deneme

20 Ekim 2002 Pazar

SAVAŞ ÜZERİNE (III)

SAVAŞ VE PASİFİZM

Pasifizm, gerici burjuva ideolojisinin bir bileşenidir. Pasifizm ve pasifizmden etkilenenler, geniş yığınların barış isteğini ve iradesini, haksız savaşlara karşı olmalarını kullanarak, genel anlamda savaşa karşı tavır alırlar. Pasifizm, emperyalist savaşların gerçek nedenlerini gizler, “zora başvurmamayı” vaaz eder ve böylece geniş yığınların emperyalist savaşlara karşı mücadelesini akamete uğratarak etkisizleştirmeye çalışır. Pasifizm, genel olarak savaşa karşı olduğu için, haklı savaşlara, devrimci savaşlara da karşıdır ve bu savaşların içeriğini çarpıtır.

“Pasifizm ve soyut barış propagandası, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların yanlış yönlendirilmesinin bir biçimidir. Kapitalizm koşullarında savaşlar kaçınılmazdır…
Geniş yığınların, aynı zamanda, devrimci eylemlere çağrılmadığı barış propagandası, günümüzde sadece hayaller uyandırmaya yarar, proletaryayı, sadece, burjuvazinin insancıllığına inanmasını (talep ettiği için) ayrıştırır. Proletaryayı, sadece, savaş sürdüren ülkelerin gizli diplomasisinin oyuncağı yapabilir” (Lenin; Über den Kampf um den Frieden).

Genel olarak savaşa karşı olanların ötesinde bugün başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere bütün emperyalist ülkeler, “soyut barış propagandası” yaparak talancı savaş taleplerini gizlemeye çalışıyorlar ve geniş emekçi yığınlar nezdinde barışı sağlamak için ”güç kullanmak” zorunda kaldıklarını açıklıyorlar.
Dünya barışından en çok emperyalistler bahsediyorlar. Amerikan emperyalizmine göre, kuramadığı “yeni dünya düzeni”, dünya barışı üzerinde yükseliyor! “Küreselleşme”, aynı zamanda barış ve demokrasi demektir! “Uluslar arası terörizme karşı savaş”, dünya barışının sağlanması için mutlaka sürdürülmelidir!. Böylece emperyalistler, emperyalist savaşlarının, dünyayı yeniden paylaşmak için şimdilik bölgesel/lokal olarak sürdürdükleri savaşların, örneğin Irak (1991) Savaşının, Yeni Balkan Savaşlarının, Afganistan Savaşının ve şimdi de Irak’a olası yeni saldırının bir taraftan gerçek nedenlerini gizliyorlar ve diğer taraftan da geniş emekçi yığınlarına, dünya barışı için savaşımıza katılın, destek verin çağrısı yapıyorlar. Böylece pasifizm, emperyalist savaş hazırlıklarının bir aracı olarak açığa çıkıyor.

Pasifizm, aynı zamanda, oportünizmin de bir bileşenidir. Bütün 20. yüzyıl boyunca ve bugün görüldüğü gibi, özellikle savaş çığlıklarının yükseldiği dönemlerde yoğun olarak gündeme gelen “silahsızlanma düşüncesi”ne karşı da mücadele önemlidir. Özellikle oportünist, reformist, pasifist çevrelerin ideolojik silahı olan “silahsızlanma düşüncesi”, gerici bir karaktere sahiptir. Çünkü bu düşünce, genel olarak savaşa karşı oluşu, “zor kullanmaya” karşı oluşu içerdiği için, antiemperyalist, antifaşist savaşlar, antiemperyalist demokratik devrimler ve sosyalist devrimler açısından gericidir.

Oportünistlerin, reformistlerin pasifist “silahsızlanma düşüncesi”, sınıflı toplumlarda devrimci savaşların, yani iç savaşların sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin doğal ve kaçınılmaz bir devamı ve sonucu olduğunu inkâr eder. Bu gerçeğin inkârı, hâkim sınıfların iktidarına, baskı ve talanına boyun eğmeyi vaaz etmekle, demokratik ve sosyalist devrimden vazgeçmekle eş anlamlıdır.

“Emperyalist pasifizm, savaş hazırlığının bir aracıdır ve bu hazırlığın, barış üzerine ikiyüzlü tanımlanmalarla gizlenmesidir” (Stalin; C.11, s. 200, 1949).

Böylece pasifizm, barış ve demokrasi adına emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki savaş, başka ülkelere karşı talan savaş ve demokratik ve sosyalist devrimini gerçekleştirmiş ülkelere saldırı hazırlıklarını gizlemeye çalışır, bu hazırlığın eyleme dökülmesini haklı çıkartmaya hizmet eder.

Pasifizm, kapitalizmde eşit olmayan siyasi ve ekonomik gelişme yasasının sonucu olarak tek ülkede veya birkaç ülkede gerçekleşecek devrimlerin emperyalist saldırıya karşı savunulmamasını vaaz eder.

Pasifizm, dişinden tırnağına kadar silahlanmış burjuvaziye karşı devrim perspektifinden; sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin bu kaçınılmaz sonucundan vazgeçilmesini vaaz eder.

Pasifizm, emperyalist talana, işgale karşı ezilen uluslara ve halklara direnmekten vazgeçmelerini vaaz eder.

Sovyetler Birliği’nde proleter iktidarın Kruşçev revizyonistleri tarafından gasp edilmesinden (1956, XX. Parti Kongresi) sonra, kurulma aşamasında olan, kısmen de kurulmuş olan dünya sosyalist sistemi yıkıldı. O dönem güncel olan kavramlarla ifade edecek olursak, sosyalist, barış ve demokrasi cephesi yok oldu/yıkıldı. Bu nedenle o dönem gündemde olan “barışın aktif savunulması” sloganının bugün bir anlamı kalmamıştır. O dönem dünyanın bir bölümünde barış vardı ve o barış, bütün dünyada barış olarak kapsamlaştırılarak Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyaya karşı aktif olarak savunuluyordu.
“Barışın aktif savunulması”, emperyalizme karşı aktif mücadeleyi, devrim perspektifli mücadeleyi esas alıyordu. Bugün böyle bir cepheden yoksunuz; hem fiziki alan bakımından ve hem de örgütlenme bakımından yoksunuz. Ama bu, bizim, emperyalist saldırganlığa karşı “barışın aktif savunulması”ndan vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmemelidir. Emperyalist savaşa, somutlaştırırsak Irak’a karşı olası emperyalist saldırıya karşı olmak ve barış talep etmek, mevcut dünya düzeninin barışçıl olduğu ve bu barışçıl ortamın devamını savunmak anlamına asla gelmez. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin revizyonistleşmesiyle birlikte ne revizyonist kampta ve ne de emperyalist kampta hiçbir zaman barış olmamış ve bütün dünya barışın olmadığı bir sürece girmişti. Bugün de aynı süreç devam ediyor. Tek değişim, revizyonist bloğun yıkılmasıdır.

Barışın olmadığı bir dünyada barışı aktif olarak savunmak, mevcut emperyalist “barışı” savunmak anlamına gelmez. Pasifistler tam da bunu talep ediyorlar. Onların savaşa karşıyız söylemi, mevcut “barış” ortamının devamından yanayız demektir. Barışın aktif olarak savunulması, bugün her yerde, her koşul altında ve her alanda barış için mücadele, emperyalist savaşa karşı aktif antiemperyalist mücadele ve devrim mücadelesiyle; antiemperyalist, antifaşist ve sosyalist devrim mücadelesiyle bağlam içinde ele alınmalıdır. Aksi taktirde, Marksizm-Leninizm’in öğrettiği gibi, “geniş yığınların, aynı zamanda, devrimci eylemlere çağrılmadığı barış propagandası”, savaş karşıtlığı, “günümüzde sadece hayaller uyandırmaya yarar, proletaryayı, sadece, burjuvazinin insancıllığına inanması temelinde parçalar. Proletaryayı, sadece, savaş sürdüren ülkelerin gizli diplomasisinin oyuncağı yapar”.

Devrim perspektifli olmayan barış için mücadele veya savaş karşıtlığı, emperyalizmin işine yarar ve pasifistlerin vaaz ettiği mevcut durumu, emperyalist “barışı” korumaya hizmet eder.

Pasifizme; bu burjuva ideolojiye karşı en keskin ideolojik mücadele, pasifistler de dâhil bütün barış yanlılarını ve savaş karşıtlarını da kazanmayı içermelidir. Yeni bir emperyalist savaşa, yeni bir saldırganlığa, örneğin Irak’a karşı yeni bir saldırıya karşı olan bütün insanlarla böyle bir gelişmeyi engellemek için aktif mücadele geliştirilmeliyiz. Ve bu mücadele içinde, gerçek barışın, sadece, yeni bir emperyalist savaşın çıkmasını engellemekten ibaret olmadığını, tersine gerçek barışın, haksız savaşların nesnel nedenlerinin ortadan kaldırılmasıyla sağlanacağını, gerici, haksız savaşların iç savaşlara; devrimci savaşlara dönüştürülmesiyle elde edileceğini açıklamalıyız ve emekçi yığınları bu doğrultuda örgütlemeliyiz.

Emperyalist cephe örgütlü. Pasifist, reformist cephe örgütlü. Sadece antiemperyalist devrimci cephe örgütsüz. Pasifist cephe, örgütlü olduğu için güçlü. Antiemperyalist demokratik cephe, örgütsüz olduğu için etkisiz. Ülkemizde ve bütün dünyada Marksist Leninist Komünistlere düşen görev, bu cepheyi örgütlemektir. Uluslar arası antiemperyalist bir cephenin kurulması için mücadele etmektir.
Pasifizme karşı mücadeleyi de içeren böyle bir örgütlenmenin nesnel koşulları bütün dünyada mevcuttur.

(Gelecek yazıda savaşta moral faktörünü ve moralin savaş bazında sınıfsal içeriğini ele alacağız).

15 Ekim 2002 Salı

SAVAŞ ÜZERİNE (II)

HAKLI VE HAKSIZ SAVAŞLAR

Marksizm-leninizme göre iki tür savaş vardır: Haklı savaş ve haksız savaş.
“a) Fetih savaşı değil, bir kurtuluş savaşı olan, halkları yabancı saldırıya ve boyunduruk altına almaya karşı savunmak için, ya da halkları kapitalist boyunduruktan kurtarmak için ve en sonunda sömürgeleri ve bağımlı ülkeleri emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmak için yürütülen haklı savaşlar ve
b) Fetih savaşları olup, yabancı ülkeleri fethetmek için, yabancı halkları boyunduruk altına almak için yürütülen savaşlar” (SBKP(B), Kısa Tarih, s. 210).

Savaş da dâhil şu veya bu toplumsal fenomenlerin ilerici ve ya gerici olup olmadığı nesnel olmayan, “sınıflar üstü” olan bir bakış açısına göre değerlendirilmez. Bu değerlendirme için somut ve tarihsel koşullar, sınıfların; proletarya ve burjuvazinin, geniş emekçi yığınlarının, halkların çıkarları dikkate alınır.

Bir savaşın ilerici, haklı olabilmesi için, belli tarihsel koşullarda gerçekleşmesi; örneğin halk yığınlarının durumunu iyileştirmeyi hedeflemiş olması, insanlık tarihini ilerletici olması gerekir. Geniş yığınların ve de ezilen, sömürülen sınıfların durumunu bir şekilde iyileştirmek, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı savaşı içerebileceği gibi, faşizme karşı savaştı da içerir. İnsanlık tarihini bir adım ilerletmek için savaş, demokratik devrim olabileceği gibi, sosyalist devrim de olabilir. Böylesi savaşlar, geniş yığınlar açısından haklı savaşlardır.
“…Savaşın, ilerici, demokrasinin veya proletaryanın çıkarlarına hizmet edip etmeyeceğini ve bu anlamda haklı… vs. olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceğini tespit etmek için her bir savaşın tarihsel analizi gereklidir” (Lenin; C. XIX, Wien-Berlin, 1930, s. 236).

Öyleyse savaşı, sınıfsal karakterine ve tarihsel koşullarına göre analiz etmek, her bir savaşın haklı ve haksız karakterde olup olmadığını tanımlamanın temel ilkesidir.
Aslında tarih, sınıf mücadelesi bazında haklı ve haksız savaşlardan ibarettir.

Tarih, sayısız haksız, talancı, fetihçi, gerici savaşlara şahittir. Bunlar, sömürücü sınıflar tarafından başlatılan, başka halkları, ulusları; ülkeleri boyunduruk altına almayı ve içte de emekçi yığınların devrimci hareketini bastırmayı hedefleyen savaşlardır. Köleci düzende köle sahipleri sınıfı, feodal düzende feodal beyler ve burjuva düzende de kapitalist/emperyalistler böylesi savaşları sürdürmüşlerdir. Osmanlı, sürdürdüğü haksız, fetihçi savaşlar sonucunda imparatorluk olmuştur. İngiltere, sürdürdüğü haksız, fetihçi savaşlar sonucunda sömürge imparatorluğunu kurmuştur. İngiltere gibi diğer emperyalist ülkeler de (Fransa, Almanya, Japonya, İtalya, ABD vb.) fetih ve talan savaşlarıyla sömürgeler elde etmişlerdir.

Emperyalizm, talan, katliam, savaş ve fetih demektir. Bu anlamda emperyalist ülkelerin tarihi en talancı, en kanlı tarihtir. Örneğin ABD, topraklarını sürekli, savaşlarla, fetihlerle, yerli halkları katlederek 10 mislinden fazla genişletmiştir.

Emperyalist çağda önde gelen emperyalist ülkeler, 19. yüzyılın sonu itibariyle paylaşılmış dünyayı yeniden paylaşmak için dünyayı kan gölüne çevirmişlerdir. I. ve II. Dünya Savaşları, değişen güçler dengesinin bir ifadesi olarak paylaşılmış dünyayı yeniden paylaşmak için başlatılmış fetih ve talan savaşlarıydı.
Dün olduğu gibi bugün de emperyalist ülkeler, hâkimiyetlerini, hegemonyalarını sürdürmek için sömürge ve bağımlı ülkelere; kendilerine şu veya bu nedenden dolayı direnen ülkelere karşı haksız savaşlarını sürdürüyorlar. Bu ülkelere saldırmak için her seferinde yeni bir vesile buluyorlar. Örneğin, müttefikleriyle birlikte Amerikan emperyalizmi Kore halkına, “komünizme karşı mücadele” vesilesiyle saldırdı. Bugün de Amerikan emperyalizmi, “uluslar arası terörizme karşı savaş” adı altında haksız savaşlar sürdürüyor ve böylesi savaşlara zemin hazırlıyor. Afganistan savaşı buna tipik bir örnektir. Irak’a karşı savaş hazırlığı buna bir örnektir.

Diğer taraftan tarih, sayısız haklı savaşlara da şahit olmuştur. Bunlar; haklı savaşlar, şu veya bu halkın dışarıdan saldırıya, köleleştirilmeye karşı veya emekçi yığınların sömürü ve baskı boyunduruğundan kurtulmak için veya şu veya bu sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ülke halklarının ve ulusların sömürgeciliğe, emperyalist baskı ve talana karşı sürdürdükleri savaşlardır. Birkaç örnek verecek olursak: II. Dünya Savaşında bir dizi kapitalist ülkelerde halkların Hitler faşizmine karşı antifaşist mücadelesi haklı savaşlardı. Sovyetler Birliği’nin, sosyalist anavatanı Hitler faşizmine karşı savunması haklı savaştı. Kore halkının, Vietnam halkının antiemperyalist mücadeleleri haklı savaşlardı. Nasıl ki I. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist ülkeler tarafından işgal edilen Anadolu’nun kurtuluşu için Türk ulusal burjuvazisi önderliğinde sürdürülen antiemperyalist mücadele, haklı bir savaşsa, Kürt ulusunun sürdürdüğü anti sömürgeci, antifaşist mücadele de haklı bir savaştır.

Sınıflı toplumların tarihi, sömürülenlerin, baskı altında tutulanların hâkim sınıflara karşı savaşlarına da tanık olmuştur, olmaktadır. İç savaş diye tanımlanan bu savaşlar, baskı altında tutan, sömüren; hâkim konumda olan sınıflara karşı ezilen sınıfların haklı savaşlarıdır. Bu türden savaşlar, insanlık tarihinin köleci toplum, feodal toplum ve bugün olduğu gibi burjuva toplum evrelerinde görülmüştür. Kölelerin, köle sahiplerine, bağımlı köylülerin feodal beylere, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşları bu türden savaşlardır.
Başka türlü tanımlayacak olursak: Bütün haklı savaşlar devrimci savaşlardır. Bu anlamda savaşları, devrimci ve karşı devrimci (haklı ve haksız) savaşlar olarak iki kategoriye ayırabiliriz.

“Sömürenler ile sömürülenler arasındaki” emperyalist saldırganlar, emperyalist talancılar ile buna karış olan yığınlar arasındaki “en keskin sınıf mücadelesi, kapitalist toplum düzeninin temelini oluşturur” (Stalin, Fragen des Leninismus, s. 673, 1951).

Sömürülen sınıflar, baskı altında tutulan, sömürgeleştirilen halkalar ve uluslar arasındaki “en keskin sınıf mücadelesi”, hâkim sınıflara ve emperyalizme karşı devrimci, haklı savaşın kaçınılmazlığını gösterir. Kapitalizm/emperyalizm, var olmak için her cephede saldırmak ve nihayetinde savaşmak zorundadır. Bu, onun var oluş diyalektiğidir. Buna karşı ezilen ve sömürülenler de kapitalist/emperyalist sömürü ve boyunduruğu parçalamak için her cephede savaşmak zorundadırlar. Bu da onların mücadele diyalektiğinin doğrudan ifadesidir.

II. Dünya Barış Kongresi, saldırganı şöyle tanımlıyor:
“Hangi nedenden dolayı olursa olsun, silahlı güçlerini başka bir devlete karşı ilk önce kullanan devlet, saldırgan devlettir” (Einheit, Sayı 4, s. 220, Mart 1951).
Amerikan emperyalizminin şu veya bu bahaneyi öne sürerek şu veya bu ülkeye saldırması, onu saldırgan olmaktan kurtarmıyor.

İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, halklar, Amerikan emperyalizmine “uluslar arası terörizme karşı savaşmak” için yetki vermediler. Bu nedenle Afganistan’a, Irak’a saldır demediler. Bu savaş, Amerikan emperyalizminin kendi çıkarları için sürdürdüğü savaştır. Bu, onun saldırganlığını gösterir ve ona karşı mücadele, kaçınılmaz olarak kurtuluş mücadelesidir, antiemperyalist mücadeledir.
Haksız savaşlar, fetih savaşları, geniş emekçi yığınlarında coşkuya neden olmaz. Tersine bu savaşlar, geniş yığınları emperyalizme, haksız savaşlara karşı mücadeleye yöneltir. Aynen bugün, bütün dünyada milyonlarca insanın Amerikan emperyalizminin Irak’a karşı olası saldırısızını protesto etmeleri gibi.
Gelecek makalede savaş ve pasifizmi ele alcağız.

10 Ekim 2002 Perşembe

SAVAŞ ÜZERİNE (I)

SAVAŞIN NEDENİ VE ÖZÜ


Savaş, toplumsal bir fenomendir ve tarihsel koşullu üretim biçimleriyle bağlam içindedir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm kıstaslarına göre savaşlar, sömürüye dayanan toplumlara; sınıflı toplumlara özgü toplumsal bir fenomenin ifadesidir. Tarihsel materyalizm, özel mülkiyetin, insanın insan tarafından sömürüsünün toplumsal olgu olmasıyla; yani sınıfların oluşmasıyla birlikte sınıflar arasında ve sınıflı devletler arasında çatışmaların, zor kullanımının doğmasının kaçınılmaz bir gelişme olduğunu öğretiyor. Demek oluyor ki savaşların nedeni, doğrudan alt yapıda; gelişmesinin belli bir aşamasına varmış toplumun ekonomik sisteminde aranmalıdır; savaşın nedenleri antagonist sınıflı toplumun sosyal, ekonomik yapısında aranmalıdır. Ve böyle bir toplumda hâkim konumda olan sınıf veya sınıfların politikası da savaşın amaç ve karakterini belirler. Ezen ve ezilen; sömüren ve sömürülen ilişkisini ifade eden üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu toplum düzenlerinde (köleci, feodal, burjuva) savaş, sömürücü sınıfların politikasının ifadesi olarak kaçınılmazdır. Hangi biçimde olursa olsun, savaşsız sömürü düzeni düşünülemez: köleci düzen, feodal düzen ve burjuva düzen savaşları nihai olarak aynı amaçlara hizmet ederler.; yeni alanların fethedilmesi, hammadde kaynaklarının elde edilmesi ve sömürmek ve talan etmek için insanların baskı altına alınması. Burada antagonist sınıflı toplumlarda savaşın üç temel nedenini görüyoruz: Birincisi; hakim sınıflar kendi ülkelerindeki emekçileri sömürmeksizin var olamazlar. Bu nedenle geniş yığınları baskı altında tutarlar, yani zora ve savaşa başvururlar. Bu da yığınların ayaklanmasına, devrimci gelişmelere ve nihayetinde devrime neden olur. (Sömürüden ve siyasal baskıdan kurtulmak için emekçi yığınların haklı savaşları). İkincisi; hâkim sınıfların fetih, talan, başka ülkeleri, dolayısıyla halkları boyunduruk altına alma politikası güderler. Böylece elde edilen hammaddenler ve başka maddi zenginliklerle güçlenirler ve iktidarlarını sağlamlaştırırlar. Bu durum; fetih savaşları kaçınılmaz olarak fethedilen, boyunduruk altına alınan ülkelerde yabancı güce karşı, baskı ve talana karşı baskı altında olan geniş yığınların kurtuluş için savaşlarına neden olur. Bu da haklı savaştır. Üçüncüsü; sömürüye dayanan devletler, güç dengesi durumuna göre, başka ülkeleri fethetmek için veya dünyanın mevcut paylaşılmışlık durumunu kendi lehlerine değiştirmek için birbirleriyle savaşırlar. Köleci düzende durum böyleydi. Feodal düzende durum böyleydi. Kapitalizmde de durum böyle.
“Savaş özel mülkiyetin temelleriyle çelişmez, bilakis savaş, bu temellerin doğrudan ve kaçınılmaz gelişme sonucudur” (Lenin; Über den Kampf um den Frieden, s. 64).
Öyleyse savaş, antagonist sınıflı toplumlarda kaçınılmazdır. Bu anlamda savaş, antagonist sınıflı toplumların; köleci, feodal ve kapitalist toplumların mutlak refakatçisi olan bir fenomendir.
“Yabancı toprakların talanı, sömürgelerin fethi ve talanı, yeni pazarların fethi, kapitalist devletlerin fetih savaşlarının sık nedenleri olmuştur. Kapitalist ülkeler için savaş, aynen işçi sınıfının sömürülmesi gibi, doğal ve yasal bir olgudur” (SSCB-KP(B) Tarihi, Syf. 204).
Dünya topraksal olarak emperyalist ülkeler arasında paylaşıldığı için en güçlü emperyalist devletler arasında, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının bir ifadesi olarak, dünyayı, yeni güç dengelerine tekabül edecek bir biçimde yeniden paylaşma mücadelesi alevlenir. Bütün emperyalist ve emperyalistler arası savaşların nedeni budur. 1991’deki Irak savaşının, Yeni Balkan Savaşlarının, Afganistan savaşının ve şimdilerde de Irak’a olası saldırının nedeni budur.
Savaş, “söz konusu ilgi duyan güçlerin –bu güçlerdeki çeşitli sınıfların- o andaki politikalarının devamıdır.” Yani savaş, şu veya bu sömürücü, hâkim sınıfın zor aracıyla politikasını devam ettirmesidir.
Savaşın özü, sömürücü sınıfların veya kapitalist devletlerin uğruna savaşmayı göze aldıkları hedeflerde somutlaşır. Savaşın amaçları ve dolayısıyla karakteri, proletarya partisinin somut tavrını belirler.
“Savaşın niçin sürdürüldüğü, hangi sınıflar tarafından hazırlandığı ve yönlendirildiği, savaşın nasıl değerlendirilmesinde” bütün dünyada Marksist Leninist komünistler için temel kıstasıdır.
Bütün burjuva savaş teorileri”nin sınıfsal içeriği, gerçek savaş nedenlerini gizlemeye, emekçi yığınları, savaşın gerçek neden ve sorumlularına karşı mücadeleden alıkoymaya, onların dikkatlerini başka yönlere çekmeye hizmet eder. Aynen bugün Amerikan emperyalizminin “uluslar arası terörizme karşı savaş” adı altında dünya üzerinde hegemonya politikasının ve Irak’a karşı olası savaşının gerçek nedenlerini gizlemeye çalışması gibi.
Gelecek makalede haklı ve haksız savaşları ele alacağız.