deneme

29 Haziran 2007 Cuma

AB’DEN GERİYE KALAN…





21-22 Haziran’da Brüksel’de gerçekleştirilen AB-Zirvesi, bu ekonomik entegrasyonun ne durumda olduğunu gözler önüne sermektedir.  Zirve sonrasında AB’nin durumunu en iyi bilenlerden biri olan İtalyan Başbakanı R. Prodi’nin yapmış olduğu açıklama, AB’ye umut bağlayanlar açısından hiç de umut verici değildi. Prodi, birçok ülkenin çalışma ruhunu kaybetmesinden, Avrupa ruhunu yitirmelerinden, bir adım geriye gidildiğinden, ilerlemek için ortak iradenin kalmadığından,   gördüğü manzaradan acı duyduğundan, bazı ülkelerin Avrupa'nın her duygusal unsurunu reddetmedeki inatçılığının kendisini incittiğinden bahsediyordu.

Bu zirve, genişleyen AB’nin siyasal birliğini sağlama yolunda ilerlediğini değil, ekonomik bir entegrasyon olmaktan bir milim sapmadığını ve AB içinde iki Avrupa’nın olduğunu bir daha ortaya koymuştur.
Avrupa’yı, AB’leştirmek isteyen güçlerin başında Almanya ve Fransa gelmektedir. Buna karşın AB’nin rolünü „ulusal hedef“in ötesine geçirmek istemeyen güçlere de İngiltere örnektir.

Özellikle Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun yıkılmasından sonra şiddetlenen iç rekabetin şekillendirdiği AB, bu zirvenin de gösterdiği gibi siyasal bütünleşmeye, derinleşmeye doğru ilerleyen bir AB’den oldukça uzaktır. Diyebiliriz ki, tam tersi söz konusudur.

AB’nin aşamadığı ve bu gidişle de aşamayacağı „kırmızı çizgiler“ vardır. AB’nin geleceğini bu çizgiler belirlemektedir. Bu zirvede AB-Anayasası’nın bir hayal olduğunu bizzat AB kabullenmiştir. Anayasa, „Avrupa Anlaşması“na dönüştürülmüştür. İngiltere kendi politikamı kendim belirlerim „kırmızı çizgisi“nden bir milim sapmamıştır. Böylece ortak dış politika belirleme bir hayal olmuştur. Bunun ötesinde İngiltere, iç politikada da (adalet ve içişleri) hükümranlık haklarından vazgeçmeyeceğini bir kez daha açıklamıştır.

Fransa, rekabet konusunda tavrını koydu. Sarkozy, „serbest ve çarpıtılmamış rekabet“ kavramını AB’nin amaçlar listesinden çıkarttı. Böylece Sarkozy, AB’nin geleceğini değil de, neoliberalizmin her biçimini tepkiyle karşılayan Fransız seçmenlerini memnun etmeyi tercih etti. Bunun ötesinde Sarkozy, bu çıkışıyla gerektiğinde „AB değerlerini“ ayaklar altına alarak Fransız tekelci sermayesinin çıkarlarını; ulusal çıkarları savunabileceğini açıklamış oluyordu.

Bu arada Alman hükümeti de, Almanya'daki önemli kuruluşların yabancıların eline geçmesini engellemek, Almanya'nın önemli kuruluşlarının yabancılar tarafından satın almalarını önlemek için, ABD ve Fransa'daki uygulamaları örnek alan önlem almaya başladı.
Böylece ulusal çıkarların, ortak çıkarların önüne geçtiği bir AB var artık.  

“Anayasalı değerler” AB’siyle AB içinde rekabet, Almanya ve Fransa gibi belli ülkelerin AB üzerindeki hâkimiyeti örtülmek isteniyordu. Zirve, “anayasalı değerler” AB’sinin artık tarih olduğunu gösterdi.

Anayasa ile „değerler Avrupa“sı oluşturulacaktı. Ötesinde AB’yi bağlayan karar mekanizması işlevsel kılınacaktı. Böylece „AB Başkanı“, „AB Dışişleri Bakanı“ gibi kurumlar oluşturulacaktı. Bayrağıyla, sembolleriyle, ortak değerleriyle AB bütünleşecekti. Ama Brüksel zirvesi hayal edilen AB’yi tarihe gömdü. Yerini, 2009’da yürürlüğe girecek „Avrupa Anlaşması“ aldı.
    
AB’nin durumundan memnun olmayan; istenilen hızda, kapsamda ve yapılanmada gelişmenin olmadığından yakınan ülkeler, kararların oybirliği ile alınması ilkesinin kaldırılmasını, ayak bağı olan ülkelerin „demokrasi“ adına dikkate alınmasından vazgeçilmesini savunuyorlar. Bu ülkelere göre Avrupa, uluslararası bir oyuncu olmak istiyorsa, küçük ülkelerin, ulusal çıkar gözeten ülkelerin engelinden kurtulmalı ve hızla ilerlemek isteyen ülkelerin güçlü bir işbirliğini gerçekleştirmesine yönelmelidir.
Böylece AB’nin güçlü devletleri, Almanya ve Fransa gibi Birliğin önde gelen emperyalist ülkeleri, AB üzerindeki hâkimiyetlerini pekiştirmek istiyorlar. Ama aynı zamanda kendi aralarındaki AB’ye kim önderlik edecek, Fransa önderliğinde bir AB mi yoksa Almanya önderliğinde bir AB mi rekabeti de alevleniyor.
Bu olgu, AB içinde sadece büyük devletler ile küçük devletlerarasındaki rekabetin, sadece Amerikan yanlısı olanlarla (örneğin İngiltere) „bağımsız“ AB yanlıları (Almanya, Fransa) arasındaki rekabetin keskinleştiğini göstermiyor, aynı zamanda AB önderliği konusunda bu Birliğin önde gelen ülkeleri (Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere)arasında da şiddetli rekabeti gözler önüne seriyor. Brüksel’de bu rekabet kendini ulusal çıkarlar için didişmede, karşılıklı tehditlerde göstermektedir.

Brüksel zirvesinin de gösterdiği gibi AB, toplum tarafından reddedildiği için rafa kaldırılan ve bugün adı değiştirilen AB-Anayasası hedefinden de geri hedeflere takılıp kalmış bir ekonomik birliktir. AB, Avrupa’yı siyasal bakımdan birleştirecek hiçbir gelişme gösterememiştir.


22 Haziran 2007 Cuma

FİLİSTİN, FİLİSTİN…





Filistin’i bölünme durumuna getiren gelişmeler Oslo Anlaşmasının doğrudan bir sonucudur. Filistin direnişini kırmayı, parçalanmış topraklar üzerinde sınırları belli olmayan, coğrafi bütünlüğü olmayan güya bir Filistin devletinin kurulmasını amaçlayan Oslo Anlaşması ile Amerikan emperyalizmi ve Siyonist İsrail şimdilik amaçlarına ulaşmış oldular. Anlaşmanın karşılığı olarak Filistinlilere verilen, bugünkü gerçekliktir.
Filistin açısından Anlaşmanın sonuçları kocaman bir hiçtir.

13 Eylül 1993’ten, Anlaşmanın imzalanmasından kısa bir zaman sonra zamanın İsrail Başbakanı İ. Rabin, bir İsrail gazetesi ile söyleşisinde şunları diyordu: „Sağcıların çıkışlarını anlayamıyorum. Çünkü şimdi değişecek olan, kirli işleri bizim adımıza bizzat Filistinlilerin yapacağıdır“. Kirli iş ile Filistin direnişi kastediliyordu. Gerçekten de Filistin Yönetimi o „kirli iş“i İsrail adına üstlendi.
Bağımsız Filistin devleti şimdilik bir hayal olmuştur ve Amerikan emperyalizmi ve İsrail, böyle bir devlet kurma umudunu dahi Filistinlilerin elinden almak için her şeyi yapmaktadır.   

Oslo süreci, Filistin’de iki siyasi eğilimin siyasal yaşama hâkim olması koşullarını olgunlaştırmıştır.  Ya direnişten yanasın ya da „barış“tan yanasın! Bu “barış”, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin ve Siyonist İsrail’in çıkarlarına teslim olmaktan;  direniş güçlerini terörist olarak görmekten ve onlara karşı mücadele etmekten başka bir anlamına gelmiyor.
Gelişmeler, Oslo sonrası durumun Oslo öncesi durumdan daha kötü, daha trajik olduğunu göstermektedir.

Oslo Anlaşmasından sonra, bu anlaşmaya; Amerikan emperyalizmi ve Siyonizm’le varılan uzlaşmaya tepki olarak doğan yeni direniş hareketi Hamas‘ın, Ocak 2006’da parlamento seçimlerini kazanmasından bu yana Abbas önderliğinde El Fetih yönetiminin bir kısmı, Hamas’ı zayıflatmak ve iktidar gücü olmaktan çıkartmak için ABD, İsrail ve bir dizi Arap devletleriyle işbirliği yapmıştır.

Ocak 2006’da Hamas’ın seçimleri kazanmasından sonra Amerikan emperyalizmi, Hamas’ı tecrit etmek için El Fetih ve önderi Filistin Başkanı Abbas üzerinde baskı uygulamaya başladı. ABD ve İsrail, El Fetih’in Hamas ile koalisyon hükümeti kurmasını engellemek istiyordu. Bunda başarılı olamadılar ve Mart 2006’da koalisyon hükümeti kuruldu. Bu seferde ABD, bu koalisyon hükümetinin yıkılmasını örgütlemeye girişti. Bu amacına ulaşabilmek için başta Almanya olmak üzere AB ile işbirliğini kapsamlaştırdı. Koalisyon hükümetini zor durumda bırakmanın en önemli araçlarından birisi, Otonomi İdaresinde çalışanların maaşlarının ödendiği ödemeler olduğu için, bu ödemeler durduruldu. Böylece hükümete karşı kitlesel bir kalkışma kışkırtılmış olacaktı.

ABD-AB-İsrail planı, El Fetih’in hâkim olduğu Güvenlik Güçleri üzerine kurulmuştu. Bu güçler hem Arafat döneminde hem de sonrasında maaşlarının artırılması ve başka sosyal haklar için dönem dönem silahların da kullanıldığı gösteriler örgütlemişlerdi. Hamas ağırlıklı hükümetler döneminde bu türden gösteriler sıklaşmış ve şiddet dozajı da artmıştı. ABD ise Abbas’ı, hükümeti görevden alması ve sıkıyönetim rejimi kurması için sıkıştırmaktaydı. Abbas, „kan dökülmesinden yana“ olmadığı için ABD, o dönem bu çabasında başarılı olamadı.

Böylesi koşullarda Abbas ve hükümet başkanı İsmail Haniye, Eylül 2006’da koalisyon hükümeti kurmak için anlaştıklarını açıklamışlardı. Ama silahlı gösteriler, Abbas’a bağlı güçlerin provokasyonları, ortamı daha da germiş ve Abbas, hükümeti feshedeceğini ve yeni seçimlere gidileceğini açıklamak zorunda kalmıştı. Ama genel durum kendi aleyhine olduğu için bu açıklaması da sonuçsuz kaldı.

ABD’nin engelleme çabalarına rağmen Mart 2007’de yeni bir koalisyon hükümeti kuruldu. Bu „ulusal birlik“ hükümetinin de işlevsiz kalması için ABD-AB ve İsrail zorluk çıkartmaya ve provokasyonlar örgütlemeye devam ettiler. Abbas’ın Dahlan’ı kendi güvenlik danışmanı olarak ataması, Hamas’a karşı başlı başına bir provokasyondu. Nitekim Hamas, bu atamadan sonra hükümetteki işbirliğini gözden geçireceğini açıkladı.

Hamas’a karşı harekete geçmesi için Abbas’a çağrı yapmanın artık bir anlamı kalmadığı görüşüne varan ABD ve İsrail, Hamas ile El Fetih arasındaki askeri güç dengesinin Hamas lehine olduğunu gördükleri için, Abbas’a bağlı Güvenlik Güçlerinin yoğun silahlandırılması için bir program hazırladılar. Bu program yeni silahlarla donatılmayı ve askeri eğitimi de içeriyordu.
 
İsrail verilerine göre 3700 kişiden oluşan Başkanlık Muhafız Kıtası 4700 kişiye çıkartılacak ve modern silahlarla donatılacaktı. Bu amaç için ABD Kongresi 59 milyon dolarlık bir bütçede karar kılmıştı. Son bir kaç ay içinde özellikle Mısır ve Ürdün üzerinden Abbas güçlerine önemli miktarda silah verildi. Sevkiyat İsrail güvenlik güçlerinin örgütlemesi sayesinde gerçekleştirildi.

500-600 kişiden oluşan gruplar, Mısır’da askeri eğitimden geçtikten sonra İsrail‘in onayıyla Gazze Şeridi’ne geçtiler. Ürdün’deki kamplarda askeri eğitim görenle de Batı Şeria’ya kaydırıldılar.

Gazze Şeridi’ndeki El Fetih güçleri yenilgiye uğradı. Bir kısmı Hamas’a karşı silah kullanmak istemedi. Gazze Şeridi’nin Hamas’ın eline geçmesinden sonra Abbas, El Fetih hâkimiyetini Batı Şeria’da istikrarlaştırma adımları atmaya başladı. ABD-AB ve İsrail, bu tedbirlerinden dolayı Abbas’ı desteklendiklerini açıkladılar.

Abbas, İsmail Haniye önderliğindeki koalisyon hükümetini feshettiğini ve kendisi tarafından atanan bir sıkıyönetim hükümeti oluşturduğunu açıkladı. Abbas’ın bu adımı da ABD-AB ve İsrail tarafından destekleniyor. Abbas, destekçilerinin istediği Amerikancı ve Siyonist İsrailci Salam Fayad’ı, Başbakan olarak atadı. Şimdi ABD-AB ve İsrail, „Filistinlilerin kalbini ve kafasını kazanma mücadelesinde“ Başkan Abbas’ın yanında olunması gerektiğini açıklıyorlar. Ötesinde, İsrail’in şimdiye kadar ödemediği 600 milyon dolar tutarındaki vergilerin ödeneceği, başta AB olmak üzere başka uluslararası kurumlardan mali yardımların yeniden verilmeye başlanacağı açıklandı.

Filistin, coğrafi bakımdan iki parçadan oluşmakta: Gazze ve Batı Şeria. İsrail tarafından işgal edilmeden önce Gazze, Mısır’ın ve Batı Şeria da Ürdün’ün işgali altındaydı.  Farklı işgal güçleri, ülkenin her iki kesiminde de farlı şekillenmeye yol açmış ve İsrail’in, Filistin’i coğrafi olarak 1948’de ikiye bölmesinden bu yana her iki kesim arasında canlı bir ilişki de engellemiş oluyordu. Bugünkü durum ise,    Filistin toplumunda Gazze-Batı Şeria ayrımını güçlendiren faktörlerin önünü açmıştır.

Oslo süreci, Filistin direnişini kıran, emperyalizmle işbirliğine hazır güçlerin güçlenmesine olanak sağlayan bir süreç olmuştur.    El Fetih ve Hamas, emperyalizmin, “böl ve yönet” taktiğini başarıyla uygulamasının aracı konumuna düştüler.

13 Haziran 2007 Çarşamba

G8- ZİRVESİNİN ARDINDAN…





BM verilerine göre, dünya nüfusunun iki misline yetecek kadar gıda maddesi üretilmektedir. Ama dünya çapında açlık sınırında olan insan sayısı 900 milyona varıyor. Günde 2 dolardan daha az bir miktarla geçinmek zorunda kalanların sayısı 2 milyarın üzerinde. Dünya çapında her gün 100 bin kişi, açlık veya ondan kaynaklanan hastalıkların kurbanı olmaktadır. Her 5 saniyede bir 10 yaş altındaki bir çocuk yetersiz beslenmeden dolayı ölüyor.

Buna karşın dolar milyonerlerinin serveti 16 trilyon dolardan 33 trilyon dolara çıkıyor.
Heiligendamm’da bir araya gelen 8 emperyalist ülkenin dünya nüfusundaki payı yüzde 13,5, ama dünya gelirinin yüzde 62,6’sına sahipler. Biraz eskimiş verilere göre, Rusya hariç diğer 7 emperyalist ülke, dünya çapında doğrudan yatırımların yüzde 66’sını; dünya üretiminin yüzde 65’ini; dünya ticaretinin yüzde 50’sini;  dünya petrol tüketiminin yüzde 49’unu; dünya enerji tüketiminin yüzde 47’sini; dünya silahlanma harcamalarının yüzde 65’ini; dünya silah ihracatının yüzde 83’ünü kontrol ediyorlar. Bu 8 ülke, yüzde 72,392 oy oranıyla BM’e; yüzde 58,11 oy oranıyla IMF’ye ve yüzde 45,76 oy oranıyla da DB’na hâkim konumdalar.

Dünyayı yeniden paylaşmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet eden bu ülkeler, dünya politikasının ve ekonomisinin temel sorunlarını tartışmak ve “çözüm yolları” üretmek için 6-8 Haziranda Almanya’da toplandılar. Sonuç, kocaman bir fiyaskoydu.

Basına bakacak olursak daha toplantı başlamadan önce, ön görüşmelerde zirvenin iki temel konusu üzerinde anlaşmaya varılmıştı: Atmosferin kirlenmesine karşı mücadelede ABD de bir şeyler yapacak duruma gelmiş ve Afrika için milyarlarca dolara varan „yardım“ kesinleşmişti.

Gerçekler ise tamamen başka.
Geçen yılki G-8 toplantısında, Afrika için yeni bir dönemin başladığı, bu kıtadaki bazı ülkelerin borçlarının silineceği, hastalıklarla mücadele edileceği, açlığın önleneceği dönem başkanı Blair tarafından açıklanmıştı. Sonuç ortada…  
Bu yılki toplantıda da Afrika gündemdeydi. Bu 8 haydut ülkenin sorunu,  “Afrika ülkelerinde yaptıkları yatırımlara hukuki güvence sağlayacak tedbirlerin tartışılması"  olduğu için Afrika’yı gündeme almışlardı. Yani Afrika üzerine rekabeti tartışmak istiyorlardı. “Yardımsever” olduklarını göstermek için de 60 milyar dolarlık bir yardımdan bahsettiler. Bu, sadece, ne zaman gerçekleştirileceği belli olmayan bir söz vermeydi.    

Küresel ısınmaya yol açan kimyasal salgıları sınırlandırmak için ortak politika tespiti de her zaman olduğu gibi yine ortada kaldı; hiç bir bağlayıcılığı olmayan birkaç genel formülasyonun, temenninin ötesine geçilemedi.

Irak savaşı, İran’a karşı tutum, genel olarak Ortadoğu sorunu gibi esas tartışmalı konular ya hiç ele alınmadı ya da önemsiz sorunlarmış gibi ele alındı.   

Ekonomi alanında spekülatif sermayenin devlet kontrolüne alınması -ki bu, zirvenin en önemli gündem maddelerinden biriydi- konusunda anlaşmaya varılamadı.

Açık olan şu ki, bu zirve ABD, AB ve Rusya arasındaki rekabetin gölgesinde geçmiştir: AB, Amerikan emperyalizmiyle dünya pazarlarında rekabet edebilmek için Rusya yanlısı tavrını sergilemiştir. Rus emperyalizmi, Amerikan emperyalizminin ve dolayısıyla NATO’nun Doğu Avrupa’ya ve eski Sovyetler Birliği ülkelerine yerleşmesinden rahatsız olduğu için „soğuk savaş“a geri dönüşten bahsetmiştir. AB ise özellikle enerji kaynaklarını tek başına ABD’ye teslim etmemek için, bir yandan ABD karşısında Rusya’ya “anlayış”  gösterirken, diğer taraftan da ortak AB-dış politikası ve kendi askeri gücünü oluşturma çabası içindedir.

Kısaca: Zirve katılımcıları arasında gösteri amaçlı bir birlik vardı. Bütün dünyaya, sorunları birlik içinde ele alıyoruz, çözümler üretmek için çaba harcıyoruz; “dünya hükümetiyiz” mesajı verilmek istendi. Kapalı kapılar ardında ise kıyasıya rekabet edildi, karşılıklı yoklamalarda bulunuldu, tehditler savruldu. 

Almanya’da önde gelen burjuva basın, Avrupalı katılımcıların, ABD karşısında „blok“ oluşturmasını zirvenin en önemli sonucu olarak değerlendirdi.  Bu, doğru bir tespittir.

Bu seneki G8 zirvesine karşı protestolar, bazı açılardan üzerinde en çok konuşulacak veya da konuşulması gereken eylemlerden birisidir.  Reformist güçlerin; Almanya-Attac’ın  “küreselleşme”yi yeni bir olguymuş gibi öne sürerek ve Amerikan emperyalizmini hedef göstererek, Alman emperyalizmini ve bir bütün olarak AB’yi hedef olmaktan çıkartma çabası ve Alman polisiyle işbirliği bu seferki protestolarda çok bariz bir şekilde görüldü.  
  
Burjuva medyada protestolar, „olay çıkartmaya hazır“ olan, „olay çıkartan“, polisi „kışkırtan“ güçlerin eylemleri önplana çıkartılarak ele alındı. Birtakım anarşizan güçlerin eylemleri, protestoları gözden düşürmek, birkaç “serseri”nin işi olarak göstermek için kullanıldı. Provokasyonların esas örgütleyicisi ise polisin kendisiydi. Açık ki, sokakları “işgal” edenler arasında bolca ajan provokatör vardı. Önemli olan, dünya kamuoyuna bir avuç „serseri”nin eylemini, polise taş atan “protestocu” sivil polisleri, ajan provokatörleri göstererek, protestoların amacını gizlemekti. Açık ki, Alman polisi on yıllardan bu yana ilk kez bu kapsamda güvenlik güçlerini seferber ederek, kitlesel eylemleri bastırmak için deneyim kazanmaya çalışmıştır.

Sorunun esas yanı, Alman polisinin tavrından ziyade Attac’çıların tavrıdır. ASF’nun bu hâkim güçleri, Alman polisini „yatıştırıcı“ tavrından dolayı övmüşler ve protestocuların polise saldırdığından bahsetmişlerdir. Attac’ın açıklamasında „Polis memurlarına fiziki saldırıyı sert bir şekilde mahkûm ediyoruz… Sizi artık (aramızda) görmek istemiyoruz“ denmiştir. Bu, provokasyonların esas sorumlusu polisin yanında yer almaktan öte „antiküresel hareketi“ bölme çabasıdır aynı zamanda. Benzeri provokasyon 2001’de İtalyan polisi tarafından Cenova’da örgütlenmişti. 

Sadece bu zirvede değil, daha önceki birkaç zirvede ve ASF’nda olduğu gibi, Attac’çı güçler, protestoları sadece Amerikan emperyalizmine yönelterek AB’yi hedef dışı bırakmak için sürekli çaba harcamışlardır. Bu reformist ve pasifist güçler, “küreselleşme”yi Amerikan emperyalizminin yayılmacılığıyla eş anlamlı kullanmaktalar. “Küreselleşmeye karşı mücadele”, “savaşa karşı mücadele” adı altında Amerikan emperyalizmi karşısında kendi devletlerini veya bir bütün olarak AB’yi güçlendirmeye çalışmaktalar. Özellikle Almanya-Attac, ideolojik ve siyasi bakımdan da her olanağı kullanarak Amerikan emperyalizmine karşı “antiküresellik” adı altında Alman emperyalizmini ve onun saldırganlığını hedef olmaktan çıkartmaya çalışmaktadır. Irak’a saldırı öncesinde ve hemen sonrasında Almanya-Attac’ın, başta Almanya olmak üzere bir bütün olarak AB’yi “barış meleği” gösterme çabası, bu reformist ve pasifist çevrenin amacını ele vermekteydi.

“Küreselleşme”nin yeni bir olgu olmadığını, daha 1848’de Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da kapitalizmin gelişmesiyle ilgili olarak ”kürselleşme”den bahsettiklerini günümüzde en gerici burjuva politikacılar dahi kabul etmektedir. Üretim biçimi olarak kapitalizmin dünya çapında gelişmesini, diğer bir ifadeyle sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasından başka bir anlamı olmayan “kürselleşme”yi, bu güçlerin yeni bir olgu olarak göstermesinin ardında yatan, dikkatleri Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti için rekabetine çekmektir. Bu aklı evvel güçler, AB’nin, dolayısıyla Alman emperyalizminin dünyayı yeniden paylaşma mücadelesinde en önemli rakibinin Amerikan emperyalizmi olduğu anlayışındalar. Bu nedenle protestoların merkezine Amerikan emperyalizmini koyuyorlar ve onbinlerce insanın katıldığı bu kitlesel eylemleri, Amerikan emperyalizmi karşısında AB’nin ve de Alman emperyalizminin güçlenmesi için kullanıyorlar. Almanya-Attac’ın, G8-protestolarında göstericilere karşı polisin yanında olma tavrı başka türlü açıklanamaz. Bunun ötesinde O. Lafontaine, H. Geissler gibi Alman tekelci sermayesinin en has savunucularının da üyesi olduğu Almanya-Attac’tan başka bir şey de beklenemez.
Almanya-Attac, onbinlerin katıldığı bu türden protestoları gerici bir kitle hareketine dönüştürmeye çalışmaktadır.

“Küreselleşme”nin yeni bir olgu olduğundan bahseden başka bir küçük burjuva çevre de, uluslararası tekellerin dünyaya hâkimiyetinden hareketle ulusal devletler çağının geride kaldığından veya ulusal devletlerin giderek önemsizleştiğinden bahsetmektedir. Bu aklı evvellere göre, uluslararası tekellerin dünyaya hâkimiyeti söz konusu olduğu ve dolayısıyla ulusal devletler önemsizleştiği için dünyayı yeniden paylaşmak isteyen emperyalist ülkeler arasında savaşlar da tarih oluyormuş. Son on-onbeş senelik süreçte yaşanan emperyalist savaşlardan, işgallerden ve tehditlerden ders almayan neoliberalizmin bu ideologlarına Alman devleti Heiligendamm’da anlamlı bir ders verdi.

Emperyalist güçlerin “yeni” savunucularının bir bölüğünü de bazı “hükümet dışı örgütler” oluşturmaktadır. Emperyalist politikaların nasıl uygulanması gerektiği konusunda emperyalist efendilerine; finansörlerine akıl veren bu kuruluşlar, özellikle rekabetin çok keskinleştiği ülkeler ve bölgeler başta olmak üzere bütün dünyaya yayılmışlardır.

Emperyalist savaş, tehdit ve talandan kaynaklanan sorunların nasıl çözüleceği bu kuruluşları hiç ilgilendirmemektedir. Onları ilgilendiren şudur: Talanın, baskının ve işgalin en iyi nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği konusunda; emperyalist güçlerin gerçekleştirdikleri savaşların, katliamların “demokrasi götürme”nin kaçınılmaz bir sonucu olduğunun nasıl yutturulması gerektiği konusunda; açlığa, salgın hastalıklara karşı mücadele adı altında “sosyal” yıkımın nasıl modernize edilmesi gerektiği konusunda emperyalist efendilerine öneriler sunmak, akıl vermek. Bu kuruluşlar, kitlesel gösterilerle, örneğin müzik şölenleriyle toplanan “yardım”larla emperyalist talanın bir tercih politikası olduğu, doğru öneriler kabul edilirse bağımlı ülkelerdeki insanların sorunlarının üstesinden gelinebileceği mesajını vermekteler. Böylece bağımlı ülkelerde emperyalizme karşı mücadele unutturulmaya çalışılmakta ve mücadelenin yerini “sadaka” toplamak almaktadır.

Bu unsurların en önemli savı, kapitalizmin reforme edilebileceğidir. Böylece emperyalist talan, politikacıların iyi veya kötü politikasına, yani tercihine indirgenmekte; tahakküm, savaş, talan, emperyalizmin özünde yoktur denmektedir. Bu sosyal demokrat hayal, bazı “hükümet dışı örgütler” tarafından sürekli yayınlaştırılmaktadır. Bu güçler de Heiligendamm’da oldukça aktiflerdi.

Antiemperyalist mücadele uluslararası örgütsel bütünlüğünden yoksundur. Faşist güçlerin de “küreselleşmeye” karşı “mücadele” ettiği günümüz koşullarında emperyalist burjuvazi ve ideologları, bazı yetmezlikleri kullanarak bir arada olması gereken güçlerin farklı yerlerde olmalarını körüklemektedir. Bunun ötesinde ve esasen, antiemperyalist mücadeleyi örgütlemesi gereken devrimci ve komünist güçlerin yetersiz kamaları, yukarıda bahsettiğimiz güçlerin faaliyetlerini de kolaylaştırmaktadır. Antiemperyalist güçlerin, ulusal ve bölgesel birlikler; koordinasyonlar kurarak mücadeleyi uluslararası örgütleme yolunda ilerlemeleri gerektiğini yaşam göstermektedir.





5 Haziran 2007 Salı

RENKLİ “DEVRİMLER” STRATEJİSİ VE „HÜKÜMET DIŞI” ÖRGÜTLER





Amerikan örgütü “Freedom House” (“Özgürlük Evi”) Venezüella’da da istikrarı bozmak için faaliyette. Daha önce Sırbistan’da ve Ukrayna’da siyasal gelişmelere Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda müdahale eden bu örgüt şimdi de Venezüella’da Chavez iktidarını devirmek için yoğun faaliyet sürdürmektedir. Bu türden “hükümet dışı” örgütlerin faaliyetleri Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti stratejisinden; renkli  “devrimler”  stratejisinden kopuk olarak ele alınamaz...   

Amerikan Emperyalizminin Renkli  “Devrimler”  Stratejisi: 
Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra burjuva medyada Orta ve Doğu Avrupa, Orta Asya ve Ortadoğu ülkelerinde muhalif güçlerin eylemlerinden sık sık bahsedilmeye başlandı. Batı’nın emperyalist burjuvazisi bu eylemleri „devrim“ olarak tanımladı. Öne sürülen, „devrim“ yapmaları talep edilen aktörler, eylemleri için medyada etkili, sembolik kavramlar kullandılar. Örneğin, Ukrayna’da „portakal devrimi“, Lübnan’da „sedir devrimi“, Gürcistan’da „gül devrimi“ gibi.
„Devrim”lerin gerçekleştirildiği veya denemesinin yapıldığı bütün ülkelerde öne sürülen aktörler, hep aynı yöntemi kullandılar. Bunun ötesinde söz konusu ülkelerde çıkarı olan emperyalist ülkelerin yönlendirdiği ve finanse ettiği güya „hükümet dışı örgütler“ ve onların söz konusu ülkelerdeki şubeleri, mali, teknik destek sunarak, taktik vererek aktörlerinin eylemlerini yönlendirdiler ve bugün Venezüella’da olduğu gibi yönlendiriyorlar…

Demokrasi dedikleri ve „hükümet dışı örgütler“…
CIA’nın kirli işlerini artık, „sivil toplum“un „hükümet dışı” örgütleri üstlenmiş durumdadır. Şüphesiz ki, daha önceki dönemlerde de „hükümet dışı” örgütler, yani vakıflar, yardım örgütleri vs. CIA’nın yardımcısı konumundaydılar. Ama dün „gizli“ yapılan, bugün neredeyse açıktan açığa demokrasi adına yapılıyor. Amerikan emperyalizminin belli kurumlarında „iktidar değişimi“ planları yapılıyor ve sonra da „hükümet dışı” örgütler iş başı yapıyorlar. Yöntem hemen hemen aynı: Doğu Avrupa ve Kafkas bölgesi ülkelerinde görüldüğü gibi öne sürülen aktörler, Gandi’nin şiddete dayanmayan geleneğine ve revizyonist bloğu yıkan hareketlere atıfta bulunarak harekete geçiyorlar. Gösteriler, görünüşte kendiliğinden patlak vermiş oluyor. Ama her bir gösteri en ayrıntılı bir şekilde planlanıyor ve örgütleniyor. Özellikle seçimler, „despotik“ rejimleri devirmek için kullanılıyor. İktidarın seçime hile karıştırma ihtimali yüksek sesle işleniyor, bu dönemde sıklaşan gösterilerin temel konusu oluyor ve seçimler uluslararası seçim gözlemcileri ve muhalefet tarafından izleniyor...  
Seçim komiteleri, mevcut iktidarı devirmek için faaliyet gösteren önderlik organlarına dönüştürülüyor. Kiev’de seçim komitesi hızla „Devrimci Komando Merkezi“ne dönüşüyor, Komitenin „otomobilleri ve telefonları, ayaklanmanın iletişim merkezleri oluyor ve aniden, artık seçim gözlemciliğini değil, iktidar değişimini finanse etmek için ABD’den para akmaya başlıyor („Frankfurter Allgemeine“ gazetesi-Almanya).

„Hükümet dışı” örgütler işbaşında…
„Mevcut Tehlikeye Karşı Komite”(CPD): ABD’de 2004’ün yazında „Mevcut Tehlikeye Karşı Komite” üçüncü defa kuruldu. Geçen yüzyılın ‘50’li ve ‘70’li yıllarında bu komite “Sovyetler Birliği’ne ve sosyalist devlet sistemi”ne karşı mücadelenin kamuoyunda meşrulaştırılmasına ve koordinesine hizmet ediyordu. Bu komitenin yeniden kurulmasının inisyatifçisi “Demokrasileri Savunma Vakfı”ydı.  Bu da eski Sovyetler Birliği nüfuz alanında ve aynı zamanda dünyanın başka yerlerinde de darbe ve rejim devrime eylemlerini hazırlayan, yönlendiren ve finanse eden Amerikan kurumlarından birisidir. CPD’nin başkanı CIA’nın eski başkanı (1993–1995)  James Woolsey’dir.
CPD’ye verilen görev, bu “hükümet dışı“   örgütlenmenin Amerikan emperyalizmi açısından ne denli önemli olduğunu da gösterir: Bu „sivil kuruluş“a, mümkün olan bütün araçları kullanarak  „özgürlük“ ve „demokrasi“yi dünya çapında yayma misyonu verilmiştir. Mümkün olan bütün araçlardan anlaşılması gerekenin ne olduğu herhalde tartışma götürmez ve bu örgütün faaliyeti de bundan ne anlaşıldığını açıkça göstermektedir. Bu örgüt, bütün dünyaya „özgürlük“ ve „demokrasi“ yaymak için yaklaşık 40-50 kadar ülkede „en son diktatörü“ de devirene kadar mücadele etmekle görevlidir. Söz konusu „diktatör”lerin ülkelerinde „rejim değişimi”nin gerçekleştirilmesi için yapılması gereken her şey yapılmalıdır. Bunu gerçekleştirmek için CPD, kendine bağlı bir yapılanmaya gider: CPD-Enternasyonal’i kurar. Bu kuruluşun ikinci başkanlığına Çek Cumhuriyeti eski devlet başkanı Vaclav Havel, İspanya’da eski başbakanlardan José Maria Aznar ve ABD’nin eski Dışişleri Bakanlarından George Shultz getirilirler. CPD-Enternasyonal’in kurulmasından sonra çok sayıda günlük gazetede ABD’den ve Avrupa’dan 115 „siyasal şahsiyet“in imzaladığı bir açık mektup yayımlanır. Bu mektupta imzacılar, AB ve NATO ülkeleri devletlerini Rusya’ya karşı daha sert bir tavır almaya çağırırlar, Rusya’nın komşuları ve enerji güvenliği için tehlikeli bir tutum sergilediğinden bahsederler.

„Demokrasi Ulusal Vakfı”(NED): Bu vakıf, bir çatı örgütü konumundadır. NATO eski başkomutanı Wesley Clark’ın yönettiği bu vakıf 1983’te kurulmuştu. Daha ziyade Amerikan Dışişleri Bakanlığı tarafından finanse edilir ve merkezi Washington’dadır.  2006 yılı bütçesinde bu vakıf için planlanan ödenek 80 milyon dolardı. Bu vakfın ne işe yaradığını kurucularından Allen Weinstein 1991’de bir cümleyle ifade ediyordu: „Bugün yaptığımız şeylerin çoğu 25 yıl önce CIA tarafından gizlice yapılıyordu“. NED, uluslararası faaliyetini başka kuruluşlar ile koordinasyon içinde sürdürmektedir. Parti kurumlarından NDI(1)  ve IRI, sendika birliği AFL/CIO’nun yurtdışında faaliyet sürdüren şubeleri, İşveren birliği ACILS’ın (“Uluslararası Emek Derneği Amerikan Merkezi”)  şubeleri veya CIPE (“Uluslararası Özel İşletmeler Merkezi“) NED’in uluslararası faaliyetinin araçlarıdır.

“Freedom House”: 1941’de kurulmuş olan bu Amerikan „hükümet dışı“ örgüt, aynen CPD gibi CIA eski direktörlerinden James Woolsey tarafından yönetilmektedir. Merkezi Washington’da olan bu örgütün bütün dünyada şubeleri vardır. Örgütün amacı şöyle açıklanmakta: „Freedom House için önemli olan,  rejim devirmek değildir. Bu, vatandaşların görevidir. Biz, sadece, seçmenlere, oylarının değeri olduğunu ve iktidar sahipleri karşısında duydukları korkuyu aşabileceklerini apaçık göstermek için araçlar sunmaktayız“. Program müdiresi P. Schriefer de, örgütün amacını „Biz, sadece, demokrasinin nasıl işlevsellik kazandığını dünyaya kavratıyoruz ve nerede demokrasinin olmadığını ve nasıl teşvik edilebileceğini gösteriyoruz“.

Amaca ulaşmak için pratik faaliyet: Bu örgüt ve başka „hükümet dışı“ örgütler,  ABD içinde ve dışında eğitimcileri eğitmek için eğitim kursları örgütlüyorlar ve onları, faaliyet gösterecekleri yerler için hazırlıyorlar. Eğitilen eğitimciler de faaliyet alanındaki aktörleri eğitiyorlar ve faaliyetlerini koordine ediyorlar. Eğitimciler, iktidar değişiminin gerekli görüldüğü ülkeleri sık sık dolaşarak renkli „devrim“leri örgütlüyorlar. Özellikle Freedom House’un çabasıyla „sivil direniş“ adı altında rejim devirme faaliyetlerinin yer aldığı temel kitaplar bol miktarda dağıtılıyor .(2)

 “Açık Toplum Enstitüsü”-“Uluslararası Doğuş Vakfı”: Kumarbaz Soros tarafından finanse edilen bu örgütler, “rejim devirme” faaliyetlerinde önemli bir rol oynamaktalar. Merkezi New York’tadır ve dünyanın birçok yerinde de şubeleri vardır. Soros’un örgütleri, muhalif hareketlerin en önemli para kaynaklarındandır. Macar asıllı bu kumarbazın örgütlerine verdiği direktif şudur: “Eski Sovyetler cumhuriyetlerindeki sivil kurumları ve demokrasiye doğru her kıpırdanışı desteklemek”. “Açık Toplum Enstitüsü”nün şefi bayan L. Silber örgütün amacını şöyle açıklıyor: “Öncelikle vakfın amaçları doğrultusunda hareket eden, demokrasi götüren bağımsız, partiler üstü bir örgütüz”. Soros örgütleri, bu amaca ulaşmak için, örneğin Ukrayna veya başka ülkelerdeki muhalefetle hiçbir şekilde doğrudan ilişki kurmuyorlarmış. Sadece ve sadece programlar ve projeler destekleniyormuş, burslar veriliyormuş ve seçim gözlemcileri yetiştiriliyormuş! Ne kadar masum bir açıklama ve ne kadar “yüce”, enternasyonal bir dayanışma!

Amerikan stratejisinin pratikte sınanması:
Yugoslavya örneği: 1999’da NATO’nun Yugoslavya’ya karşı savaşında sonuç alınamadı. Ülke tahrip edilmiş, alt yapısı yıkılmıştı ama S. Miloseviç iktidarı devrilmemişti. Miloseviç’i devirmek için 2002 seçimleri kullanıldı. Miloseviç iktidarına karşı muhalefetin planlanması ve örgütlenmesi, sonraki renkli veya „sessiz devrim“ler için model olarak alındı. Muhalefetin aktif bileşenlerinden birisi gençlik ve öğrenci örgütü „Otpor”du. Bu örgüt yurt dışından finanse ediliyordu. Freedom House, muhalefete Gene Sharp’ın kitabından 5000 adeti bağış olarak verdi ve “Otpor” da onun tezlerini el kitabı biçiminde basarak yaydı.
Sonrasında eski „Otor“ aktivistleri Belgrat’ta „Zora Dayanmayan Direniş Merkezi“ni kurdular. ABD tarafından finanse edilen bu merkez çalışanları, rejim değişikliği öngörülen ülkelere giderek oradaki muhalefeti eğittiler.

Ukrayna ve Gürcistan: Amerikan jeopolitikacısı Z. Brzezinski, “Yegâne Dünya Gücü…” kitabında Ukrayna’nın Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası stratejisindeki önemi hakkında şunları der: Ukrayna, Avrasya satranç tahtasında yeni ve önemli bir alandır, jeopolitik bir dayanak noktasıdır. Çünkü onun salt varlığı Rusya’nın değişimine katkıda bulunmaktadır.   Ayrıca Ukrayna, enerji sevkiyatı, Kafkasya bölgesine ve Hazar Denizine yakınlığı bakımından stratejik değeri olan bir koridordur.
Bu ülkeyi kontrol altına almak için düğmeye basıldı. Amerika’nın Dışişleri eski bakanı ve “Ulusal Demokratik Enstitü” başkanı Madeleine Albright, Soros Vakfı’nın Kiev’de düzenlediği bir toplantıda (17 Şubat 2002) 280 Ukraynalı “hükümet dışı” örgüte hükümete karşı cephe oluşturmaları çağrısında bulunmuş ve 31 Mart 2002 parlamento seçimlerinin denetlenmesini talep etmişti. Sadece bu talep ve cephe oluşturması gereken güçler, Amerikan emperyalizminin Ukrayna’da “renkli devrim” için hangi güçleri harekete geçirdiğini göstermektedir.  2002’de bu yana Amerikan Dışişleri Bakanlığı NED ve parti vakıfları NDI ve IRI üzerinden Ukrayna seçimlerini yönlendirme amacıyla milyonlarca dolar harcamıştır. Soros Vakfı, Kiev’de bir şube açmıştır.
Ukrayna’da “renkli devrim” bu ülkeyi Amerikan emperyalizminin çıkarlarına sıkı bir şekilde bağlamak için gerçekleştirilmişti. Ama Ukrayna’da “portakal devrimi”nin ömrü uzun olmadı. Mart 2006’daki seçimlerden sonraki gelişmeler, her “renkli devrim”in istenildiği gibi sonuçlanmadığını gösterdi.   
Milosoviç’i devrime darbesi Belgrat’taki Amerikan elçisi R. Miles tarafından örgütlenmiş ve yönetilmişti. Aynı Miles, sonra Gürcistan’a gönderildi ve orada da aynen Yugoslavya’da olduğu gibi Şevardnadze’nin devrilmesi ve yerine Saakaşvili’nin getirilmesi darbesini örgütledi ve yönetti. ABD’de Amerikan emperyalizminin çıkarlarını savunmak için eğitilen Saakaşvili, iktidara gelmeden önce Miles tarafından Belgrat’a çağrılmış ve orada Yugoslavya’da gerçekleştirilen darbe modeli üzerinde eğitim almıştı.

Şimdi de Venezüella…
Sırbistan ve Ukrayna’daki “post modern” darbelerden sonra Amerikan örgütü “Freedom House” şimdi de Venezüella’da istikrarı bozma ve Chavez’i devirme faaliyetinde yer alıyor. İstikrarsızlaştırma stratejilerinde uzman olan P. Ackermann önderliğinde Chavez karşıtı faaliyetler ve kişiler için milyonlarca dolar toplanıyor. Ötesinde, Gürcistan’da ve Ukrayna’da kitlesel yürüyüşler örgütleyen Canvas (“Barışçıl Eylem ve Stratejiler Merkezi”)  örgütü de faaliyette. ABD’ye araştırma bahanesiyle davet edilen Venezüellalı gazeteciler Chave’e karşı yönlendirilmek isteniyor. Venezüella’daki Amerikan elçisi, Chavez’i devirme programından gurur duyulduğunu açıklıyor.
“Freedom House”un mali desteğiyle basılan ve dağıtılan bildirilerle Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna’da dağıtılmış olan bildiler arasında oldukça büyük bir benzerlik var. Bu bildirilerle kitlesel yürüyüşe çağrı yapılmaktadır.

Karşı devrimci güçler, Amerikan emperyalizminin ve oligarşinin borazanlığını yapan televizyon kanalı RCTV’in yayın ruhsatının uzatılmamasını bahane ederek yeni bir darbe girişimi için harekete geçmiş durumdalar. (Bu TV’nin devlet kanalını kullanma ruhsatı iptal edilmiştir ve özel kanalları kullanma hakkı vardır).
Yugoslavya, Gürcistan ve Ukrayna gibi ülkelerde revizyonist rejimlere karşı öfkesi birikmiş insanları, birtakım vaatlerle seferber etmek, sokağa dökerek kitlesel yürüyüşler gerçekleştirmek ve seçimleri etkileyerek burjuvazinin Batı yanlı kliklerini iktidara getirmek nispeten kolay olmuştu. Ama Venezüella’da koşullar tamamen başkadır.
Venezüella’da geniş yığınların tepki duyduğu rüşvetçi, kayırmacı bir hükümet işbaşında değil. Seçime katılmış ve halkın ezici çoğunluğunun oyunu almış, oldukça popüler bir başkan önderliğindeki hükümet işbaşında. Uyguladığı sosyal programlarla halkın güven ve sevgisini kazanmış bir hükümet.
Şüphesiz, Venezüella’da emperyalizme, özellikle de ABD’ye bağımlı hakim sınıflar; oligarşinin siyasal güçleri henüz dağıtılmamıştır. Bunlar, siyasal parti olarak ve devlet ve ordu kurumlarında örgütlüdürler. Bu güçler, Chavez’i devirmek için darbe girişiminde (2002) bulundukları gibi, örgütledikleri grev ve gösterilerle istikrarsızlık ortamı oluşturmaya çalışmaktalar.
Televizyon kanalıyla ilgili kışkırtmada başarılı olamayan Amerikan emperyalizmi, istikrarsızlaştırma politikasını başka vesilelerle devam ettirmeye çalışmaktadır. Şimdi kokain kaçakçılığı bahane edilmektedir. Ve Bush, Venezüella’ya karşı askeri müdahale de dâhil bütün opsiyonların açık olduğunu her seferinde dile getirmektedir.
Amerikan emperyalizmi, Venezüella’ya müdahale durumunda bütün halkı karşısında bulacağı gerçeğini hesaba katmak zorundadır.
***
(1) “Ulusal Demokratik Kurum” (NDI), 1984’ten bu yana Demokratik Parti’nin parti vakfıdır. Merkezi Washington’da olan bu vakfın başkanı eski Dışişleri Bakanlarından M. Albright’tır. Bu bayan aynı zamanda Avrasya Vakfı’nın da yönetim kurulu üyesidir.
1983’te kurulan “Uluslararası Cumhuriyetçi Kurum” da Cumhuriyetçi Parti’nin parti vakfıdır ve merkezi Washington’dadır.
Bu her iki vakıf, gerekli örülen ülkelerde “halk hareketleri”nin ve seçimlerde kontrolün örgütlenmesi için önemli miktarlarda mali yardım sunar. Amaç, Amerikan çıkarlarına ters düşenlerin iktidardan alınmasıdır.

(2) Örneğin „sivil direniş“ gibi Guru Gene Sharp yazıları. 1973’te „Albert Einstein Kurumu“ onun zora dayanmayan eylem üzerine 198 yöntemini yayımladı. Bu bayın temel eserlerinden birisi olan „Diktatörlükten Demokrasiye-Kurtuluş İçin Konseptsel Bir Çerçeve”, kılavuz olarak kullanılması için 1993, 2002 ve 2003’te yeniden yayımladı.