deneme

30 Ağustos 2007 Perşembe

DÜNYA EKONOMİSİNİN GELİŞME SEYRİ (II)





Borsalardaki Dalgalanmalar Ekonomik Krizin Habercisidir
Dünya ekonomisi görece bir canlılık sürecinden geçmektedir. Bunun nedeni dünya çapında önemli bazı pazarların oldukça genişlemesidir. Asya’da Çin ve Hindistan, Latin Amerika’da Arjantin, Brezilya ve bazı doğu Avrupa ülkeleri bu türden pazarlardır. Bu pazarlara önemli miktarlarda yatırımlar yapılmış ve yeni işletmeler açılmıştır. Sanayi üretiminin genel seyri şöyledir:

Sanayi üretimi, 2000=100
Büyüyen ekonomiler
Ülkeler
2004
%
2005
%
2006
%
2004’e göre 2005’da +,-
2005’e göre 2006’da +,-
Çin
167,8
194,5
224,4
15,9
15,4
Güney Kore
126,3
134,1
147,6
6,2
10,1
Hindistan
124,5
134,4
148,5
7,9
10,5
Rusya
121,9
126,7
132,7
3,9
4,7
Türkiye
119,3
125,7
133,1
5,4
5,9
Polonya
124,8
129,9
145,5
4,1
12,0
Çek Cum.
125,7
134,0
149,0
6,6
11,2
Slovakya
124,2
129,0
141,7
3,9
9,8
Macaristan
121,5
129,9
143,1
6,9
10,2
Durgunluk içinde olan ekonomiler
Almanya
102,6
106,1
112,2
3,4
5,7
Fransa
102,1
102,3
102,8
0,2
0,5
İtalya
96,7
95,9
98,4
-1,1
2,6
B. Britanya
97,1
95,2
95,2
-1,9
0
ABD
100,0
103,2
107,3
3,2
4,0
Kanada
100,1
101,4
100,7
1,3
-0,7
Japonya
100,5
101,7
106,3
1,2
4,5
Kaynak: OECD

Görece canlılığın nedeni olan bu yeni pazarların da doyum noktasına varması sadece bir zaman meselesidir. Bu da çok sonrasının bir sorunu değildir.  
Gelişmiş ülkelerde verimlilik yılda ortalama olarak ancak yüzde 2 ila 4 arasında artmaktadır. Rekabet gücünü kaybetmek istemeyen her işletme bu verimlilik oranını yakalamak zorundadır. Yani teknolojisini yenilemek ve söz konusu bu verimlilik oranına denk düşen işgücünü sokağa atmak zorundadır.

Hemen bütün gelişmiş ülkelerde Brüt Yurtiçi Üretimin büyüme oranları sürekli düşmektedir. Örneğin bu oran Almanya’da 1945’ten bu yana yüzde 12’den ‚90’lı yıllarda yüzde 2’ye kadar düşmüştür. Bu oran Japonya’da ‚60’lı yıllardan itibaren düşmeye başlamıştır. ABD’de, Fransa’da, İtalya’da vb. ülkelerde de durum pek farklı değildir. Sadece Çin’de şimdilik „dolu-dizgin“ bir gelişme söz konusudur. Bu ülkede ekonomik devreviliğin yükseliş dönemi belli bir zaman sonra diğer ülkelerdekiyle aynılaşacaktır. Bundan kurtuluş yok.

Kapitalist dünya ekonomisi tarihinde şimdiye kadar görülmemiş derecede sermayenin bol olduğu, ama kar oranının da oldukça düşük olduğu bir süreçten geçmektedir. Sorunun merkezinde kar oranının eğilimli düşüş yasasının işlerliği vardır. Gerçek, reel değerler ancak ve ancak canlı iş (emek) tarafından yaratılabilir. Ama rekabet, işletmeleri sürekli olarak işgücünün az gerekli olduğu teknolojilere yatırımda bulunmaya zorlamaktadır. Böylece sermayenin organik bileşiminde canlı işin (emeğin) payını azalmaktadır. Bu sürecin sonucunda da kapitalistlerin kar oranı düşmektedir. Rasyonelleştirmeyen, işletmesini en modern teknoloji ile donatmayan kapitalist rekabet yeteneğini yitirir. Böylece kısa vadeli rekabet gücü elde etmek veya üretimi, işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırmak geçici çözümdür. Belli bir zaman sonra kar oranları yeniden düşmeye başlar. Bugün kapitalist dünya ekonomisinde yaşanan da bu süreçtir; kar oranının eğilimi düşüş yasasının etkisi.

Yüksek kar vaat eden yatırım alanı arayan sermaye miktarı dünya çapında devasa boyutlara varmıştır. Dünya çapında 2 trilyon dolar tutarında sermaye en karlı yatırım alanı aramakta ve bu nedenle de her gün dünyayı “dolaşmaktadır”. Kar oranının düşmesinden dolayı reel üretime yatırım yapmak değmediği için sermaye, “çekirge” stratejisini keşfetmiştir. Bu stratejiye göre işletmeler alınıyor ve satılıyor. Satın alınan işletmelerde ücretler veya ücretle bağlam içindeki harcamalar olağanüstü düşürülüyor, satın alınan işletmeler parçalanıyor ve ortalamadan fazla olan bir karla yeniden satılıyor. İşletme satın alan “çekirge” sermaye, aldığı işletmeyi başka bir “çekirge” sermayeye satıyor. Satın alan sermaye, satın aldığı işletmeyi kar elde ederek satıyor. Bu süreç sonunda da kar oranı belli bir aşamadan sonra yeniden düşmeye başlıyor.
Böylece sermayenin kendini değerlendirme olanakları daralıyor ve devasa boyutlarda ne yapacağını bilmeyen bir sermaye birikimi ortaya çıkıyor.  Kendini değerlendirme dürtüsüyle bu devasa boyutlardaki sermaye spekülasyona yöneliyor. Satın almak, devralmak, parçalamak, bölmek ve yeniden satmak sürecinde sermayenin belli bir aşamadan sonra gerçek değerlerle bağı kopuyor. Sermayenin gerçek değerlerle bağının kopması artık „sanal“, olmayan „değerlerin“ alınıp satılmaya başladığını gösterir. Bugün dünya mali pazarlarında yaşanan tam da budur: Hiçbir maddi değeri olmayan, kâğıt üzerinde var olan, üretimden kopmuş devasa boyutlardaki sermayenin serüveni!

Dünya ekonomisi görülmemiş bir para bolluğu içinde adeta boğuluyor. Son 10-15 yıl içinde bazı kişilerin, kurumların ve devletlerin ellerinde astronomik miktarda para birikmiştir.  
Para bolluğu, kaçınılmaz olarak düşük faizi beraberinde getirdi.”Paradan para kazanma” dürtüsü, mevcut araçları yetersiz kıldı. Klasik para kazanma araçları olan bankalara, borsalara veya bonolara yeni araçlar eklendi. Yeni araçlar üzerinden daha kapsamlı kumar oynanıyor, kazanılırsa tam kazanılıyor. Bu oldukça riskli ve karmaşık araçlarla değişik teminatlara bağlı bir dizi türev oluşturuldu. Para bol ve faiz düşük olduğu için kredi verilirken özensizlik adeta kural haline getirildi. Böylece geri ödenmesi şüpheli alacaklar oluşturuldu ve bunlara birinci sınıf kredi itibarı verildi. Sonuçta bankalar bu alacakları kontrol edemez oldular. Ve bu alacakları, yüksek getiri peşinde koşan başka bankalara, sigorta şirketlerine emeklilik fonlarına,  hedge-fonlara, başka fonlar ve özel kişilere sattılar. Küçük olunca daha hazmedilir hale geleceği için riskler, küçük parçalara bölündü ve dünyanın dört bir yanına dağıtıldı. Bu olgu üzerinden geleceği belli olmayan kredi piyasası da genişledi. 

2006’ın ikinci yarısından itibaren bu kredi ve türev bolluğunun balon gibi şiştiği ve mali bir krize yol açabileceği görülür hale gelmeye başladı.  Ve kriz, beklediği gibi ABD’de konut sektöründe patlak verdi. Düşük gelirlilere konut almaları için değişik finans kurumları tarafından açılan subprime mortgage kredilerini alanlar ve tabii ki verenler de iflas etmeye başladılar. Korkunun paniğe dönüşmemesi için devreye giren merkez bankalarının operasyonu mali piyasalarda belli bir rahatlamayı sağlasa da yatırımcıların ellerindeki diğer kâğıtların subprime mortage'lar gibi ellerinde patlayacağı endişesi yok edilemedi.   

Kapitalist dünya ekonomisinin bütün zamanların en büyük kredi balonunun patlamasıyla karşı karşıya olduğunu söylersek durumu abartmış olmayız. Dünya ekonomisinin seyri böyle bir durumla karşı karşıya kalınacağını göstermektedir. ABD’de yüksek riskli konut kredilerinden (subprime),   ipoteklerinden kaynaklanan kriz sadece bir başlangıçtır; büyük kredi balonunun patlaması için bir ilk adımdır. Hedg-fonlarda (yüksek risk alınarak,  karşılığında yüksek getiri elde etmek için oluşturulmuş fonlar; risk üzerine kumar), Private Equity‘lerde (Bir işletmeye sermaye üzerinden belli bir zaman için katılım), Carry Trades’lerde (Faizin düşük olduğu ülkelerde borçlanarak getirinin daha yüksek olduğu ülkelere yatırım yapmak veya ucuz paradan kredi alarak faizi yüksek paraya veya da para üzerinden hisse senetlerine, bonolara vb. yatırım yapma oyunu) ve Derivat’lardaki bilinmeyen ve bu nedenden dolayı da ölçüsüz işlemler, mali piyasalarda ne türden bir gelişmeyle karşı karşıya kalınacağını göstermektedir. Örneğin dünya çapında bütün Derivat’ların toplam miktarı dünya GSH’sının 6 mislini aşmaktadır. Bu durum, merkez bankalarının mali piyasalara harçlık gibi üç-beş milyar dolar sürmesiyle “normalliğe” dönülemeyeceğini göstermektedir.
 
„McKinsey Global Institute“ün açıklamasına göre mali dolaşım alanında serseri mayın gibi dolaşan spekülatif sermayenin 2005’deki miktarı 140 trilyon dolar tutarındaydı. Bu sermayenin önemli miktarı ticari bankaların kontrolündeydi. 46 trilyon dolarlık bir kısmı, herhangi bir bankaya ait olmayan mali kurumların; 1,6 triyom dolarlık bir kısmı Hedge fonlarının ve 600 milyar dolarlık bir kısmı da özel katılımcı yatırımcıların kontrolündeydi.

„Paradan para kazanma“ faaliyeti, üretimden sonra ticareti de geri planda bırakmıştır: Spekülatif sermayenin bu alandaki dünya pazarlarındaki günlük faaliyetinin hacmi 1,9 trilyon dolarla ve bütün dünyada mal ve hizmet ticaretinin hacmi de 9,1 trilyon dolarla ifade ediliyor. Yani spekülatif sermaye, ticaretin bir yıldaki getirisinin yüzde 20’sini bir günde getiriyor.

Mali piyasalarda patlak veren krizin boyutları kestirilememektedir. ABD’de 100’den fazla ipotek bankası iflas etmiş durumda Hedge fonları da arka arkaya kapılarını kapatıyorlar. Yatırım fonları da kapıları kapattığı için yatırımcılar paralarını çekemiyorlar. Giderek daha büyük bankalar krizin girdabına giriyorlar. Sorun sadece Amerikan emlak piyasasıyla sınırlı değil.

Dünya kapitalist ekonomisi için esas tehlike borsalardan, spekülatif sermayeden kaynaklanmamaktadır. Borsalarda, spekülasyonlarla ancak ve ancak gelecekte elde edilebilecek kar üzerine kumar oynanmakta, yani riskler, tehlikeler satılmakta ve satın alınmaktadır; ekonomik beklenti üzerine kumar oynanmaktadır.
Mali piyasalardaki kriz daha şimdiden mali bir tsunamiye neden olmuştur: Amerika’da patlak veren ipotek balonu dünya çapında bankaları ve bir kısım fonları etkisi altına almıştır. Sonuçta New Century Financial Corporation, Countrywide Financial,  First Magnus Financial, Accredited Home Lenders, Bear Stearns, Basis Capital Funds Management, Absolute Capital, IKB Deutsche Industrial Bank AG, Commerzbank AG, West LB, Sal. Oppenheim CIE, Sowood Capital Management, C-Bass, NIBC, UBS AG, Caliber Global Investment, BNP Paribas, Sachsen LB und Nomura Holdings Inc. vb. bankalar ve mali kurumlar bu krizden doğrudan etkilenmişlerdir. 

Amerikan konut piyasasında patlak veren bu krizin artık bu pazarla pek bir ilişkisi kalmamıştır: Amerikan konut pazarı sadece krizin ilk patlak verdiği alan olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Kriz, uluslararası mali sektörü etkisine almış ve reel sektöre de bulaşmıştır.

Marks”ın dediği gibi “Bütün gerçek bunalımların son nedeni… kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir.” (Kapital, C. 3, s. 503).

Çin ekonomisinde devam eden yükselişin, dünya ekonomisine, daha doğrusu başta ABD olmak üzere emperyalist ülke ekonomilerine biraz nefes aldırması da durumu kurtarmayacaktır. Milyarlarca insanın günde bir veya iki dolarla geçinmek zorunda kaldığı, bir milyara yakın işsizin olduğu koşullar, kitlelerin nasıl bir yoksulluk içinde olduğu ve tüketim güçlerinin ne denli sınırlı olduğunu gösterir. Üretilen her şeyin satılacağı mantığı üzerine kurulmuş kapitalist pazarın satılmayan ürünlerle dolup taşacağı dönem pek uzakta değildir. Mali pazarlarda yaşanan gelişme sadece ve sadece böyle bir dönemin; ekonomik krizin habercisidir. 

20 Ağustos 2007 Pazartesi

DÜNYA EKONOMİSİNİN GELİŞME SEYRİ (I)





DÜNYA BORSALARINDAKİ DALGALANMALAR

Neredeyse iki haftandan bu yana uluslararası mali piyasalar şiddetli bir dalgalanma içinde kıvranıyor. Mali piyasalardaki bu türden dalgalanmalar bir yıldan bu yana –geçen yılın Mayıs ayından bu yana- giderek sıklaşmakta ve şiddeti de artmaktadır. Alınan tedbirler sonucunda ve sermaye hareketinin kendi seyri içinde “yaralar” sarılıyor ve hiçbir şey olmamış gibi yola devam ediliyordu. Önemli olan, “paradan para kazanmaktı” ve “paradan para” kazanıldıkça da sorun yoktu. Aslında ekonomi, çelişkilerini biriktirerek nesnel seyri içinde ilerliyordu. Daha o zaman Amerikan mali piyasasında baş gösteren sorunlar, gelecekte nelerle karşılaşılabileceğinin habercisiydi. Amerika'da başta ipotek (“mortgage”) piyasasında karşılaşılan problemler buna en tipik örnektir. Bu seferki dalgalanmalar, sorunun salt likidite yetersizliğiyle sınırlı olmadığını göstermektedir. Merkez bankalarının mali piyasalara para sürmesi ve böylece likidite sorununa çare araması, piyasaları geçici olarak sakinleştirmekten öte bir işe yaramamıştır. Başta Avrupa ve ABD’de olmak üzere dünyanın çeşitli merkez bankalarının yüz milyarlarca doları piyasalara sürmesi, aslında yaklaşan krizin burjuvazi tarafından da görülüyor olduğunun ifadesidir. Merkez bankalarının bütün çabalarına rağmen, dünya mali piyasalarında mevcut hiçbir sorun çözüm yoluna girmemiştir. Dalgalanmalar, mali krize evrimle sürecinde ilerlemektedir.

Son birkaç günün gelişmesine bakalım:
9 Ağustos 2007’de Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Para Birim Euro'nun kullanıldığı ülkelerde piyasalara müdahale ediyor ve piyasalara 94 milyar 800 milyon Euro sürüyor. Buna rağmen Avrupa borsalarında düşüş engellenemiyor.

ABD’de ise ev kredisi piyasasında yaşanan sıkıntının küresel kredi piyasalarında çöküşe neden olabileceği endişesi borsalarda düşüşe yol açıyor ve Dow Jones, Standart and Poors ve Nasdaq endekslerinde yüzde 1,4 ila 1,7 arasında düşüş yaşanıyor. Çünkü ABD'de düşük gelir gruplarına verilen yüksek riskli ev kredisi piyasasında yaşanan krizin, genel anlamda kredilerde sıkışıklık yaratacağı endişesi borsalarda sert düşüşlere neden oluyor. ABD Başkanı Bush’un açıklaması da borsalardaki düşüşü engelleyemiyor.

10 Ağustos 2007’de Avrupa borsalarında hisse senedi fiyatları düşmeye devam ediyor. ABD’deki konut kredisi piyasasındaki sorunlu kredilerden kaynaklanan endişeden dolayı yatırımcılar yoğun satışa devam ediyorlar. Frankfurt, Paris ve Londra borsalarında açılışla birlikte sert düşüşler yaşanıyor.

Merkez bankalarının faiz oranlarını denetim altına almaya yönelik müdahalesine rağmen Uzakdoğu ve Avustralya borsalarında da düşüşler yaşanıyor. Hong Kong borsasında hisse senedi fiyatları yüzde 3'ün üzerinde değer kaybediyor. Tokyo ve Sidney borsalarında ise endeksler yaklaşık yüzde 2,5 oranında düşüşle kapanıyor.

İstanbul’da da Ulusal 100 endeks ilk seansta 292 puanlık düşüşle 49 bin 682 puana geriliyor ve hisse senetlerinin ortalama değer kaybı yüzde 0.58’e varıyor.

Gelişmeler sorunun giderek uluslararasılaştığını, salt Amerikan emlak piyasasıyla sınırlı kalmadığını göstermektedir. Bu piyasadaki dalgalanmalar başka ülkeleri de etkilediği için birçok ülkede merkez bankaları mali piyasalara müdahale etmeye devam ediyor:
Tokyo borsasının açılışında hisse senetlerinin yaklaşık yüzde 2 kadar değer kaybetmesi üzerine Japonya merkez bankası piyasalara 8 milyar doları aşkın nakit sürüyor.
Borsada yüzde 2 dolayındaki düşüşün ardından Avustralya merkez bankası da piyasaya müdahale ediyor.
Hong Kong'da da borsa güne değer kaybıyla başlıyor.

Çok sayıda Amerikalının, aldıkları evlerin ipotek bedeli taksitlerini borçlandıkları kuruluşlara geri ödeyemediklerinin “resmen” açıklanması üzerine New York ve Londra borsalarında hisse senedi fiyatlarındaki ani ve büyük değer kaybını yeni değer kaybı izliyor: New York'ta Dow Jones endeksi, yaklaşık yüzde 2,8 gerilerken, Standard and Poor's yüzde 3 ve Nasdaq da yüzde 2,2 değer kaybediyor.

Londra’da ise hisse senetlerinin değer kaybı yaklaşık yüzde 2’ye ulaşıyor. Bu gelişmeler üzerine Avrupa Merkez Bankası, piyasaları rahatlatmak için 95 milyar Avroyu (120 milyar dolar) piyasaya sürüyor. ABD’de de Merkez Bankası,  ABD bankacılık sistemine 24 milyar dolar pompalıyor.

12 Ağustos 2007’de de piyasalardaki tedirginlik devam ediyor: Merkez bankalarının, son yılların en büyük mali müdahalelerine rağmen dünyanın önde gelen borsalarında sert düşüşler devam ediyor. 
Öyle ki, ABD, Avrupa, Japonya ve Avustralya merkez bankalarının milyarlarca dolar pompalamalarına rağmen piyasalardaki tedirginlik devam ediyor.
ABD Merkez Bankasının piyasalara bir günde üç defa müdahale etmesine rağmen New York Borsası'nda önde gelen şirketlerin hisse senetlerinin cuma günü yüzde 1,5 oranında değer kaybetmesi engellenemiyor.
Düşüş oranları Paris Menkul Kıymetler Borsası'nda yüzde 3,1'i, Londra Menkul Kıymetler Borsası'nda yüzde 3,7'i ve Frankfurt Menkul Kıymetler Borsası'nda yüzde 1,5'i buluyor.
Borsalardaki değer kaybı, merkez bankalarının müdahalelerine rağmen Japonya ve Avustralya’da da devam ediyor.  

13 Ağustos 2007’de piyasalarda belli bir sakinleşme ve toparlanma yaşanıyor. Ama 16 Ağustos 2007’de borsalarda yeniden hızlı düşüşler görülüyor; ABD,  Avrupa Asya borsalarında değer kaybı devam ediyor.  

Amerikan emlak piyasasındaki kriz, salt likidite sorunuyla açıklanamaz. Bu krizin gölgesinde gelişen bir kredi krizi sorunu var. Bu, alınan kredi borçlarının ödenememesi sorunudur. Ödeme güçlerine bakılmaksızın ev kredisi verilen milyonlarca Amerikalı “subprime” diye tanımlanan ipotek borçlarını geri ödeyecek durumda değiller. Borçların geri ödenememesi sonuçta bunlara borç veren “mortgage” şirketlerini de sıkıntıya sokmuş ve bu türden bazı şirketler iflas etmişler, iflas edecek duruma gelmişlerdir. “Mortgage” şirketlerinin sıkıntıya girmesi bu şirketlere yatırımda bulunan fonları da doğrudan etkilemektedir. Bu fonların önemli bir bölümünü yüksek kar elde etmek için riskli yatırımlara giren “hedge” fonları oluşturmaktadır. Sonra sıra konut yapan inşaat şirketlerine geliyor. Konut satışlarının durması, bu şirketleri de iflasın eşiğine getirmiştir. Öyle ki, bazı küçük kapasiteli inşaat şirketleri iflas etmişler, şimdi sıra büyük kapasiteli inşaat şirketlerine gelmiştir. Bu, bu şirketlere verilen kredilerin de batması anlamına gelmektedir.
Amerikan mali piyasasında domino efektli bu gelişme bütün dünya piyasalarını etkilemektedir.     

Sonuç:
Amerikan emlak piyasasındaki kriz, bütün dünyada borsa ve mali pazarlar üzerinde etkide bulunmuştur. ABD’de emlak fiyatları, bankalar, yatırım fonları ve başkaca kredi kurumları tarafından yıllardan beri şişirilmekteydi. Öyle ki bu alandaki fiyatlar ikiye, üçe katlandı. Yani konut değerinin artması, ipoteklerin değerini de arttırdı doğal olarak. İpotek değerinin artması kaçınılmaz olarak faizlerin yükselmesine neden oldu. Sonuçta 2 milyondan fazla Amerikalı konut sahibi, borç içinde boğuldu.

Bu gelişmede çıkarları olanlar vardı. Emlak piyasasında kredilerin “makul” seviyede olmasından yana olanlar vardı. Düşük gelirli olanlar konut inşası piyasasının yükselişinden memnunlardı. İpotek bankaları, bolca kredi verdiklerinden dolayı oldukça memnunlardı. Bu bankalar, orta ve uzun vadeli riskleri başka mali kurumlara sattıklarından dolayı hiçbir riske girmeden bolca kazanmış oluyorlardı. Ve fonlar da, kredileri oldukça ucuza aldıklarından ve geri ödemelerin olacağını umduklarından dolayı yüksek kar üzerine spekülasyon yapıyorlardı.
Bu çark belli bir zaman bu oyunun aktörleri tarafından istenildiği gibi döndürüldü. Ama bankaların, fonların („Hedge fonları“) yönetim kurullarındaki bu aktörler, bu çarkın bir gün dönmemeye başlayacağını, köpüğün patlayacağını çok iyi biliyorlardı. Öyle de oldu. Olan, sıradan ev sahiplerine oldu. Borçlarını ödeyemedikleri için evlerine haciz kondu. Öyle ki bu fonlar, evlerin cebri satışından da kar elde ettiler.
Bu fonların Amerikan emlak piyasasındaki büyük oyunu, Amerikan emlak kredileriyle ilişkili olan bütün dünya borsalarını ve mali pazarlarını da etki alanına aldı. Bu oyunun dünya çapındaki sonuçlarını yukarıda verdik.

Açık ki kapitalist dünya ekonomisi 2000-2004 ekonomik krizinden sonra yeni bir ekonomik krize girme eşiğine gelmiştir. Dünya borsalarındaki bu türden dalgalanmalar yaklaşan ekonomik krizin habercisidir. Devletiyle, bankalarıyla, başkaca mali kurumlarıyla burjuvazi, birtakım tedbirler almıştır, daha başka tedbirler de alabilir, mutlaka alacaktır da. Sarkozy’nin önerdiği gibi „piyasaların denetlenmesi“ de gündeme gelebilir. (Tabii bu, „ulus-devlet“i bitiren, tarihe havale eden, yeni bir çağda yaşayan Negriciler için izahı çok zor bir duruma neden olabilir). Her halükarda, burjuvazi ne yaparsan yapsın, daha başka ne türden tedbirler alırsa alsın, yaklaşan ekonomik krizin patlak vermesini en fazlasıyla biraz geciktirmiş olur. Krizin patlak vermesini engelleyemez. Kendi nesnel yasaları doğrultusunda hareket eden sermayenin gücüne burjuvazinin tedbir gücü yetmez.
Gelecek yazıda bu gelişmenin dünya ekonomisi üzerindeki etkilerini ve genel olarak dünya ekonomisinin durumunu ele alacağız.



 




16 Ağustos 2007 Perşembe

Değişen Ne?


 
Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt, 12 Nisan 2007’de kuvvet komutanlarının da hazır bulunduğu bir basın toplantısında 27 Nisan muhtırasında da yer alan bazı konular üzerinde durmuştu.
Ordunun istediği Cumhurbaşkanını şu sözlerle tarif ediyordu: “… Seçilecek cumhurbaşkanı aynı zamanda TSK’nın başkomutanıdır. Bu yönüyle TSK’yı yakından ilgilendirmektedir. Biz hem cumhurbaşkanımızın hem de aynı zamanda başkomutanımızın Silahlı Kuvvetler ve Türk milletinin sahip olduğu cumhuriyetin temel değerlerine, anayasamızda ifadesini bulan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter yapısına bağlı ama sözde değil özde, bunu davranışlarına yansıtacak şekilde bir cumhurbaşkanının oraya seçileceğine olan inancımı belirtmek istiyorum… cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir… cumhurbaşkanı… Karar Meclis’in kararıdır”.
27 Nisan muhtırasında da aynı konuda şöyle deniyordu:“Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur”.
Y. Büyükanıt, seçimlerden sonra da 27 Nisan’da dile getirilen nasıl bir Cumhurbaşkanı sözünün ardında olduğunu açıkladı.

Seçim sonuçları ve Cumhurbaşkanı seçimi, başa dönüldüğünü göstermektedir. Bizim uygun görmediğimiz birisinin Cumhurbaşkanı olmasını kabullenemeyiz diye muhtıra veren ordu şimdi 4 ay sonra kabullenemediği kişinin Cumhurbaşkanı olmasını kabullenecek mi?
Bu kadar keskin konuştuktan, kararlılık gösterdikten sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi hareket etmek, istenmeyen kişinin Cumhurbaşkanlığını sineye çekmek, her koşul altında korunması talep edilen ordunun prestijini ayaklar altına almak anlamına gelmiyor mu? Büyükanıt’ın deyimiyle “bu yüce kurum yıpratılmış” olmuyor mu?

27 Nisan muhtırasıyla ordu, erken genel seçim yaptırmada başarılı olmuştur. 27 Nisan muhtırasıyla ordu, AKP’nin yeniden güçlü olarak tek başına hükümet olmasına katkıda bulunmuştur. 27 Nisan muhtırasıyla ordu, kabullenemediği kişiyi kendine Başkomutan seçtirmektedir.

Seçim sonunda seçim başına dönülmesi, rejim krizinin derinleşerek devam edeceğini göstermektedir. Şimdi “Çankaya Savaşları” başka silahlarla sürdürülecek. Açık ki, devletin tepesindeki kurumlar birbirlerini boykot edecekler. “Laikçi” kesimin hâkim olduğu kurumlarla “İslamcı” kesimin hâkim olduğu kurumlar arasındaki çatışma önümüzdeki dönemin “flaş”ları olacaktır.

28 Şubat 1997’de Erbakan Hükümetine ordu tarafından yapılan “ince ayar”ı biliyoruz. Rejimin geleceğini garantiye almak adına ordu, önümüzdeki dönemde aynı taktikleri uygulayarak mevcut hükümeti yıpratma yolunu tutabilir. Hükümetin her adımı karşısında yeni açıklamalarla iki merkezli bir iktidar süreci başlatabilir. “Laiklik tehlikede” demagojisiyle yeniden mitingler düzenlemeye çalışabilir.

A. Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığı AKP’nin, ABD, AB ve TÜSİAD’ı da arkasına alarak orduyla çatışmayı göze aldı anlamına gelmektedir.

Önümüzdeki dönemde rejimin krizi sadece Cumhurbaşkanı seçimiyle de sınırlı kalmayacak. Seçimlerin hemen arkasında yeni AKP’li Prof. Zafer Üskül’ün Anayasayla ilgili açıklamaları önümüzdeki dönemde rejim krizinin ne denli şiddetli olacağına bir işarettir. Üskül, “Kemalizm’in Anayasadan ve milletvekili yemininden çıkarılması” gerekir derken, AKP de “sivil anayasa” hazırlığını tamamladığını açıkladı.

AKP’nin anayasa taslağında MGK ve MGK Genel Sekreterliği anayasal kurum olmaktan çıkartılıyor, Yüksek Askeri Şura kararlarına yargı yolu açılıyor, YÖK kaldırılıyor, Cumhurbaşkanının yetkileri sınırlandırılıyor vs. Ama bu taslakta Kemalizm’e ilişkin bir öneri yer almıyor.

Anayasa ekseninde çatışan güçler de belli: Bir taraftan AKP ve TÜSİAD, diğer taraftan da ordu, CHP, MHP ve birtakım “silahsız güçler” denen kuruluşlar.

TÜSİAD’ın talepleri, çıkarları doğrultusunda AKP’nin düzeni yeniden yapılandırma anlayışı ile ordunun düzeni devam ettirme anlayışı birbirine taban tabana zıttır. TÜSİAD’ın talep ettiği “demokratikleşme” ordunun mevcut haliyle siyasete müdahale olanağını ortadan kaldırmaktadır.

Görünen o ki, bu koşullarda “Çankaya Savaşları”yla başlayacak olan devletin tepesindeki klikler çatışması, “Anayasa Savaşları”yla devam edecektir.

3 Ağustos 2007 Cuma

Afrika’da Emperyalistler Arası Rekabet Keskinleşiyor


 
Geçen yüzyılın ‘70’li yıllarından bu yana petrole bağlı olarak Sudan emperyalist güçler bakımından önemli bir ülke oldu. 1956’ya kadar “Britanya Sudanı” olarak bilinen bu ülkenin sınırları İngiliz emperyalizmi tarafından kendi çıkarlarına göre çizildi. İngiliz emperyalizmi halkın yüzde 40’ını oluşturan Arap etniğine dayanarak sömürgeci iktidarını sürdürmüştü. “Bağımsızlık”tan sonra Sudan’da etnik gruplar arasındaki çatışmalar süreklilik kazanarak bugüne kadar geldi. 1983-2004 arasında yoğunlaşan çatışmalarda 2 milyondan fazla insan öldü ve yüz binlercesi de göç etmek zorunda kaldı. 2004’te varılan anlaşmaya göre 2011’de yapılacak bir referandumla Sudan’ın geleceği belirlenecek.

70’li yılların sonundan itibaren Sudan’ın tarihi aynı zamanda, bu ülkede bulunan petrol üzerine rekabetin tarihidir. Darfur’dan güney Sudan’a uzanan alanda Amerikan şirketleri tarafından bulunan petrol, bu ülkeyi önemli kıldı. 
 
Sudan petrolüne ABD’nin dışında başka güçler de ilgi duymakta. AB ülkelerinden özellikle Fransa ve Almanya güney Sudan’da “barış”ın sağlanması için yoğun çaba harcamakta. 2004 anlaşmasına göre Alman askerleri de ülkede “barış”ın sağlanmasına katkıda bulunacaklar. Yüzsüzlük, “barış” ve petrolü aynılaştıracak kadar açık. Fransız tekeli TotalFinaElf ülkenin güneyinde petrol çıkarma hakkına sahip. Alman tekellerinden Siemens ve ThyssenKrupp da, Kenya’dan geçerek doğu Afrika sahiline ulaşan demir yolu inşasına katılıyor. Bu hat petrol sevkiyatı için inşa ediliyor.

Darfur ve Kordofan’daki büyük petrol yatakları söz konusu olduğunda rekabet edenlerin sayısının arttığını ve rekabetin de keskinleştiğini görüyoruz. Bu alanda batılı emperyalist ülkelerin ve tekellerinin hesabını altüst eden “yeni oyuncu” Çin’dir (Çin Ulusal Petrol şirketi). Bu tekel üzerinden Çin, Sudan petrolünün üçte ikisini çıkartıyor ve bunun ötesinde petrol yataklarından Port Sudan’a (Kızıl Deniz kıyısı) uzanan petrol boru hattını da kontrol ediyor. Buna karşın ChevronTexaco tekeli de Sudan petrolü sevkiyat rotasını tamamen değiştiren planı uygulama çabası içinde. Çad petrolünü Atlantik sahiline (Kamerun) ulaştıran petrol boru hattı Darfur’a kadar uzatılacak. Sudan petrolünün doğu rotası üzerinden 
sevkıyatı (Port Sudan) bu enerji kaynağı üzerinde Çin hâkimiyetini, batı rotası üzerinden  sevkıyatı
da başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ülkelerin hâkimiyetini gösterir.
Sudan hükümeti, Darfur petrolünü işletme hakkını Çin tekeline verdi. Bu durum, Sudan’da Çin egemenliğini ve bu ülke petrolünü Çin’e kaptırmak istemeyen batılı emperyalist ülkelerin neden giderek Sudan’a ilgilerinin yoğunlaştığını gösterir.

Çin emperyalizminin gelişmesi; jeopolitika üretecek yetenekte bir güç olması dünyayı yeniden paylaşmak için rekabet eden emperyalist güçleri zorlamaktadır. Afrika, Çin emperyalizmiyle batılı emperyalist güçler arasında rekabetin en çok keskinleştiği bir alan konumundadır. Çin, günde 7 milyon varil petrol tüketimiyle dünyada en çok petrol tüketen ülkeler arasında ABD’den sonra ikinci sırada yer alıyor. Bu petrolün yüzde 60’ını ithal eden Çin, sürekli, yeterli enerji arayışı içindedir. Bu nedenle, Latin Amerika’ya (Venezüella) ve Afrika’ya (özellikle Angola ve Sudan) büyük ilgi duymaktadır.

Afrika pazarları Çin malları tarafından istila edilmiş durumda. Çin, IMF ve Dünya Bankası’nınkinden daha uygun koşullarda kredi vermekte ve büyük projeleri Çin tekelleri kapmakta (petrol boru hattı, liman vs.). Bu yöntemlerle Afrika ülkelerinde nüfuz sahibi olan, öyle ki ucuz kredilerle Amerikancı Çad iktidarını dahi kendi yanına çeken Çin’e karşı alınacak tedbirler bakımında Afrika, son G-8 toplantısında gündemin en önemli maddelerinden biri olmuştu. Afrika’ya „yardım“, bazı ülkelerin borçlarının silinmesi, Çin’e kaptırılan alanların yeniden kazanılmasına hizmet eden çıkışlardı.

Bugün açısında Sudan’a müdahale ve Sudan petrolleri üzerinde rekabet Darfur sorununa müdahil olunarak sürdürülmektedir.
Sonuçta, şimdiye kadar veto hakkını kullanan Çin’in de onamasıyla Darfur sorununun çözümü için BM görevlendirildi. Bölgede BM ile Afrika Birliği'nin 26 bin kişilik uluslararası bir barış gücü konuşlandırılacak. 19 bin 555 asker ve 6 bin 432 polisten oluşacak BM-Afrika Birliği Karma Barış Gücü Misyonu (UNAMID) dünyanın en büyük barış gücü durumunda. En geç 31 Aralık 2007’de Darfur’daki 7 bin askerlik Afrika gücünün yerini alacak UNAMID ile Darfur ve böylelikle Sudan petrolü üzerine rekabet BM „barış gücü“ çerçevesinde sürdürülecek.