deneme

26 Eylül 2007 Çarşamba

DEMOKRASİ DİKTATÖRLÜKTÜR AMA HER DİKTATÖRLÜK DEMOKRATİK DEĞİLDİR (I)




BURJUVA ANAYASA VE DEMOKRASİ

Anayasa tartışmaları hükümet savaşının gerçek iktidar savaşı doğru evrildiğine işaret etmektedir. Anayasa taslağının parça parça basına sızdırılması birçok çevreyi harekete geçirdi. 22 Temmuz seçimlerinde dersini alan ordu şimdilik susuyor. CHP’nin muhalefet edecek durumu yok. Anlaşılan o ki, iktidar savaşında yeni taktiğin bir gereği olarak YÖK ve yargı öne sürüldü. Taslağa şiddetle karşı çıkan bu kurumların yanı sıra yandaş medya da harekete geçirildi. Darbeye davetler çoğaldı. “Mahalle baskısı” adı altında korku salınıyor, korku işleniyor. Öncelikle kadınların “başına gelecekler” İran ve Malezya örnekleriyle anlatılıyor ve böylece kadınların sokağa dökülmesinin ön çalışması yapılıyor. Türban da aynı amaç için kullanılıyor. Türban, cüppe, sarık vb. ile öğrenciler harekete geçirilmeye çalışılıyor. Sonra birileri ülkeyi İranlaşmaktan, Malezyalaşmaktan kurtarmak için çağrılacak. Çankaya’ya tankla mı çıkılır, yoksa başka bir yol mu izlenir, bunu şimdiden bilemeyiz. Ama her halükarda burjuvazinin klikleri arasındaki mücadele hükümet olma mücadelesinden iktidar olma mücadelesine dönüşmektedir.

“Sivil anayasa” veya “askeri anayasa”, adı ne olursa olsun her anayasa belli bir sınıfın diktatörlüğünün, belli bir ideolojinin ifadesidir. Burjuva devrimlerinden bu yana, özellikle de Fransız burjuva devriminden bu yana anayasa, demokrasi, kuvvetlerin birliği veya ayrışımı tartışmaları sürüp gelmiştir. İnsanlık, kapitalist sistem, burjuva düzen, burjuva sınıf belasından kurtulana kadar da bu tartışmalar sürecektir.

Taslak üzerine tartışmaların da gösterdiği gibi, “sivil anayasa”, “demokratik” anayasa ile eş anlamlı kullanılıyor. Sorunu bu kavramlar etrafında tartışanlar haksız da değiller. Nihayetinde burjuva düzende “demokratik” anayasa veya “sivil” anayasa, toplumsal yaşamda eksikliği hissedilenin yeni, “sivil”, “demokratik” kurallarla donatılarak uygulanmasını sağlayan anayasadır. Demek oluyor ki, anayasanın yenilenmesi için o yenilemeyi talep eden toplumsal güçlerin olması gerekir. Birlerinin düşünmesi yetmiyor. Değişimi anayasal düzeyde talep eden güçlerin olması gerekir.

Örneğin 1921 ve 1924 Anayasalarının arkasında ulusal kurtuluş mücadelesi ve yeni kurulan cumhuriyet olgusu vardı. 1961 Anayasası 27 Mayıs (1960) darbesi ve 1982 Anayasası da 1980 darbesi üzerinde yükseliyordu. Anayasa, yaşanılan toplumsal düzenin sınıf ve mülkiyet yapısının; sınıfsal ve mülkiyetsel karakterinin hukuki çerçevesidir. Dolayısıyla her anayasa, yaşanılan toplumda hâkim sınıf değerlerini idealize eder. Bu değerlerin korunması ve geliştirilmesi için kurallar kor. Türkiye’de burjuva düzen söz konusu olduğuna göre anayasa da burjuva değerlerin korunması ve geliştirilmesi için kurallar abidesinden başka bir şey değildir.

Kuralların uygulaması, yani anayasanın uygulanması konusunda burjuvazi, farklı yöntemlere başvurur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınları sürükleyebilmek, düzenlerinin ne denli demokratik olduğunu göstermek için bazen, günümüzde ise çoğu kez, demokratik uygulamadan bahseder. Burada söz konusu olan, bir bütün olarak anayasanın ve yasaların ve uygulamanın ne denli demokratik olup olmadığı değildir. Burada söz konusu olan, ne kadar demokratik olursa olsun her burjuva düzenin, bir burjuva diktatörlük olduğunu gizlemek için rejim yönetiminde kuvvetler ayrımı ilkesinin uygulanmasıdır.

Her anayasa hâkim sınıfın diktatörlüğünü ifade eder. Burjuva düzende kuvvetler ayrımı ise bu diktatörlüğü gizlemeye yarayan bir yöntemdir.

Basında sürdürülen anayasa tartışması, şimdiye kadarki anayasaların karşılaştırılması ve hangisinin demokratik, hangisinin antidemokratik olduğu üzerine değerlendirmeler birer çarpıtmadır. Anayasa taslağını hazırlayanlar ve bu taslağın tartışmasını yapanlar soyut demokrasi kavramını eğip-büküyorlar, anlayışlarına göre yorumluyorlar. Oysa sınıf sorununu dışlayan bir demokrasi kavramı soyuttur, havanda su dövmeye benzer veya kendine göre demokratik olmayan her şeye kılıç sallamaya benzer. Aynen Donkişot gibi. Bu bayların unuttukları veya öyle olmasını istedikleri, sınıflara ayrılmış insanlık tarihinde sınıflar üstü bir devletin, demokrasinin ve anayasanın da olamayacağıdır. Sermayenin iktidarının „sivil“, „demokratik“ pekiştirilmesinden, bütün topluma dayatılmasından başka bir anlam taşımayan bu taslağın halk oylamasına sunulması, onun ne denli demokratik olduğunu hiç de göstermez.

İşin tarihçesine bakalım: İngiliz, Amerikan ve özellikle de Fransız burjuva devrimleri olmasaydı, burjuva demokrasisi de olmazdı. Burjuva demokrasisi veya klasik burjuva demokrasisi bu burjuva devrimlerin bir sonucudur. Türkiye tarihinde böyle bir gelişme; kuvvetler ayrımı temelinde bir burjuva demokrasisi yaşanmamıştır. Aşağıda da göstereceğimiz gibi, Türkiye’de demokrasi oyununa gerçek anlamda kuvvetler birliği temelinde başlanmıştır.

Kuvvetler ayrımı düşüncesi feodal-mutlakıyetçi rejimlere karşı mücadele sürecinde doğmuştur. Mutlakıyetçi rejimlerde yasama, yürütme ve yargı kişinin (kralın) elinde toplanmış durumdaydı. Feodalizme karşı mücadelesinde sınıflaşan burjuvazi, iktidar mekanizmalarını parça parça da olsa mutlakıyetin elinden almaya çalışmıştır. Ve burjuvazi iktidarı ele geçirdikten sonra kuvvetler ayrımını, iktidar yönetiminde işbölümüne dönüştürmüş ve böylece de burjuvazinin fraksiyonları arasında rekabetin sürdürüldüğü siyasi platform olarak burjuva parlamentosu doğmuştur.
Süreç içinde kuvvetler ayrımı ve „hukuk devleti“ kavramı demokrasinin ve anti-demokrasinin ölçekleri olmuştur.

Kuvvetler ayrımı teorisinin kurucusu Montes­quieu’dür. Bu teoriyi temel yapıtı „Yasaların Ruhundan“ kitabında temellendirir. Şüphesiz ki aristokrasinin temsilcisi olan Montes­quieu, soylu sınıfın iktidarını, o zaman için henüz sosyal tabakalarına ayrışmamış olan „3. Zümre“ denen alt toplumsal tabakalardan oluşan „sınıf“ ile paylaşmayı düşünmüyordu. Bu bayın derdi, mutlakıyetçi kralların despotik yönetimiyle varlığı tehlikeye düşen aristokrasinin iktidarını kurtarmaktı. Bunun da ancak ve ancak kuvvetler ayrımıyla mümkün olacağını savunuyordu.

Kuvvetler ayrımıyla kuvvetler paylaşımı arasında oldukça önemli bir fark vardır. Montesquieu de bunun farkında olduğu için kuvvetler paylaşımından değil, kuvvetler ayrımından bahsetmiştir. Kuvvetler paylaşımı, çıkarları başka olan bir sınıfla iktidarı paylaşmaktır. Kuvvetler ayrımı ise aynı sınıf iktidarının yönetiminde güçlerin dağıtımıdır.
Montes­quieu, iktidarı yürütme, yasama ve yargı diye üçe ayırmıştır. O, ancak bu şekilde bir ayırımla soylu sınıfın iktidarının feodal monarşi biçiminde pekiştirileceğine inanıyordu.

Feodalizme karşı mücadelelerinde devrimci burjuvazinin ideologları Montesquieu’nün kuvvetler ayrımını, kuvvetler paylaşımına dönüştürmüşler ve böylece monarşik iktidardan bir parça yönetim koparmayı düşünmüşlerdi. Veya „3. zümre“ adına yönetime katılmakla mutlakıyetin iktidarını sınırlandırmayı düşünmüşlerdi.

Kuvvetler ayrımı, eski hâkim sınıfın tek başına iktidarı elinde tutamadığı, yeni, yükselen sınıfın da tek başına iktidara gelme gücünün olmadığı dönemlerde gerçeklik olabilir. Nitekim Fransa’da Büyük Fransız burjuva devrimi sürecinde Bastille-baskını (14 Temmuz 1789) ile XVI. Ludwig’in idamı (Ocak 1793) arasında kuvvetler ayrımı ilkesi uygulanmıştır. Yaklaşık eşit güçlü müttefiklerin antiemperyalist demokratik devrim sürecinde emperyalizm ve işbirlikçi büyük burjuvazinin iktidarını yıkmaları sonucunda kuvvetler ayrımı ilkesinin uygulanması da bir olasılıktır. Ama bu, ayrı bir tartışmanın konusu olur.

Türkiye’de ulusal mücadele –kurtuluş savaşı- içinde güçlenen ve örgütlenen ulusal burjuvazi, namı diğer Kemalist burjuvazi, tek başına iktidar olacağını kestirebildiği ve ancak kuvvetler ayrımı olmaksızın; kuvvetler birliği ile sınıfsal iktidarını sağlamlaştıracağını düşündüğü için kuvvetler ayrımı ilkesini bir kenara atmış ve doğrudan diktatörlüğünü kurmuştur. Müttefiksiz, tek başına iktidara gelen, ama iktidarını yerleştirmekte zayıf olan bir burjuvazi için bu yöntem kendi sınıfsal çıkarları açısından yanlış da değildir. Kemalist burjuvazi bunu yaptı. Burjuvazinin açık diktatörlüğünü kurdu. Kuvvetler ayrımını demokrasiyle eşit anlamda kullanarak halk sınıf ve tabakalarını demokrasi adına kandırmaya çalışmadı.

1924 Anayasasında Cumhuriyet, sadece devletin değil, hükümetin de biçimi olduğu vurgulanır. Cumhurbaşkanı, Meclis’in başkanıdır. Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından seçilir. Başbakan, bakanları seçer ve Cumhurbaşkanının onayına sunar. Bu, kuvvetler birliğidir.

Anayasa taslağı üzerine tartışmalarda kuvvetler birliği özelliğinden dolayı, yani kuvvetler ayrımı yapılmadığından dolayı 1921 ve 1924 anayasaların gerçek anlamda 'sivil' anayasalar olmadığı işleniyor. Bu baylara göre bu anayasalar olağanüstü koşulların ürünüymüş. Bu baylar, her anayasanın olağanüstü bir durumun sonucu olduğunu unutuyorlar. Herhangi bir yasa değil, yani yasaların yasasını, anasını hazırlamak için elbette olağanüstü bir durumun olması gerekir.

Kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanmasına rağmen 1961 Anayasası da “sivil” anayasa olmuyor. Tabii darbe gibi olağanüstü bir durumun ürünü olduğundan dolayı. 1982 Anayasası ise doğrudan askeri bir anayasa, “sivil” olması söz konusu değil.

Kimi kandırıyorsunuz? Kuvvetler ayrımı ilkesini uygulamakla burjuvazi demokratik olduğunu kanıtlayamadı. Bütün dünyada bu böyledir. Anayasa “sivil” olunca iktidarı, örneğin iktidarı işçi sınıfıyla paylaşıyor mu? Anayasa “sivil” olunca ulusların kendi kaderini tayin hakkı tanınıyor ve uygulanıyor mu? Anayasa “sivil” olunca emperyalizme bağımlılık sökülüp atılıyor mu? Anayasa “sivil” olunca zindanlar boşaltılıyor mu? Anayasa “sivil” olunca mülkiyetin sınıfsal karakterine dokunuluyor mu? Anayasa “sivil” olunca belli bir ideolojiyi ifade etmekten çıkıyor mu?

Anayasa konusunda en dürüst olan Kemalist burjuvaziydi. Eğdirip-büktürmeden cumhuriyetin aslında bir burjuva diktatörlüğü olduğu anayasalaştırmış ve uygulamıştır.

Gelecek yazıda demokratik anayasanın nasıl bir anayasa olduğunu ele alacağız. Veya demokrasi diktatörlüktür ama her diktatörlük demokratik değildiri açacağız.



13 Eylül 2007 Perşembe

SERMAYENİN ULUSLARARASILAŞMASI VE KORUMACILIK





Amerikan emperyalizminin çöküş sürecine girdiği teorilerine Rusya ve Çin’in yükselişi, AB’nin ayrı bir rekabet merkezi olarak biçimlenişi anlayışları eşlik ediyor. Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra iki süper güçlü dünyanın yerini tek süper güçlü dünyanın aldığı tezi pek tutmadığı için çok rekabet merkezli dünyadan daha sık bahsedilmeye başlandı. Öyle ki eşit olmayan gelişme yasası, etkisini, Negri’nin İmparatorluğunun kurulduğuna inanacak kadar biçareleşmiş olanlara da kabul ettirdi. Emperyalist küreselleşmenin hızına ayak uydurmak için olsa gerek, devletin yeniden biçimlenmesini ulus-devletin yok olması veya biraz insanlı ifade edecek olursak, etkisizleşmesi olarak kavrayan avanak küçük burjuvazi de gücünden hiçbir şey yitirmeyen, aksine eskisinden daha güçlü olan ulus-devlet gerçekliği karşısında süngüsünü düşürdü. Nihayetinde kapitalizmde eşit olmayan gelişmenin ve çok rekabet merkezli dünyanın güçlü-ulus devlet olgusundan ayrı düşünülemeyeceğinin anlaşılmaya başlamasından bu yana teori dünyasından estirilen kum fırtınası da biraz dinmeye başladı. Bunun ötesinde son dönemlerde özellikle emperyalist ülkelerde güçlü bir “antiküresellik” rüzgârı esmeye başladı: Emperyalist devletler, ekonomilerini küresel sermayeden korumak için yasalar çıkartmaya yöneldiler. Ve böylece uluslararasılaşmış sermayenin ulusal bir kökeninin olduğu da açığa çıktı. Çünkü emperyalist devletlerin aldıkları tedbirler, soyut değil somut sermayeye karşı tedbirlerdir. Birkaç örnek:

Kasım 2006’da Belçika’daki VW grevini hatırlayalım. VW yönetiminin Brüksel’de 4000 işyerini yok ederek Golf üretimini Almanya’daki işletmelerde yoğunlaştırma planına Belçika Başbakanı, “VW yönetimi ulusal çıkarlara göre karar alıyor”la cevap verme gereği duymuştu. 

Şubat sonunda (2007) yayımlanan AB-Raporunda AB-Komisyonu AB-ülkelerinin korumacılığına karşı mücadelede yenik düştüğünü kabul etti. Raporda „Oldukça çok sayıda üye devlet, devralma engellerini kaldırmak için çok güçlü bir isteksizlik gösterdi“ denmekte.

Komisyon, özellikle Fransa ve İspanya gibi ülkelerin ulusal işletmelerinin başka ülke sermayeleri tarafından devralınmasına karşı tedbir aldıkları, yerli sermayeyi yabancı sermaye karşısında „gizlice“ korudukları görüşündedir. Buna en tipik örnek olarak Eon’un İspanyol rakibi Endesa’yı devralmasının engellenmesi gösterilmektedir.

Temmuz 2007’de Rus parlamentosuna sunulan yasa taslağında yabancı sermaye hareketinin sınırlandırılması gerektiği 39 sektöre yer verilmektedir. Öyle ki, bu sektörlere yabancı sermayenin girip girmeyeceği konusunda Rus istihbarat servisine karar verme hakkının tanınması da talep edilmektedir. Bu sektörlerin başında madenler, silah sanayi, uçak üretimi, atom sanayi ve uzay faaliyeti gelmektedir.

AB-Komisyonu Temmuz 2007’de yaptığı bir açıklamada „Avrupa’da yeni ilginç bir gelişmeyi izliyoruz; daha önce görülmemiş türden oldukça yüksek yatırımlar…“ Burada söz konusu olan Rus ve Çin sermayesidir. Alman Başbakanı Merkel, anahtar sanayilerin yabancı devlet fonları tarafından devralınmalarını engellemek için AB-Komisyonu nezdinde girişimde bulunuyor.

Merkel yaptığı açıklamada yabancı devlet fonlarının sadece kar etmek için değil, aynı zamanda devralınan sermaye üzerinden o ülke politikasını etkilemek için çaba harcadıkları görüşünü de dile getirmiştir.
Bu anlayıştan dolayı Alman hükümeti, anahtar sanayilerin yabancı sermaye tarafından devralınmasını engellemek istemektedir.

Bush, Temmuz ayında (2007) „Yabancı Yatırımlar ve Ulusal Güvenlik Yasası“nı imzaladı. Böylece Amerikan ekonomisinde yabancı yatırımlar daha sıkı bir şekilde kontrol edilecek ve yabancı sermayenin katıldığı önemli yatırımların gerçekleşip gerçekleşmemesine Amerikan istihbarat servisleri karar verecekler. Böylece Amerikan tekelci sermayesinin çıkarına ters düşen yabancı yatırımlar „ulusal güvenlik“ nedeniyle engellenecek.

Ağustos ayında Sarkozy’nin gündeminde piyasaların denetlenmesi vardı. Fransız tekelci sermayesinin bu has adamı önde gelen emperyalist ülke başkanlarına gönderdiği mektupta, ''orman kanunlarının işlemesine izin veremeyiz'' ,''devlet kurumları eli kolu bağlı seyirci kalamaz'' , “Piyasalarda şeffaflık olmalı. Denetim ve düzenleme olmalı”,  “Bence, hükümetlerin yapabilecekleri şeyler var, artık hesap sorulmalı. Piyasaya minimum düzeyde de olsa bir denetim getirilmeli. Son yıllarda tanık olduğumuz şey ise, bir spekülasyon patlaması'' diyordu.

2008 yılından itibaren Çin işletmelerine ortak olmak isteyen veya devralmak isteyen yabancı yatırımcıların işi oldukça zorlaşacak. Çıkartılan tekel yasası, 1 Ağustos 2008’de yürürlüğe giriyor. Bu tarihten itibaren Çin’de yatırım yapmak isteyen yabancı sermaye ulusal güvenlik açısından da incelemeye alınacak. Böylece Çin devlet işletmeleri yabancı sermaye karşısında korunacak.

Fransız devleti enerji sektörünü kontrol ediyor: Özelleştirme adı altında Fransa‘da iki enerji şirketi birleştirildi. Birleşmeyle ortaya çıkan dev şirkette devlet kontrolü ele aldı. Böylece İtalyanların şirket satın alarak Fransa'da enerji sektörüne girmeleri önlenmiş oldu.

Rusya’dan sonra Kazakistan da enerji kaynaklarını kontrol etmeye yöneldi. Kazak devleti, yabancı tekellerin Kazak enerji kaynakları (petrol ve doğal gaz) üretim ve pazarlamasına ortak oluyor veya işine gelmeyen bu yönlü projeleri durduruyor.

Silahlanma, otomobil, enerji, medya, banka, telekomünikasyon devletin öncelikle koruma altına almak istediği sektörler. Koruma altına alınması gereken sektör listesi uzuyor. Kimilerine göre „küreselleşme çağında“ki dünya ekonomisinde yeni bir korumacılık süreci çoktan başladı. Fransa’da enerji sektöründeki birleşmeden sonra Başbakan F. Fillon, „Kontrol bizde, stratejiyi belirleyen biziz“ sonucuna varıyor. „Küreselleşme çağı“nda güya önemsizleşen ulus-devlet, sermayeyi kontrol ediyor. Yani Fransız tekelci sermayesini, yabancı tekelci sermaye karşısında korumaya alıyor. Hani sermayenin ulusal limanı yoktu?

Almanya’yı ziyaret eden Sarkozy, Alman Başbakanıyla sanayi politikası üzerine dertleşiyor. Serbest rekabeti, pazar ekonomisini teşvik eden Alman burjuvazisi de korumacılıktan bahsetmeye başlıyor. Sorun, korumacılığa evet veya hayır’dan çıktı ve hangi sektörler korumaya alınsın tartışmasına dönüştü.

Devletin özel sermayeyi korumaya almasının ötesinde tartışılan bir konuda devlet kontrolünde olan yabancı fonlar. Alman Sanayi Federal Birliği verilerine göre bu türden fonlar 25 ülkede var. Bu devlet kontrollü fonların kontrol ettikleri sermaye miktarı yaklaşık 1700 milyar Avro. Bu, dünya çapında 9000 Hedge-Fondların kontrol ettiği sermaye miktarından oldukça fazla. 

Emperyalist devletler özellikle Rus, Çin ve bazı Arap devletlerinin yatırım faaliyetini zorlaştırmak için tedbirler alıyorlar Bu ülke sermayelerinin anahtar sektörlere girmesi engellenmek isteniyor.

Hiçbir ulus-devlet, özellikle de sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını teşvik eden emperyalist devletler, korumacılıktan vazgeçmiyor. Avrupa ülkeleri özelleştirmede stratejik sektörlerde devlet kontrolünü kaybetmemeye, enerji sektörüne yabancıların girişini önlemeye kararlı görünüyor.

Bu türden protektiyonist (korumacı) tedbirler,  salt konjonktürel gelişmelere; yani yaklaşan ekonomik kriz tehlikesine karşı bir adım olarak görülebilir mi? İmparatorluk kuranların ve “kürselleşme çağı”nda yaşadığını sananların böyle düşünmeleri mümkündür. Ama söz konusu bu korumacı tedbirlerin ekonomik krizden ziyade rekabetle ilişkisi vardır. Tekeller rekabet ediyor. Bu, dünya çapında bir rekabettir; tamamen bütünleştiğine; ulusallığa özgü hemen hiçbir özelliğinin kalmadığına inanılan dünya pazarı üzerinde bir rekabet. Ama alınan tedbirler tamamen ulusal pazarlarla ilgili. Fransız devleti, örneğin Türkiye ile ilgili değil, Fransız ulusal (iç) pazarıyla, Fransız kökenli sermaye ile ilgili korumacı tedbirler alıyor. Tedbiri alan sermaye değil, önemsizleşmeye başladığına inanılan ulus-devlettir. Tekelci sermaye, kendi devletine ‘beni şu veya bu türden gelişme karşısında korumalısın’ diyor ve talebini ifade eden yasa taslağını meclisine sunuyor. Hemen bütün emperyalist ülkelerde devlet, kendi “ulusal” sermayesinden, tekellerinden, onların yabancı sermaye karşısında korunmasından, yabancı sermayenin ulusal ekonominin önemli sektörlerine sızmasının engellenmesinden bahsediyor. Yani bolca, örneğin Alman, Fransız, Amerikan, Rus, Çin sermayesinden, “yabancı” sermayeden, tekelden, yatırımlardan bahsediliyor.

Kapitalizmde sermaye, kendi nesnel yasasına göre hareket eder. Rekabet de öyledir. Hiçbir güç, İmparatorluk kuran Negri de dâhil hiçbir kişi ve kurum sermayenin kendi nesnel yasası doğrultusunda hareketini engelleyemez. En fazlasıyla etkileyebilir. Sermayenin uluslararasılaşmasını teşvik eden faktörlerin yanı sıra onun uluslararasılaşmasının önünde engel olan faktörler de vardır. Ne türden faktörler ayrı bir yazının konusu olabilir. Ancak burada söylenmesi gereken, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını teşvik eden ve etmeyen faktörler arasında ulus-devletin de var olduğudur. Bazı koşullarda devlet, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını teşvik eden faktörlerden olurken, bazı koşullarda tam tersi bir rol oynayabilir. Devletin nasıl bir rol oynayacağında belirleyici olan rekabettir. Devlet için önemli olan kendi sermayesinin, yani ulus-devlet olarak o ulusal kimliği taşıyan sermayenin rekabet gücünü kollamaktır. Bir uluslararası tekelde çok sayıda ülkeden sermayeler bir aradadır. Ama tekel sermayesinin bileşimine bakılırsa bir ulus kökenli sermayenin hâkimiyeti görülür. Ve sermaye birleşmeleri ve ayrışımı sürecinde ulus-devletin yabancı sermayenin yanında yer alma diye bir tercihi yoktur. Salt bu gerçek kapitalizmde ulus-devletin sermaye için ne denli önemli olduğunu gösterir. Yukarıda korumacı tedbirler olarak verdiğimiz örnekler bu gerçeğin yalın ifadesidir. Bu gerçeği kabul etmek veya etmemek de Negri ve onun yolunda giden avanak küçük burjuvazinin bir sorunudur.