deneme

26 Mart 2007 Pazartesi

50. YILINDA AVRUPA BİRLİĞİ




AB'nin kuruluşunun 50. yılı, dönem başkalığı yapan Almanya'nın ev sahipliğinde kutlanıyor.  Törene 27 üye ülkenin liderleri katılırken, müzakerelerin sürdürüldüğü Türkiye ve Hırvatistan davet edilmedi. 
Avrupa Birliği’nin temeli, 1951'de Batı Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve Belçika arasında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği ile atılmıştı. 1957'de Roma Anlaşmasıyla bu altı ülke, ortak iç pazara dayanan Avrupa Ekonomik Topluluğunu (AET) kurmuş oldular. Birlik, 1967'de Avrupa Topluluğu (AT) adını aldı. Bugünkü yapısına ise 1992'deki Maastricht Anlaşmasıyla ulaştı.  
1968'de iç gümrükler kaldırılarak ortak dış gümrük sınırı oluşturulmasına geçildi. 1979'da ilk defa Avrupa Parlamentosu seçildi. 1990'da iç sınırları kaldıran Schengen Anlaşması yürürlüğe kondu. 1993'te AB iç pazarı kapsamlaştırıldı. 1998'te Avrupa Merkez Bankası kuruldu. 2002'de avro ortak para birimi oldu. 2004’te Polonya, Estonya, Lituanya, Letonya Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Slovenya,  Kıbrıs (Rum kesimi) ve Malta, 2007'de de Romanya ve Bulgaristan Birlik üyesi oldular.

Kuruluşundan hemen sonra, ‘60’lı yıllardan itibaren AB olarak bağımlı ülkelerde siyasal ve ekonomik gelişmelere müdahil olmak, bu ülkeleri özellikle ekonomik ilişkilerle kendine bağlamak Birliğin merkez politikalarından birisi oldu. AB, bu politikasının adını “barış politikası” koydu. “Barış politikası” “barışçıl” bir dış politika demek olduğu için “AB, barışçıl dış politika”da ısrarlı oldu. Bunun nasıl bir “barışçıl dış politika” olduğunu AB’nin uluslararası açılımlarında görmekteyiz. AB, “barışçıl dış politika”dan bağımlı ülkeleri talan etmeyi ve kendine bağlamayı anlamaktadır. AB, “barış”tan bahsederek savaştı. Örneğin AB üyesi ülkelerden Fransa ve İngiltere bu dönem içinde sömürgelerindeki ayaklanmalara, ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı Afrika ve Asya’da kanlı savaşlar sürdürdüler.
Revizyonist Sovyetler Birliği ve dolayısıyla onunla birlikte Revizyonist Bloğun çökmesi ve aynı dönemde daha etkili olmaya başlayan sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması, yani eski revizyonist ülkelerde ifadesini bulan yeni pazarlar ve “eski” pazarlar üzerine keskinleşen rekabet, uluslararası tekeller arasındaki rekabeti de keskinleştirdi. Almanya’nın birleşmesi, Alman tekellerini daha da güçlü kıldı ve AB içinde Alman tekellerinin saldırgan egemenlik çabalarını kışkırttı.
Bugün itibariyle 27 üyeden oluşan AB, dünyanın en büyük/gülü ekonomik ittifakıdır: 25 üyeli AB’nin 2005 yılındaki ekonomik gücü 10,794 milyar avroydu. Aynı yılda ABD’nin ekonomik gücü de 10,036 milyar avroydu (Ülke içi brüt üretim ve cari fiyatlara göre). 25 üyeli AB’nin 2004 yılındaki ihracatı (mal ve hizmetler) 969 milyar avroydu. Aynı yılda ABD’nin ihracatı ise 639 milyar avroydu. Bu veriler, dünya ihracatında AB’nin payının yüzde 19,2 ve ABD’nin payının da yüzde 12,6 oranında olduğunu gösteriri. 2005 yılı itibariyle 25 üyeli AB’de işsizlerin sayısı 19 milyondu.
25 üyeli AB’nin 2004 yılındaki askeri harcamaları 187 milyar avroydu. AB, kendi sınırları dışında; AB’ye göre yurt dışında görev yapmak, acil müdahalede bulunmak için 60 bini kara kuvvetlerinden ve 20 bini de hava ve deniz kuvvetlerinden oluşan bir ordu kurdu. Bu ordu, 2010 yılına kadar, merkezi Brüksel olmak üzeren 5 bin km’lik bir alanda görev yapacak.
AB’nin dış politikası üye ülke tekellerinin dünya pazarlarında hâkimiyetini kollama politikasıdır. AB’nin dış politikası, Yugoslavya’da, Irak’ta, Afganistan’da, Somali’de, Lübnan’da, Kongo’da görüldüğü gibi, savaş politikasıdır, silahlanma politikasıdır, kendi ordusunu kurma politikasıdır.
II. Dünya Savaşından sonra Avrupa’da milyonlarca insan barışçıl ve demokratik bir Avrupa talebini yükseltmişlerdi. AB’yi kuran ülkelerde emperyalist burjuvazinin amacı ise tamamen başka bir Avrupa’ydı. Emperyalist burjuvazi, tekellerin AB’sini kurmayı amaçlıyordu. Bundan dolayı AB, daha başından, öncelikle Alman ve Fransız tekelleri olmak üzere AB’ye dâhil ülkelerin tekellerinin dünya pazarlarında rekabet gücünü artırmanın aracı olarak kuruldu. Bundan dolayıdır ki, AB barışçıl, demokratik ve silahsızlandırılmış olarak düşünülemez.
Kuruluşunun 50. yılını kutlamak için bir araya gelen üye ülkeler, dönem başkanı Alman Başbakanı Merkel’in ağzından “sosyal boyutlu barışçıl bir Avrupa”, rafa kaldırılmış “AB-Anayasası”nın yeniden canlandırılması mesajını veriyorlar.  Başbakanının ağzından Alman tekelci burjuvazisi nasıl bir AB istediğini de açıklamıştır:"50 yıl içinde federal Avrupa devleti olmayacaktır. Ulus devletler çeşitliliğini muhafaza etmeye devam edeceğiz”.
Her üye ülkenin, örneğin Çek Cumhuriyeti ve Büyük Britanya’nın açıktan kabul etmediği, “kolektif” hazırlanmamıştır diye reddettiği “Berlin Açıklaması” özellikle Almanya inisiyatifinde bir AB’ye vurgu yapmaktadır. Dönme Başkanı Merkel, “ortak bir Avrupa ordusu için daha da yakınlaşmalıyız” diyerek AB’nin önümüzdeki dönemde silahlı müdahalelere hazırlanması gerektiğini vurgulamaktadır.
Refah, özgürlük ve demokrasi adına işsizliğin, yoksulluğun diz boyu olduğu, demokratik hakların kısıtlandığı, faşizmin kurumlaştırıldığı AB, Almanya ve Fransa önderliğinde emperyalist ülkelerin gerici bir ittifakından başka bir şey değildir. Bu ittifakta geçerli olan, güç ilkesidir. Kim güçlüyse diğerleri ona tabi olmak ve onun çıkarları doğrultusunda hareket etmek zorundadır. 50. yıl kutlamaları bu ilkeye göre düzenlenmiştir.

5 Mart 2007 Pazartesi

BORSALARDAKİ PANİK NEYİN İFADESİDİR?





İşin gerçeği şudur ki, dünya çapında ne yapacağını “bilmeyen” ve serseri mayın gibi yerküreyi kısa günde kırk kere kat eden muazzam miktarda sermaye vardır. Bu sermaye, bir yere gitmek için sürekli azami kar kollamaktadır. Azami karın elde edildiği yerde, cinayet pahasına da olsa, kendini yok etme pahasına da olma konaklamaktadır. Ve azami kar elde etmenin tehlikeye girdiği veya sadece bunun hissedildiği durumlar da ise o alanı (ülkeyi, şirketi) derhal terk ederek geriye enkaz bırakmaktadır.

Ekim 1929’da borsalarda yaşanan “kara Cuma” aynı yıl patlak veren dünya ekonomik krizinin habercisi oldu.

19 Ekim 1987’de Dow-Jones-İndeks’i tarihinin en derin çöküşünü yaşadı. Bu, bir „kara Pazartesi“iydi. O gün ABD’de 500 milyar dolar buhar oldu. Bütün yerkürede panik satışlar yapıldı. Ama dünya ekonomisinin yeni bir krize girme koşulları olmadığı için bu borsa krizi, borsa krizi olarak atlatıldı.

Nisan 1990’da Japon Nikkei-Hisse Senedi-İndeks’i, işlem gören değerin neredeyse üçte biri kadar geriledi. Bu borsa krizi Japonya’da ekonomik krizin (fazla üretim krizinin) doğrudan tetikleyicisi oldu. Dünya ekonomisi 1990-1994 döneminde bir fazla üretim krizi yaşadı.

Asya Krizi, 2 Temmuz 1997’de Tayland parası Baht’ın önemli derecede değer kaybıyla patlak verdi. Bu borsa krizi 1998 sonuna kadar Asya’nın başka ülkelerini de etkisi altına aldı. Sonra bu kriz, Rusya’yı da etkilediği için Asya-Rusya krizi oldu. Bu süreçte, tekelci sermaye bankaları, başka mali kurumlar, kredileri kestiler, korkunç denecek boyutlarda iflaslar yaşandı, yurtdışı borçları şişti ve bu ülkelerde, özellikle „Asya Kaplanları“ denen ülkelerde derin bir ekonomik kriz patlak verdi. Tayland’da patlak veren borsa krizi, bu ülkeleri kasıp kavuran ekonomik krizin tetikleyicisiydi. Emperyalist ülkelerde 1990-1994 ekonomik krizinden sonra yeni bir ekonomik krizin olgunlaşmış maddi koşulları olmadığı için bu kriz bölgesel kaldı, yeni bir dünya ekonomik krizine dönüşemedi.

2000 yılında Internet-balonu patlamıştı. Bu da 2000-2004 ekonomik krizinin bir tetikleyicisi oldu.

2000-2004 dünya krizinden sonra dünya ekonomisinde yeni bir kriz faktörleri giderek çoğaldı ama yeni bir krizin patlak vermesi için bu faktörlerin/çelişkilerin keskinlik derecesi henüz yeterli değil. Ama yaşanan borsa paniği, dünya ekonomisinin hiç de iyiye gitmediğini göstermektedir. Çin ekonomisinin “kriz tanımaz” büyümesi hep devam edecek sanılmıştı. Ucuz yuan Çin ekonomisi için önemli. Çin’in değerlenmiş yuan’dan yana olmadığını ve aynı zamanda ABD Merkez Bankası eski Başkanının da “Amerikan ekonomisi durgunluğa girebilir” açıklaması, borsa dünyasını paniğe sürüklemek için yetti. Ne de olsa ABD, Çin için en büyük pazar durumunda. Bu ülkede ekonominin kötüye gidişi Çin ekonomisinin doğrudan etkileyecektir. Sonuçta Çin borsasında yüzde 9’u aşan düşüş yaşandı. Çin borsasındaki düşüşü önemli borsalardaki düşüşler takip etti. Frankfurt Borsasında yüzde 2.34’lük; Londra'da Financial Times Eurotop 100’de yüzde 2.3; Paris'te CAC 40’da yüzde 2.75 değer kaybı yaşandı.  İMKB ise 14 ayın en geri seviyesine düştü.

Birkaç gün sonrasında borsalarda yeniden canlanma oldu. Ama bu geçicidir. Dünya ekonomisinin motoru konumunda olan Amerikan ekonomisinden belli bir zamandan beri büyüme oranlarında gerileme görülmektedir. Birçok meta açısından pazarda doyum söz konusudur. Bunun ötesinde Çin hariç diğer önde gelen veya dünya ekonomisinde belli bir ağırlığı olan ekonomilerde de büyüme oranları yüzde 2 civarında kalmıştır. Aslında bu ekonomilerde yaşanan, ekonomik bir canlılıktan ziyade açık bir durgunluktur. Bu durgunluk, bazı dönemlerde daha fazla büyüme, bazı dönemlerde daha da küçülme olarak görülmektedir. 

Dünya çapında firma birleşmeleri ve devralmaları rekor seviyeye çıkmıştır. 2006 yılında uluslararası alanda birleşmelerin ve devralmaların sayısı 29 000 idi. Bu birleşmeler ve devralmaların değeri 3610 milyar dolardır. Yani 2000 yılındaki rekor değer olan 3410 milyar dolardan 200 milyar dolar daha fazladır.

Uluslararası tekeller arasındaki rekabet, uluslararası alanda birleşmeleri veya devralmaları kaçınılmaz kılmaktadır. Uluslararası alanda rekabet etmek isteyen, dünya pazarlarında payını korumak ve de artırmak isteyen her tekel, alanındaki başka tekelleri (sermayeyi) yutmak zorundadır, yani birleşmek zorundadır. Bu durum, kaçınılmaz olarak devasa boyutlarda sabit sermaye kıyımına, yok edilmesine neden olmaktadır. Teknolojinin yoğun bir şekilde üretim sürecinde kullanılması, bir taraftan “eski” teknolojiyi ifade eden sermayenin yok edilmesine neden olurken, diğer taraftan da üretimde verimliliğin sıçramalı artışını beraberinde getirmektedir. Sermaye kıyımı ve modern teknoloji, aynı zamanda işçilerin sokağa atılması anlamına gelir. Tüketici konumunda olan insanların işsiz kalması, alım gücünün düşmesi demektir. Alım gücünün düştüğü bir toplumda, verimliliğin sıçramalı artışı da göz önünde tutulursa, pazarlar satılmayan mallarla dolup taşar. Dünya ekonomisi böyle bir süreç içindedir.

Şubat sonu/Mart başı dünya borsalarında yaşanan panik, her ne kadar çok yakın gelecekte patlak verecek bir dünya ekonomik krizinin habercisi olmasa da dünya ekonomisinin yeni bir krize doğru ilerlediğinin açık bir ifadesidir.

1 Mart 2007 Perşembe

BORSALARDAKİ DALGALANMALAR


 
BORSALARDAKİ DALGALANMALAR 

Şubat sonu Mart başı (2007) itibariyle dünya borsalarında sert düşüşler oldu. Borsa değerleri Arjantin’de yüzde 12,6; Brezilya’da yüzde 11,9; ABD’de yüzde 5,8; Japonya’da yüzde 8; İngiltere’de yüzde 6; İspanya’da yüzde 8,1; Rusya’da yüzde 20,1; Tayland’da yüzde 13,8; Türkiye’de yüzde 11, Çin’de yüzde 9 oranlarında geriledi.