deneme

11 Aralık 2005 Pazar

KARADENİZ HAVZASINDA EMPERYALİST STRATEJİLER ÇATIŞMASI

Geçenlerde Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Romanya’yı ziyaret etti. Görüşmeler sonucunda, hazırlıkları daha önceden tamamlanmış olan anlaşmalar imzalandı. Romanya, ABD’nin Karadeniz kıyısında dört üs kurmasını içeren anlaşmalara imza attı.
Tabii amaç yine „terörizme karşı mücadele“ olarak açıklandı. Anlaşılan o ki, Amerikan emperyalizminin „uluslararası terörizme karşı mücadele“ etmesi, teröristleri yakalaması ve masum insanların canını kurtarması için Karadeniz kıyılarında dört askeri üsse ihtiyacı varmış! Amerikan emperyalizminin „terörizme karşı mücadele“ babındaki retorik açıklamalarını bir kenara bırakırsak geriye tarih boyunca Alman emperyalizminin tekelinde olan „Drang nach Osten“ („Doğuya Yöneliş“) jeostratejisinin; Alman emperyalizmi açısından bu jeopolitik açılımın Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitik açılımında stratejik bir kavram olarak ele alındığını görürüz.

Amerikan emperyalizmi kuracağı yeni üsler vasıtasıyla rakiplerini adeta boğmaktadır. Bu üsler, Romanya’yı kendi bağlamak için değil, başka açıdan Amerikan yayılmacılığı için oldukça önemlidir:
1-AB’nin, özellikle de Alman emperyalizminin Ortadoğu’ya, Karadeniz Havzasına ve Karadeniz ve Ukrayna üzerinden Kafkasya’ya, dolayısıyla Orta Asya’ya açılımı önünde aşamayacağı bir engel oluşturmak.
2-Rusya’nın Balkanlar ve Akdeniz’e açılma sevdasının önünü almak.
3-BOP’un gerçekleştirilmesinde daha geniş çevreyi stratejik hâkimiyet alanına çevirmek.
4-Nihayetinde, Kafkasya/Hazar Havzası/Orta Asya hâkimiyeti için mücadelede her an kullanabileceği bir alan daha oluşturmak.

Amerikan Dışişleri Bakanı C. Rice’a göre ABD ve Romanya „silah kardeşliği“ içindeler. Romanya Devlet Başkanı T. Basescu’ya göre de Amerikan emperyalizminin Romanya’yı jeopolitik köprübaşı olarak kullanmak istemesi Romanya açısından „siyasal inandırıcılığın“ bir ifadesi. Uşaklığı ifade eden bu sözleri duyunca insanın aklına Çauçesku’yu savunası geliyor!
Anlaşılan o ki, bu tavrıyla AB’yi oldukça kızdıran Romanya açsından AB üyeliğinden ziyade Amerikan „dostluğu“ daha değerli oluyor. Bir zamanlar General Antonescu da Romanya’yı Hitler-Almanya’sına teslim etmişti.

Kurulması üzerine anlaşılan dört üs sorununa ve genel olarak Karadeniz Havzasındaki çıkar çatışmalarına yukarıda belirttiğimiz dört nokta çerçevesinde bakmak gerekir. Bu alanda Rusya, ABD ve AB rekabet merkezleri kendilerine özgü hâkimiyet stratejileriyle bölgede karşı karşıyalar.

Karadeniz Havzası 20. yüzyıl boyunca sahip olduğu strateji önemini geride bırakan bir stratejik öneme sahip oldu. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve sosyalizme yönelen bölgenin Halk Demokrasisi ülkeleri, Sovyetler Birliği’nde siyasal iktidarın Kruşçev modern revizyonistleri tarafından gasp edilmesinden sonra (XX. Kongre, 1956) revizyonist SB’nin hegemonya çıkarlarının araçlarına dönüştüler. SB ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra, AB’nin ve NATO’nun doğu genişlemesine paralel olarak bu bölgenin stratejik önemi dünya hegemonyası perspektifiyle ele alındı. Bir taraftan Rusya ve diğer taraftan da ABD-AB arasında bir tampon bölge konumunda olan bu alanda Rusya, AB ve ABD, dünya hegemonyası perspektifli rekabetlerinde karşı karşıya geldiler.

SB’nin dağılmasından sonra bu birliği oluşturan ülkelerin çoğunluğu, kurtuluşu Batı dünyası ile, somutta da AB, ABD ile sıkı ilişkide aradı. SB’nin güneyinde yer alan ülkeler; Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan; Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan gibi Güney Kafkasya ülkeleri; batıda Estonya, Letonya ve Lituanya gibi Baltık bölgesi ülkeleri ve Orta ve Doğu Avrupa’da Ukrayna, Moldavya, Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan; Slovakya ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkeler, şu veya bu derecede farklı olmasına rağmen, AB ve ABD’nin hegemonyasını kabullendiler. Soğuk Savaş döneminde Amerikan emperyalizminin SB’ne karşı oluşturduğu „yeşil kuşak“ Baltık kıyılarından Karadeniz kıyılarına; Romanya ve Kafkasya üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanan ve doğrudan Amerikan emperyalizminin kontrolünde olan bir çembere dönüştü. Bu çemberin en zayıf noktası Beyaz Rusya’dır.
Emperyalist rekabet merkezlerinin amaçlarına bu çerçevede bakalım:

Amerikan emperyalizmi açısından:
“Project for Democracies in Transition” Başkanı Bruce P. Jackson, 9 Mart 2005’de Amerikan Senatosu Dış politika Komisyonuna Karadeniz bölgesiyle ilgili olarak bir taslak sundu. Bu taslakta Amerikan emperyalizmi açısından önemli olan beş faktör ele alınıyor.

Birincisi:
Irak Savaşının gösterdiği gibi ABD’nin genişletilmiş Ortadoğu’da kalabilmesi için Karadeniz kıyısı ülkeleriyle sıkı işbirliği içinde olması gerekmektedir. Bu baya göre Amerika “Ortadoğu’da demokrasiyi destekleme çabasında başarılı olmak istiyorsa, Karadeniz bölgesini açılıp serpilen, demokratik bir bölgeye” dönüştürmek zorundadır.

İkincisi:
Bu bölge, ticari ilişkilerin seyri açısından ABD için önemlidir; “Orta Asya’nın enerji rezervleri Avrupalı müttefiklerimiz için giderek daha önemli olmaktadır. Bugün açısından AB devletleri, enerji ihtiyaçlarının yaklaşık yüzde 50’ni ithal ediyorlar. Bu oran 2020’de yüzde 70’e çıkacak. Bu artış, Karadeniz’den geçen enerji güzergâhıyla teminat altına alınabilir“. Avrupalı müttefikleri için ABD’nin bu „özeni“ farklı yorumlanabilir: Avrupalı müttefiklerinin enerji sorunu Amerikan emperyalizminin umurunda değil. Bu noktada onun amacı; a-enerji güzergâhını kendi kontrolünde tutmak ve b-AB’nin bölgedeki ticari ve başka faaliyetlerini kontrol edebilmektir.

Üçüncüsü:
Karadeniz bölgesi ülkeleri AB ile giderek daha yakın ilişkiler kuruyorlar. „Hırvatistan hariç AB’nin bütün aday ülkeleri bu bölgeden“. Kastedilen aday ülkeler ise Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’dir. Bu baya göre bölge ülkelerinin tamamen AB kontrolüne girmemesi için ABD, bu ülkelerde daha aktif olmalıdır. Yani Ortadoğu’ya, Kafkasya’ya ve oradan da Orta Asya’ya giden yolun kapısını tutmak ve AB’yi bu bölgedeki faaliyetlerinde kontrol etmek için ABD, bölgede aktif olmalıdır.

Dördüncüsü:
Bu baya göre „hem Gürcistan’daki gül devrimi hem de Ukrayna’daki portakal rengi devrim, Karadeniz kıyısı ülkelerinde gerçekleşmiştir. Bu devrimlerin yarattığı olanaklar, Minsk’ten Alma Ata’ya, Bişkek’ten Beyrut’a politikayı değiştirmiştir“.
Bruce Jackson gerçekten de doğru söylüyor veya Amerikan emperyalizminin gerçek niyeti bundan daha açık ifade edilemez: Bu ülkelere verilen „sıçrama tahtası“ görevi böyle dile getiriliyor. Amerikan emperyalizmi, Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmek için köprübaşlarını çoğaltmayı, istikrarlı yapmayı ve aynı zamanda AB’yi de kontrol etmeyi esas alıyor.


Beşincisi:
Bu baya göre „Rus dış politikasının en olumsuz ifadesi kendisini bu dönemde Karadeniz’in kuzey yakasında göstermektedir. Yeni demokrasileri yabancı müdahalesine karşı korumak istiyorsak,…dikkatimizi bu bölge üzerinde yoğunlaştırmalıyız“. Yani: Rus emperyalizminin bu bölgede etkili olması engellenmelidir.

Ukrayna’nın geleceği Amerikan emperyalizmin bölgeye özgü stratejisinde belirleyici oluyor. „Demokratik Ukrayna olmaksızın Moldavya’da barışın geleceği belirsizleşir ve Kuzey Kafkasya ülkeleri Avrupa’dan tecrit edilmiş olurlar“. Bu anlayışları Bruce P. Jackson, geçen Şubat sonunda Romanya, Bulgaristan ve Gürcistan yönetimleriyle yaptığı görüşmeler sonucunda formüle etmişti. Bu anlayışa 2004’te „The German Marshall Fund of the United States“ tarafından hazırlanan „A New Euro-Atlantic Strategy for the Black Sea Region“ dokümanı temel teşkil etmektedir. Bu programın amacı şundan ibarettir:
a-Rusya’nın çembere alınması;
b- Rusya’ya kıyı ülkelerin Rusya’dan kopartılması;
c-Eskiden SB’ni oluşturan bu ülkelerdeki iç siyasal gelişmelerin istenildiği gibi kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi;
d-Hazar Havzası enerji kaynaklarına girişin ve enerji sevkiyatının batıda teminat altına alınması ve
e- Rusya ve İran’ın bu sevkiyattan uzak tutulmaları.

AB, Karadeniz’i „içdeniz”i yapmayı amaçlıyor:
AB de bölge üzerine aynen ABD gibi düşünüyor. Tabii ki kendi çıkarları açısından: Rusya bu bölgeden uzaklaştırılmalıdır; AB, bölge üzerine gelişmelerde ABD ile eşit boyutlarda söz sahibi olmalıdır. AB, Karadeniz bölgesindeki, faaliyetlerini bu stratejiye göre şekillendirmeye çalışmaktadır. Ama açık olan şu ki, bugün açısından AB, bu stratejisini uygulamak için ABD ile „aşık atacak“ durumda değildir ve bu nedenden dolayı da ondan kopuk hareket edememektedir ve aynı zamanda, her ihtimali göz önünde tutarak Rusya ile ilişkilerine özen göstermektedir.

AB de, adeta Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasını takip edercesine, ekonomik çıkarların önümüzdeki yıllarda „giderek Avrasya’ya kayacağı“ tespitini yapıyor. „Dış Politika İçin Alman Cemiyeti“ bu tespiti yapıyor. Bu kuruluşa göre Karadeniz „AB’nin bir iç denizi olabilir“. Ukrayna ve Gürcistan’daki „devrim”ler bölgenin diğer devletlerini de etkileyecektir; „Hazar Havzası, Doğu Avrupa’ya dönüşebilir“; AB’nin, en azından Almanya ve Fransa gibi önde gelen ülkelerinin nüfuzu „eski Çarlık İmparatorluğunun çekirdek bölgelerine kadar sızabilir“.

Doğru, AB’nin nüfuzu Orta Asya’da da etkili olursa Karadeniz AB’nin bir iç denizine dönüşmüş olur. Veya AB’nin Orta Asya’da umduğu etkiye sağlayabilmesi için Karadeniz’den geçmesi gerekir ve Karadeniz’i „iç deniz“ yapamayan bir AB, Orta Asya’da etkili olamaz. Bu durumda, ABD gibi AB de, Rus emperyalizmiyle rekabet içinde olacaktır.

Almanya kaynaklı bu anlayışların altında Alman emperyalizminin jeopolitikası yatmaktadır. Bütün yollar Orta Asya’ya açılıyor. Bunun için Karadeniz’den ve Kafkasya’dan geçmek gerekiyor. Alman emperyalizmi daha önce de; II. Dünya Savaşında bu bölgedeki enerji kaynaklarına ulaşmak için Kafkasya yollarına düşmüştü, ama dersini Stalingrad’da aldı.

Rusya’nın durumuna gelince:
Rus emperyalizmi „Bağımsız Devletler Topluluğu“ (BDT) üzerinden dağılan SB topraklarında eski nüfuzunu sürdürebileceğine inanmaktaydı. BDT, çaresizliğin, umutsuzluğun ifadesi olmaktan öteye geçemedi. Rusya, sahip olduğu kaynaklarla ve eskiden kalma ilişkilerle, buna revizyonist ekonominin beraberinde getirdiği ilişkileri de katmak gerekir, ABD, AB ve Çin gibi rakiplerini eski hakimiyet alanından uzak tutabileceğini sanıyordu. Yanıldığını kısa zamanda anladı; Beyaz Rusya hariç BDT ülkeleri Rusya’ya mesafeli yaklaştılar ve Rusya’nın baskısını dengelemek için de batıyla olan ilişkilerini geliştirdiler.
Bu alanda kaybeden Rusya oldu.

BDT-GUAM:
Rusya’nın kurduğu BDT faaliyetini etkisizleştirmek için ABD, 1997’de GUAM’ı kurdu (Bu örgütün görünüşte ABD ile bağı yoktur ve adı da kurucu ülkelerin –Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldavya’nın baş harflerinden oluşmaktadır). 1998’den Mart 2005’e kadar Özbekistan’ın da üye olduğu bu örgütün esas amacı, eski SB’nin güney bölgesinde Rus nüfuzunu geriletmek ve bu alanı Amerikan jeopolitikasına hizmet edecek duruma getirmektir. Uzun bir dönem dikkatlerden uzak bir şekilde faaliyet gösteren GUAM, Gürcistan ve Ukrayna’daki renkli „devrim”lerden sonra dünya kamuoyunun gündemine yeniden geldi.

22 Nisan 2005’te Moldavya’da gerçekleştirilen buluşma GUAM’ın amacının ne olduğunu göstermektedir. Bu toplantıya üye ülkelerin yanı sıra Romanya ve Letonya Devlet Başkanları ve bir de ABD temsilcisi katılmıştı. Rusya ise sadece açılış kutlamasına davet edilmiş ve Özbekistan da bu ülkedeki elçisi vasıtasıyla temsil edilmişti.

Toplantı sonucunda iki bildirge yayımlandı. „Demokrasi, İstikrar ve Gelişme“ adını taşıyan açıklamada „Avrupa normlarına ve değerlerine bağlılık“tan; „Avrupa’yla entegrasyon eğilimi”nden bahsediliyor ve Rusya’nın Moldavya ve Gürcistan’daki askeri birliklerini çekmesi için OSZE devletlerinin Rusya üzerinde baskı uygulaması talep ediliyor. Bunun ötesinde GUUAM (Özbekistan’ın da dâhil olması durumunda GUAM adı GUUAM’a dönüşüyor) alanında bir „Serbest Ticaret Bölgesi”nin kurulması talep ediliyor. Tabii burada esas amaç, Orta Asya/Hazar Havzası enerjisinin nakliyat sorununun halledilmesidir.

İkinci açıklama „Baltık Denizi’nden Karadeniz’e Demokrasinin Kurulması“ başlığını taşıyor. Bu açıklamada da GUUAM, ABD ve AB arasındaki işbirliğine vurgu yapılmaktadır.

Bu toplantı, Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasını uygulamasında yeni/ileri bir adımı ifade etmektedir. Hedef Rusya’dır. AB ise Amerikan çıkarlarına koşulmaya çalışılmıştır. GUAM ile Amerikan emperyalizmi, Orta Asya’dan Karadeniz’e kadar bu alanda yer alan ülkeleri ekonomik ve siyasi olarak Rusya’da uzaklaştırarak ve AB’yi etkisizleştirerek kendine bağımlı kılmaya çalışmaktadır. Bu örgütün askeri faaliyeti bilinmemekte, ama Amerikan emperyalizminin bu örgüt üzerinden de askeri faaliyet geliştirmediğinin veya geliştirmeyeceğinin hiç bir garantisi yok.

GUAM’da esas eksen Gürcistan-Ukrayna-Moldavya’dır. Bu eksen Polonya ve Romanya tarafından desteklenmektedir. Böylece Amerikan emperyalizmi, Rusya’nın bu alana yayılmasını ve aynı zamanda AB’nin bu alanda güçlenmesini engellemeye çalışmaktadır. Böylece, Avrupa’dan bakıldığında doğuya doğru yayılmada sağlam köprübaşları kurulmakta ve aynı zamanda Baltık Denizi’nden Karadeniz’e uzanan eksen de güçlendirilmekte. Amerikan emperyalizmi GUAM vasıtasıyla Rusya’nın bu eksenlerin batısına ve güneyine geçmesini engellenmek ve AB’nin de bu alanda kontrol edilmesini istenmektedir.

30 Kasım 2005 Çarşamba

BOP ve PROTEKTORATÇILIK (Lübnan, Suriye ve Irak)

Amerikan emperyalizminin sürekli gündemde tutmak istediği Suriye’den ne isteniyor?
Suriye’ye karşı sürdürülen kampanyanın başını ABD ve İsrail çekiyor. Fransa da bu kampanyanın bir parçasıdır. Amerikan emperyalizmi, „Büyük Ortadoğu Projesi”nin gerçekleştirilmesi için Suriye’nin yeniden biçimlendirilmesi anlayışındadır.

Aslında planlarda yeni olan bir şey yok. Irak’ta mevcut iktidarı değiştirme girişimleri B. Clinton döneminde Amerikan dış politikasının önemli sorunlarından birisi olarak görülmekteydi. Bush’un iktidara gelmesiyle birlikte Amerikan jeopolitikasının gerçekleştirilmesine hizmet eden adımlar daha yoğun atılmaya başlandı. Önce Afganistan işgal edildi, 2003’te de Irak’ın işgali gündeme geldi. Daha o zaman, Irak’ın işgal döneminde Amerikan Savunma Bakanı D. Rumsfeld, Suriye’yi, Irak Baas Partisinin önemli politikacılarını korumakla ve Irak’ın elinde olan kitle imha silahlarını saklamakla suçlamaya başlamıştı. Bugün olduğu gibi o gün de Suriye yönetimi, Amerikan emperyalizmine ülkeye saldırması için fırsat vermemeye çalıştı. Suriye yönetimi, Amerikan saldırganlarını kızdırmamak ve saldırı vesilesi oluşturmamak için yapılması gereken her şeyi yapmıştı.

Ne var ki, Amerikan emperyalizmini memnun etmek, memnun etmek isteyene bağlı değildir. Amerikan emperyalizminin çıkarlarına boyun eğmekte istenildiği kadar esnek olunabilir, Amerikan emperyalizminin çıkarlarını gözetmek için olağanüstü çaba harcanabilir, ama bunların yapılması, Amerikan emperyalizminin gazabına uğramamak için bir garanti değildir. Tecrübeler bunu göstermektedir. Suriye, Irak’ın işgali döneminde ve sonrasında Amerikan emperyalizminin gazabına uğramamak için elinde geleni yaptı, ama buna rağmen „Yeni Bir Amerikan Yüzyılı İçin Proje“ başkanı, Aralık 2004’te “Weekly Standard“daki açıklamasıyla („Suriye İle İlgilenmeliyiz“) start vermişti. „Silahlı güçlerimizle Suriye sınırlarını geçebiliriz, Irak’taki Suriye faaliyetlerinin planlandığı ve örgütlendiği merkezi işgal edebiliriz, gizlice veya açıktan Suriye’deki muhalefeti destekleyebiliriz“.

Irak’taki direnişin bir sonucu olsa gerek, Amerikan emperyalizminin Suriye’yi „kıvamına getirme“ politikası şimdilik tehditlerle ve sıkıştırmalarla sürdürülmektedir. İran gibi Suriye de sürekli gündemde tutulmakta ve bu ülkelerin işgali için kamuoyu oluşturulmaya çalışılmaktadır. Kısaca, Amerikan emperyalizmi fırsat kollamaktadır. Bugünlerde de R. Hariri’ye yapılan suikastı kullanmaktadır.
Bu suikast vesilesiyle başta ABD ve Fransa olmak üzere emperyalist güçlerin Suriye ve Lübnan’a müdahale girişimleri yeni bir aşamaya girdi.
Bu süreçte Fransa Başkanı J. Chirac, Amerika’nın müdahale planlarına katılmanın ötesinde Amerikan Başkanını, ‚Fransa’ya eski sömürge alanında hareket serbestliği’ verilmesi konusunda ikna etmeye çalıştı. Bu çabaların sonucudur ki, 2 Eylül 2004’te BM Güvenlik Konseyi’nde, yabancı silahlı güçlerin Lübnan’dan çıkması üzerine alınan karar, Elysee’de Amerikan Dışişleri Bakanı C. Rice ile birlikte hazırlandı ve BM Genel Sekreteri K. Annan’a haber bile verilmedi.
Bu kararın uygulamaya konmasından bu yana gelişmeler, Suriye’de rejim değişikliği için ABD, Fransa ve İsrail’in ortak hareket ettiklerini göstermektedir. Öncelikle Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet eden bu plana göre Suriye’den istenilen şudur: Tam teslimiyet; Irak direnişini bastırmada yardımcı olmak; Filistin örgütleriyle ve Filistin direnişiyle dayanışmaya son vermek; Lübnan Hizbullah’ıyla dayanışmaya son vermek ve İran ile ilişkiyi kesmek.


Irak’a saldırı, ülkenin işgali ve aynı zamanda işgale karşı direniş açık ki, “Arap dünyası”nda belli bir Arap bilincinin gelişmesine neden olmuştur. Bu Pan-Arap eğilimler, Ortadoğu’nun ve bütün “Arap dünyası”nın emperyalizme karşı tavır alışının; emperyalizme karşı açık mücadelenin ifadesi olabilir. Bu nedenle emperyalist güçler, Arapların birleşmesini teşvik eden, bu konuda aktif olan Irak, Suriye ve Mısır gibi ülkelere sürekli temkinli yaklaşmışlar ve bu ülkeleri kendi çıkarlarının gerçekleştirilmesi önünde engel olarak görmüşlerdir.
Bu nedenle Batılı emperyalist güçler, Irak ve Suriye gibi ülkelerin dağıtılarak, “bileşenleri”ne ayrıştırılmasını, her bir bileşenin başlı başına devlet olarak yapılanmasını, göz ardı edilmemesi gereken bir düşünce olarak görmüşlerdir. Böylece Ortadoğu da “balkanlaştırılmış” olacak. Nitekim daha 1982’de hazırlanan bir stratejide şu anlayışlara yer verilmektedir:

“Lübnan’ın beş eyalet olarak tamamen parçalanması, Mısır, Irak, Suriye ve Arap Yarım Adası da dâhil bütün Arap dünyası için bir mevcut durum olacaktır. Lübnan’da olduğu gibi, daha sonraları Suriye ve Irak’ın etnik veya dini gruplara göre bölünmesi, uzun vadeli bakıldığında doğu cephesinde öncelikli amaç olurken, bu devletlerin askeri güçlerinin dağıtılması kısa vadeli amacı teşkil eder. Bugünkü Lübnan gibi Suriye, etnik ve dini yapısına tekabül eden devletlere bölünecektir; Kıyıda bir alevi-Şii devleti; Halep bölgesinde bir Sünni devlet; kuzeydeki komşularına düşman gözüyle bakan (Şam’da) başka bir Sünni devlet; Golan bölgemizi, Hauran ve kuzey Ürdün’ü de içine alan bir devlet kuracak olan Dürzîler de dikkate alınmalıdır. Bu durum bölgemizde uzun vadede barış ve güvenliğin garantisi olacaktır ve bu hedef, ulaşabileceğimiz kadar yakındır”. (İsrail Dışişleri Bakanlığı çalışanı O. Yinon tarafından Siyonist bir örgüt için hazırlanan „’80’li Yıllardaki İsrail İçin Bir Strateji“ başlığını taşıyan analiz; Yayımlayan; Association of Arab-American University Graduates)

‚80’li yıllarda hazırlanan bu strateji, BOP çerçevesinde bugün uygulanmaya çalışılmaktadır. Öyle ki, Irak’ın üçe bölünmesi olasılığı Türkiye’de burjuvazinin ve Genelkurmay’ın da gündemindedir. Ama Ortadoğu’nun balkanlaştırılıp balkanlaştırılamayacağı konusunda Irak direnişi bağlayıcı öneme sahip. Irak direnişinin başarısı, bu stratejiyi paçavraya çevirebileceği gibi, BOP’u da mahkûm edebilir ve bölge halklarının emperyalizmi bölgeden kovması için mücadelesine ivme kazandırabilir.

Irak’ta bir taraftan Sünni-Şii-Kürt ayrışımı işleniyor, ama diğer taraftan da toplum giderek işgale karşı mücadele bazında ayrışıyor; direniş ve işgalcilerle işbirliği cepheleri oluşmuş durumda. Bu cepheleşmede -yansıyış biçimi nasıl olursa olsun- Irak Pan-Arap yurtseverliği, işgale karşı mücadelede antiemperyalistliğin doğrudan ifadesidir.

Irak’ta direnişi, Amerikan emperyalizminin yeni bir cephe (Suriye, İran) açmasını engellemektedir. Irak’ta hesaplar tutmadı. İran ve Suriye’de de tutacağının hiç bir garantisi yok. Amerikan emperyalizmi, BOP’u gerçekleştireceğim derken, amacının tam tersi sonuçlara da varabileceğini hesap etmeye başladı.

“Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850” yapıtının girişinde Marks şöyle diyordu:
"Kısaca: devrimci ilerleyiş, hiç de kendi dolaysız trajik-komik kazanımları ile kendine yol açmadı, tersine, ancak sımsıkı, katı, güçlü bir karşı-devrim ortaya çıkartarak, kendisine bir hasım yaratarak ve onunla savaşarak, devrim partisi, en sonunda gerçekten devrimci bir parti olarak olgunlaştı”.
Amerikan emperyalizmi bu gerçeği görüyor.

17 Kasım 2005 Perşembe

EMPERYALİSTLER ARASI ÇIKAR ÇATIŞMASI VE İRAN’IN DURUM ALGILAMASI

Amerikan emperyalizmi, “yeni savaş”ını sürdürmek için Afganistan ve Irak’tan sonra esas hedefin İran olduğunu saklamıyor. İran’a saldırmak, bu ülkeyi işgal etmek ve Amerikan güdümlü bir rejim kurmak için Amerikan emperyalizminin bu ülkeye yönelik planı adım adım örülüyor. Son günlerde olduğu gibi, çeşitli vesile ve bahanelerle İran’ın yanı sıra Suriye de hedef olarak gösteriliyor. İran’ın aksine Suriye’de, şimdiki aşamada korkutularak istenilen kıvama getirilmeye çalışılıyor.

Amerikan emperyalizmi 21. yüzyılda dünya hâkimiyeti kurmanın ve sürdürmenin Avrasya üzerine hâkimiyette geçtiğini biliyor. Ne var ki Lizbon’dan Vladivostok’a kadar uzanan bu alanda önde gelen emperyalist güçlerin hepsi birbiriyle tepişmektedir. ABD, AB ve AB içinde Almanya, Fransa, İngiltere, diğer taraftan Rusya, Çin, Japonya gibi aktörlerin yanı sıra Hindistan, Türkiye ve İran gibi ülkeler de bu uçsuz bucaksız alanda at koşturma hevesindeler.

Amerikan emperyalizmi, amacına ulaşmak için birkaç koldan ilerliyor: Gürcistan ve Ukrayna’da gerçekleştirdiği sivil darbelerle Kafkasya/Hazar Havzası amacına biraz daha yaklaştı. Güneyde ise durumu pek parlak gözükmüyor. Irak’ta himayeci sömürge sistemini henüz kuramadı ve Irak halk sergilediği direnişle böyle bir rejimi kabullenmeyeceğini göstermektedir. Bunun ötesinde bu cephede Afganistan ile Ortadoğu’yu birbirine bağlayamadı. Çünkü önünde hem yer altı zenginliğinden hem de Avrasya Jeopolitikası bakımından stratejik öneme sahip olan İran engeli var.

Amerikan emperyalizmi, Türkiye, Pakistan, Afganistan ve Irak üzerinden İran’ı çembere almış durumda. Ama saldıramıyor. Artık “uluslararası terörizme karşı mücadele”, başka ülkeleri kendi çıkarlarına koşmakta yeterli bir neden olmuyor. Bunun ötesinde İran, enerji kaynağı olmasından ve stratejik açıdan bakımından diğer bütün emperyalist ülkeler için de oldukça önemli. Bu durumu İran’daki klerikal faşist rejim de çok iyi biliyor ve kendi gücünden ziyade emperyalistler arası çelişkilerin gücüne dayanarak Amerikan emperyalizmine dönem dönem meydan okuyabiliyor.

Balkan, Afganistan ve Irak savaşlarında ve işgallerinde Amerikan emperyalizmi gönüllü-gönülsüz müttefikleriyle birlikte hareket etti. Ama İran politikası için aynı şey söylenemez. Amerikan emperyalizmi bu sefer; İran’a saldırı konusunda yalnız kalmıştır. Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırı nedeniyle İran’a saldırı için öne sürdüğü neden farklı değil: “kitlesel imha silahı”, nükleer silah üretimi vs. Şimdilerde ABD, İran’a saldırı bahanesi olarak “çalınmış bir laptop”ta kayıtlı olan nükleer silah yapımı projesi senaryosunu ısıtıyor. Amerikan emperyalizmini amacı, İran’a saldırı konusunu sürekli gündemde tutmak, müttefik kazanmak ve dünya kamuoyunu inandırmaktır. Ama emperyalist ülkelerden ve onların uşaklarından oluşan “uluslararası kamuoyu”nu arkasına alma olasılığı oldukça zayıf.

“Avrasya Balkanı”ndaki bu gelişmelere İran algılaması açısından bakalım:
Hazar Havzasında, Avrasya jeopolitiğine bağlı olarak „büyük oyun“ SB’nin dağılmasından hemen sonra başladı. Bu oyunda başta ABD ve Rusya olmak üzere hemen hemen bütün emperyalist ülkeler ve bölge devletleri yer alıyorlar. Henüz sonuçlanmamış bu „büyük oyun“ Azerbaycan’da başlatıldı.

Hazar Havzasında Batılı emperyalist ülkelerin, başta da Amerikan emperyalizminin ve onunla birlikte Türkiye’nin aktifleşmeleri ve etkilerinin artması, bölgenin tarihsel iki ezeli rakibi olan Rusya ve İran’ı birbirlerine yakınlaştırdı. Bu iki ülkenin amacı, bölge dışı güçlerin bölgeye girmelerini, nüfuz sahibi olmalarını engellemek ve eski durumun, Azerbaycan’ın paylaşılmışlık durumunun da bir şekilde devamını sağlamaktır. Bu stratejinin gerçekleştirilmesi için Ermenistan vazgeçilemez bir konuma sahip. Bu stratejik anlayıştan dolayı Rusya-Ermenistan-İran ittifakı oluşmuştur. Rusya’nın Ermenistan’ı silahlandırması, Azerbaycan’a karşı savaşta (Karabağ) kışkırtması ve İran’a, nükleer silah yapımı da dâhil yardımda bulunması, bu ittifakın bir yansıması olarak görülmelidir.

İran’ın Azerbaycan algılanmasının arka planı:

Petrolünden dolayı önemli olan ve açık denizlere çıkışı olmayan Azerbaycan, 1804-1813 ve 1826-1828 İran-Rus savaşları sonucunda ikiye bölündü. Bugünkü Azerbaycan, Rusya’nın payına düşen Azerbaycan’dı (Kuzey Azerbaycan). Bu ülkenin diğer kısmı (Güney Azerbaycan) ise İran’ın bir parçası, sömürgesi konumundadır. Azerbaycan topraklarının dörtte üçü, İran’ın hegemonyası altındadır.

SB döneminde olduğu gibi, şimdi Rusya’nın denetiminde olan bir Azerbaycan, eski statünün devamı anlamına geleceği için İran’ı, Azerbaycan faktöründen kaynaklanan sorunlardan kurtaracaktır.

Devletsel bağımsız ve Rusya güdümünde olmayan bir Azerbaycan, bugün veya yarın ve bir şekilde güney ile birleşmenin çıkış noktası olacaktır. Böyle bir Azerbaycan, İran Azerbaycan’ını etkileyebilir, yönlendirebilir ve İran’ı bölebilir.

Devletsel bağımsız ve Rusya’nın hegemonyasında olmayan bir Azerbaycan, bütün Kafkasya’da, Orta Asya’da ve Rusya Federasyonunda Türkiye faktörünün güçlenmesinde bir köprübaşı olabilir. Bütün Kafkasya ve Orta Asya’da Türkiye’nin nüfuzu, bu bölgelerde nüfuz sahibi olmak isteyen İran’ın hiç istemediği bir durum olacaktır. Böyle bir Azerbaycan, bu bölgelerde Türkiye-İran rekabetinin Türkiye lehine gelişmesinde belirleyici bir rol oynayacak konumda olabilir.

Devletsel bağımsız ve Rusya güdümünde olmayan bir Azerbaycan, „Türk Dünyası”nın işbirliğini ve olası bütünleşmesini kolaylaştıran bir stratejik konum olabilir.

Bu nedenlerden dolayı İran, devletsel bağımsız ve Rusya’nın hegemonyasında olmayan bir Azerbaycan’ın varlığına karşıdır. İran’a göre Azerbaycan, ya Rusya’nın güdümünde ya İran’ın güdümünde olmalıdır ya da devlet olarak var olmamalıdır. Hele hele Türkiye ve diğer Türk devletleriyle işbirliği içinde ve Rusya hegemonyası dışında bir Azerbaycan düşünülmemelidir bile!

SB dağılmandan önce İran’ın kuzeyde sadece bir komşusu, bir sınırı vardı: SB. SSCB’nin dağılmasında sonra bu bölgede 8 devlet ortaya çıktı. İran’ın kuzeyindeki bu devletler, büyüklük, güç ve yapısal olarak SB’nden çok farklılar. Bu, İran için yeni bir durumu ifade ediyor. Yeni durum; eskiden farklı oluşumlar, İran’ı yeni politikalar oluşturmaya yöneltmiştir. İran, kuzeyindeki gelişmelere hem sevinmiş hem de gelişmeden kaygı duymaya başlamıştır. Sevinmiştir, çünkü eskiden beri nüfuz alanı olarak gördüğü bu bölgeye yayılma olanağına sahip olmuştur. Kaygı duymuştur, çünkü kuzeydeki durum İran’ın beklentilerine tekabül etmiyordu. Sözün kısası SB’nin dağılmasından sonra Kafkasya ve Orta Asya’da ortaya çıkan yeni devletler, İran açısından yeni fırsatlar ve aynı zamanda tehditler anlamına geliyor. 1991’den sonra İran, bölgeye ilişkin politikasını tehdit ve fırsat ikilemi üzerine inşa etmiştir.

Hazar Havzası bölgesinde Türk devletlerinin kurulması, Türkiye ile bu bölge üzerinde rekabet eden İran’ı güvenlik açısından da endişeye sürüklemiştir. Öyle ki Hazar Havzasında çoğunlukla Türk etniğinin yaşaması İran siyasi literatüründe „Türk cephesi“ kavramını ortaya çıkardı. Bu algılama ve İran içinde önemli bir Türk etnik potansiyelinin varlığı İran’ı tedirgin etmeye başladı. İran, Azerbaycan’ı bu gelişmelerin merkezi olarak algılamaya başlamış ve Azerbaycan politikasını, Azerbaycan tehdidi üzerine kurmuştur.

Fars milliyetçilerinin teorisine göre Azerbaycan, 1804-1812 ve 1826-1828 Rus-İran savaşları sonucunda İran’dan ayrılmıştır. Yani Azerbaycan, İran’ın ayrı kalmış, ayrılmış bir parçasıdır ve „anavatan“ İran ile tarihsel ve kültürel bağları vardır. Böylece bugünkü Azerbaycan, İran’ın „tarihi bir parçası“ oluyor. Tabii Azerbaycan, „İran uygarlık havzası“ içinde bulunduğu için de İran’ın bir parçası oluyor. İran’ın bu „Uygarlık Havzası“, Karadeniz kıyılarından Çin’e kadar uzanıyor. Bu uygarlığın temel özelliği „İranlılık ve Fars dili”dir.

Aslında Fars milliyetçileri için önemli olan, Azerbaycanlıların ne olduklarından ziyade, ne olmamaları gerektiğidir. Onlara göre Azerbaycanlılar Türk değil, Azeri’dir ve tarihte Kuzey Azerbaycan diye bir yer de yoktur. Bu olmayanı, Türkiye’den destek alarak İran’ı parçalamak isteyen Pantünkistler uydurmuşlardır!
Fars milliyetçiliğinin bu anlayışını İran Molla rejimi de paylaşmaktadır.

İran’ın Azerbaycan’ı böyle algılamasının sonuçları ortada. İran, Türkiye ile bağı olmayan, Türkiye’yi dışlayan, Batılı ülkeleri, başta da ABD’yi dışlayan, onunla bağ kurmayan, ülkenin geleceğini İran’a teslim eden bir Azerbaycan istiyor. Böyle bir Azerbaycan’ın olmaması -nesnel gerçeklik böyle- İran’ı, istediği Azerbaycan’ın oluşması önündeki engellere ve genel olarak Kafkasya ve Orta Asya üzerine nüfuz sahibi olması önündeki engellere; başta da Türkiye ve ABD’ye karşı mücadeleye ve Türkiye ve ABD’nin bölgede etkisizleşmesinden yana olan dünya ve bölge güçleriyle; Rusya ve Ermenistan ittifaka yöneltmiştir.
İran’ın Kafkasya ve Orta Asya stratejisinin merkezinde Türk düşmanlığı ve antiamerikancılık vardır.

İran’ın Azerbaycan petrolü politikasının arka planı:
İran, Azerbaycan petrolünün üretiminden dışlanmayı, bu bölgedeki stratejik çıkarlarına vurulmuş bir darbe olarak algıladı. Bu olumsuz gelişmeyi dengelemek ve etkisizleştirmek için Azerbaycan/Hazar petrollerini dünya pazarlarına taşıyacak boru hattının kendi topraklarında geçmesini sağlamaya yöneldi. Boru hatları mücadelesinde İran, karşısında ABD, Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan ve Özbekistan’ı buldu. Bitmeyen senfoniye dönüşen Bakü-Ceyhan hattı, nihayet, yukarıdaki ülkeler tarafından 25 Ekim 1998’de Ankara’da imzalandı (Ankara Deklarasyonu) ve yapımı tamamlandı.

Bu gelişmeler, İran’ı bölgede yalnızlığa itmiştir. Ama o, her şeyi bitmiş olarak görmüyor. Her şeyin bitmemiş olduğu konusunda haksız da değil. İran, petrol sevkiyatı güzergâhının değişimi için mücadelesini sürdürüyor. Bu ülke için tehlikeli olan, önlenmesi gereken, Rusya üzerinden geçen veya Çin, Afganistan üzerinden geçmesi gereken boru hatları değil. İran, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının kendisi için en tehlikeli hat olarak görmeye devam ediyor.

Nasıl ki Bakü-Ceyhan boru hattı Amerikan emperyalizminin, Avrasya jeopolitikasına uygun düşen siyasi-stratejik bir tercihiyse, İran’ın, boru hattını kendi topraklarında geçirme çabası da bu ülke açısından Hazar Havzası’na yönelik stratejisinin temel bir gereğidir. Boru hattı, İran açısından da siyasi bir tercihi ifade ediyor.

İran’ın Afganistan algılamasının arka planı:
Fars milliyetçiliği, Azerbaycan’ı nasıl ki İran’ın bir parçası olarak görüyorsa, Afganistan’ı da İran’ın tarihi toprakları olarak görmektedir. Öyle ki, İran ders kitaplarında Afganistan’ın İngiltere’nin politikasının sonucunda İran’dan ayrıldığı yazılıyor. Yani Azerbaycan gibi Afganistan da İran’ın bir parçasıdır. Bu algılamayı Afganistan’da Farsçanın resmi dil olması güçlendiriyor. Bunun ötesinde Tacik ve Şii olan Hazara Türkleri, İran-Afganistan arasındaki etnik-mezhepsel bağın ifadesi oluyor.

Ülke olarak Afganistan, hiçbir zaman İran için bir tehdit unsuru olmamıştır. Ama bunun tersi geçerlidir. İran, Afganistan için tehdit unsuru olmuştur.
1921’de İran ile Afganistan arasında yapılan dostluk anlaşması ile kurulan dost ilişkiler, 1978’e kadar sürdü ve Afganistan’da gerçekleştirilen Sovyet yanlısı „komünist“ darbe ile sona erdi.
1979’da İran devrimi gerçekleşti ve aynı dönemde Sovyet ordusu Afganistan’a girdi. Her iki ülkedeki bu iktidar değişimi aralarındaki ilişkilerde yeni bir dönemin açılmasına neden oldu.
İran, Afganistan’da SB’ne karşı mücadele eden mücahitleri destekledi, ama SB’ne karşı ihtiyatlı bir politika güttüğü için bu desteği sınırlı tuttu.

SB’nin dağılmasından sonra her iki ülke arasındaki ilişkiler yeni bir karakter aldı. SB’nin dünya siyaset sahnesinden silinmesi İran’ı cesaretlendirdi ve Kafkasya’da olduğu gibi, Afganistan’da da nüfuz sahibi olmaya yöneldi.

Afganistan’ı önemli kılan ise Orta Asya petrol ve doğalgazının dünya pazarlarına taşınması için düşünülen boru hatları güzergâhlarından birisi olması ve aynı zamanda bölgedeki petrol ve doğal gaz kaynaklarına yakınlığıdır. Bu özelliğinden dolayısıyla Afganistan, Amerikan emperyalizminin hâkimiyeti altında olmalıydı. Antiamerikancı İran’ın denetimindeki bir Afganistan, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet edemezdi.

Burhaneddin Rabbani yönetimindeki Kuzey İttifakı rejimini devirmek için Afganistan siyasi arenasında 1994’ten itibaren görülen Taliban hareketi örgütlendi. Taliban hareketi, Pakistan ve Afganistan’ın güneyindeki dini okullarda örgütlendi. (Taliban öğretisi, Mevlana Fezlularahman liderliğinde „Cemiyet-e Ulemay-e Pakistan“ öğretisidir.) Bu öğreti anti-şii’dir. Bu öğretiye göre Şiiler, kâfirdir. Bu özelliğinden dolayı Taliban, anti-İrancı bir hareketti. Bu hareket, İran’ın bölgede yayılmasını engellemek ve dolayısıyla Amerikan, Suudi ve Pakistan çıkarlarına hizmet etmesi için Taliban hareketi, ABD, Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından kuruldu, desteklendi ve iktidara gelmesi sağlandı.
11 Eylül saldırısından sonra durum yeniden değişti, Afganistan kartı yeniden karıldı.

İran, Amerikan emperyalizminin Afganistan’a saldırısını güvenliğine ve çıkarlarına karşı bir tehdit olarak algılamaktadır. İran, Amerikan’ın Afganistan’a çıkmamak için girdiğine inanmaktadır. İran, Afganistan’da kurulacak devlet yapısının; devlet ve yönetme anlayışının kendi rejimi için bir tehlike olduğuna da inanmaktadır. İran, Afganistan savaşıyla birlikte bölgede Amerikan şemsiyesi altında aktifleşen Türkiye’nin faaliyetinden tedirgin olmaktadır.

Afganistan’da ABD, İran’ın Azerbaycan, Türkiye ve Körfez’den sonra doğuda çembere alınması anlamına gelmektedir. Bu durumda İran’ın yegâne açık kapısı Basra Körfezidir.

Afganistan’da Türkiye, Orta Asya’ya daha çok yaklaşmış Türkiye demektir. Afganistan’da aktif bir Türkiye, İran’ın Orta Asya stratejisine tamamen ters düşmektedir.

İran, uluslararası baskıdan ve ABD’nin kendisine de saldıracağı korkusundan dolayı, 11 Eylül saldırısını kınamıştır. Dolayısıyla Afganistan savaşına pasif destek sunmak zorunda kalmıştır.
Sonuçta Afganistan’da kaybeden İran olmuştur.

İran-Ermenistan ittifakının arka planı:
Rusya ve İran’ın, birçok başka nedenlerin yanı sıra ABD ve Türkiye’nin Güney Kafkasya ve Orta Asya’daki etkilerini geriletme ve kontrol altına alma gibi ortak çıkarları vardır. Rusya ve İran, bölge ülkelerinde ekonomik, siyasi ve askeri alandaki kurdukları ilişkiler, dini, kültürel, etnik temeller üzerinde geliştirilen ilişkiler vasıtasıyla etkili olmaya çalışıyorlar. Ermenistan, birbiriyle sınır komşuluğu kalmayan Rusya ve İran’ı birbirine yakınlaştıran, Güney Kafkasya planlarında rol verilen bir ülke konumundadır. Soruna etnik, kültürel, dini anlayış vb. açıdan baktığımızda veya İran molla rejiminin önem verdiği değerler açısından baktığımızda, bu iki ülkenin ortak yönlerinin olmaması gerekir. Ama çıkar anlayışı, İran’ı Ermenistan’a yaklaştırmış ve her iki ülke arasında kurulan ittifak, stratejik özellik kazanma yönünde gelişmiştir:

-Tecritliği ve çembere alınmışlığı yarmak için her iki ülke, birbirlerini siyasi ve ekonomik açıdan uluslararası arenaya açılan kapı olarak görüyorlar.

-İran, Karabağ sorununda Ermenistan’ın yanında yer alıyor. İran’ın Karabağ sorunundaki tutumu sürekli Ermenistan lehine sonuçlar vermiştir. Ermenistan ise Azerbaycan’la Güney Azerbaycan’ın birleşme çabasını engellemede İran’ın işini kolaylaştırıyor.

-Her iki ülke, Hazar Havzası petrol ve doğal gazına dünya pazarlarına ulaştıracak boru hatlarından dışlanmış durumdalar.

-İran, gelişen Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini ve Türkiye’nin bölgedeki etkisini dengelemek için Ermenistan faktörüne sarılıyor.

-İran, uluslararası çapta kendi aleyhine çalışan Yahudi lobisine karşı Amerika ve Avrupa’da (Fransa) güçlü olan Ermeni lobisini kullanmayı amaçlıyor.

-Ermenistan, İran’ın Basra Körfezi’ndeki limanını, dünya pazarına açılan yegane kapı olarak görüyor.

-Ermenistan, İran’ın Rusya ile diyalogunu kolaylaştırıyor. Çıkar ilişkilerinin yaşama geçirilmesi, Ermenistan’ın İran tarafından güçlendirilmesi anlamına geliyor. Öyle de oluyor; İran gözüyle bakıldığında Ermenistan, batı ve kuzey İran’ı Türkiye’nin ve Batı’nın etkisinden koruyan bir kale, bir engel olarak gözüküyor. Karabağ sorunu ve Ermenistan’ın Türkiye ile soykırımı sorunu nedeniyle Azerbaycan ve Türkiye’nin bu ülkeye ambargo uygulaması ve bu nedenden dolayı ekonomik, askeri ve enerji konularında Rusya’ya tamamen bağımlı kalma tehlikesi ve korkusu, Ermenistan’ın İran ile ilişkilerini derinleştirmeye ve kapsamlaştırmaya yöneltmiştir.

Resmi açıklamalara göre Rusya-İran-Ermenistan arasındaki ittifak ilişkileri „kimseye karşı yöneltilmemiş“tir. Ama filli olarak bu ittifak, ABD-Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan’a karşı bir ekseni ifade etmektedir.

Sonuç itibarıyla:
İran’a komşu üç ülkede; Türkiye, Irak ve Afganistan’da Amerikan emperyalizmi doğrudan veya NATO üzerinden askeri hâkimiyetini kurdu. İran’ı da kontrol etme durumunda Hazar Havzasından petrol sevkiyatını da kontrol etmiş olacak.

Ama bu durumda Rus petrol tekellerinin Hazar Havzası’nda petrol üretimi, üretilen petrolün sevki ve ihracatı olanakları oldukça sınırlandırılmış olacak. Rus tekellerinin ve dolayısıyla Rus emperyalizminin bunu kabullenmesi olası değildir.
İran, Rus emperyalizminin Amerikan emperyalizmiyle bu çıkar çatışmasını kendisi için değerlendirmektedir.

Yükselen Çin emperyalizminin petrole ihtiyacı var ve o bu ihtiyacını büyük oranda bu bölgeden temin ediyor. Çin, petrol ve gaz ihtiyacının yedide birini sadece İran’dan alıyor. Çin petrol tekeli Sionopec, 70 milyar dolar kapsamı olan enerji anlaşması imzaladı. Petrol çıkarımına yoğun olarak katılan bu tekel, 30 yıllığına 250 milyon ton tutarında sıvı gazı da teminat altına aldı. Bu durumda Çin emperyalizminin, Amerikan çıkarlarına boyun eğerek İran’dan ve bölgeden vazgeçmesi, bu alanı mücadelesiz Amerikan emperyalizmine terk etmesi düşünülemez.
İran, Çin emperyalizminin Amerikan emperyalizmiyle bu çıkar çatışmasını kendisi için değerlendirmektedir.

Aynı durum AB ve bu entegrasyonu yönlendiren Alman ve Fransız emperyalistleri için de geçerlidir. Körfez ve İran, AB için de petrol bakımından oldukça önemlidir. AB de bu bölge petrolünün üretim ve sevkiyatını kontrol etmek için özellikle Amerikan emperyalizmiyle rekabet ediyor. Türkiye’nin üyeliği durumunda AB’nin sınırları bölgeye kadar azanmış olacak. Ama bugün açısından bir bütün olarak AB’nin Amerikan emperyalizmine karşı İran’ın yanında yer aldığı biliniyor.
İran, AB’nin Amerikan emperyalizmiyle bu çıkar çatışmasını kendisi için değerlendirmektedir.

Amerikan emperyalizminin İran’a saldırısı, uluslararası hegemonya mücadelesinde, emperyalist güçler arası rekabette ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesinde yeni bir aşama anlamına gelecek derecede önemli bir gelişme olacaktır.

7 Ekim 2005 Cuma

EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATAN IŞIKTIR

Aradan 88 sene geçmiş olmasına rağmen hala Ekim Devrimi üzerine tartışmaların, yeniden değerlendirmelerin yapılması, Ekim devrimi olgusunun salt Rusya ile sınırlı olmadığını, Stalin’in dediği gibi “ulusal çerçevede ele alınamayacağını”, aksine uluslararası bir karakter taşıdığını göstermektedir.

Ekim Devrimi, o zamana kadar teoride var olan Marksizm’in her alanda yaşama geçirilmesinin ve böylece devrimci proletarya ve emekçi yoksulların elinde maddi güce dönüştürülmesinin açık ifadesidir. Ekim Devrimi, Marksist teorinin uygulanmasında ve elde edilen derslerle; çıkartılan sonuçlarla geliştirilmesinde bir deneydir.

Ekim Devrimi, proletarya diktatörlüğünün kurulmasında ve uygulamasında; sosyalist mülkiyetin oluşturulmasında ve hâkim mülkiyet olarak geliştirilmesinde; sosyalist demokrasinin uygulanmasında ve geliştirilmesinde; ulusların kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesinde; sosyalizmin sınanarak komünist toplum formasyonunun ilk aşaması olarak inşa edilmesinde bir laboratuardır.

Ekim Devrimi, tarihte ilk kez sömürülen ve ezilen bir sınıfın; proletaryanın iktidara gelmesini sağlamış ve proleter devrimler çağını açmıştır.
Ekim Devrimi, proletarya diktatörlüğü ve Bolşevizm demektir. Bu anlamda Ekim Devrimi, daha önceki devrimlerden; burjuvazi önderliğindeki büyük devrimlerden (Fransa, İngiltere vs.) temelden farklıdır. Stalin’in dediği gibi Ekim Devrimi, “bir sömürü biçiminin yerine diğer birini geçirmeyi değil, insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldırmayı; sömürücü sınıfları yok etmeyi; proletarya diktatörlüğünü kurmayı ve sosyalizmi inşa ederek sınıfsız topluma geçmeyi” amaçlıyordu.

Ekim Devrimi, 20. yüzyılda bütün insanlığın gelişme seyrini temelden değiştiren ve yönlendiren, kapitalist dünya sisteminin bütünselliğini parçalayan ve güçler dengesini sosyalizm lehine değiştiren olgudur. Bu anlamda Ekim Devrimi, dünya ekonomisi sistemini, “dünya emperyalizmi cephesi”ni parçalamıştır; Ekim Devrimi, dünyayı iki farklı, birbirine tamamen zıt iki sisteme bölmenin ilk adımıdır.

Ekim Devrimini, sadece, burjuva mülkiyet ilişkilerini parçalayan ve yerine toplumsal; sosyalist mülkiyet ilişkilerini getiren bir devrim, yani sadece sosyalist bir devrim olarak görmek onun etkisini ve yol göstericiliğini sınırlandırmak anlamına gelir. Ekim Devrimi, emperyalist talana, sömürgeciliğe, feodalizme karşı mücadeleye; bir bütün olarak emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı burjuva demokratik, ulusal kurtuluşçu mücadele ve devrimlere de ilham kaynağı olmuş ve bu devrimci güçlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bu anlamda Ekim Devrimi, kapitalizme ve emperyalist boyunduruğa; sömürgeciliğe karşı mücadele eden bütün dünya işçi sınıfına, ezilen uluslara emperyalizmin her şeye muktedir olmadığını, yenilir olduğunu göstermiş ve sosyalizm ve ulusal kurtuluş için mücadele edenlere dün olduğu gibi bugün de yol göstermeye devam etmektedir.
Bu anlamda Ekim Devrimi, uluslararası dayanışma, proleter enternasyonalizmi ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının uygulanması demektir.

Ekim Devrimini salt ekonomi ve toplumsal alanda bir devrim olarak algılamak yanlıştır; Ekim Devrimi aynı zamanda veya esasen düşüncede; ideolojide devrimdir. Kendi düşünce tarzını, ideolojisini kavramayan bir sınıfın iktidar kavgası vermesi düşünülemez. Bu anlamda Ekim Devrimi, sadece Rusya’da değil, bütün dünyada proletaryanın kendi ideolojisini kavramada ve maddi güce dönüştürmesi için mücadelesinde meşale olmuştur.

Ekim Devrimi, emperyalist çağda, Marksizm’in –sonraki tanımlanmasıyla Marksizm-Leninizm’in- bayrağı altında doğmuş ve gelişmiştir. Bu anlamda Ekim Devrimi, emperyalist çağın ve emperyalist çağda Marksizm’in bir ürünüdür.

Ekim Devrimi, II. Enternasyonal revizyonizmi üzerine, reformizm ve sosyal demokratizm üzerine Marksizm’in zaferidir. Ekim Devriminin açtığı yol, troçkizm üzerine, faşizm üzerine; SSCB’nde sosyalizmin inşası sürecinde görüldüğü gibi sınıf uzlaşmacılığı üzerine Bolşevizm’in zafer yoludur.

Ekim Devrimi, partinin, sınıf adına dövüşmesini değil, sınıfı dövüştürmesini ifade eder. Bu kavgada parti, önderlik görevini yerine getirir. Önderlik, mücadeleye katılan bütün sınıf ve tabakaların değil, partinin önderi; en yüksek siyasal örgütlenmesi olduğu sınıfın çıkarlarını savunarak yerine getirilir. Ekim Devrimi, komünist partinin sadece bir sınıfın partisi olduğunu ve sadece ve sadece o sınıfın çıkarlarını savunabileceğini göstermiştir. Bu konuda:

“(Programın XI. ve XII. maddeleri) proletaryanın küçük üretici ile ilişkisini tamamen tek yanlı ve yanlış biçimde koyuyor (çünkü “emekçi ve sömürülen kitle” tam da proletarya ve küçük üreticilerden oluşmaktadır”). Bu maddeler, hem “Komünist Manifesto”nun, hem de Enternasyonal Tüzüğünün en önemli ilkeleriyle çelişmekteler…halkçı, “eleştirel” ve olası bütün küçük burjuva yanlış anlamalara kapıları ardına kadar açmaktadırlar.
“…Emekçi ve sömürülen yığınının memnuniyetsizliği artmaktadır”. Bu doğru. Ama burada yapıldığı gibi, proletaryanın memnuniyetsizliğini küçük üreticinin memnuniyetsizliğiyle aynılaştırmak ve aynı kaba koymak tamamen yanlıştır. Küçük üreticinin memnuniyetsizliği çoğu kez onun çabalarına… küçük mülk sahibi olarak varlığını savunmak için, yani mevcut sistemi savunmak için ve hatta tarihin tekerleğini geriye çevirmek için çabalarına neden olur.
“…Mücadele, her şeyden önce onun önder temsilcisinin –proletaryanın- mücadelesi…keskinleşmektedir…”. Tabii ki küçük üreticilerde de mücadelenin keskinleşmesi söz konusudur. Ama onların “mücadelesi” çoğu kez proletaryaya karşıdır. Çünkü küçük üreticilerin çıkarları, durumlarından dolayı çoğu durumda proletaryanın çıkarlarıyla sert çelişki içindedir. Genel anlamda söyleyecek olursak: Proletarya, hiç de küçük burjuvazinin “önder temsilcisi” değildir. Bu, ancak, küçük üretici yok oluşunun kaçınılmazlığını kavradığında, “proletaryanın konumuna geçmek için kendi(sınıfsal) konumunu terk ettiğinde” söz konusu olur…
“…Uluslararası sosyal demokrasi (uluslararası komünist hareket, çn.) emekçi ve sömürülen yığının kurtuluş hareketinin başında durmaktadır…”. Hiç de değil. O, sadece işçi sınıfının, işçi hareketinin baçındadır ve başka unsurlar bu sınıfa katılırlarsa, adı üstünde bunlar, unsurlardır, sınıflar değil. Ve onlar, sadece, “kendi (sınıfsal) konumlarını “ tamamen “terk ettiklerinde” katılmış olurlar.

“…Sosyal demokrasi onların (küçük üreticilerin, çn.) mücadele güçlerini örgütlüyor…”. Bu da doğru değil. Sosyal demokrasi, hiçbir yerde küçük üreticilerin “mücadele güçlerini” örgütlemiyor. O, sadece işçi sınıfının mücadele güçlerini örgütlüyor…” (Lenin: “Plehanov’un İkinci Program Taslağı Üzerine Notlar” yazısından).

“Proletaryanın sınıf mücadelesi yerine “emekçilerin ve sömürülen kitlelerin mücadelesi” konmaktadır. Böyle bir ifade tarzı, “Enternasyonal”in şu temel ilkesine aykırıdır: “İşçi sınıfının kurtuluşu ancak işçi sınıfının kendi eseri olabilir”. “Emekçi ve sömürülen kitlenin” proletaryanın yanı sıra mevcut olan diğer bölümü (yani esas olarak küçük üreticiler), burjuvaziye karşı mücadelesinde sadece kısmen devrimcidir. Ve ancak, “proletaryaya geçmek üzere olduğu dikkate alındığında” “proletaryanın bakış açısına geldiği” zaman devrimcidir (“Komünist Manifesto”). Küçük üreticinin gerici özü taslakta hiç vurgulanmamakta, böylece proletaryanın “emekçi ve sömürülen kitleler” ile ilişkisi genel itibariyle yanlış gösterilmektedir”. (Lenin: “Plehanov’un İkinci Program Taslağı Hakkında Değerlendirme” yazısından).

“Bu ve çok sayıda benzeri açıklamalara dayanan düşünceler teorik olarak tamamen yanlıştır. Çünkü onlar, Marksizm’in ve komünizmin ve bütün yarı proleter devrimlerin ve şimdiki proleter derimin pratik tecrübesinin sonuçlarıyla tam kopuş anlamına gelir.

Birincisi, ‘üretici’ kavramı, proleteri, yarı proleter ve küçük meta üreticisiyle birleştirmekte ve böylece sınıf mücadelesinin temel kavramını ve sınıflar arasında tam ayrım yapma temel talebini radikal olarak terk etmektedir…

Marksizm (şunu) öğretir;…Sadece işçi sınıfının siyasi partisi, yani komünist partisi, proletaryanın böyle bir öncüsü olma ve bütün emekçi kitleyi birleştirme, eğitme ve örgütleme yeteneğine sahiptir. …Emekçilerin toplam kitlesiyle ilişkisinde komünist partinin rolünün yanlış kavranışı, komünizmden temel teorik vazgeçmedir ve sendikalizm ve anarşizm yönüne doğru bir sapmadır”.

“Marks ve Engels, sınıfların farkını unutan ve basitçe üreticilerden, halktan ya da emekçilerden söz eden kişilerle acımasızca mücadele ettiler. Marks ve Engels’in eserlerini bir ölçüde tanıyanlar, bütün bu eserlerde, basitçe üreticilerden, halktan, emekçilerden söz edenlerle sürekli alay edildiğini unutamaz. Genelde emekçi ya da genelde çalışan yoktur, bilakis ya tüm psikolojisi ve tüm yaşam alışkanlıkları kapitalistçe olan –ve başka türlü de olamayacak olan- üretim araçlarına sahip küçük mülk sahipleri, ya da tümüyle farklı bir psikolojiye sahip olan ücretli işçi vardır, kapitalistlerle antagonizma içinde, zıtlık içinde, onlarla mücadele içinde bulunan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır”. (Lenin: RKP(B)-X. Parti Kongresi’).

Ekim Devrimi ve ona önderlik eden Bolşevik Partinin en önemli öğretilerinden birisi de budur: Komünist partisi sınıf partisidir; işçi sınıfının partisidir ve sadece ve sadece bu sınıfın çıkarlarını savunur, sadece ve sadece bu sınıfın güçlerini örgütler ve sadece ve sadece bu sınıfa önderlik eder.

1956’da Sovyetler Birliği’nde Kruşçev revizyonistlerin siyasi iktidarı gasp etmeleri, sosyalist ülkeyi revizyonist, bürokratik kapitalist bir ülkeye dönüştürmeleri ve sonra sosyal emperyalistleşen bu ülkenin 1991’de dağılması ve klasik kapitalist bir ülke olması, Ekim Devriminin yanlış bir yol olduğu anlamına gelmez. 1956’dan sonarı gelişmeler, önceki dönemde; sosyalizmi inşa döneminde eksikliklerin ve hataların olduğunu gösterir. Önemli olan bundan öğrenebilmektir.

Ekim Devrimini o günün Rusya’sına özgü görenler, onun enternasyonal tarihi karakterini reddedenler, Marksist-Leninist parti anlayışını, tek ülkede de olsa devrimin gerçekleştirilebileceği ve sosyalizmin inşa edilebileceği anlayışını reddedenlerdir; emperyalizm her şeye muktedirdir, tek ülkede devrimi “boğar” anlayışında olanlardır. Bu, emperyalist kuşatma altında; her türlü zorluğu göğüsleyerek mücadele etme cüretinde olamayanların ve bütün ülkelerde devrim koşullarının zamandaş olgunlaşmasını beklemeyi vaazı verenlerin anlayışıdır.
Ekim Devrimi bir çığır açmıştır. Önemli olan bu çığırda yürümektir.

1 Ekim 2005 Cumartesi

KARAR GÜÇLER DENGESİNE GÖRE VERİLECEK


KARAR GÜÇLER DENGESİNE GÖRE VERİLECEK

40 yıl sonra müzakerelere başlanıyor. AB’nin Helsinki zirvesinde son anda aday üyeliği kabul edilen Türkiye ile AB arasında tam üyelik müzakerelerin başlamasına 3 Ekimde yine son anda karar verildi. Avusturya, Hırvatistan ile de tam üyelik görüşmelerine başlanması kararının alınmasından sonra diremekten vazgeçti ve tam üyelik görüşmelerinin yolu açıldı.

13 Eylül 2005 Salı

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN GÜNCEL DURUMU VE EKONOMİK BÜYÜME-İŞSİZLİK VE ÜRETİM ARTIŞI ARASINDAKİ DİYALEKTİK BAĞ

Son aylarda sanayi üretiminin gelişmesinde görülen yavaşlama, hız kesme veya “tekleme” farklı yorumların yapılmasına neden olmuştur. Bu yorumlarda dikkati çeken, üretimdeki gerilemeden dolayı yeni bir ekonomik krizin patlak vereceği korkusu ve bu anlamda “aman ha dikkatli olalım”, “yapılması gereken zamanında yapılmalı” anlayışının bir biçimde işlenmesidir. Burjuva ekonomistlerin, en azından ekonomi üzerine yazanların anlamadıkları ve düşünce tarzlarından dolayı da hiçbir zaman anlayamayacakları nokta, ekonominin yasalarının nesnel olmasıdır; ekonominin alınan şu veya bu tedbire göre hareket etmemesidir. Sermaye kendi yasaları doğrultusunda hareket eder ve bu hareket; ekonominin devrevi hareketi, kriz, canlanma, yükseliş gibi aşamalardan oluşur. Diğer ülkelilerde olduğu gibi Türkiye’de de ekonomi, aynı yasalara tabidir. Belli bir zaman yüksek oranlarda büyüyen ekonomi, bu dönemde “normal” seyrine dönmüştür. Bu “normal” seyrin ne anlama geldiğine geleceğiz. Ama öncelikle bazı veriler temelinde ekonomideki gelişme eğilimini gösterelim.

GSMH, 2002’de yüzde 7,9 oranında; 2003’te yüzde 5,9 oranında; 2004’ün 1. çeyreğinde yüzde 13,9; 2. çeyreğinde yüzde 15,7; 3. çeyreğinde yüzde 5,7; 4. çeyreğinde yüzde 6,6 ve 2004 yılı itibariyle yüzde 9,9 oranında; 2005’in 1. çeyreğinde yüzde 5,3 ve 2.çeyreğinde de 4,2 oranında büyüyor. Yılın çeyrekleri bazında baktığımızda 2002 ve 2003’te büyüme oranlarında belli bir istikrarsızlığın olduğunu görmekteyiz. 2004’ün 2. çeyreğinden 2005’in 2. çeyreğine GSMH’nın büyüme oranlarının yüzde 15,7’den yüzde 4,2’ye düşüyor. Bu, büyüme oranlarında istikrarlı bir küçülmeyi ifade eder.

Ekonominin gelişme seyrini sanayi üretimi belirlemekte. 2002 yılından bu yana bu alandaki gelişmelere baktığımızda şunu görmekteyiz: Sanayi üretimi 2004’ün 1. çeyreğinde yüzde 10,6; 2. çeyreğinde yüzde 16,2; 3. çeyreğinde yüzde 8,4 ve 4. çeyreğinde yüzde 4,7; 2005’in 1. çeyreğinde yüzde 6,4; 2. çeyreğinde de yüzde 3 oranında; ortalama olarak da 2002 yılı itibariyle yüzde 9,5; 2003 yılı itibariyle yüzde 8,8, 2004 yılı itibariyle yüzde 10,0 ve 2005’ilk yarısı itibariyle de yüzde 4,7 oranında büyümüş.

Büyüme oranlarındaki küçülmeyi GSMH olduğu gibi sanayi üretiminde de görüyoruz. 2002 yılında sanayi üretimi, yılın çeyrekleri bazında dengesiz, ama giderek artan bir büyüme seyri izliyor. Farklı değerler bazında aynı eğilimi 2003’te de görüyoruz. 2004’ün 2. yarısına kadar yükselen büyüme oranları 2004’ün 2. yarısından 2005’in 2. yarısına kadar geriliyor; büyüme oranları küçülüyor.

Gelişmenin böyle olduğunu aylık büyüme oranlarında da görmekteyiz. Toplam sanayi üretimi bir yıl öncesi aynı döneme göre 2005’in Ocak ayında yüzde 5,0; Şubat ayında yüzde 10,7; Mart ayında yüzde 3,4; Nisan ayında yüzde 5,0; Mayıs ayında yüzde 2,4 ve Haziran ayında da ancak yüzde 1,6 oranında büyümüş.

2001 krizinden sonra ekonominin aralıksız, mutlak küçülme olmaksızın sürekli büyümesi ve bunun “krizden sonra 14 çeyreklik büyüme” olarak tanımlanması; “1994 krizinden sonraki 15 çeyreklik aralıksız büyüme rekorunun da bu yıl sonunda kırılması” beklentisinin dile getirilmesi; “üç yıllık büyümeyle dünya rekoru kırdık”, “son 3 yılda sağlanan yüzde 26.9’luk reel büyümenin dünya rekoru olduğu”, “2002 yılından itibaren bugüne kadar Türkiye’deki reel büyüme yüzde 26.9 mertebesinde. Bu,…dünyada bir rekordur. 1953 yılından beri Türkiye’de 3 yıllık bir dönemde bu oranda büyüme görülmemiştir” (Merkez Bankası Başkanı Serdengeçti) böbürlenmesi, sorunu siyasi ranta dönüştürme çabasından öte bir anlam taşımaz. Ekonomi, dünya ekonomisinin krize girdiği bir dönemde krizden çıkmış, bu durumu ve sonrasında dünya ekonomisindeki durgunluk durumunu kullanmış ve her şeyden önce de sömürüyü arttırarak söz konusu bu büyüme elde edilmiştir. Aynı şahız aynı konuşmasında “En çok katkı verimlilik artışından gelmektedir” diyerek bu oranlarda büyümenin yoğunlaştırılmış sömürüye dayandığını açıklamış oluyordu.

Serdengeçti, konuşmasında doğru olan bir tespit de yapıyordu: “Krizden çıkış sürecinin büyümeye yaptığı büyük katkı, 2004 yılının sonuna doğru sona ermeye başlamıştır”. Gerçekten de her kriz döneminde kapitalist ekonomilerde görüldüğü gibi Türkiye ekonomisinde de önemli boyutlarda; o zamana kadar ülke ekonomisi tarihinde görülmemiş boyutlarda sabit sermaye kıyımı yapılmış; fabrikalar, makineler, üretim ıskartaya çıkartılmış ve yeni yatırımlarla üretim süreci dinamikleştirilmiş ve modernleştirilmişti. Yeniden donanan sanayi, üretim artışını belli bir dönem devam ettirmişti. Büyüme oranlarının küçülmesi bu sürecin sona erdiğini göstermektedir. Bu nedenden dolayı ekonomi şimdi “normalleşme” sürecine girmiştir. Yani bir nevi küçük oranlarda büyüme dönemine; inişler-çıkışlar gösteren; bazen durgunluk seyri içinde olan bir döneme girmiştir.

Ekonomik büyümenin küçük oranlarda devam edeceği ve büyümenin 2005’in 2. yarısında yüzde 4 ila 5 arasında gerçekleşeceği tahminleri pek yanlış değildir. Ama ekonominin önümüzdeki dönemde, en azından 2006’da yeniden yüzde 9 veya 10 oranında büyümesini beklemek bir hayaldir. Bu anlamda “elde edilen başarıların önemli olduğuna, ancak asıl önemli olanın başarının istikrarlı şekilde devamı olduğuna, en az beş yıllık aralıksız büyüme dönemlerinin sürdürülebilir büyüme olarak kabul edildiğine” dikkat çeken İSO Yönetim Kurulu Başkanı Tanıl Küçük’ün, “ekonominin bu yıl ve sonrasında da büyümeyi mutlaka başarması gerektiğini” açıklaması temenniden öte bir anlam taşımaz. Aynı şahıs aynı konuşmasında ('Türkiye'nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu 2004 Yılı Raporu'nun açıklandığı basın toplantısında) "2005 ekonomik programında ekonominin soğuması öngörülmüştür. Dolayısıyla yavaşlama beklenen bir eğilim olarak kabul edilmelidir. Ancak yavaşlamanın ya da günlük ekonomi dilinde kullanıldığı üzere ekonomideki soğumanın nereye kadar gidebileceği önemlidir" diyebiliyor. Yani bir taraftan yüksek oranda büyümenin devam ettirilmesini talep ediyor, ama diğer taraftan da bunun olamayacağını, ekonomide büyüme oranlarının küçüleceğini savunuyor.
Anladığımız kadarıyla burjuvazi şaşkın. Bundan sonrasının ne olacağını pek kestiremiyor.

Ekonomik büyüme-işsizlik-istihdam-teknoloji vb. arasındaki bağ:
Burjuva basında ekonomik büyümenin istihdama pek yansımadığından, “şirketlerin az işçi çalıştırdıkları”ndan yakınılmakta ve bir şekilde ekonomik büyümenin işsizliğin yok edilmesine çare olmadığı açıklanmaya çalışılmakta. Burjuva ekonomistler sorunun ne olduğunu mutlaka biliyorlardır. Ama gerçeği söylemezler. Çünkü gerçeği söylemeleri için kalemşorluk yapmıyorlar. Tam tersine gerçeği anlaşılmaz hale getirmek ve mümkün olduğunca gelecek dair umut dağıtmak için kalemşorluk yapıyorlar. Burjuvazi onlara bu iş için para ödüyor.

Burada söylenmesi gereken şudur:
Birincisi: Kapitalizmde; kapitalist sömürü ortamında işsizlik sorunu asla ve asla çözülemez. İşsizlik sorunu kapitalist sistemin sorunudur; onun temel çelişkilerinin bir yansımasıdır ve ancak ve ancak bu sistemin yıkılmasıyla işsizlik sorunu da ortadan kalkmış olur.

İkincisi: Bugünkü ulaşılmış teknolojik gelişmeyle karşılaştırdığımızda geçmiş dönemlerde; geçen yüzyılın ‘20’li yıllarına kadar olan dönemde kapitalizmin gelişmesine; üretimin artmasına şu veya bu şekilde paralel olarak işsizlerin sayısında da belli bir azalma olmaktaydı. Öyle ki kapitalizm, “sanayi yedek ordusu” oluşturmakta güçlük çekiyordu. Kapitalizm, işsizlik sorununu çözmüyordu, ama bugün olduğu gibi bir kronikleşmiş kitlesel işsizlik de söz konusu değildi. Ama bugün, geçen yüzyılın ‘20’li yıllarında ABD’de gözlenen ve günümüzde bütün dünyada söz konusu olan kronikleşmiş kitlesel işsizlikle karşı karşıyayız. Ekonomi ne denli hızlı ve dev adımlarla büyürse büyüsün, mevcut işsizliği emecek bir üretim kapasitesi yaratamaz. Her şeyden önce bunu birbirine bağlı iki olgudan dolayı yapamaz: Kapitalizmde üretimin amacı sadece kar değil, azami kardır. Dolayısıyla kapitalist (kişi, şirket, devlet), azami kar için yatırım yapar. Günümüz koşullarında azami kar elde etmenin yegâne yolu; aynı sektörde faal olan rakipleri geçmektir; onların pazar payını kapmaktır. Bunu yapabilmek için kapitalist en modern teknolojiyi kullanmak zorundadır. Modern teknoloji kullanmak, teknolojinin kullanıldığı alanda çalışan işçi sayısını azaltmak anlamına gelir. Kapitalistin azami kar elde etmesi için üretimde teknolojinin kullanılması ile işçi sayısı arasında ters orantı geçerlidir; Yani kapitalist, değişmeyen sermayesini (makineler, hammaddeler vs.) artırdıkça değişen sermayesini (işgücü, işçi sayısı) azaltmak zorundadır. Aksi taktirde rekabet edemez, artı değer ve azami kar elde edemez ve sonuçta iflas eder. Bu nedenle istihdam kapitalistin umurunda değildir.
Belirttiğimiz nedenden dolayı ekonomik büyüme, işsizliğe çare değildir.

2001’de ekonomi % 9,4 oranında mutlak küçülüyor; yani büyüme % 9,4 oranında geriliyor.
2002’de ekonomi yüzde 7,9 oranında mutlak büyüyor.
2003’de ekonomi yüzde 5,9 oranında mutlak büyüyor.
2004’de ekonomi yüzde 9,9 oranında mutlak büyüyor.

Aynı dönemde verimlilik sürekli artıyor:
2001’de verimlilik yüzde 13 olanında artıyor.
2002’de verimlilik yaklaşık yüzde 25 oranında artıyor.
2003’te verimlilik yaklaşık yüzde 34 oranında artıyor.
2004’te verimlilik yaklaşık yüzde 45 oranında artıyor.
(Endeks olarak: 2001=113; 2002=125; 2003=134 ve 2004=145).

Aynı yıllarda işsizlik oranındaki gelişme de şöyleydi:
2000’de işsizlik oranı yüzde 6,6,
2001’de işsizlik oranı yüzde 8,5,
2002’de işsizlik oranı yüzde 10,3,
2003’te işsizlik oranı yüzde 10,8 ve
2004’te işsizlik oranı yüzde 10,7 oranlarında gerçekleşiyor.

Bu veriler, gerçek işsizliği ne derece yansıttıklarından bağımsız olarak şunu gösteriyorlar: 2002’den bu yana ekonomi yüzde 7,9; 5,9 ve 9,9 oranlarında büyüyor, ama işsizlik oranı da keza aynı yıllarda yüzde 10,3; 10,8 ve 10,7 oranlarında gerçekleşiyor. Yani ekonomik büyümenin istihdama katkısı belirleyici değil. Buna rağmen Türkiye’de kapitalistlerin karı artıyor.
Bu artışı kapitalistler verimliliği arttırmakla; sömürünün yoğunlaştırılmasıyla elde etmişlerdir;

Sonuç itibariyle:
İster toplumsal, isterse de ekonomik açıdan olsun kapitalist sistem bir çelişkiler abidesidir. Kendi iç çelişkilerinden arınmış bir kapitalizm düşünülemez. Bu nedenle burjuvazinin ve ideologlarının kapitalist sistemi “insancıl” gösterme çabaları boşuna bir çabadır. Kapitalizm, sürekli rekabet, sürekli kar, sürekli azami kar ve bundan dolayı da sürekli baskı, sürekli sömürünün yoğunlaştırılması ve dolayısıyla sürekli işsizlik demektir.

Kapitalizm, toplumsal yaşamın ve ekonominin her alanında hangi biçimde olursa olsun ve hangi yöntemlerle yürütülürse yürütülsün sürekli mücadele demektir.
Kapitalist var olmak için, azami kar elde etmek için rakibinin pazar payını elde etmeye, onu yutmaya çalışır. Bu, kapitalistler arası rekabettir. Bu rekabet olmaksızın kapitalizm de olmaz. Bir kapitalistin başka bir kapitalistle rekabeti veya sermayeler arasındaki rekabet, işçi sınıfına sömürünün artırılması, çalışma koşullarının kötüleşmesi, reel ücretlerin düşmesi ve nihayetinde işsizlik olarak yansır.

Rekabet-teknoloji ve istihdam arasındaki diyalektik bağ, faktörler tek tek ele alındığında görülemez. Kapitaliste rekabet etme diyemezsin. Teknoloji kullanma diyemezsin. Rekabet etme, teknoloji kullanma istihdam yap diyemezsin. Burjuvazi, kapitaliste rekabet etmesi, rakiplerini alt etmesi için koşullar yaratmak zorundadır, ona teknoloji temin etme ortamını hazırlamak zorundadır. Bu olanakları hazırladıktan sonra da istihdam yap demenin hiçbir anlamı kalmıyor. Çünkü bu faktörler; rekabet ve teknoloji giderek daha az sayıda işgücü kullanımını önkoşul yapmaktadır. Bunu anlamayan bir kısım reformistler, sosyal devletten, elde edilen maddi zenginliklerden “çalışanlara bir parça vermekten” bahsediyorlar. Bunu, bu dünyanın “lanetlileri” sokağa çıkmasınlar, düzenimizi bozmaya, yıkmaya kalkışmasınlar, kendilerine verilenle avunsunlar diye yapıyorlar. Yegâne reçeteleri, kapitalistlerin vicdanına hitap etmekten ibarettir.

Bu mücadelede iki kutup var: Bir taraftan burjuvazi ve diğer taraftan da işçi sınıfı. Toplumsal ve ekonomik yaşamda bu iki temel sınıf sürekli karşı karşıyadır. Aralarındaki çelişki antagonisttir; uzlaşmazdır. Her iki sınıf arasındaki mücadele nihayetinde sistem mücadelesidir.
Bu mücadele kapitalizmi yıkma ve sosyalizmi kurma mücadelesidir.

30 Ağustos 2005 Salı

DÜNYA EKONOMİSİNİN GÜNCEL DURUMU VE SÜPER TEKELLERİN HÂKİMİYETİ

Son dünya ekonomik krizinden (2000-2003) bu yana iki sene geçmesine rağmen bir-iki istisna ülke hariç ne tek tek ülke ekonomileri ve ne de bir bütün olarak dünya ekonomisi istikrarlı bir büyüme içinde olmuştur. Ekonomi, burjuva iktisatçılarının ve iktisadi kurumlarının plan ve programlarına göre değil, kendi nesnel yasalarına göre hareket etmiştir. Genel olarak 2003 yılı itibariyle canlanma aşamasına giren belli başlı emperyalist ülkelerde ekonomi, bugün ya durgunluk içinde, ya da büyüme oranları oldukça küçülmüş durumdadır. Verilerden de anlaşıldığı gibi bu ekonomiler krizden güçlü bir çıkış gerçekleştirememişlerdir. Çoğu ülkelerde ekonomi, belirgin bir durgunluk içinde mutlak gerileme ve önemsiz mutlak büyüme arasında gelip gitmektedir. Ekonominin böyle bir seyri, hem tek tek ülkelerde, hem de dünya çapında kapitalist ekonomisinin ne denli bir kırılganlık içinde olduğunu göstermektedir.

Son dünya ekonomik krizinden bu yana emperyalist ülkelerde burjuvazinin ekonomiyi canlandırmak için aldığı tedbirler ve uygulamalar; yani neoliberal politikalar umulan sonuçları vermemiştir. Nasıl bir durumla karşı karşıya olunduğunu bazı ülke ekonomilerindeki gelişmeyle göstermeye çalışalım.

Önde gelen emperyalist ülkeler bazında dünya ekonomisinin seyri:

ABD:

ABD ekonomisinde yükseliş, hızı yavaşlayarak devam etmiştir. Sanayi üretimi 2003’ten 2004’e yüzde 4,1 oranında artarken 2005’in ilk çeyreğinden ikinci çeyreğine ancak yüzde 0,5 oranında artmıştır. Haziran 2005 itibariyle son 12 ayın ortalama büyüme oranı da yüzde 3,9 olarak gerçekleşmiştir.
Üretim artışında ihracattan ziyade iç talep belirleyici olmuştur. Ekonomideki büyüme işsizlik oranında etkisini pek göstermemiştir. ABD’de resmi verilere göre işsizlik oranı Şubat 2005 itibariyle yüzde 5,2 idi.

Japonya:
2004 yılı, Japon ekonomisinin oldukça güçlü durgunluk yaşadığı bir süreçti. 2003’ten 2004’e yüzde 5,3 oranında büyüyen sanayi üretimi 2005’in ilk çeyreğinden ikinci çeyreğine yüzde 0,4 oranında geriledi. Haziran 2005 itibariyle son 12 ay içinde Japon sanayi üretimi ortalama olarak ancak yüzde 0,2 oranında büyümüştür.
Japon ekonomisindeki bu durgunluğun nedeni, iç talepteki gerileme ve ABD’den talebin, dolayısıyla bu ülkenin ABD’ye ihracatının düşmesidir.

Almanya:
Alman ekonomisinin durumu da pek parlak değil. Alman ekonomisi 2005’in ilk yarısında durgunluk sürecine girmiş ve üretimde düşüşler olmuştur. Örneğin 2003’ten 2004’e yüzde 3 oranında büyüyen Alman sanayi 2004’ün üçüncü ve dördüncü çeyreklerinde aynı seviyede kalarak büyüme kaydedememiş, ancak 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine yüzde 1,5 oranında ve Mayıs 2005 itibariyle de son 12 ay içinde ortalama olarak ancak yüzde 1,3 oranında büyümüştür.

Fransa:
Fransız ekonomisinin durumu Alman ekonomisinden daha da beter. 2003’ten 2004’e yüzde 2,2 oranında büyüyen Fransız sanayi üretimi 2004’ün üçüncü çeyreğinden son çeyreğine ancak yüzde 0,9 oranında artmış ve 2005’in ilk çeyreğinde de 2004’ün son çeyreğindeki seviyesini aşamamıştır. Mayıs 2005 itibariyle Fransız sanayi üretimi son 12 ay içinde ortalama yüzde 0,2 oranında mutlak gerilemiştir.

Benzeri bir gelişmeyi İtalyan ve İngiliz ekonomilerinde de görmekteyiz:
İtalyan sanayi üretimi 2003’ten 2004’e yüzde 0,7 oranında; 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine keza yüzde 0,7 oranında ve Mayıs 2005 itibariyle de son 12 ay içinde ortalama olarak yüzde 1,6 oranında mutlak gerilemiştir.

Britanya sanayi üretimi 2003’ten 2004’e ancak yüzde 0,7 oranında artmış, sonraki dönemde ise mutlak gerileme sürecine girmiştir. 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine Britanya sanayi üretimi yüzde 0,8 ve Mayıs 2005 itibariyle de son 12 ayın ortalaması olarak yüzde 1,9 oranında mutlak gerilemiştir.

OECD Toplamında Ekonomi:
G-7’lerin (ABD, Japonya, Almanya, Büyük Britanya, İtalya, Fransa ve Kanada) güdümünde 30 sanayi ülkesinin oluşturduğu OECD, dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 60’ını ve dünya ihracatının da yüzde 75’ini kendinde toplamıştır. Dolayısıyla OECD’de ekonominin seyri dünya ekonomisinin seyrini belirler.

OECD’de sanayi üretimi 2002’den 2003’e ancak yüzde 1,1 oranında; 2003’ten 2004’e ise yüzde 4 oranında mutlak büyümüştür. Sanayide büyüme oranı 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine ancak yüzde 0,7 oranında ve Mayıs 2005 itibariyle de son 12 ayın ortalaması olarak yüzde 1 oranında gerçekleşmiştir.

G-7:
2000 itibariyle OECD sanayi üretiminin yüzde 74,2’sine sahip olan G-7’lerde toplam sanayi üretimi, 2003’ten 2004’e yüzde 3,5 oranında; 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine de ancak yüzde 0,8 oranında artarken, Mayıs 2005 itibariyle son 12 ay içinde ortalama olarak yüzde 1 oranında artmıştır.

OECD-Avrupa:
OECD’nin Avrupa ülkeleri, OECD sanayi üretiminin 2000 yılı itibariyle yüzde 40,4’üne sahipler. Bu ülkeler toplamında sanayi üretimi 2003’ten 2004’e yüzde 2,9 oranında artmıştır. Sanayi üretimindeki artış 2004’ün son çeyreğinden 2005’in son çeyreğine ancak yüzde 0,2 oranında ve Mayıs ayı itibariyle de son 12 ay içinde ortalama olarak yüzde 0,1 oranında gerçekleşmiştir.

EU-15:
Yeni üyelerin dışında kalan eski 15 üye bazında AB, OECD sanayi üretiminin 2000 yılı itibariyle yüzde 35,3’üne sahip. Bu ülkelerde sanayi üretimi 2003’ten 2004’e ancak yüzde 1,7 oranında artarken, sonraki dönemlerde sanayi üretimi mutlak gerileme sürecine girmiş ve Mayıs ayı itibariyle son 12 ayın ortalaması olarak yüzde 0,2 oranında mutlak gerilemiştir.
AB’nin yeni üye ülkelerinde brüt yurt içi üretim 2004 yılında güçlü bir artış göstermiş, ama sonraki dönemde AB’de ekonominin durgunluğu nedeniyle büyüme oranları düşmeye başlamıştır.

Türkiye gibi nispeten gelişmiş bağımlı ülkelerde ise ekonomi dinamikliğini sürdürmektedir. Sadece Doğu Asya’da dinamik gelişme hız kaybetmiştir. Bu bölgede brüt yurt içi üretim 2004’te ortalama olarak yüzde 5,7 oranında artmıştı. 2005’te bu artışın yüzde 4,5 oranında gerçekleşeceği tahmin edilmektedir.

Son yıllarda Çin ekonomisi sürekli ve güçlü büyümektedir. 2005 itibariyle bu ülke ekonomisinin yüzde 8,8 oranında büyüyeceği tahmin edilmektedir. Böylece Çin, günümüz koşullarında kapitalist dünya ekonomisinin büyüme merkezi olmuştur.

Rusya’da ise brüt yurt içi üretim 2003’te yüzde 7,3 oranında ve 2004 yılında da yüzde 7 oranında artmıştır. Brüt yurt içi üretimin 2005 yılı ortalaması olarak yüzde 6,5 oranında artacağı tahmin edilmektedir.

Yukarıdaki verileri toplu olarak gösterelim




Sonuç itibariyle:
Veriler, dünya ekonomisinin 2004 yılı boyunca büyüme hızının giderek yavaşladığın gösteriyorlar. Büyümenin hızı her bir bölgede farklı olmuştur. Örneğin görece büyüme, ABD ve “yükselen pazarlar” diye tanımlanan ülkelerde hızı kesilerek devam ederken, Avrupa ve Japonya’da üretim gerilemiştir.

Dünya brüt üretimi 2004’te yüzde 3,8 oranında artmıştı. Bu artışın 2005 yılı sonu itibariyle yüzde 3 oranında olacağı tahmin edilmektedir. 2004 yılı itibariyle yüzde 9 oranında artan dünya ticaretinin de 2005 yılı sonu itibariyle yüzde 7 oranında artacağı tahmin edilmektedir.

Dünya ekonomisini biraz canlandıran iki önemli faktör var: Bunlardan ilki dünya ekonomisinin motoru durumunda olan Amerikan ekonomisi. İkincisi de Çin ekonomisi. Amerikan sanayi üretiminde görülen artış, alınan tedbirlerin bir sonucudur ve bu nedenle de Amerikan ekonomisinin gerçek durumunu yansıtmamaktadır. Alınan tedbirler, geçici olarak sanayi üretiminin artışına neden olmuştur, ama aynı zamanda; sonuçta ekonominin gelişme seyrini olduğundan daha da istikrarsızlaştırmıştır.

Çin’de ise GSMH 1990’dan bu yana altı misli artmıştır. Bu ülkede ekonominin büyüme oranları oldukça yüksektir. Örneğin dünya ekonomisinin krizde olduğu yıllarda bile Çin ekonomisi, 2000 yılında yüzde 11,5; 2001 yılında yüzde 12,7; 2003 yılında yüzde 16,7 oranında büyümüştü. Çin ekonomisinde de büyüme oranları yavaşlamaya başlamıştır.

Dünya ekonomik krizinden sonra, ekonomik devreviliğin canlanma aşamasında gelişmiş ülkeler büyük ekonomik sorunlarla karşı karşıya kaldılar. ABD, Japonya, Almanya, Fransa gibi emperyalist ülkelerde sanayi üretimi, kriz öncesi seviyesine ancak ulaşabilmişti. Bazı emperyalist ülkelerde ise üretim gerilemişti. Örneğin İngiltere’de sanayi üretimi 2004’te, 2000’deki seviyesinden yüzde 3,7 oranında daha gerideydi. İtalya’da yurtiçi brüt üretim, 2004’ün 4. ve 2005’in de 1. çeyreğinde gerilemişti.

Bu veriler göstermektedir ki, Doğu Avrupa’nın bazı ülkelerini, Çin ve Türkiye gibi bazı ülkeleri dışlarsak, bugün bir bütün olarak dünya ekonomisinin yarısı gibi önemli bir kesimi durgunluk içindedir.

Ekonomik krizin hemen arkasından böyle bir gelişme şimdiye kadar görülmemişti. Özellikle emperyalist ülke ekonomilerinde izlenen bu durum; ekonomideki derin istikrarsızlık bu ülkelerde sermayenin değerlendirilmesinde çözülmez sorunlarla karşı karşıya olunduğunu göstermektedir.

Bu çözülemez sorunları brüt yatırımların ve ağır aksak gerçekleştirilen yeni sermaye yatırımlarının durgunluğunda görmekteyiz. Örneğin 2004 yılında önde gelen emperyalist ülkelerde brüt sermaye yatırımları 2000’deki seviyesinden ancak yüzde 3,5 oranında daha fazlaydı. Almanya’da ise brüt sermaye yatırımları sürekli geriledi. (2004’te bu yatırımlar 2000’deki seviyesinden yüzde 13,1 oranında daha geriydi.)

Yatırımlardaki bu durgunluk ve gerileme, çok açık olarak bir gerçekliği göstermektedir: Tekelci sermaye, fazlalık sermaye sorununu; azami kar getirmeyen sermaye sorununu çözememiştir ve bu sorun, keskinleşen bir çelişki olarak tekelci sermayenin önünde durmaktadır.
Bunun böyle olduğunu birçok alanda görmekteyiz: Örneğin bu sorun, daha yüksek pay için dünya otomobil sektöründe, beyaz eşya sektöründe, Chip imalinde sürdürülen fiyat rekabetinde; genel olarak perakende ticarette yaşanmaktadır. Burada söz konusu olan, fiyat üzerine rekabettir ve bu rekabet, aslında yok etme, iflas ettirme rekabetidir. İflasların, işletme kapatmalarının dalga dalga yayılması bu rekabetin doğrudan bir sonucudur. Bunun diğer adı, yüz binlerce, milyonlarca işçinin sokağa atılmasıdır. Örneğin Almanya’da sadece 2004 yılında 39 binden fazla işletme iflas etmiştir ve bu iflaslar sonucunda sokağa atılan işçilerin sayısı 605 bindi. Toplam zarar ise 39,4 milyar Euro’ya varıyordu. Yani bu iflaslar sonucunda 39,4 milyar Euro tutarında bir sermaye yok edilmişti.

Güçlü tekellerin –süper tekeller- pazar paylarını arttırmak için aldıkları tedbirler, esas itibariyle rakip tekellerin payını kapmaktan başka bir anlam taşımaz. Ama uluslararası tekellerin aldığı pazar payını arttırma tedbirleri, aynı zamanda pazarları yıkıma uğratan tedbirleridir. Tekellerin uluslararası alanda rekabet gücüne sahip olmak için sürdürdükleri bu mücadele, sömürünün arttırılmasıyla doğrudan ilgilidir; Tekeller, uluslararası rekabet gücüne sahip olabilmek için ancak en modern teknoloji temelinde mücadele sürdürebilirler. En modern teknoloji ise işletmelerin kapatılmasına, işçilerin yığınsal olarak sokağa atılmalarına neden olur. Bu nedenle tekellerin uluslararası rekabet yeteneğine sahip olma mücadelesiyle sömürünün arttırılması ve artan işsizlik arasında doğrudan bağ vardır. İşsizlik, yoksulluk, yığınların alım gücünün düşmesi demektir. Bu da iç pazarı daraltır. Yani üretimin büyümesi, pazarların genişleme sınırına çarpar. Bu, kapitalizmin çözümleyemeyeceği bir sorundur.

Kapitalizmin çözemeyeceği temel sorunlarından birisi de işin verimliliği ile pazar arasındaki ilişkinin seyridir. Sömürünün yoğunlaştırılması; devasa artışı nedeniyle işin verimliliği; çokça bahsedilen “emeğin” verimliliği, pazarların kapasitesinden daha hızlı artar. Böylece bir taraftan maddi değerlerin üretiminde çalışan işçilerin sayısı azalırken, diğer taraftan iş verimliliği artar. Yani giderek az sayıda işçi daha çok üretir.
Böyle bir durumda sermaye, azami kar temelinde değerlendirilemez. Azami karın olmadığı yerde de sermaye yatırımı olmaz. Örneğin, salt bu gerçekten dolayı; sermayenin azami kar temelinde değerlendirilememesinden dolayı 2003 yılında dünya çapında doğruda yatırımlar olağanüstü gerilemiş ve 2000’deki değerinin yüzde 40’ı seviyesine düşmüştür; Uluslararası firma birleşmelerinin ve devralmalarının genel sermaye ihracındaki payı 2000 yılında yüzde 96’dan 2003 yılında yüzde 48’e düşmüştür.

Kapitalist ekonominin mevcut durumu şunu gösteriyor:
Devasa karlar elde etmelerine ve faizlerin çok düşük olmasına rağmen uluslararası tekeller yatırım yapmaktan uzak duruyorlar. Çünkü sermaye, azami karın olmadığı yerde yatırıma hazır değildir.
Emperyalist devlet istediği gibi tedbir alabilir, bütün kolaylıkları sağlayabilir, ama azami kar elde etme olanağı yoksa hiçbir tekel yatırımda bulunmaz.

Diğer taraftan kapitalizmin çözemeyeceği sorunlardan bir diğeri de kar ile yatırılan sermaye arasındaki oranın seyridir. Kar ile yatırılan sermaye (sabit sermaye) arasındaki oran giderek sermayenin aleyhine değişmektedir. Bu oranı kendi lehlerine çevirmek için tekeller üretimi olağanüstü genişletirler; pazarın alım gücünü aşacaklarını bile bile genişletirler. Böylece üretim kütlesini artırarak kar kütlesini artırırlar. Ama bu her zaman ve sürekli tekellerin istediği gibi olmaz. Pazarlar satılmayan ürünlerle dolup taşmaya başlar ve böylece yeni bir fazla üretim krizi patlak verir. Bu, fazla üretimin kronikleşmesi demektir. Fazla üretimin kronikleşmesi, dünya pazarlarında rekabetin kapsamlaşması ve keskinleşmesi demektir. Bu durumda en güçlü olan, uluslararası çapta örgütlü olan tekeller, rakiplerini alt edebilirler. Bu nedenle süper tekellerin dünya pazarlarında sürdürdükleri rekabet, kelimenin gerçek anlamıyla tam bir yok etme muharebesidir.

Dünya pazarlarında aslan payını kapmak için sürdürülen rakibi yok etme veya yutma muharebesinde süper tekeller, işçileri de kullanmaya çalışırlar. Yaptıkları açıklama çok basit: Ücret artırımı için mücadele etmeyin. Ücret artırımından vazgeçin ve işletmeniz rekabet yeteneğine sahip olsun ve böylece siz de işten atılmazsınız!

Süper tekellerin dünya pazarlarında sürdürdükleri rekabet, bu tekellerin ait oldukları emperyalist ülkeler arasındaki eşit olmayan ekonomik gelişmeyi de ele verir. Soruna dünyanın en büyük 500 süper tekeli açısından baktığımızda şu gelişmeyi görmekteyiz:

Merkezi ABD’de olan süper tekel sayısı 2003’te 189’dan 2004’te 176’ya düşmüştür.
Merkezi Japonya’da olan süper tekel sayısı 2000’de 104’ten 2004’te 81’e düşmüştür.
Merkezi AB’de olan süper tekel sayısı 2000’de 141’den 2004’te 161’e çıkmıştır.
ABD ve Japonya merkezli süper tekel sayısında belli bir azalma, AB merkezli süper tekel sayısında da önemli bir artış görülmektedir.

Önde gelen AB ülkelerinde süper tekel sayısındaki gelişme de şöyledir:
Merkezi Almanya’da olan süper tekel sayısı 1995’te 40’dan 2003’de 34’e; merkezi Fransa’da olan süper tekel sayısı keza aynı yıllarda 42’den 37’ye ve merkezi İtalya’da olan süper tekel sayısı, yine aynı yıllarda 12’den 8’e düşerken, merkezi Büyük Britanya’da olan süper tekel sayısı aynı dönemde 33’ten 36’ya çıkmıştır.

Bu veriler, kaybedenlerin öncelikle ABD ve Japonya olduğunu, kazananın da öncelikle AB olduğunu göstermektedir. Sermaye akışından dolayı Çin ve Hindistan da kazananlar arasında yer almakta.

Süper tekeller sömürüyü olağanüstü artırarak dünya pazarlarında rekabet ediyorlar. Örneğin en büyük 500 süper tekel, çalışan başına cirolarını 2003 yılında yüzde 9,7 ve 2004 yılında da yüzde 8,1 oranında arttırmışlardı.

En büyük 500 süper tekelin dünya çapında toplam ciro miktarı 2004 yılı itibariyle 16,8 trilyon dolara varıyordu. Bu rakam dünya üretiminin yüzde 40’ına tekabül etmektedir.

5 Ağustos 2005 Cuma

AĞUSTOS AYI

• 2 Ağustosta Potsdam Anlaşması imzalandı.
• 5 Ağustos 1895’te Friedrich Engels’i kaybettik.
• Amerikan militarizmi, Japonya’nın Hiroşima (6 Ağustos 1945) ve Nagazaki (9 Ağustos) kentlerine atom bombası attı.
• 13 Ağustos 1961’de “antifaşist koruma duvarı”nın (nam-ı diğer Berlin Duvarı veya ihanet duvarı) yapımına başlandı.
• 18 Ağustos 1944’te Alman proletaryasının seçkin önderlerinden Ernst Thälmann katledildi.
• 19 Ağustos 1991’de bir kısım revizyonist önderin örgütlediği darbe yenilgiyle sonuçlandı ve SBKP Rusya’da yasaklandı.

• 2 Ağustos, Potsdam Antlaşması:
Antihitler Koalisyonu tarafından (SSCB, ABD ve İngiltere) 2 Ağustos 1945’te imzalanan Potsdam Antlaşması, Alman faşizminin yenilgisini, koşulsuz teslimiyetini ifade ediyordu. Aradan 60 sene geçmesine rağmen bu antlaşmanın hala güncel olan yönleri vardır. Stalin önderliğinde sosyalist Sovyetler Birliği’nin bütün çabalarına rağmen, kapitalist dünyanın patronluğunu üstlenen Amerikan emperyalizmi, İngiltere ve Fransa gibi diğer emperyalist ülkelerin de desteğini alarak Potsdam kararlarının uygulanmaması ve uygulanması gerektiği gibi uygulanmaması için yoğun çaba harcamıştır. “Alman militarizmi ve nazizminin yok edilmesi” sadece Sovyet kontrolündeki Almanya’da gerçekleştirilmiştir. Amerikan, İngiliz ve Fransız işgal bölgelerinde görünüşte bir “temizlik” yapılmış ve faşizm döneminin unsurları savaş sonrası Almanya’nın yeniden inşasına ekonominin ve toplumsal yaşamın her alanında aktif olarak katılmışlardır. “Nazi partisinin yok edilmesi”, “Nazi yasalarının kaldırılması”, Nazi partisi üyelerinin ve faşist Almanya döneminde önemli görevler üstlenmiş olanların kamu yaşamından uzaklaştırılmaları, eğitimin demokratik düşünceler temelinde yeniden örgütlenmesi, Alman savaş potansiyelinin yok edilmesi, savaş suçlularının cezalandırılması gibi kararlar, ancak ve ancak SB’nin ısrarlı tutumundan dolayı Amerikan, Fransız ve İngiliz işgal bölgelerinde savaş sonrasının ilk yıllarında yetersiz olarak, göstermelik olarak, Sovyet bölgesinde ise gerektiği gibi uygulanmıştır.

Potsdam Antlaşması demokratik, silahsızlanmış, barışçıl bir Almanya öngörmekteydi. Ama Stalin önderliğinde sosyalist Sovyetler Birliği’nin bütün çabalarına rağmen başta ABD olmak üzere İngiltere ve Fransa, Almanya’nın bölünmesi ve kendi kontrollerinde olan bölgelerin bir devlet olarak birleşmesi (Federal Almanya Cumhuriyeti) için; Potsdam Antlaşmasının fiilen geçersiz kılınması için sürdürdükleri çabada başarılı olmuşlardır. 1949’da kurulan her iki Almanya (Alman Demokratik Cumhuriyeti ve Federal Almanya Cumhuriyeti) Potsdam Antlaşmasının Sovyetler Birliği tarafından doğru bulunmayan sonucudur.

• 5 Ağustos 1895, Engels`in ölümü:
Marksizm-Leninizm’in ustalarından Friedrich Engels 28.11.1820’de Barmen’de (Almanya) doğdu ve 5.8.1895’te de Londra’da öldü. Karl Marks’ın en yakın mücadele arkadaşı olan Engels, Marks ile birlikte bilimsel sosyalizmin teorisini geliştirdi. Marksist teorinin oluşumuna devasa katkısına rağmen O, kendini Marks’ın yanında bir “yardımcı” olarak “2. keman” olarak görecek derecede alçakgönüllüydü. Engels, teori alanındaki (özellikle felsefe, diyalektik) katkısının yanı sıra barikatlarda ön saflarda savaşacak kadar da pratik mücadelede yer aldı. Marks tarafından yazılan Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini basılacak duruma getiren ve bu ciltlere Marks’ın düşünceleri doğrultusunda gerekli yerlerde ekler yapan (yaptığı ekleri parantez içine alarak belirtmiştir) Engels’tir.
Marks ve Engels’in düşünceleri dünya proletaryasının ortak mirasıdır.





• 6-9Ağustos 1945, atom bombasının atılması:

Amerikan emperyalizmi, Japonya’yı koşulsuz teslim alma bahanesiyle Hiroşima (6 Ağustos 1945) ve Nagazaki (9 Ağustos) kentlerine atom bombası attı.

Hiroşima’ya atılan bomba (“Little Boy”) 6 Ağustostan Aralık 1945’e kadar geçen zaman içinde 140000 ila 150000 arasında insanın ölümüne neden olmuştur. 9 Ağustos 1945 Nagazaki’ye atılan bomba (“Fat Man”) sonucunda da 70000 ila 80000 arasında insan ölmüştür. Radyoaktiviteden dolayı sonradan ölenlerin sayısı Hiroşima’da 350000 ve Nagazaki’de de 270000 olarak tahmin edilmektedir.
15 Ağustos 1945’te Japonya koşulsuz teslim oldu.

Japonya’nın savaşı devam ettirecek gücünün kalmadığı ve teslim olmasının sadece bir zaman sorunu olduğu bilindiği halde Amerikan emperyalizmi, sosyalist Sovyetler Birliği’ni göz önünde tutarak atom bombasını kullandı. Esas amacı SB’ni tehdit etmekti.

Amerikan emperyalizmine göre SB, Doğu’da da zafere “ortak” edilmemeliydi. Bunun ötesinde ve esas olarak Sovyet “yayılması”nın önüne geçilmeliydi ve o dönemde silah sanayi oldukça gelişmiş olan SB, ancak ve ancak yıkıcı gücü korkunç olan yeni bir silahla tehdit edilebilirdi. Bu da atom bombasıydı. Bu silah, Stalin önderliğinde sosyalist SB’ni proleter enternasyonalist politikasını geliştirmede, savunmada ve uygulamada engelleyemedi. Birkaç sene içinde SB de aynı teknolojiyi geliştirdi ve bu teknolojiyi barışçıl amaçlar için kullanacağını açıkladı.
Ama 20. Parti Kongresinden sonra; Kruşçev modern revizyonistlerinin SB’nde siyasi iktidarı ele geçirmelerinden sonra SB ve ABD arasında atom silahlanma yarışı da hız kazandı.
Bugün mevcut atom silahı potansiyeli dünyayı en azından 90 kere yok edecek boyutlardadır.

• 13 Ağustos 1961 Berlin duvarının inşası:
13 Ağustos 1961’de “antifaşist koruma duvarı”nın yapımına başlandı. Bu duvar “Berlin Duvarı” veya “utanç duvarı” olarak da bilinir. Ama bu duvarın siyasal karakterini en iyi açıklayan kelime ihanettir ve bu nedenden dolayı da bu duvar bir “ihanet duvarı”dır. Nedeni çok açıktır.

Revizyonist SB ile ABD arasındaki veya Revizyonist Blok (Varşova Paktı) ile NATO arasındaki çelişkilerin keskinleşmesinin nedeni, revizyonist SB ve Amerikan emperyalizmi arasındaki dünya hegemonyası için rekabetti. O dönemde Alman Demokratik Cumhuriyeti medyası sık sık “üçüncü dünya savaşı”ndan, “intikamcı Alman militarizmi”nden, “Berlin’e saldırı”dan bahseden haberlerle, yorumlarla ve provokasyonlarla doluydu. Berlin’in duvar örülerek çembere alınacağı Almanya Sosyalist Birlik Partisi 1. sekreteri W. Ulbricht tarafından sürekli yalanlanıyordu. Ama duvarın inşası için de bütün hazırlıklar sürdürülüyordu. Nihayetinde 3-5 Ağustos 1961’de Moskova’da bir araya gelen Varşova Paktı ülkeleri komünist partileri 1. sekreterleri “Batı Alman emperyalizminin ve NATO’daki yandaşlarının tehdidi altındaki barışı güvenlik altına almak için SB ve Demokratik Alman Cumhuriyeti tarafından öngörülen tedbirleri onadılar”. Böylece Berlin duvarının inşası için karar alınmış oldu. Gerisi biliniyor. Alman Demokratik Cumhuriyetinin başkenti olan Doğu Berlin örülen duvarla çember içine alındı. Bu duvar 1989’da yıkılana kadar sosyalizm adına bir utanç ve ihanet abidesi olarak kaldı ve emperyalist burjuvazi tarafından antikomünist propagandanın önemli bir aracı olarak kullanıldı. Peki, sorun neydi?

II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan “Halk Demokrasisi” ülkelerinde Stalin önderliğinde sosyalist SB’nin her alandaki unutulamaz fedakar katkısıyla başlayan ekonominin yeniden inşası ve toplumun demokratik ve sosyalist yeniden yapılanma süreci 1956’da, SBKP’nin XX. Kongresinde iktidarı ele geçiren Kruşçev monden revizyonistleri tarafından kesintiye uğratıldı veya ekonomide ve toplumsal yapıda yeniden inşa, proleter enternasyonalizmini rafa kaldıran, revizyonist SB çıkarlarını ön plana çıkartan Sovyet modern revizyonizmi tarafından yeni dünya koşullarına göre yönlendirilmeye başlandı. Artık revizyonist SB’nin çıkarları Varşova Paktı ülkelerinin de çıkarları olmuştu. Bu durum hemen bütün Varşova Paktı ülkelerinde iktisadi ve toplumsal yaşamı olumsuz etkilemiş ve toplumsal huzursuzluklara neden olmuştu. Bu nedenden dolayı on binlerce Alman “açık kapı” durumunda olan Berlin üzerinden Batıya kaçıyordu. Doğu Almanya’nın ikna gücü kalmamıştı. Kaçışı durdurmak için duvar örüldü. Böylece “duvarlı sosyalizm” dönemi başladı.

Berlin duvarıyla korunmak istenen sosyalizm değildi. Çünkü daha önceleri Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kitlesel göç yoktu. Ne zaman ki Sovyet revizyonizmi doğrultusunda Doğu Almanya’da da baskıcı revizyonist diktatörlük kuruldu, işte o zaman kitlesel göç hareketi de başladı. Duvar bu göçü engellemek için inşa edildi ve yıkılana kadar da bir utanç ve ihanet abidesi olarak kaldı.

• 18 Ağustos 1944 E. Thälmann`in katledilmesi:
14 Ağustos 1944’te faşist sürüsü SS’in komutanı, polis şefi ve içişleri bakanı H. Himmler Hitler ile E. Thälmann’ın katledilmesi üzerine konuşur ve Hitler’in emri, “o katledilmeli” olur.






E. Thälmann 18 Ağustos gecesi Buchenwald toplama kampında katledildi. Öldürülmesinin duyulmaması için tedbirler de alındı. Önce, 28 Ağustostaki hava saldırısında öldüğü açıklandı. Ama katledilmesi gizlenemedi.
11 sene faşizmin zindanlarında tutuklu kalan Thälmann AKP başkanlığı görevini de sürdürdü. Alman proletaryasının bu seçkin oğlu, sosyalizmin, proleter enternasyonalizminin boyun eğmez savunucusuydu.

Thälmann’ın öngörüsü gerçekleşti; Alman faşizmi SB’nin gücü karşısında çöktü. Katledilmesinden birkaç ay sonra faşist Almanya koşulsuz teslim oldu.

• 19 Ağustos 1991 SB`nde darbe denemesi ve SBKP`nin sonu:
Darbecilerden oluşan “Sıkıyönetim Devlet Komitesi” 19 Ağustos 1991’de bütün ülkede sıkıyönetim ilan etmişti. Ama darbeciler halkın direnişi karşısında ancak iki-üç gün ayakta kalabilmişler ve 21 Ağustosta da geldikleri gibi gitmişlerdi. Söz konusu komite, grevleri, gösterileri, siyasi faaliyeti yasakladığını 19 Ağustosta açıklamıştı. Ama onu dinleyen olmadı. Ülkenin önemli sanayi merkezlerinde işçiler greve gittiler. Leningrad’da tanklar şehrin varoşlarını aşamadı.

Kimdi bu darbeciler ve neyi kurtarmaya çalışıyorlardı? Darbeciler, on yıllar boyu devlet, parti ve ordu bürokrasisinde önder görevler üstlenmişlerdi ve sosyalist SB’nin revizyonist, sosyal emperyalist, bürokratik kapitalist bir ülkeye dönüşmesinde önemli payı olan unsurlardı. Bunlar, yeniden inşa edilen kapitalizmi on yılar boyunca sosyalizm diye pazarlamasını beceren unsurlardı.

Darbenin en önemli sonucu, Rusya Federasyonu sınırları içinde SBKP’nin yasaklanmasıydı. Rusya Federasyonu başkanı olan Yelzin, Kırım’da gözaltında tutulan SSCB başkanı ve SBKP Genel Sekreteri Gorbaçov’u Moskova’ya getirtmiş ve bütün dünyanın gözü önünde parlamentoda partinin yasaklanması kararını okutmuştu. Gorbaçov, onursuzluğun örneği olmuş ve bu korkunç aşağılanmayı protesto dahi etmemişti.
KGB ve ordunun belli kesimlerine dayanan darbe hareketi SBKP’nin ölümü olmuştur.

Başarısız darbeden sonra Gorbaçov, SBKP’nin “reforme edilmesinin imkânsız” olduğunu bizzat açıklamış, partinin dağıtılmasını önermiş ve nihayetinde Genel Sekreterlik görevinden ayrılmıştır.

Sosyal emperyalist SB ve revizyonist SBKP’nin çöküşünün ve dağılmasının ardından ağlayanlar olmuştur. Ama bu tarihsel gelişmeyi Markist-Leninistler ancak selamlayabilirler. Ne de olsa 35 senelik bir çarpıtma sona ermiş oldu. 1956’dan sonra SB’nde iktidara gelen revizyonistler, Marksizm-Leninizm’e, sosyalizme tarihte görülmemiş darbeler vurmuşlardı. XX. Parti Kongresinden itibaren Sovyet modern revizyonistleri Lenin ve Stalin’in devrimci partisini halk yığınlarını baskı altında tutmanın ve yanıltmanın en önemli araçlarından birisine dönüştürmüşlerdi.

Bir zamanların güçlü sosyalist ülkesinin; SSCB’nin sefil çöküşü, Marksizm-Leninizm’in değil, modern revizyonistlerin sosyalizme ihanetlerinin doğrudan bir sonucudur.
Revizyonist SBKP dağıldı ve onunla birlikte de bürokratik kapitalist sistem, Sovyet sosyal emperyalist sistemi çöktü.

17 Temmuz 2005 Pazar

AB VE ANAYASASI


 
Bütçe tartışmaları ve anayasanın onaylanması süreçlerinde ortaya çıkan siyasi kriz, AB’nin geleceğinin de sorgulanmasını gündeme getirdi. Anayasalı bir AB, yeni bir hegemonya düzeni kurmakla, bütünlüklü bir dış politikanın ve militarizmin oluşturulmasıyla, ABD karşısında güçlü olmakla ve dünya pazarlarında rekabet yeteneğinin artırılmasıyla eş anlamlı kullanılıyor. Şüphesiz ki anayasalı bir AB, anayasasız bir AB’den daha güçlü olacaktır. Siyasal birliğin sağlanması sürecinde şüphesiz ki anayasalı bir AB, anayasasız bir AB’ye nazaran daha ileri bir mesafeyi ifade eder.

Anayasalı bir AB’nin, siyasal birliğin sağlanması sürecinde sadece ilk adımlardan birisi olduğu, bu birliğin savunucusu ülkeler tarafından sürekli vurgulanmasına rağmen, anayasayı, siyasal birliğini sağlamış AB ile eş tutan değerlendirmeler de var. Bu türden değerlendirmeleri, AB’ye umut bağlamış güçler ve uzaktan bakanlar yapıyorlar.

Her halükarda AB büyüyor ve büyüdükçe de “akla-kara” daha açık olarak görülüyor. AB, çelişkilerini; iç ve dış rekabetini büyüterek büyüyor veya AB’nin büyümesi, çelişkilerinin derinleşmesini kaçınılmaz kılıyor.

Yıllardan beri Brüksel, AB „genişlemeli ve derinleşmeli“ propagandasını yapıyor. Bu propagandaya Almanya da katılıyor. Gerçekten de AB çok hızlı genişledi. Bir yıl öncesi 10 ülke birden katıldı. Sırada Hırvatistan, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye var. Diğer Balkan ülkeleri de kuyrukta bekliyorlar. Ayrıca Beyaz Rusya’nın, Moldavya’nın, Ukrayna ve Gürcistan’ın AB üyeliği üzerine AB’nin „düşünce fabrikaları“nda çoktandır fikir jimnastiği yapılıyor. Sonunda AB’nin 38 devletli bir entegrasyon olabileceğine; siyasal bir entegrasyondan ziyade gümrük birliği, „serbest ticaret bölgesi“ çerçevesinde kalan bir ekonomik entegrasyon olabileceğine siyasal birlik yanlıları kendilerini alıştırmaları gerekiyor.

Peki genişleyen AB, derinleşiyor mu? Derinleşme kavramı açıldığı zaman görüşler ikiye ayrılıyor; bir taraf bundan demokrasi ve refah anlıyor. Bunlar genellikle AB’ye umut bağlayanlardır. Başta Almanya olmak üzere önde gelen ülkelerin oluşturduğu diğer taraf ise derinleşmeden „AB’nin hareket yeteneğini“ muhafaza etmesini anlıyor. “AB’nin hareket yeteneğini“ muhafaza etmesi, AB kurumlarının, dünyanın yeni politik ve ekonomik koşullarına uyum sağlayacak şekilde yeniden örgütlenmesi anlamına geliyor. Tabii bu, önde gelen Almanya, Fransa gibi ülkelerin işine hiç gelmiyor. Bu ülkeler, „AB’nin hareket yeteneğini“ muhafaza etmesinin, kurumlarının dünyanın yeni politik ve ekonomik koşullarına uyum sağlayacak şekilde yeniden örgütlenmesinin; yani yeni katılan devletlerin AB’nin geleceği üzerinde söz sahibi olmalarının kendi çıkarlarının zedelenmesine; AB içinde ağırlıklarının erimesine yol açacağı görüşündeler. Bu korku nedeniyle AB içinde büyük devletler, gelişmeleri belirleyen bir çekirdek oluşturdular -çekirdek AB esprisi- diğerlerine de bu çekirdeği sarmalayan „çevre“yi oluşturma görevi düşüyor.
AB’nin önde gelen emperyalist ülkelerinin “derinleşmek”ten anladıkları, üyelerin eşit haklara sahip olmadıkları bir AB’dir.

Kabulü için oylamaya sunula anayasa, AB’deki bu durumu meşrulaştırmayı amaçlıyordu. Ama anayasa öncelikle, bunu isteyen ülkelerde (örneğin Fransa) reddedildi. Fransız halkı „çekirdek AB“ olmak istemedi. Başta Büyük Britanya olmak üzere başka ülkeler de anayasaya temkinli yaklaşmaya başladılar.

Anayasa ne derece demokratiktir? Demokrasi üzerine söylemlerin hiçbir anlamı yok. Anlamı olan, anayasanın başka bazı maddelerinin içeriğidir.

Bu anayasa AB’yi, ABD ne kadar „demokratik“ ise o kadar demokratik, hatta daha da fazla „demokratik“ yapacak. Çünkü anayasada neoliberal „değer“lerden bahsedilmekte; Amerikan emperyalizminin çoktandır uyguladığı neoliberal „değer“ler. Öyle ki anayasa, Amerikan emperyalizminin neoliberal „değer“lerinden daha da ileri gidiyor. Maastricht Anlaşmalarında yer alan neoliberal politika, anayasanın III. Bölümünde anayasalaştırılıyor. Ve bunun değiştirilmesi için de oy çokluğu değil, oy birliği gerekiyor. Amerikan emperyalizmi uyguladığı neoliberal „değer“leri uygun gördüğü zaman değiştirme olanağına sahip. Ama AB, anayasasıyla neoliberal „deli gömleği“ni giyiyor. Uygulamaları AB ülkelerinde yaşanan bu neoliberal „değer“lerle AB’nin ne kadar demokratik olacağını düşünmeye gerek var mı?
Anayasa AB’ye askeri aşanda bağımsız hareket etme olanağı veriyor deniyor. Ama şimdilik vermiyor. Ancak AB, anayasal şekillendikçe bu alandaki bağımsızlığını elde edebilecek duruma gelebilir. Ama şimdiki durumda anayasa, AB’yi askeri olarak NATO’ya bağlıyor ve NATO’da da Amerikan emperyalizminin sözü geçerli. Hal böyle olunca AB’nin bağımsız bir dış politika geliştirmesi imkansız. AB, NATO’ya bağımlı olduğu müddetçe bağımsız bir dış politika geliştirmesi olanaksız.
Anayasanın 1-41 maddesi AB’nin savunma politikasını NATO’ya bağlıyor.

Şüphesiz, anayasa AB’nin bağımsız bir dış politika geliştirmesinin önünü açıyor. Yazılı olan bu. Ama bütün sorun, şimdilik 25 devletin hepsinin onaylayacağı bir dış politik açılımın nasıl olacağı noktasında düğümleniyor. Oy birliği ile kabul edilen bir dış politika! Anayasa böyle diyor.
Anayasa özgürlükten bahsediyor. Öyle ki özgürlük kavramına anayasada merkezi bir anlam yükleniyor. Ama neyin özgürlüğü denince durum değişiyor. Anayasa özgürlük konusunda kimin, hangi sınıfın anayasası olduğunu ele veriyor. Özgürlükten anlaşılan, sermayenin serbest hareketi için özgürlük. AB’nin özgürlük anlayışı, öncelikle mali sermaye için özgürlük; her tarafta yatırım yapmak, toplumun maddi ve sosyal yapılanışını belirlemek! AB anayasası bu alandaki özgürlükle AB’deki tekelci sermayeyi günümüz koşullarında rekabet gücüne kavuşturmayı amaçlıyor. Yani dünya pazarlarında Amerikan emperyalizmliye ve başka emperyalist ülkelerle rekabet edebilmek için AB’de sermaye, rekabet yeteneğine sahip olmalıdır. Anayasa, bu amaca ulaşmaya hizmet ediyor.

Şimdi iş ciddileşti. Düne kadar ekonomik entegrasyon çerçevesinde sorunlarını çözen AB, gelişmesinin bu aşamasında bir yol ayrımına geldi: Ya siyasi entegrasyonun sağlanması için adımlar atılır, ya da AB, ekonomik bir entegrasyon olarak çürür. Kapitalizmde siyasi entegrasyon, entegre olmak isteyenlerin ulusal özelliklerinden ve çıkarlarından gönüllü vazgeçmeleri veya zor yoluyla vazgeçirilmeleri ve güya ortak değerlerde birleşmeleri anlamına gelir. “Ortak değerler” de en güçlü olanın değerleridir.
AB, kendi gerçeğiyle yeni yüz yüze geliyor.