deneme

31 Ocak 2004 Cumartesi

“HAYATIMIN EN BÜYÜK HATASI, ABD’YE GÜVENMEKTİ” (Barzani)


 
İyi hazırlanmış uşak-efendi görüşmesi sonucunda ilişkilerde yeni bir sayfanın açıldığı açıklandı. Herhalde “beyaz” bir sayfa olsa gerek. Ama görüşmelerin kendisi, açılan sayfanın köle-efendi ilişkilerinde yeni bir aşama olduğunu göstermektedir. Olan-biten geride bırakılmış. Tezkere I ve “çuval” unutulmuş. Amerikan emperyalizminin, Türk burjuva devletini, Türk ordusunu bütün dünyanın gözü önünde azarlaması, “haddini bil” demesi unutulmuş.

Amerikan emperyalizmi, “stratejik ortağı”nı bir kenara atarak, bu ortaklığa kaç para değer verdiğini göstermişti. Türk burjuvazisi, geçen bu süreçten çıkartması gereken dersi çıkartmışa benziyor. Asarım-keserimle bir yere varamayacağını öğrenmiş, Kırmızı çizgilerini rahatlıkla, pişkin bir biçimde nüanslandırabiliyor. Kıbrıs’ta statükocu olmadığını, Annan Planı’nı kabul edebileceğini açıklıyor.

Bu arada Amerikan emperyalizmi de dersini almışa benziyor. İşgalle işgali kurumlaştırma arasında belli bir farkın olduğunu anlamış. Askeri gücüne dayanarak Irak’ı işgal etmenin, sömürge düzenini kurumlaştırma anlamına gelmediğini Irak direnişi vasıtasıyla öğrenmişe benziyor. Bu zaman zarfında Amerikan emperyalizmi, kendisini koşulsuz destekleyen Talabani ve Barzani’nin, Türkiye, İran, Arap ülkeleri ve Irak Araplarını, bazen çileden çıkartan açıklamalarını yerine göre destekledi, yerine göre açıklamanın içeriğini görecelendirdi. Önemli olan, bu en önemli “iç” desteği kaybetmemekti. Amerikan emperyalizminin bu tavrına Güneyin işbirlikçileri inandılar. Böyle giderse bağımsız Kürdistan’ı kurabiliriz hayaline kapıldılar. Oğul Barzani, baba Barzani’den öğrenmemişe benziyor. Emperyalizme güvenmenin ne anlama geldiğini onun yukarıdaki sözleri göstermektedir. “Hayatımın en büyük hatası, ABD’ye güvenmekti”. Aynı hata bugün de işleniyor.

Ya Yurtseverlere ne demeli. Amerikan emperyalizminin “demokrasi” getireceğine inanmıyorlar mı veya Amerikan işgalinin, sömürgeciliğinin “demokratik” olduğundan bahsetmiyorlar mı?

Ortadoğu’da Türkiye-ABD ilişkileri bazında hiçbir şey değişmemişe benziyor. ABD, Türkiye’yi, Türkiye de ABD’yi adeta yeniden keşfetmişler. Keskinleşen emperyalistler arası çelişkiler, ABD emperyalizminin geniş anlamda Ortadoğu’daki ve dar anlamda da Irak’taki çıkmazı, Türkiye-ABD ilişkilerinin yeniden rayına oturtulmasında belirleyici faktör olmuştur.

Faşist diktatörlüğün, ABD ile ilişkilerinin kötüleştiği bir süreçte, diyelim ki Irak’a saldırıdan bu yana, AB kartına oynaması, ABD-Türkiye ilişkilerinin olumsuz gelişmesinden yararlanmak isteyen AB’nin de Türkiye’ye önem vermeye başlaması, bunun ötesinde ABD’nin Kıbrıs sorununu yeniden doğrudan kendi inisiyatifine alması ve kendi çıkarları doğrultusunda bir çözüm için bastırması, ABD’nin bu koşullarda Türkiye ile yeniden sıcak ilişkiler kurmaya hazır olduğunun bir ifadesiydi. Bu mesajı Türk burjuva devleti ve AB aldı. Ama Güneyin işbirlikçi ve Kuzeyin de yurtsever dinamikleri bu mesajı almamışa benziyorlar.

Amerikan emperyalizmi, Kıbrıs sorununun Annan Planı çerçevesinde emperyalist çözümüyle AB’yi, Türkiye’nin bu ekonomik entegrasyona üyeliği meselesinde köşeye sıkıştırıyor. Türkiye’nin bu plana evet demesi, AB’nin Türkiye’nin üyeliği konusunda öne sürebileceği son kozun da ortadan kalması anlamına geliyor. AB, Türkiye’ye üyelik müzakerelerine başlamak için tarih vermek veya bu işin olmayacağını açıklamak zorunda.

ABD’nin, Türkiye’nin AB’ye üyeliğine ilişkin stratejisi 10-15 sene sonrasının stratejisidir. Şimdiden hazırlığı yapılıyor. 10-15 sonrasının AB’si muhtemelen anayasası, bağımsız ordusu olan, belki de bir kısım üyesinin NATO’dan ayrılmış olduğu bir AB olacaktır. Böyle bir AB’de Amerikan emperyalizmi, İngiltere, Türkiye, İspanya, Polonya ve başka NATO üyesi ülkelerle önemli bir güce sahip olacaktır. Böylece ABD, AB’yi içten kuşatarak, kendisi karşısında iddiasızlaştırmayı planlamaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektedir.

Üyelik müzakeresi için tarih verilmemesi durumunda veya Türkiye-AB ilişkilerinin istenildiği gibi yürümemesi durumunda Türkiye’nin –aynı zamanda Yunanistan’ın da- Annan Planı’ndan çark etmeleri her zaman olanaklıdır. Bu anlamda Türkiye ve ABD, Kıbrıs üzerindeki nüfuzlarından hiçbir şey kaybetmiyorlar.

Bir kısım küçük burjuva kesimler de bu gelişmelerden ders almalıdırlar. Tezkere I döneminde, Amerikan emperyalizminin Türk burjuvazisini azarladığı o dönemlerde, Türkiye’nin stratejik öneminin yok olduğu veya bu önemin önemsizleştiği doğrultusunda açıklamalar yapan bazı küçük burjuva yazarlar, acaba şimdiki durumu nasıl değerlendirecekler? Niyet (sübjektivizm), nesnel duruma ters düşünce, gerçeği açıklamak da zorlaşır. Önemli olan, düşman görülen, yok olması istenilen gücün nesnel durumunu, gerçekliğini, onu güçlü kılan veya zayıflatan dinamiklerin yapısını iyi kavramak ve ona göre politikalar tespit ederek yaşama geçirmeye çalışmaktır. Birtakım aydınların, o dönem yaptıkları İncirlik’in önemi kalmadı açıklamalarından Türkiye’nin ABD için stratejik önemi kalmadı sonucunu çıkartmalarının, gerçekle hiçbir ilişkisinin olmadığını görmek için Erdoğan’ın ABD ziyaretini beklemeye mutlaka gerek yoktu.

Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl hakimiyeti jeopolitikasında (Avrasya jeopolitikası) belli ülkelere, belli bölgelere belli roller biçilmiştir. Bu jeopolitika, iki kutuplu dünyanın yıkılması ve çok rekabet merkezli bir dünya gerçeği üzerinde yükselmektedir. Bu jeopolitikada AB’nin de Türkiye’nin de belli rolleri vardır. Amerikan emperyalizminin bu jeopolitikasını değiştirmesine neden olabilecek bir gelişme şimdiye kadar olmadı. Amerikan emperyalizmi bu jeopolitikası doğrultusunda hareket ettiği müddetçe; ABD-AB, ABD-Almanya, ABD-Rusya, ABD-Çin arasındaki çelişkiler var olmaya ve keskinleşmeye devam ettikleri müddetçe, Türkiye, hem ABD ve hem de AB açısından mutlaka elde edilmesi, kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi gerekin bir müttefik olarak kalacaktır. Durumu göre göklere çıkartılacak, duruma göre yerden yere vurulacak, duruma göre “stratejik ortak” ilan edilecek.

Şüphesiz ki bu durum bir kader değildir, değişebilir, değiştiririz. Emperyalizmi ve işbirlikçilerini hem ülkemizden ve hem de bölgemizden kovabiliriz. Bu bizim elimizde. Bugün açısından bölgemiz, emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği ve emperyalist işgale karşı fiili mücadelenin en kapsamlı verildiği alandır. Bu bölgenin işçi sınıfının, emekçilerinin, ezilen uluslarının sorunları ve düşmanları aynıdır; emperyalist işgale, tahakküme ve talana, yerli işbirlikçilerinin iktidarına karşı özgürlük ve sosyalizm mücadelesini örgütlemek. Demokratik Ortadoğu Federasyonu, bölgemizin özgürleşmesi demektir.

24 Ocak 2004 Cumartesi

FORUMLAR DÜNYASI

Ocak ayının ikinci yarısına forumlar damgasını vurdu. 16-21 Ocak arasında Hindistan’da birbirine alternatif iki forum düzenlendi. Dünya Sosyal Forumu (DSF) ve Mumbai Direnişi. Bunun ötesinde Dovas’ta (İsviçre) Dünya Ekonomik Forumu (DEF) ve buna alternatif başka bir forum gerçekleştiriliyor bu günlerde.

Davos’ta kapitalist dünyanın özellikle ekonomi ve politika alanında elit tabakası 1971’den beri her yıl toplanıyor ve dünya ekonomisi ve politikası üzerine görüş teatisinde bulunuyor ve ticari işler yürütüyor. Bu seferki Davos toplantısına Irak savaşı ve dünya ekonomisinin durumu gölgesinde girildi. Bu seferki toplantıya 99 ülkeden 1400 top-menajer, 750 politikacı ve 300 gazeteci katılmakta. Öncelikle DTÖ’nün sorunları, Cancun’da sonuçlandırılamayan sorunlar ele alınacak. Geçen yılın Eylül ayında Cancun’da düzenelenen DTÖ konferansında ulusal pazarların yabancı sermayeye açılması, ihracat sübvansiyonları gibi sorunların halledilememesi nedeniyle sonuçsuz kalmıştı. Davos’ta bu sorunun çözümlenmesi için ön çalışmalar yapılacak ve bu arada “gelişen ülkelerin” de dünya ticaretinde zarar görmemeleri için birkaç “güzel” söz saf edilecek. Tabii ki kapalı kapılar ardında uluslararası tekellerin çıkarlarının en iyi bir şekilde savunulması için strateji oluşturulmaya çalışılacak ve aktüel dünya politikası üzerine görüşmeler yapılacak. Bunun ötesinde ülkeler ve işletmeler bazında ticari bağlantılar kurulacak.

Nestlé, Coca-Cola, Siemens, IBM gibi tekellerin sponsorluğunu yaptığı DEF’na katılmak isteyen her firma en azından 30 bin İsviçre Frankı ve her katılımcı kişi de14 bin İsviçre Frankı ödemek zorunda.

Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu’na alternatif forumun bu sene beşincisi düzenlenmekte. Buna “Davos’a Karşı Kongre” deniyor. “DEF’nun “Güvenlik ve Gelişme İçin Ortaklık” ana temasına karşısına alternatif Kongre, “toplumun gözü Davos“ta anlayışıyla çıkıyor. İsviçre örgütlerinden “Bern Açıklaması” ve “Pro Natura” tarafından düzenlenen bu forumun ana teması, “tekellerin kontrol edilmesi”dir. Bu alternatif forum kendisini “küreselleşmeye eleştirel tavır alanların düğüm noktası” olarak tanımlıyor.

Bu Konferansının koordinatörü Matthias Herfeldt, “hükümetlerin görevi büyük işletmeleri ortak olarak görmektir. Demokratik seçilmiş politikacılar, kurallar koymalılar ve işletmeler de toplumun çıkarı için bu kurallara uymalıdır” anlayışını savundu. Yani DSF ve Avrupa Sosyal Forumu’nda (ASF) dile getirilen talepler burada da dile getirildi.

Mumbai (DSF) toplantısı, „rezonansı olan bir başarı“ olarak değerlendiriliyor. „Dünya çapında bazı en aktif siyasi ve sosyal hareketlerin üyelerini, politika, ekonomi ve kültür alanlarında önde gelen çok sayıda şahsiyetleri bir araya getirdiği ve hepsinin de başka bir dünya olasıdır da birleştikleri“ tespiti yapılıyor.

Bu seferki DSF’nda da daha öncekilerden farklı olmayan konular ele alındı. Tek farkla, her sosyal forum döneminde aktüel olan dünya çapındaki gelişmeler önplana çıkartıldı. Bu sefer de ağırlık noktası Irak’ın işgali ve işgale karşı tavrın ne olacağıydı.

130 kadar ülkeden 2500 örgütün katıldığı bu forumda mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiği üzerine tartışmalar yapıldı. Militan mücadele sürdürülmesini savunanların yanı sıra zoru reddedenler, salt „barışçıl“ mücadeleden yana olanlar arasında tartışmalar sürdürüldü. Bütün kıtalarda DSF’nun ve sayıları onbinlerle ifade edilen „Hükümet Dışı Örgütler“inin faaliyetlerinin etkisi üzerine de tartışıldı.
“The Hindu” gazetesinin tespitine göre DSF, katılımcılara, „tecrübelerin teati edildiği ve yeni düşünceleri oluşturulduğu bir olanak sağlamaktadır“.

Hint yazar Arundhati Roy, konuşmasında Batılı antiküreselcileri adres olarak göstererek „içi boşaltılmış başka bir dünya olasıdır”ı bir kenara bırakmayı ve „antiemperyalist direnişin küreselleştirilmesi“ için mücadele edilmesi gerektiğini dile getirdi. Roy’un emperyalizme karşı mücadele anlayışıyla DSF’nun emperyalizme karşı mücadele anlayışı arasında büyük fark var. Gerek ASF ve gerekse de DSF, haklı ve haksız savaş arasında ayrım yapmamakta, sadece aktüel savaş durumunda protestoyu yeğlemekte, emperyalist işgal ve saldırganlık onu pek ilgilendirmemekte. Roy, bu konuda DSF ve ASF’nun acınacak halini gözler önüne sermiştir.

Pasifistler Roy’un konuşmasına tepki vermekte gecikmemişler ve özellikle Attac çevreleri militan direnişi reddederek, „barışçıl“ mücadeleden yana olduklarını açıklamışlardır.
Böylece Irak’taki direniş karşısındaki tavır, dünya sosyal forum hareketinin değişim iradesi konusunda belirleyici önemi olan bir kıstas olmuştur.

Mombai’de sosyal forumun geleceği, takip edilmesi gereken yol üzerine de strateji tartışmaları yapılmıştır. Böylece emperyalist küreselleşmeye karşı tavır sorunu akademik bir sorun olmaktan çıkmış ve sosyal forumun geleceğini ilgilendiren bir sorun olmuştur.

Mumbai Resistance:
Dünya Sosyal Forumu’na örgütsel bir yapı vermek istemeyenler, Mevlana tarzıyla herkesi çağıranlar, ayrılık olmasın diye ideolojik-teorik tartışmaları bastıranlar, bu forumda ektiklerini biçmiş oldular. Kaçınılmaz olan ayrışma gerçekleşti. Mevlana olmak istemeyenler ve siyasal mücadelede strateji arayanlar, emperyalizme ve özellikle de Amerikan emperyalizmine karşı ortak hareket etmeyi doğru bulanlar ayrı bir sosyal forum düzenlediler. 217 örgütün oluşturduğu "Mumbai Resistance 2004".

Dünya sorunlarının, emperyalist küreselleşmenin, neoliberalizmin; bir bütün olarak kapitalist-emperyalist hâkimiyet, talan ve sömürü sorunlarının tartışılması için gerçekleştirilen forumumlar, adeta bir moda oldu. Ama moda, bilindiği gibi geçiciliğin de ifadesidir.
DSF, Davos’a alternatif olarak oluşturulmuştu. İsviçre’de beş seneden beri Dünya Ekonomik Forumu’na (Davos) alternatif başka bir forum düzenleniyor. Böylece, Davos’a, DEF’na karşı düzenlenen iki ayrı forum söz konusu oluyor.

Açık ki DSF, ona umutla bakan yığınların beklentilerini karşılayamadı, onları emperyalist küreselleşmeye, emperyalist savaşa ve saldırganlığa karşı örgütleyerek seferber edemedi. Aslında DSF, kendisine umutla bakan yığınları örgütlü mücadelede seferber etmemek için elinden geleni yaptı. Sonucu ortada: DEF’na alternatif olarak oluşan DSF, kendi içinde kendine alternatif başka bir forumun oluşmasına neden oldu.

DEF(Davos): emperyalizmi, emperyalist küreselleşmeyi, neoliberalizmi temsil ediyor.
DSF: Davos’a (DEF’na) alternatif, reformist ve pasifist çizgide emperyalist küreselleşmeye, neoliberal dayatmalara karşı mücadele ediyor.
"Mumbai Resistance 2004": DSF’na alternatif. Emperyalist küreselleşmeye karşı mücadelenin, antiemperyalist mücadelenin dünya çapında örgütlenmesinden ve her türden yöntem kullanılarak mücadele edilmesinden yana.
ASF: Avrupa eksenli DSF. Duruş bakımından DSF’nun aynısı. Onun içinde de tartışmalar, ayrılma, alternatif olma çalışmaları devam ediyor.
DSF ve ASF, reformist-pasifist burjuva, küçük burjuva kesimlerin emperyalizm, neoliberalizm ve emperyalist küreselleşme karşısındaki siyasi duruşlarını, mücadele anlayışlarını temsil ediyor ve “sosyal devlet” anlayışını, kapitalizmin reforme edilebileceğini savunuyor.

"Mumbai Resistance 2004": Daha ziyade küçük burjuvazinin radikal kesimlerini temsil ediyor ve emperyalizme karşı mücadelede bütün yöntemlerin kullanılmasını ve bu mücadelenin uluslararası çapta örgütlenmesini savunuyor.

DSF’nda, ASF’nun siyasal ağırlığından dolayı olsa, Bush’a karşı, yani Amerikan emperyalizmine karşı bileşildi ama AB’den pek söz edilmedi.

"Mumbai Resistance 2004": Irak işgalinden ve direnişinden dolayı Amerikan emperyalizmi ön plana çıkartılsa da, genel olarak emperyalizme karşı mücadele esas alındı.
Bu sosyal forumlarda (DSF+ASF+"Mumbai Resistance 2004"), emperyalizmin, neoliberalizmin alternatifi olarak sosyalizm önplana çıkartılmadı.

Dünya çapında komünist güçlerin bu sosyal forumlara ilgi göstermemeleri veya yeterli ilgi göstermemeleri, bu alanların reformist-pasifist ve radikal küçük burjuvazi tarafından kürsü olarak kullanılmasını kolaylaştırdı. Dünya çapında komünist güçlerin örgütsel birliğinin sağlanmamış olması, bunun ötesinde en azından bu forumlar bazında ortak hareket etme durumunun da olmaması, bu güçlerin istedikleri gibi at oynatmalarını kolaylaştırdı.

1968’de sıkça kullanılan bir slogan vardı: “Koş yoldaş, eski dünya geride kalmıştır!”. Şimdi ise şöyle deniyor: “Takvimsel olarak sokağa çık vatandaş, yeni bir dünya olasıdır!”.

12 Ocak 2004 Pazartesi

İŞGALCİLER IRAK’I BALKANLAŞTIRACAK GÜÇTELER Mİ?


 
Amerikan emperyalizmi Irak’ın öyle kolay kolay yutulacak bir lokma olmadığını gördü. Irak’ta kelimenin tam anlamıyla bataklığa gömüldü. İşgalciler Irak halkının direnişini kıramadılar ve bu direniş giderek güçlenmektedir. Yeni bir Vietnam sendromuyla yatıp kalkan Amerikan emperyalizmi, Irak halkını dinsel temelde parçalamak, bunun ötesinde etnik yapıları karşı karşıya getirmek ve böylece Irak’ın tek vücut olacak direnişini kırmak için uğraşıyor. Birçok kere gündeme getirilen ve son dönemlerde „federe devlet“ söylemiyle yeniden gündemleştirilen, Irak’ın etkin yapılar temelinde parçalanması ve her bir mini devletin birbirine karşı getirilmesidir. Böylece Amerikan emperyalizmi, bir taraftan her bir mini devlet üzerinde hakimiyetini kolay kuracak ve aynı zamanda Irak’ın bütünü üzerinde söz sahibi olmaya devem edecektir.

Söylenenlere inanılacak olursa Irak üçe bölünüyor. „Kuzeyde Kürtler, Güneyde Şiiler ve Orta bölgede de Şii ve Sünniler. Kısa bir dönem öncesine kadar Council of Foreign Affairs’in başkanlığını yapan Leslie Gelb’in planına göre „paranın ve askeri güçlerin çoğu, öncelikle, en iyi sonuçlar alınan yerlerde kullanılacak; Kürtlerin ve Şiilerin bulundukları yerlerde. Böylece ABD, askerlerinin çoğunu Bağdat’ın batısı ve güneyindeki Sünni üçgeninden çekecek. Ve ABD, petrol gelirlerinden yoksun kalan Sünnilerin teslim olmasını bekleyecek. Böylece Bağdat merkezli „orta bölge devleti“ açlığa teslim edilecek”.
Gelb’in planına göre Irak üçe bölünüyor; Kuzey (Kürt çoğunluğu), Orta Bölge (Sünni çoğunluğu) ve Güney (Şii çoğunluğu). Her bir devlet, „sınırları etnik dağılıma göre çekilmiş kendi kendini yöneten bölgelerden“ oluşacak.

Böl ve yönet“ yöntemi, en azından emperyalizmin tarihi kadar eskidir. „Böl ve yönet“in en güncel örneğini Yugoslavya’nın parçalanması oluşturur. „Böl ve yönet“, protektorat rejimlerinin; himayeci sömürgeciliğin kurulması için en uygun ortamı hazırlar. Yutulmakta zorlanılan lokma, ufaltılır; amaçlanan çıkarlara gerçek anlamda hizmet edecek hale getirilir. Ama bu yöntemi her zaman ve her yerde uygulamak mümkün değildir.

Yugoslavya’nın parçalanması, emperyalist rekabet merkezleri arasındaki uzlaşmanın bir sonucuydu. Ama Irak için aynı durum söz konusu değil. Irak, yeraltı zenginliklerinden dolayı bütün emperyalist ülkeler ve rekabet merkezleri için hayati öneme sahiptir. Bu nedenle hiç bir emperyalist rekabet merkezi (bir bütün olarak AB -AB içinde de Fransa ve Almanya-, Rusya, Çin, Japonya) Irak’ın Amerikan emperyalizminin çıkarları temelinde parçalanmasına sessiz kalmayacaktır. Bunun ötesinde özellikle Türkiye, İran,Suriye ve Arap ülkeleri, Irak’ın parçalanmasına şiddetle karşı çıkacaklardır ve bunu yapıyorlar da. Çünkü Irak’ın bu şekilde parçalanması, Kürdistan’ın kuzey ve doğu bölgelerini sömürge olarak tutan Türkiye ve İran’ın hiç işine gelmemektedir. Irak’ın bu şekilde parçalanmasını Arap ülkeleri, „Arap topraklarının parçalanması“ olarak algılamaktalar.

Amerikan emperyalizminin bu planı, bir araya gelemeyen güçleri bir araya getirmektedir. Türkiye, Suriye, Irak ve Irak’ta Araplar, bu Amerikan planına karşı gelmekteler. Bunun ötesinde bu güçler ve diğer emperyalist ülkeler arasında da bu Amerikan planına karşı ortak hareket etmenin koşulları doğmaktadır. Amerikan emperyalizmi, bu ülkeyi bölerek hakim olmak için bütün dünyayı karşısına alacak güçte değildir. Evet bütün dünyayı karşısına alarak Irak’a saldırdı, askeri gücüne dayanarak bu ülkeyi işgal etti. Bu işgalin sonuçları da ortada. Amerikan emperyalizminin Irak’tan kovulması bölgeden kovulması anlamına gelir. Konumu hiç de sağlam olmayan ABD’nin böyle bir adım atması pek olası değil.

Barzani ve Talabani’nin bunun farkında olmadıkları söylenemez. Ama onlar, zaman geçtikçe „federe devlet“in de gerçekleştirilmeyecek olduğunu görüyorlar. Amerikan emperyalizmi Irak’ta sıkıştıkça çareyi, Barzani ve Talabani de değil, Arap ülkelerini kendi çizgisine çekmekte, Türkiye, İran ve Suriye gibi sorunun doğrudan içinde olan ülkelerle ilişkilerini yeniden düzenlemekte aramaktadır. Barzani ve Talabani bu gerçekleri de biliyorlar. Ama buna rağmen Kürt ulusuna „bağımsızlık“ umudu veriyorlar.

Amerikan emperyalizminin kontrolünde, onun çıkarları doğrultusunda şekillenecek bir Kürdistan umudunu yaymak, Kürt ulusu nezdinde emperyalizm hakkında hayaller yaymak anlamına gelir. Amerikan emperyalizminin „demokrasi“ getirdiği anlayışı da bu hayalin bir parçasıdır.

Güneyde işbirlikçi önderlerin federasyon söylemleri, bütün Kürtlerin dikkatini Güney Kürdistan’daki gelişmelere çekmiştir. ABD-İngiltere emperyalist ittifakı şemsiyesi altında umut saçılmaktadır. Ulusal özgürlük düşüne, ABD ve İngiltere’nin himayesi altında ulaşılacağı umudu yeşertilmektedir. Amerikan emperyalizmi, duruma göre, bu türden söylemleri destekler gözüküyor, duruma göre de söylemlerin sınırlarını belirliyor. Yani Irak’ta işgalin kurumlaşması, sömürgeci düzenin kurulması için kendisine destek olan her çevreyi, etnik yapıyı yönlendirmeye çalışmaktadır.

Amerikan emperyalizminin gerçekten Güney Kürtlerinin talep ettikleri bir “federe devlet”e evet demesi için dünya hakimiyeti jeopolitikasında önemli değişiklikleri göze almış olması gerekir. En azından Türkiye’yi kaybetmeyi, İran ve bütan Arap dünyasını karşısına almayı göze alması gerekir. Göze alması gerekir, çünkü bu adım Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzasında emperyalist rekabeti, güçler dengesini doğrudan etkileyecek sonuçlara yol açabilecek bir adımdır. Bu nedenden dolayı, Amerikan emperyalizminin Irak’taki direnişten, sömürge rejimini kuramamaktan dolayı bu ülkede en güvenilir işbirlikçilerinin özlemlerini ifade eden söylemlerde bulunmasına ses çıkarmamakta, hatta destekler görünmektedir.
Amerikan emperyalizmi de biliyor ki, Irak’ın parçalanması politikasının gerçekleştirilmesi, Irak’ı işgalden kat kat zor bir iştir ve o, bunu yapacak güçte değildir.

Bölgemizdeki emperyalist tahakküm ve işgal, bölge halklarının kaderini ve sorunlarını aynılaştırmıştır. Türk, Kürt, Arap, Ermeni bölgemizdeki bütün halkların gerçek kurtuluşu emperyalizme karşı mücadeleden; bu mücadelenin ortaklaşa sürdürülmesinden geçmektedir. “Demokratik Ortadoğu Federasyonu” ancak ve ancak emperyalizme ve işbirliklilerine karşı mücadele sonucunda gerçekleştirilebilir ve bölgemizde emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından ezilenlerin, sömürülenlerin; bölgemiz işçi sınıfı ve emekçilerinin, halklarının hedefi bu olmalıdır.


1 Ocak 2004 Perşembe

SOSYAL FORUMLAR


SOSYAL FORUMLAR

Son birkaç seneden beri siyaset literatürüne giren bir kavram. Kimilerinin umut bağladığı, kimilerinin reddettiği, ama bir şekilde ilişkilenilen bir kavram. Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin ve Revizyonist Blokun dağılmasından sonra ve özellikle geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarının ikinci yarısından sonra giderek uluslararasılaşan bir hareket gelişti. “Antiküresel hareket” diye tanımlanan bu uluslararası protesto hareketi içinde belirleyici ağırlığı olan reformist ve pasifistler, 1971’de beri her yıl Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’na alternatif bir forum örgütleme düşüncelerini uygulamaya koydular. Fransa Attac’ın doğrudan katılımı ile Dünya Sosyal Forumu (DSF) örgütlendi. Arkasından Avrupa Sosyal Forumu (ASF) gündeme getirildi. DSF, kıtalar, bölgeler ve ülkeler basında örgütlenmekte. ASF ise, ülkeler ve ülkeler içinde yerel oluşumlar bazında örgütlenmekte.