaz. Hiç bir kapitalist, tekel, şayet bir makine 20 işçiden daha verimliyse, bu 20 işçiyi işe almayı ve makineyi kullanmamayı kabul etmez. Bu, onun kapitalist mantığına aykırıdır.
Üretim dışı kalanlar, yani kronik kitlesel işsizliği oluşturanlar, başka alanlarda iş bulabilirler. Örneğin hizmet sektöründe. Ama bu sektörün de, ne kadar hızlı gelişirse gelişsin, istihdamının bir sınırı vardır. Çünkü bu sektörde de teknoloji çok sayıda işgücünün yerini alıyor.
Geriye tarım sektörü kalıyor. Bu sektör de hiç umut vermiyor.
Başka bir ihtimal daha var! Yeni bir emperyalist savaşla bütün dünya yıkılır ve “sil baştan” yapılır. Ama hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, işsizlere iş bulalım diye savaşmaz. Rekabet ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, son kertede emperyalist savaştır. Diyelim ki, emperyalist savaş sonucunda dünya yıkıldı. Yeniden kurmak için istihdamın sınırı, mevcut işgücünün sınırı olabilir. Yani herkes iş bulabilir. Ama bu da ancak bir kaç sene devam eder. Belki on, belki de onbeş sene sonra kitlesel işsizlik, kronik işsizlik sorunu yeniden gündeme gelir.
Kapitalizmin genel krizi sürecinde kronikleşmiş kitlesel işsizliğin -kronik kitlesel işsizliğin- ortadan kalkmasının maddi koşulları artık yok. Bu türden işsizlik olgusu da kapitalist sistemin ne denli çürümüş olduğunu, sosyalizmin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu göstermektedir. O halde çözüm, sosyalizmdedir, kapitalist/emperyalist sistemin yıkılmasındadır.

11 Ağustos 2002 Pazar

AMERİKA, NEYİNE GÜVENİYORSUN?

Amerikan emperyalizmi, salt emperyalizm olgusundan dolayı da saldırgandır. Amerikan emperyalizmi, her ne kadar “yeni dünya düzeni”ni gerçekleştirmediyse de bugün açısından en güçlü rekabet merkezidir. Soru şu: Amerikan emperyalizminin saldırganlığı, gelişen bir emperyalist gücün; dünyayı yeniden paylaşmayı talep eden emperyalist bir gücün saldırganlığı mıdır, yoksa gücünün doruk noktasını aşan ve mevcut hegemonyasını korumak ve devam ettirmek isteyen bir gücün saldırganlığı mıdır? Veya da Amerika emperyalizmi, tek başına bütün rakiplerine karşı savaşacak güçte midir veya müttefiksizlik durumunda kaybeder mi?
Revizyonist bloğun çökmesinden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana Amerikan emperyalizmi, emperyalistler arası güçler dengesinin tamamen kendisinden yana değişmesinden yararlanarak 21. Yüzyılda da dünya hegemonal gücü kalmak için geliştirdiği jeopolitika doğrultusunda hareket etmiştir. Amerikan emperyalizminin jeostratejistleri de ABD’nin bugünkü gücünün ebedi olmadığını biliyorlar ve 21. Yüzyılın en azından ilk yarısında dünyada tek hegemon güç olarak kalmayı sağlayacak jeopolitikalar geliştiriyorlar. Amerikan emperyalizmi, bu amacını gerçekleştirmek için SB’nin dağılmasından sonra elini çabuk tutarak birçok cehpede mücadeleye girişmiştir. Birincisi, SB’nin dağılmasından kaynaklanan “boş” alanları doldurmaya çalışmıştır. İkincisi, kendisine rakip olabilecek ve jeopolitika geliştirme yeteneğinde olan güçlerin önünü almaya çalışmış ve üçüncüsü de “soğuk savaş”ın zorunlu kıldığı müttefiklik anlayışının maddi temeli kalmadığı için, 21. Yüzyıl hâkimiyetine tekabül edebilecek yeni müttefik arayışına girişmiştir. Bu nedenle Amerikan emperyalizmi, 1991’den bu yana –daha önceki dönemdekilerden farklı koşullarda- sürekli savaş içindedir. ABD, Körfez’de, Balkanlar’da, Afganistan’da, Somali’de vs. NATO ve BM şemsiyesi altında savaşmıştır. Şimdi de Irak’a yeni bir saldırı hazırlığı içinde.
Bu yazımızda cevaplandırmaya çalışacağımız soru şu: Bütün bunları yapan bu saldırgan ne denli güçlüdür? Onda gelişen bir emperyalizmin gücü mü, yoksa gerileme, çöküş sürecine girmiş bir emperyalist ülkenin saldırganlığı mı söz konusudur?
“ Dünyada Amerika’nın rolü”nü ele alan “Economist”in Haziran sonu özel sayısında bu ülkeye ilişkin bazı sayılara yer veriyor.
-Dünya nüfusu 6 milyar. Bunun yüzde 4,7’si ABD’de yaşıyor.
-Dünya brüt üretim tutarı 314 trilyon Dolar. Bunda ABD’nin payı yüzde 31,2.
-Dünya çapında askeri harcamaların tutarı 811,5 milyar Dolar. Bu miktar içinde ABD’nin payı yüzde 36,3.
-Dünya çapında araştırma harcamalarının miktarı toplam olarak 652,7 milyar Dolar. ABD’nin payı yüzde 40,6.
-Dünya çapında sinema için harcanan miktar (film izlemek için harcanan miktar) 18,2 milyar Dolar. Bunda ABD’nin payı yüzde 83,1.
Bu verilere göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ni oluşturan ABD, ekonomi, militarizm ve araştırma alanlarında dünyanın en güçlü ülkesi durumunda. Sinema ile ilişkin veriler ise, ABD’nin dünya çapında kültür egemenliğini göstermeye hizmet etmektedir.
Bu veriler, ABD’nin, kapitalist üretim biçimi sürecinde dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü devleti olduğunu gösterir mi? Göstermez. Zamanının koşulları içinde Büyük Britanya, ABD’den daha güçlüydü. Bir kaç gösterge; 1820’de B. Britanya’nın, dünya üretimindeki payı yüzde 50 idi. Buna karşın ABD’ninki ancak yüzde 10. 1870’de B. Britanya’nın payı yüzde 32 iken ABD’ninki de yüzde 23’tü. İngiltere’nin dünya ticaretindeki payı 1840’da yüzde 22,9’dan 1870’de yüzde 25,3’e çıkarken, ABD’ninki yüzde 9,4’ten yüzde 9,1’e düşmüştür. İngiltere, dünya sömürge alanının 1877’de yüzde 21,2’sini ve 1913’te de yüzde 29,7’sini kontrol ederken, ABD, 1913’te ancak yüzde 0,3’ünü kontrol ediyordu. ( Bu veriler için bkz.: İ. Okçuoğlu; Rekabetin Tarihi 2, Ceylan Yayınları)
Bu veriler, 19 yüzyılın B.Britanya’nın yüz yılı olduğunu, bu ülkenin bu dönemde en güçlü ülke olduğunu gösterir. 1900’lere gelindiğinde, emperyalist çağa girerken B.Britanya, dünyanın en güçlü ülkesi olma özelliğini kaybetmeye başlamıştı. Onda yükselen bir gücün değil, çöküş sürecine girmiş olan, elindekini en azından korumaya çalışan, hâkimiyetini devam ettirme çabası içinde olan bir gücün saldırganlığı söz konusuydu. 1900’e gelindiğinde İngiltere’nin dünya nüfusundaki pay yüzde 2,3, dünya sanayi üretimindeki payı yüzde 18 (ABD’nin dünya nüfusundaki payı yüzde 4,6 ve sanayi üretimindeki payı da yüzde 31 idi. Almanya’nınki ise sırayla3,4 ve yüzde 16’ıydı).
“ Üzerinde güneş batmayan” B.Britanya imparatorluğunun çöküşü, Amerikan emperyalizminin kaçınılmaz geleceğidir.
Birinci Dünya Savaşı, Alman emperyalizminin dünyayı yeniden paylaşmak talebinin; yani emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesinin sonucuydu. Adres B.Britanya idi. İkinci Dünya Savaşı, yine Alman emperyalizminin dünyayı yeniden paylaşma talebi sonucunda patlak verdi. Yeniden paylaşmak, paylaşmak isteyenin mevcut paylaşılmışlıktan memnun olmadığını ve paylaşılmışlıktan memnun olana karşı savaşa hazır olduğunu gösterir. Bu, her iki dünya savaşında da Almanya ve İngiltere’yi karşı karşıya getirmiştir. Ama bu arada, özellikle 1. Dünya Savaşı sonrasında ve ‘30’lu yılların başında dünya mali merkezi Avrupa’dan ABD’ye kaymış ve bu ülke kapitalist dünyanın en güçlü ülkesi olarak gelişmiştir. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında tartışma götürmez bir gerçeklik olmuştur. Süreci, sanayi üretimi bazında canlandıralım:
İngiltere’nin dünya sanayi üretimindeki payı 1820’de yüzde 50’den 1850’de yüzde 39’a, 1910’de yüzde 18’e, 1920’de 14’e, 1950’ yüzde 8,7’ye ve 1990’da da yüzde 3,1’e düşüyor. ABD’nin payı da, aynı yıllarda, yüzde 10’dan yüzde 15’e, yüzde 31’e, yüzde 46,9’a çıkıyor ve 1950’de yüzde 38,5’e ve 1990’da da yüzde 25,5’e düşüyor.
Bu veriler, kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasasının işlerliğinin sadece bir göstergesidir.
İngiltere, ekonomik olarak giderek zayıflamasına rağmen askeri gücü devam ediyordu. Aynı durum ABD için de geçerli. Bugün ABD için, 1920’de olduğu gibi dünya sanayi üretiminin yüzde 46,9’una sahip olmak bir hayaldir. Ama ABD bugün, dünya sanayi üretiminin (1990) yüzde 25,5’ine sahip olmasına rağmen, askeri olarak, 1920’lerden daha güçlüdür. Demek oluyor ki, siyasi ve askeri güç gelişiminin doruk noktası, ekonomik hâkimiyetin doruk noktası ile mutlaka eş zamanlı olmuyor. Yukarıdaki veriler de bunun böyle olduğunu gösteriyorlar.
Şüphesiz ki ABD, bugün dünyanın en güçlü ülkesi. Ama yüzyıllık geçmişi ile karşılaştırdığımızda ABD’nin çöküş sürecinde olan bir emperyalist güç olduğunu görüyoruz. Yukarıdaki veriler bunu gösteriyorlar. Amerikan emperyalizmi dünya sanayi üretimi bakımından bugün, 1920’lerdeki gücünün yaklaşık yarısına, 1950’deki gücünün yüzde 66’sına sahip. Yani, 1920’de dünya sanayi üretiminin neredeyse yarısına sahip olan ABD, bugün ancak dörtte birine sahip.
Amerikan emperyalizmini oldukça güçlü gösteren, evet olduğundan da güçlü gösteren olgu, SB ve revizyonist bloğun dağılmasıdır. Bu bloğun çöküşü, ABD’yi “hiper güç” konumuna getirmiştir. Çünkü SB önderliğinde revizyonist blok dışında ABD’nin gücüne şu veya bu şekilde yaklaşan başka bir güç, ne o zaman ve ne de bugün var. (1990’ da SB’nin dünya sanayi üretimindeki payı –yüzde 26,9-ABD’ninkinden –yüzde 25,5- fazlaydı. Bunun bir abartı olduğu açıktır. Revizyonist kalemşorlar, sistemleri dağılırken bile, “sosyalizmin” dehşetli gelişmesinden bahsetmekten geri kalmamışlardır.)
ABD’nin bugünkü ordusunda 1,4 milyon modern teçhizatlı askeri görev yapıyor. Bunların yaklaşık 250 bini yer küreye yayılmış 725 askeri tesiste görev yapıyor. (Bunlardan 17’si tam teçhizatlı üstür.)
Bu gücü ayakta tutmak için harcamaların yüksek olması gerekir. Ama pek de öyle değil. 2000 yılında Amerikan savunma giderler toplamı 300 milyar dolardı. Bu devasa miktar, geçmiş dönemle karşılaştırılırsa küçüktür. Başka bir karşılaştırma. Brüt üretim kıstas alındığında ABD’nin bu yılki askeri harcamalarının iktisadi gücünün ancak yüzde 3’üne eş düştüğünü görüyoruz. 1980’li yıllarda, Reagan döneminde bu oran yüzde 6 idi. Brüt üretime göre bugünkünden iki misli daha fazla bir harcama söz konusuydu.
Diğer taraftan ABD’nin bugünkü askeri üstünlüğü son yılların kapsamlı bir silahlanma programına dayanmıyor. ABD dışında diğer bütün ülkelerin, SB’nin dağılmasından sonra da Rusya’nın, 1980’li yıllardaki silahlanma seviyelerinden görece hızlı olarak gerilemeleri ve ABD’nin bu alanda daha yavaş hareket etmesi, onu güçlü kılmıştır. Yani diğer emperyalist ülkeler görece hızlı “silahsız”lanırlarken, ABD, görece yavaş “silahsız“lanmış ve bu, ABD’yi askeri olarak güçlü kılmıştır. Burada da revizyonist bloğun çöküşü, Amerikan emperyalizmini olduğundan daha güçlü gösteren bir faktör olmuştur. Bugün Rusya’nın 60 milyar dolara varan askeri harcaması karşısında Amerika’nın 300 milyar dolarlık askeri harcaması, tabii ki bu ülkeyi güçlü kılacaktır.
Şüphesiz ki ABD, AB’li rakiplerinden de daha fazla askeri harcama yapmakta. Örnek; Fransa ve B.Britanya’nın askeri harcamaları, brüt üretimlerinin yaklaşık yüzde 2,5’ne tekabül ediyor. Almanya’nınki de yüzde 1,5.
Vietnam savaşı döneminde askeri harcamalar brüt üretimin yüzde 9’una eşitti. Irak’a karşı savaşın da askeri harcamaları bu orana çıkartacağı hesaplanıyor.
ABD, gerçekten “tek dişi kalmış canavar” konumunda. Vietnam savaşı ile başlayan; daha doğrusu 1950’lerden sonraki savaşlar ve askeri harcamaları, reel ücretlerdeki artışın düşmesine, yaşam seviyesinin düşmesine, sağlık sisteminin çöküşüne neden olmuş ve geniş yığınların Vietnam savaşına, silahlanmaya karşı tavır almalarını beraberinde getirmiştir.
Savaşla ekonomik kriz arasındaki ilişkiyi yanlış anlayanlar, neredeyse, ABD, ekonomiyi krizden çıkartmak için savaşıyor diyorlar. Şüphesiz savaşın böyle bir etkisi de var. Ama şuna ne demeli: Bush başkan olduğunda (20 Ocak 2001) Dow Jones 10600 seviyesindeydi. Şimdi ise 8000 seviyesinde, yani yüzde 24 oranında bir gerileme.
Hegemonya için anahtar teknolojiye sahip olmak yetmiyor. Birçok emperyalist ülke, rekabet gücü olan teknolojiyi geliştirecek durumda. Bunun ötesinde atom tekniğe de sahip olmak yetmiyor. Birçok geri kalmış ülkelerde (örneğin K. Kore, Pakistan) bu teknolojiye sahipler. Dünyanın en zengin ülkesi, en borçlu ülke durumundadır. 400 milyar dolarlık borcu çevirebilmek için ABD, her çalışma gününde ülkeye 2 milyar dolar çekmek zorunda.
ABD, rakibi AB’nin para birimi Euro’nun dolaşıma çıkmasını engelleyemedi, istikrarsızlaştıramadı bile.
ABD, şimdiye kadar 1900’lü yılın başlarında İspanya’ya, Küba’ya ve sonraları da Vietnam’a karşı tek başına savaşmıştı. Ama bugün, Irak, Afganistan savaşlarının ve şimdi de Irak’a saldırı hazırlıklarının gösterdiği gibi askerlerini konuşlandıracak, üs olarak kullanacak yer ve bu temelde de müttefik aramak zorunda kalmıştır.
Amerikan emperyalizmi gerileme sürecine girmiştir. Onun saldırganlığı, gerileyen gücün saldırganlığıdır. Tarih sahnesinden çekileceğini, yerini başka güçlerin alacağını biliyor. Ama 21. Yüzyıl, ne ABD’nin ne de başka emperyalist ülkelerin yüzyılı olacaktır. 21. Yüzyıl kapitalizmin tarih sahnesinden silindiği yüzyıl olacaktır.
21. yüzyılın karakterini ya barbarlık ya sosyalizm belirleyecektir