deneme

3 Aralık 2008 Çarşamba

ERMENİSTAN’DAKİ GELİŞMELER NEYE İŞARET OLABİLİR?




Rus devlet Başkanı olarak Putin geçen seneki Güvenlik konferansında ABD’nin tek kutuplu dünya anlayışının kabul edilemez olduğunu, diplomasi dilini bir kenara iterek açıklamıştı. Sonrası gelişmeler ve Kosova’nın “bağımsızlığı”, Amerikan emperyalizmiyle Rus emperyalizmi arasındaki son yıllarda belirgin bir biçimde sertleşen rekabetin/çelişkilerin başka alanları da kapsayarak açığa çıkmasına bir vesile oldu.

Kosova’nın bağımsızlığını tanıyan ülkelere seslenen Putin "Kimseyi gücendirmek istemem, ama pratikte Kuzey Kıbrıs 40 yıldır bağımsız. Bunu niye tanımıyorsunuz? Avrupalılar, bu kadar çifte standarttan utanmıyor musunuz? Abhazya, Güney Osetya, Trans Dinyester meseleleri zaten var. Diyorlar ki, Kosova özel bir durum... Hiç öyle bir özellik yok ve herkes bunun böyle olduğunu gayet iyi anlıyor" diyordu.

Böylece Putin, Rusya’nın nüfuzu altındaki bazı etnik yapıların bağımsızlığının tanınabileceğinin önünü açmış oldu. ABD-Rusya arasındaki Kafkasya üzerine çelişkilerin Kosova’nın bağımsızlığının ilanından sonra keskinleşmesi, görünen o ki yeni bir aşamaya sıçraması hiç de tesadüfî değildir.

Kosova’da bağımsızlık ilan ediliyor, Karabağ’da Azerbaycan ve Ermenistan arasında çatışma başlıyor, sonra Ermenistan’da seçimlerden dolayı seçimi kazanan güçlerle kaybedenler arasında çatışmalar gündeme geliyor.

Rusya Devlet Başkanı V.  Putin, başkalarına emsal olur diyerek Kosova'nın bağımsızlık ilanına karşı çıkarıyordu. Ama o bu karşı çıkışıyla aynı zamanda başkalarına da yol gösteriyordu. Putin’in mesajı Güney Osetya’da, Abhazya ve Trans Dinyester’de doğru okundu.  Böylece eski SSCB coğrafyasındaki fiilen bağımsız bu üç ülke ve bu arada Ermenistan kontrolündeki Karabağ için bağımsızlık ilan etme şansı yükseldi. Sonunda 1991’de Gürcistan'dan kopan Güney Osetya yönetimi, bağımsızlığının tanınması için Rusya’ya, Bağımsız Devletler Topluluğuna, BM ve AB'ye çağrıda bulundu. Açık ki Abhazya ve Trans Dinyester de aynı doğrultuda hareket edecekler.

Kafkasya’nın bütününde siyasal ortam karışıyor. Rusya’nın bir parçası olan Kuzey Kafkasya’da Çeçenlerin Rus emperyalizmine karşı mücadelesi sürerken, Güney Osetya ve Abhazya, doğrudan Rus emperyalizminden cesaret alarak bağımsızlığa hazırlanıyor. Güney Kafkasya’da ise durum oldukça karışık, Karabağ’ın bağımsızlık ilanı bugün açısından her ne kadar ciddiye alınacak bir mesele olmasa da, Ermenistan’daki gelişmeler dikkati çekmektedir. Seçimlerle gündeme gelen hükümet yanlıları ve muhalefet arasındaki çatışma boyutlarına varan mücadelenin Kafkasya’da yeni bir “renkli devrim”in başlangıcı olup olmadığı, bu bugünkü gelişme seviyesinde henüz tam olarak anlaşılamıyor. Açık ki Ermenistan seçimleri, daha öncekilerden farklı olarak bu sefer siyasal güçlerin nerede durduklarını açıkça göstermiştir. Seçimleri kazandığını iddia eden Serj Sarkisyan, açık Rusya yanlısıdır. Onun karşısında yer alan ve seçimlere hile karıştırıldığını iddia eden Ter Petrosyan ise, pek desteğini alamadığı Batı yanlısı gözükmektedir. Her iki taraf arasındaki mücadelenin yeni bir “renkli devrim”in başlangıcı olup olmayacağını zaman gösterecektir. Her halükarda Rusya, Ermenistan’da bir “renkli devrim” karşısında Ukrayna ve Gürcistan’da olduğu gibi değil, doğrudan aktif hareket edecektir. Çünkü Ermenistan’ın kaybı Rusya açısından jeopolitik bir kayıp olacaktır.

Kosova’nın bağımsızlığının ilan edilmesiyle tetiklenmiş olan Kafkasya’nın bütününü kapsayan bu gelişmeler, Amerikan emperyalizmiyle Rus emperyalizmi arasındaki sertleşen hegemonya mücadelesinin doğrudan bir yansımasıdır. Rus emperyalizmi, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu kaybettiği alanlar üzerinde yeniden hâkimiyet kurmak çabasındadır. Bu alanlar bugün Amerikan emperyalizminin hâkimiyeti altındadır. Dolayısıyla bu her iki emperyalist güç, herhangi bir nedenden dolayı değil, jeopolitik ve stratejik nedenlerden dolayı; dünya hâkimiyetini doğrudan ilgilendiren nedenlerden dolayı karşı karşıya gelmektedir.



1 Aralık 2008 Pazartesi

İŞ CİNAYETLERİ, İŞ GÜVENLİĞİ VE İŞÇİ SAĞLIĞI KURULTAYI


İŞ CİNAYETLERİ, İŞ GÜVENLİĞİ VE İŞÇİ SAĞLIĞI KURULTAYI

Tek bir insanın hayatı, dünyanın en zengin adamının tüm mülkünden,
milyon kez daha değerlidir.” (Che)


Adam Smith'in, işbölümü, serbest ticaret, serbest işletmecilik ile “Ulusların Refahı” (1776) propagandası yapmaya başlamasından ve “iyi bir yaşam”ı ön plana çıkartmasından bu yana çok zaman geçti. Tamı tamına 2 asır ve 32 sene geçti. Bu zaman zarfında “ulusların refahı”, insanların “iyi bir yaşamı” değil, tam tersine yoksulluk, sefalet, işsizlik, mesleki hastalıklar, iş kazaları adı altında iş cinayetleri yaygınlaştı. Dünya nüfusunun ancak çok küçük bir azınlığı dünyanın bütün “nimetleri”nden yararlanırken, refah ve “debdebe” içinde yaşarken, ezici çoğunluğu günlük yaşamını sürdürmek için bir dilim ekmeğe muhtaç durumda bırakıldı. Yani, öncesi bir yana Adam Smith'in “ulusların refahı” propagandasından bu yana -bu propaganda kapitalizmin erdemleri, en insancıl sistem demektir- yoksulluk dünya çapında yaygınlaştı ve derinleşti: Bir milyar insan-dünya nüfusunun yüzde 15'i- günde bir dolardan daha az bir miktarla; 1,6 milyar insan -dünya nüfusunun yüzde 25'i- ise günde ancak 1 ila 2 dolar arasında bir miktarla geçinmek zorunda kaldı. Böylece 2,6 milyar insan- dünya nüfusunun yüzde 40'ı- 2 dolardan daha az bir miktarla geçinmek zorunda bırakıldı. Ama AB, her ineği 2 dolarla sübvanse etmeye devam ediyor.

Yoksul ile zengin arasındaki fark giderek açıldı: 1969'da dünyanın en zenginleri (en zengin beşte birlik kesimi) en yoksul kesimden 30 misli daha çok kazanıyordu. Bu fark 1990'da 60'a 1'e ve 2004'te de 90'a 1'e çıktı.

Sömürgecilikten, plantaj köleciliğinden ve sanayileşmeden bu yana “ulusların refahı” kavramının yanı sıra “ulusların yoksulluğu” kavramı da politik ekonomi literatürüne yerleşti. Kapitalizmin kalıcı başarısı, diğer şeylerin yanı sıra iş kazalarının, işsizliğin, mesleki hastalıkların ve nihayetinde yoksulluğun ve sefaletin devamının garanti altına almasıdır. Evet, bu bir başarıysa, kapitalizmin başarısıdır.

Kapitalizm, işsizlik, iş kazaları/cinayetleri, meslek hastalıkları, yaşam güvencesizliği, salgın hastalıklar üretir. Sermaye çıkarı varsa bunların hepsine yapar. Sermaye açısından önemli olan ihtiyaç duyduğu her dönem sömürebileceği bir işçi yığınının hazır olmasıdır.

Kapitalizmi insanları ve toplumu hasta yapar. Nürnberg Üniversitesinin bir araştırmasına göre (2000) İsviçre nüfusunun yüze 25 psikolojik tedaviye ihtiyaç duymaktadır. Bu ülkede 15-24 yaşları arasındaki her kişi psikolojik olarak kendini iyi hissetmemekte. Sadece nüfusun yarısı kendini psikoloji olarak „iyi“ hissetmektedir.

ILO verilerine göre örneğin 2002 yılında iş kazalarında ölenlerin sayısı yaklaşık 2 milyondu. Aynı dönemde savaş nedeniyle ölenlerin sayısı da700 bindi.

ILO verilerine göre her yıl dünyada 1,2 milyon kişi iş kazası ve meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını yitiriyor.

ILO Türkiye Ofisi’nde düzenlenen panelde konuşan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Türkiye Temsilcisi Gülay Aslantepe, dünya çapında işyerlerinde meydana gelen kazalar sonucunda yılda 2 milyon kişinin yaşamını yitirdiğini, 270 milyon kişinin yaralandığını, 160 milyon kişinin de hastalandığını açıkladı. Bu verilere göre her yıl iş kazalarından dolayı günde 5 bin kişi yaşamını yitirmektedir.

Kapitalizmde sermayenin çıkarlarına göre sürekli değişen, esnekleştirilen çalışma koşulları, işçilerin sağlığını bozduğu gibi, meslek hastalıkları ve iş kazası koşulları da üretmektedir ve nihayetinde sosyal yaşamı, aile yaşamını hızla yıpratmakta ve çöküntüye sürüklemektedir.

Gelişen teknoloji, bunun üretimde uygulanması ve rekabet kaçınılmaz olarak çalışma koşularına yansımaktadır. Kapitalist var olabilmek için sermayesinin giderek daha büyük kısmını değişmeyen sermaye olarak yatırmak zorundadır. İşgücü masraflarını (değişen sermaye) azaltmak ve işgücüyle bağlam içinde çalışma koşullarını çıkarına uygun hale getirmek eğilimindedir. Bunun anlamı, iş kazalarını önlemek için tedbir almamaktır.

Marks'ın dediği gibi “bu nedenle sermaye, toplum tarafından riayete zorlanmadığı yerde işçinin ömrü ve sağlığı karşısında acımasızdır”.

Açık ki, iş kazalarına karşı tedbir sorunu sermaye açısından önemli bir masraf, harcama sorunudur ve bu masraflar kapitalistin karına kar katmayan, aksine karının azalmasına neden olan bir “yatırım”dır.
Bu nedenle bu masraf faktöründen kurtulmak isteyen; her zaman bu eğilimi olan sermaye açısından önemli olan, mevcut koruma yetersizliğini meşrulaştırarak devamını sağlamak, yani koruma yetersizliğinin değişmemesi için mücadele etmektir. Tersanelerde yaşanan devlet destekli patron “direnişi” bunu açıkça göstermektedir.
Sadece kar değil, azami kar amacı olmayan kapitalizm düşünülemez ve aynı zamanda çalışma koşullarını iyileştirmeyi, iş kazalarını önlemeyi esas amaç edinmiş kapitalizm de düşünülemez. Böyle bir kapitalizm, işçi sağlığını düşünen ve bu nedenle de azami kar yerine daha az karla yetinen kapitalizm demektir ki, böyle bir kapitalizm düşünülemez. Bu nedenle azami kar, iş kazası adı altında iş cinayetlerini hesaba katar, işçi sağlığının giderek kötüleşmesini hesaba katar, yoksulluğun yaygınlaşmasını hesaba katar. Azami kar ve iş kazasına karşı tedbir birbiriyle çelişir, birbirini dışlar.

Azami kar, sermayenin en doğal “hakkı”dır, var olma koşuludur. Bu “hak”kın gerçekleştirilmesi ancak ve ancak yasaların, mahkemelerin ve devletin koruması ve düzenlemesi altında mülkiyet hakkının azami kullanılmasıyla mümkün olur. Bu “hak”kın nasıl kullanıldığını ve sonuçlarını en son Tuzla tersanelerinde yaşanan iş cinayetlerinde, patronun ve devletin tavrında gördük.

Şüphesiz ki, kapitalizm koşullarında iş cinayetleri, en kötü sağlıksız yaşam bir kader değildir. Şüphesiz ki, kapitalizm koşullarında işsizlik, iş kazaları, iş güvencesizliği ortadan kaldırılamaz. Bunu biliyoruz ve bunun nasıl ortadan kaldırılacağını da biliyoruz. Ama bu, kapitalizm koşullarında iş kazalarına karşı, iş güvencesi, daha sağlıklı bir yaşam için mücadele edilmeyeceği ve sonuçlar alınamayacağı anlamına asla gelmez. En son olarak Tuzla direnişi pek ala sonuç alınabileceğini de göstermiştir.
-SSK verilerine göre, her gün iş kazalarından dolayı Türkiye’de ortalama 3 işçi yaşamını yitiriyor.
SSK verilerine göre, 1994-2003 yılları arasında meydana gelen 831 bin 248 iş kazasından dolayı toplam 10 bin 85 kişi yaşamını yitirdi.
-1946 yılından bu yana her yıl 3280 işçi "iş kazası" ve meslek hastalığı sonucu ölmüş veya sakat kalmış.

-Türkiye'de çalışma koşulları, 60 yılda 200 bin ölü ve sakat işçiden oluşan bir kaydı tutulmuş “ölü ve sakat işçi ordusu” yaratmış. Geçici olarak çalışamaz durumda kalanlar, ölümle sonuçlanmayan iş kazaları ve kaydı tutulmadığı için akıbeti bilinmeyenler buna dahil değil. Ve Türkiye'de istihdamın yaklaşık yarısı kayıt dışı olduğuna göre sonucun nasıl olabileceğini kafamızda canlandırabiliriz.
Sermaye açısından kaybın hesabı da yapılabilir: Türkiye'de iş cinayetleri sonucunda 500 milyon dolarlık bir ekonomik kayıp oluşuyor. ILO'nun hesaplamasına göre 2005 yılında yaşanan yaklaşık 74 bine iş kazası, Türk sanayine maliyeti 20 milyon iş günü kaybı olmuştur. Demek ki sermaye bu kadar kaybı göze alıyor. Yani iş kazalarını önlemek için alacağı tedbir bu miktardan daha fazlaya mal olacağı için bu kadar işçinin ölmesini göze alıyor.

Sermaye açısından azami kar, kendini değerlendirme olmazsa olmazı ifade eden bir zorunluluktur. Ama çalışma, üretim koşullarında iyileştirme, sermayenin azami kar dürtüsüne hizmet etmediği; sermayenin çoğalmasına hizmet etmediği müddetçe bir zorunluluk değil, olsa olsa bir olasılıktır. Bu olasılığın gerçekliğe dönüştürülmesi de ancak ve ancak mücadele ile mümkündür.
Türkiye'de iş cinayetlerinin en önde gelen nedenleri süreklilik kazanan esnek, kuralsız, kayıtsız ve uzun çalışmadır. Son yıllarda yoğunlaşan taşeronluk sistemi de iş kazalarının önemli nedenlerinden birisidir. Taşeron şirketler kar edebilmek için çalışma koşullarını hiçe sayıyor.

Bütün bunlar kader mi? Hayır. Bütün bunlar kader değil. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar mücadeleleri sonucunda bu düzen içinde de çok şeyin değişmesini sağlayabilirler. Şüphesiz ki, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek nihai hedef olamaz. Mülkiyet ilişkisi, kapitalist üretim ilişkisi değiştirilmeden, yerine sosyalist mülkiyet ilişkisi kurulmadan bu sorunlardan kurtuluş yoktur.

Sosyalizmde de iş kazaları olabilir. Ama iş cinayetleri olmaz, olamaz da. Sosyalizm, kapitalizmde olduğu gibi kapitalistin azami karını değil, toplumun gereksinimlerinin azami yerine getirilmesini amaçlar. Sosyalizmde üretimin merkezinde kar değil, insan durur. Bu bakımdan iş kazalarına karşı tedbir almayan bir sosyalist sistem düşünülemez.

Aralık 2008

12 Kasım 2008 Çarşamba

EKONOMİK KRİZ TEORİLERİ (II)


MARKSİST KRİZ TEORİSİ

Marksizm,  birbirinden bağımsız bir dizi kriz tanımıyor. Marksizm, üretimin toplumsal karakteri ile ona özel/kapitalist el koyuş arasındaki temel çelişki üzerinde yükselen dönemsel (devrevi/periyodik) fazla üretim krizlerini; kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanan krizleri tanıyor. Para-kredi mali krizleri, spekülasyon krizleri, ticaret krizleri vb. ise fazla üretim krizlerini gölge gibi takip ederler. Bütün bu krizler, fazla üretim krizinin ne nedenini oluştururlar ne de kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanırlar.

1-Mali krizler
Para-kredi-borsa-spekülasyon krizleri:
Bu krizler, fazla üretim krizleri gibi, yeniden üretim sürecinde doğmazlar. Ve bundan dolayı da fazla üretim (ekonomik) krizlerinin nedeni olamazlar. Başka türlü ifade edecek olursak; bu krizler, kapitalist üretim biçiminin yasal görüngüleri değildir.

Her enflasyonist gelişme de mutlaka kriz değildir. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde emperyalist ülkelerde görülen enflasyonist süreci göz önüne getirelim. Bu süreç, doğrudan kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmıyordu. Keza 1919-1923 Almanya’sında görülen enflasyon ve 1970’li yılların ikinci yarısından sonra hızla tırmanmaya başlayan Türkiye’deki enflasyon da fazla üretim krizinin nedeni değildi; dolayısıyla kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmıyordu.
Enflasyon; paranın değer kaybı, kâğıt paranın esas anlamını ve değerini kaybetmesi anlamına gelir.  “Üzerine 1 sterlin, 5 sterlin vs. gibi para ismi basılan kağıt parçaları devlet tarafından… dolaşım sürecine sokulurlar. Onlar, gerçekten aynı altın miktarına tekabül ederek dolaşımda oldukları müddetçe hareketlerinde sadece, paranın dolaşım yasalarını yansıtırlar. Kağıt paranın spesifik yasası sadece, kendinin altına olan temsil ilişkisinden kaynaklanır ve bu yasa şudur; kağıt para basımı, sembolik olarak temsil ettiği altının (veya gümüşün) dolaşmak zorunda olduğu miktarla sınırlandırılmalıdır” (Marks).

Enflasyonist gelişmede böyle bir durum söz konusu değildir. Dolaşımdaki para miktarı, dolaşımdaki meta değerine tekabül etmemektedir. Enflasyon, çoğalan kâğıt paranın, giderek daha az maddi değerleri ifade etmesi demektir; fiyatların artması esprisi!

Borsa krizi: Bu kriz de (spekülasyon) yeniden üretim sürecinden kaynaklanmaz. Ama diğer krizler gibi ekonomik (fazla üretim krizi) krizler üzerinde etkide bulunur.  Kapitalizmin tarihinde görülmüş olan en büyük borsa krizi, 29 Ekim 1929’da ABD’de patlak vermişti.“Tarihte görülmüş en büyük… borsa krizi 29 ekimde patlak verdi. 16 milyon hisse senedi New York borsasında, ayrıca 6 milyon hisse senedi de yan borsalarda… pazara sürüldü. Değer kaybı korkunçtu... Değer düşmesi; hisse senedinde ifadesini bulan toplamı fiktif (farazi) sermaye miktarını 50-60 milyon dolar kadar azalttı (E. Varga)    

29 Ekim 1929’da borsa krizi patlak verdiği için 1929-1932 fazla üretim krizi gündeme gelmemişti. Tam tersi söz konusuydu; borsa krizinin patlak vermesinin nedeni, çelişkileri olgunlaşmış olan ekonomik krizdi.“Borsa krizi, asla, ekonomik krizin nedeni değildir. Tersine borsa krizinin patlak verme nedeni, ekonomik krizin olgunlaşmasıdır”.

Kredi- para krizi:
“Kredi olgusu… üretici güçlerin maddi gelişmesini ve dünya pazarının oluşumunu hızlandırır… Yeni üretim biçiminin maddi temellerini… belli bir yükseklik derecesine kadar oluşturmak kapitalist üretim biçiminin tarihi görevidir. Kredi aynı zamanda bu çelişkinin zora dayanan patlak vermesidir…”(Marks)
Yani, olgunlaşma sürecinde olan ekonomik kriz, kredi ile geciktirilebilir; kapitalistlerin hizmetine sunulan kredi ile üretimin devamı sağlanabilir. Şimdiki krizde iflasla karşı karşıya olan Ford, General Motors vb. üretim tekellerinin devletten kredi talebini düşünelim. Bu tekellerin kredi almaları krizi en fazlasıyla biraz geciktirebilir. Ama bu durumda kredi, zaten keskinleşen çelişkileri daha da keskinleştirir. Bu da ekonomik krizin patlak vermesinden, şiddetli olmasından başka bir anlam taşımaz.

Faizin yüksekliği, doğrudan talep ve arza göre değişir. Kriz döneminde nakit paraya olan ihtiyaç arttığından dolayı, faiz fiyatı da en yüksek seviyesine ulaşır.
Sonuç itibariyle bu türden krizler (spekülasyon, para, kredi, borsa) ekonomik krizlerin nedenleri değildir, olamaz da.   Ama bu krizler, ekonomik krizlerin refakatçi görünümleridir.

Borçlanma krizleri:
Borçlanma krizi de para-kredi krizi çerçevesinde görülmelidir. Bu kriz de doğrudan üretim sürecinde gündeme gelmez. Dolayısıyla borçlanma krizi, ekonomik krizin patlak vermesinin bir nedeni değildir, ama ekonomik krizi etkiler. Şayet borçlanma krizi ekonomik krizin bir nedeni olsaydı hiçbir emperyalist ülke ve hele hele bağımlı ülkeler, hiçbir zaman ekonomik krizden kurtulamazlardı. Çünkü emperyalist ülkeler de dâhil bütün ülkelerde borçlanma oldukça büyük boyutlara varmıştır.

2-Fazla üretim krizi/Ekonomik krizi

Fazla üretim krizlerinin olasılıkları üzerine:
Marks, kriz olasılıkları, konjonktüre etkide bulunan faktörler ve konjonktürün zorunluluğu ve krize neden olan faktörler arasında ayrım yapar. Bu ayrım yapılmaksızın, olasılıklar, etkide bulunan faktörler, zorunluluk ve nedenler arasındaki fark görülmeksizin fazla üretim krizi, dolayısıyla konjonktürel gelişme açıklanamaz. Bu ayrımı yapmamak, neden ile vesilenin,  olasılık ile zorunluluğun, etkileyici faktörlerle neden olan faktörlerin birbirine karıştırılmasını beraberinde getirir.  

Krizin olasılığı üzerine:
Krizin olası olabilmesi için meta üretiminin gelişmiş olması gerekir. “İnsanların kendileri için ürettikleri koşullarda gerçekten de krizler olmaz, ama kapitalist üretim de” (olmaz) (Marks; C. 26/2, s. 503). Demek oluyor ki, krizlerin olası olması için meta ekonomisinin belli derecede gelişmiş olması; para ekonomisi seviyesinde gelişmiş olması gerekir. Ancak metanın dönüşümüyle; metanın paraya dönüşüm zorunluluğuyla, yani alım ve satımın birbirinden ayrılmasıyla kriz doğabilir. Çünkü ancak meta mübadelesi, birbirinden bağımsızlaşan meta-para (M-P) ve para-meta (P-M) bölümlerine ayrıldığında mübadele olayı kesintiye uğramış olur. Ancak bu durumda satın alma, yani paranın metaya yeniden dönüşümünün ertelenmesi olası olur ve bu da krize neden olabilir. “Alım ve satım birbirinden ayrılmaksızın ve çelişkiye düşmeksizin veya ödeme aracı olarak parada var olan çelişkiler açığa çıkmaksızın kriz olamaz”(Agk., s. 512).

Krizin var olması için bu koşular ne denli kaçınılmaz olursa olsun, krizin zorunluluğunu açıklamaya yetmez.“Krizlerin genel olasılığı, bizzat sermayenin biçimsel dönüşümüdür, alım ve satımın zamansal ve mekânsal olarak birbirinden ayrılmasıdır. Ama bu, asla krizin nedeni değildir. Çünkü bu, krizin en genel biçiminden, yani bizzat krizin kendi en genel ifadesinden başka bir şey değildir. Ama krizin soyut biçiminin krizin nedeni olduğu söylenemez. Krizin nedeni sorulursa, soyut biçiminin; olasılık biçiminin neden olasılıktan gerçekliğe (aç. M.) dönüşeceği bilinmek istenir” (Agk., s. 515).

Bu, krizin başka soyut biçimleri için de geçerlidir. Burada şu kadarını belirtelim; ödeme aracı olarak paranın fonksiyonu, hesaplama parası ve gerçek para arasındaki çelişkinin açılıp serpilmesiyle para krizine neden olabilir. Karşılıklı ödeme yükümlülükleri zincirinin oluşmasıyla bu para krizi, meta üreticilerini etkisi altına alabilir.

Ayrıca, üretim ve dolaşım süreçlerinin birbirinden ayrılması, toplumsal yeniden üretim sürecinde aksamalara neden olabilir. Bu da ancak krizle ortadan kaldırılabilir.  “Krizin olasılığını açıklayan bu belirlemeler, onun gerçekliğini açıklamaktan henüz çok uzak, sürecin aşamalarının neden böylesi çatışmaya girdiklerini sadece, bir krizle, zora dayanan bir süreçle iç bütünselliğini gerekli kılabileceğini henüz açıklamaz. Bu ayrışma krizde açığa çıkar; bu onun elementar biçimidir. Krizi, onun bu elementar biçiminden hareketle açıklamak (aç. M.), krizin varlığını, onun varlığını en soyut biçiminde ifade ederek açıklamak, yani krizi krizle açıklamak anlamına gelir” (Agk., s. 502).
Burada söz konusu olan ekonomik koşullar, basit meta üretimine özgü olan ilişkilerdir.

Krizin zorunluluğu üzerine:
Periyodik krizler makineli üretim aşamasında olan kapitalizmin, sanayi kapitalizminin ürünüdür. Kapitalizm, makineli üretim aşamasına 19. yüzyılın ilk çeyreğinde geçti. Şüphesiz ki, daha önceleri de krizler vardı. Ama bunlar belli bir periyodu olmayan, özgün nedenlerden kaynaklanan krizlerdi (para, banka spekülatör krizleri vs.). Kapitalizmin makineli üretim aşaması öncesinde (basit kapitalist ve manüfaktür aşaması) kriz devreviliğinden bahsedilemezdi.

Makineli üretim aşamasındaki kapitalizmde krizin olasılığının gerçekliğe dönüşmesinin koşulları doğmuştu. Bu krizlerin nedenleri, kapitalist ekonominin genel çelişkilerinde aranmalıdır.
“Krizlerin genel koşulları, ... kapitalist üretimin genel koşullarından hareketle açıklanabilir” (Agk., s. 515/516).

Toplumsal üretici güçlerin açılıp serpilmesiyle kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisi de gelişir. Bu, üretimin toplumsal karakteriyle el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki çelişkidir. F. Engels’in dediği gibi, “yeni üretim biçimine kapitalist karakterini veren bu çelişkide günümüzün bütün çatışması embriyon halinde vardır.” (aç. E.).

Bu temel çelişki, kapitalist üretim biçiminin periyodik krizlerinin de nedenidir. Marksistler, ekonomik krizleri bu çelişkiden hareketle açıklamışlardır.
Şüphesiz ki bu çelişki; üretimin toplumsal karakteriyle ürüne el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki temel çelişki, krizlerin son, nihai nedenidir. Bu çelişki, doğrudan krize neden olmaz. Ama bu çelişkinin açılıp serpilmesi, kapitalist üretim biçiminin krize neden olan çelişkilerinin olgunlaştığını gösterir. Bunların neler olduğunu belirterek geçiyoruz.
·          Üretim ile pazar arasındaki çelişki.
·          Çeşitli üretim dalları arasındaki çelişki.
·          Ortalama kar oranı.
·          Kar oranının eğilimli düşüşü.
·          Kredi mekanizmasının gelişmesi.
·          Dünya pazarının durumu.
Bunlar, aynı zamanda, konjonktüre/krize neden olan faktörlerdir.

Fazla üretim krizi, belirttiğimiz bu çelişkilerin ve faktörlerin gelişmesinin bir sonucu olarak, zorunlu olarak patlak verir. Burada önemli olan, bu çelişkilerden ve faktörlerden hangisinin veya hangilerinin en önemli olduğu değil, bunların ekonomide krizin patlak vermesini zorunlu kılacak derecede gelişmiş olmalarıdır.
Ancak kapitalizmin makineli üretim aşamasında bu gelişmenin, krizin zorunluluğunun veya kriz olasılığının gerçekliğe dönüşmesi zorunluluğunun maddi koşulları vardır.

Konjonktürü etkileyen faktörler çok çeşitli olabilir. Ama bunların başında ve öncelikle kast edilen, devletin ekonomiyle ilgili tedbirleridir. Aldığı tedbirlerle, örneğin kredi olanakları sunarak, teşvik ederek krizin patlak vermesini geciktirebilir, ama krizin gelişini engelleyemez.
Devletin/hükümetin tedbirleri, iradidir, nesnel gerçekliği, krizin yasallığını ancak etkileyebilir, ortadan kaldıramaz.

Sonuç itibariyle: Marks, kriz olasılığı ve krizin zorunluluğu arasında fark görüyor. Hangi koşullarda kriz olasılığının, kriz olasılığı olarak kalacağını, hangi koşullarda kriz olasılığının gerçekliğe, krizin zorunluluğuna dönüşeceğini açıklıyor. Bu açıklama, aynı zamanda, kapitalist üretim biçiminin aşamaları arasındaki farkı da gösterir. Kapitalizmin ilk iki aşamasında (basit kapitalist üretim ve manüfaktür) kriz olasılığı söz konusuyken, kapitalizmin üçüncü/sonuncu aşaması olan makineli üretimde kriz, bir zorunluluktur.
l        Marks, periyodik krizlerin olasılığını üretim sürecinin dolaşım aşaması özelliklerinden ve devletin faaliyetlerinden hareketle açıklamıştır. (Bkz.: METE; C. 26/2, s. 498-524).
l        Kriz üretim sürecinde oluşur ama “ancak dolaşım sürecinde (aç. M.) açığa çıkar” (Agk., s. 513).
l        Marks, konjonktür devreviliklerinin zorunluluğunu görece artı değer üretiminin özgül özelliklerinden hareketle açıklar (Bkz.: Agk., s. 529, 580 ve “Grundrisse...”, s. 653, 685).
l        Ne kapitalist üretimin kendisi ve ne de artı değer üretimi, kendiliğinden konjonktür devreviliği üretemezler.

Kısa açıklaması:
Burada söz konusu olan, ekonomik krizin dönemsel patlak vermesinin nedenidir. Sorun şu; fazla üretim krizleri neden belli aralıklarla patlak veriyorlar, dönemsellik nereden kaynaklanıyor? Ekonomik krizler, toplumsal görünümdür. Bundan dolayı krizlerin dönemselliği de toplumsal yasalarla açıklanmalıdır.

l        Marks, kriz devreviliğinin temelini sabit sermayenin dönüşümünde keşfetmiştir.
“Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, birçok yılı, diyelim ki ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yandan bu ömrü uzattığı halde, diğer yandan da bu ömür, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayin temel dallarında bu yaşam süresinin ortalama on yıl olduğu var sayılabilir... Şu kadarı açıktır; bu süre içerisinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağıntılı devirler çevrimi, devresel krizlere maddi bir temel sağlar. Bu çevrim sırasında işler birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, yükselme ve kriz dönemlerinden geçer. Sermayenin yatırılmış olduğu dönemlerin birbirlerinden çok farklı olduğu ve zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir kriz, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine az çok yeni bir maddi temeli sağlarlar” (Kapital, C. II, s. 198).

Sonuç itibariyle, kriz devreviliğinin zorunluluğunu veya ekonomik krizlerin devreselliğinin maddi temelini Marks, sabit sermayenin dolaşımında görmüştür.

l        Marks,  devrevilikler, bir çok çelişkiye göre değil,  bir temel çelişkiye göre açıklanabilirler diyor. (Bkz.: METE; C. 26/2, s. 529-535).
l        Troçkistler (Mandel) ise, kriz açıklaması için kapitalizmin bütün çelişkilerini neden olarak görüyorlar (Bkz.:E.Mandel, “Marxistische Wirtschaftstheorie”,C.I, s. 444, 1978.Frankfurt). Yani aslında kapitalizm=kriz oluyor. Fantastik bir değerlendirme!
l        Devreviliğe neden olan faktörler, devrevilikten devreviliğe hep aynı kalırlar.“Bunun ötesinde, her yeni ticaret krizine özgü olan farklı özellikler, bu farklı özellikler için ortak olan olguların üstünü örtmemelidir” (Marks; C. 12, s. 571).

Demek oluyor ki, krizlerin patlak verme meselesi, yansıyış biçimleri ne denli farklı olursa olsun, hepsinin ortak özelliği vardır. Kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan bu özellik, konjonktürü oluşturan özelliktir. Marks, bunu yukarıda da belirttiğimiz gibi, sabit sermayenin dönüşümünde arar. Yani krizden krize, krizi oluşturan faktör hep aynıdır.

l        Marks’a göre devletin mali ve parasal politikalarla müdahalesi, konjonktürün (krizin) somut seyrini değiştirebilir, ama devreviliğin periyodikliğine neden olamaz .(Bkz.: METE; C. 10, s. 603; METE; C. 12, s. ,548; METE; C. 25, s. 507; METE; C. 27, s. 174).

Burada şu kadarını belirtmekle yetiniyoruz. Marks, birçok defa, devletin mali, para politik müdahalelerinin konjonktürün somut seyrini etkileyebileceğini, değiştirebileceğini, ama devrevilik periyoduna neden olamayacağını açıklamıştır. Örneğin, “1844-45’te görüldüğü gibi, bilgisizlik içeren ve hatalı banka yasaları... para krizini zorlaştırabilir. Ama hiçbir banka yasası bu krizi önleyemez” (METE; C. 25, s. 507). “Son krizi ve krizleri, genel olarak çek banknot basımıyla açıklayan kaba anlayış, tamamen ve kesin hatalı olarak reddedilmelidir” (METE; C. 12, s. 548).

Görüyoruz ki, iradi olan, devletin ve hükümetin hiçbir tedbiri, ekonomide yasal olanı, nesnel olanı ortadan kaldıramıyor, nesnel yasallığa neden olamıyor, ama onun seyrini, konjonktürün somut gelişmesini etkileyebiliyor, değiştirebiliyor.

l        Marks, konjonktür (kriz) devreviliğini tek tek sermayeler arasındaki ilişkilere göre açıklamıyor. Toplam sermayenin hareketini esas alıyor.”Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir”(aç. M.)(METE; C. 25, s. 260. Agk., s. 839).
l        Uluslararası iktisadi iç içe geçmişlik, ulusal konjonktür seyrini artık sadece etkilemiyor, aynı zamanda klasik devrevilik modelini değiştiriyor da.(Dış güçlerden etkilenme).

Sanayi devreviliği kavramının yanı sıra Marks, şu kavramları da kullanmıştır: Dünya pazarı konjonktürleri (Agk., s. 839); ticaret devrevilikleri (Agy.); küçük devrevilikler (METE; C. 23, s. 661 ve C. 35, s. 156); sektörel pazar dalgalanmaları(METE; C. 23, s. 502); sezon dalgalanmaları (METE; C. 25, s. 502). Sanayi krizi kavramının yanı sıra kullandığı diğer kavramlar da şunlardı: Genel fazla üretim;  kısmi fazla üretim; aktif ve pasif fazla üretim; mutlak fazla üretim; görece fazla üretim.
Burada dikkatimizi çeken kavram, dünya pazarı konjonktürüdür. Dünya pazarı konjonktürü tanımlamasıyla Marks, ulusal, bir ülkeye özgü konjonktür devreviliğinin uluslararası bağımlılığını, ulusal olanın uluslararasına taşınmasını kast ediyor.  Bununla ilişkili olarak Kapital’de şöyle der: “İç çelişki, kendisini, üretimin dış alana doğru yayılmasıyla çözümlemeye çalışır” (Agk., s. 255) ve “ithalat ve ihracat ile ilgili olarak şu noktayı dikkate almak gerekir ki, birbiri ardına bütün ülkeler, krize sürüklenmiş olurlar” (Agk., s. 508).
Demek oluyor ki, bir ülkede ekonomik krizin patlak vermesinin nedenini dış pazarla ilişkilerde de; ithalat ve ihracatta da arayabiliriz.

3-Ara kriz sorunu üzerine    

Kriz tanımında dikkatimizi çeken bir nokta da ara kriz kavramıdır. Engels, “ara krizler tali karakterli” tanımlamasını yapıyor. Ara kriz, aynı zamanda, Marks’ın “küçük devrevilikler” tanımlamasının da bir içeriğidir. (METE; C. 21, s. 255).

Engels, Marks’a yazdığı 30 Kasım 1882 tarihli mektubunda Bebel’i kast ederek “Onun, yeni büyük bir kriz üzerine umutlarını erken buluyorum. 1842’deki gibi bir ara kriz gelebilir” (Marks-Engels; Mektuplar, C. IV, s. 687).

Marks’ın “küçük devrevilikler”  ve Engels’in de bizzat “ara kriz” kavramını kullanmaları, ara kriz olgusunun Marksist konjonktür teorisinde yerinin olduğunu göstermeye yeter. Bizi burada ilgilendiren, bundan ziyade, ara krizin neden “tali karakterli” olduğudur.

Devrevi kriz ile ara kriz arasındaki belirleyici fark,  ara krizin belli bir yasallığa tabi olmamasıdır, devrevi bir görünüm olmamasıdır. Çünkü ara kriz, önceden görülmeyen, ekonomi devreviliği dışı; ekonomi dışı faktörlerden dolayı patlak verebilir. Ara kriz, konjonktürün gelişme seyri içinde ortaya çıkan ve etkisi her zaman aynı şiddette olmayan özelliklerden dolayı da patlak verebilir.(Örneğin üretimin bir veya belli sektörlerde olağanüstü artması; fazla üretim). Dar anlamıyla bu fazla üretim olmazsa, ara kriz de olmaz;   kapitalizmde fazla üretim, yasal olarak fazla üretim krizine neden olur, ama fazla üretim, yasal olarak ara krizin patlak vermesinin bir nedeni olamaz.

Demek oluyor ki ara kriz, ekonominin şu veya bu sektöründe kapitalizmin çelişkilerinin gelişmesindeki düzensizlikten, önemli bir banka iflası, sonuçsuz kalan spekülasyon, ekonomi dışı nedenlerden (savaşlar, doğal afetler –deprem vs.) dolayı patlak veriyor. Engels, E. Bernstein’a yazdığı 25-31 Ocak 1882 tarihli mektupta “... Kısmen yerel, kısmen özgün karakterli ara krizler. Şimdi böyle sadece borsa sahtekârlığına dayanan bir ara kriz yaşıyoruz” der (C. 35, s. 268).

Türkiye ekonomisinde ara kriz olgusu 1999’da yaşanmıştır.  Ekonomi dışı faktör olarak depremin yaratmış olduğu tahribat, 1999 yılı itibariyle ekonomide yüzde 5 mutlak küçülmeye neden olmuştur. Bunun ötesinde Asya-Rusya krizi de dış ticaret vasıtasıyla üretimin gerilemesinin başka bir nedeni olmuştur. Bu iki olumsuzluk, şiddetli bir ara krizin patlak vermesini beraberinde getirmiştir.

Ara kriz, bu denli şiddetli olabilir mi? Olabilir de, olmayabilir de. Bu, krizin patlak vermesine yol açan nedenlere bağlıdır. Dolayısıyla, krizin şiddeti, ara kriz mi “normal” fazla üretim krizi mi değerlendirmesinde bir kıstas olmamalıdır. Şiddetli ara krizler olabileceği gibi (1999, Türkiye)  nispeten kısa süren ve daha az şiddetli fazla üretim krizleri de olabilir (1994 fazla üretim kriziyle 1999’daki ara krizi karşılaştırdığımızda her iki krizin de yaklaşık aynı şiddette olduğunu görürüz).
 
4-Yapısal kriz

Yapısal kriz, anlamından farklı olarak ve ‘her derde deva gibi’ olur olmaz yerde sürekli kullanılıyor.  Bu kriz ile ekonomik kriz (fazla üretim krizi) birbirine karıştırılmamalıdır.
Yapısal kriz, kapitalizmin, bilimsel teknik devrimin gelişmesine paralel olarak gündeme gelir, kapitalist üretimin gelişmesinin doğrudan bir ifadesidir. Her ülkede kapitalist gelişme farklı boyutlardadır ve dolayısıyla yapısal krizin somut nedeni veya nedenleri de farklıdır. Bu farklılığa rağmen yapısal krizlerin doğuş nedenlerini belli kategoriler altında toplayabiliriz.
Yapısal krizin doğmasında belirleyici olan iki moment vardır. Bu gözlenemezse, ancak, ne olduğu belli olmayan bir krizden bahsedilir.  

Yapısal kriz, enerji ve hammadde değişimi temelinde doğabilir (Birinci moment): Örneğin bir ülkede o zamana kadar esası oluşturan enerji kaynağı cinsinin değiştirilmesi, kömürün yerini petrolün alması veya gaz tüketiminin artışı veya elektrik enerjisinin belirleyici olması vs. Böylelikle ekonomide enerji veya hammadde değişimi temelinde bir gelişme olur. Bunun anlamı şudur; kömür sektörünü örnek alırsak; başka türden enerji tüketimi gündeme geldiği için veya daha ucuza kömür ithali mümkün olduğu için ülke içindeki kömür üretimi düşer. Bu, belli bir sektörün can çekişmesi, krize girmesi ve o sektörde çalışan binlerce işçinin sokağa atılması demektir. Zonguldak’taki durum Türkiye’de kömür enerjisi temelinde gündemde olan yapısal krizin açık bir ifadesidir.

Kömür sektöründeki bu kriz veya petrol ve yan ürünleri temelinde sanayinin yeniden yapılanması, yapısal kriz demektir. Bu yapısal krizin fazla üretim kriziyle ilgisi yoktur. Çünkü bu kriz, yeniden üretim sürecinden kaynaklanmıyor. Bundan dolayıdır ki, enerji ve hammadde değişimi temelinde doğan yapısal kriz, ekonomik krizle/fazla üretim kriziyle eş anlamlı değildir.

Yapısal kriz, bilimsel-teknik devrim; teknolojik gelişme ve modern teknolojiyi kullanma temelinde doğabilir(İkinci moment): Bilimsel teknik devrimin sonucu olarak baş döndürücü hızla gelişen teknolojinin üretim sürecine sokulmasıyla sanayide, bir bütün olarak ekonomide gündeme gelen yapısal kriz, çıplak gözle bile görülmektedir.  
Modern teknoloji temelinde otomasyon ve elektronik, yeniden üretim sürecini radikal/kökten değiştirmektedir. Modern teknolojiye dayanan yapısal kriz, kapitalizmin tarihinde şimdiye kadar görülmemiş boyutlarda ve derinlikte ekonomiyi etkilemektedir. Örneğin bilimsel-teknik devrimin bir sonucu olarak yeni teknolojik buluşlar, doğrudan sermayenin yeniden üretim sürecine sokulur. Öyle ki; daha önce çok modern olan fabrika binaları, makineler, yeni buluşlardan dolayı “eski”miş olurlar. İşte bu “eskime”den dolayı, sermayenin yeniden üretim sürecinde yer alan bütün üretim araçları (fabrika binaları, makineler vs.) değiştirilir. Bu, muazzam boyutlara varan sabit sermaye kıyımı ve aynı zamanda keza muazzam boyutlara varan sabit sermaye yatırımı demektir. Burada dikkati bir noktaya çekelim; fazla üretim krizi olmadığı halde sabit sermaye kıyımı yapılıyor. Son 30-35 senelik kapitalist/emperyalist dünyada teknolojinin gelişmesinden dolayı yapılan sermaye kıyımı akıl almaz boyutlardadır. (Ekonomik kriz döneminde bu kıyım daha da kapsamlaşıyor). Bu kıyım, kapitalizmde yapısal krizin sonucudur. Kitlesel kronik işsizliğin nedeni de bu krizde aranmalıdır.

Bu türden yapısal krizle enerji ve hammadde temelinde doğan yapısal kriz birbiriyle karşılaştırılamayacak kadar farklıdır; enerji ve hammadde temelinde doğan yapısal kriz, yeniden üretim sürecini etkilemezken ve yan fenomen olarak kalırken, modern teknoloji temelinde doğan yapısal kriz, yeniden üretim sürecini doğrudan etkilemektedir.

Modern teknoloji temelinde yapısal kriz, mevcut üretim donatımının, çoğu kez tamamen yenilenmesi, değiştirilmesi anlamına gelir. Öyle ki fabrika binası yıkılmakta, aynı yere yenisi, yeni teknolojinin gerek kıldığı temelde inşa edilmektedir. Diğer bir ifadeyle; sabit sermayenin modern teknoloji temelinde yenilenmesinin fazla üretim kriziyle doğrudan bir ilgisi yoktur. Yani bu temelde söz konusu olan sabit sermaye kıyımı -fabrikanın kapatılması- işçilerin sokağa atılması ekonomik krizin değil, yapısal krizin bir sonucudur.
Ama öyle durumlar olur ki; teknoloji temelinde doğan yapısal kriz, aynı dönemde patlak veren ekonomik krizle iç içe geçebilir. Bu durumda modern teknolojiye dayanan yapısal kriz, aynı dönemde patlak veren ekonomik krizle eş anlamlı olur. Burada eş anlamlı olmanın nedeni, modern teknolojiye dayanan yapısal krizin yeniden üretim sürecine doğrudan nüfuz etmesidir.

Demek ki, yapısal krizle fazla üretim krizi her zaman eş anlamlı değildir. Sanayi ürünleri ihracına yönelmiş her ekonomi, dünya pazarında rekabet edebilmek için kendini yenilemek zorundadır. Kendini yenileme, rekabet gücünü artırır ve modern teknolojiyle donanma anlamına gelir. Dış pazar olgusu gündeme geldiğinden beri iddialı her ekonomi, kendini yenileme, teknolojik alanda modernleşme krizi içindedir. Yani yapısal kriz, daralan, çöken ekonominin değil, tam tersine büyüyen ekonominin krizidir. 

Birer cümleyle her iki krizin ortak ve ayrı özellikleri:
-Yapısal krizin birinci momenti devam ederken,  fazla üretim krizi patlak verebilir. Bu her iki kriz, çıkış nedenleri farklı olduğu için eş anlamlı olamazlar.
-Yapısal krizin ikinci momenti devam ederken fazla üretim krizi patlak verebilir. Bu durumda her iki krizin de çıkış nedeni doğrudan sermayenin yeniden üretim sürecinde olduğu için eş anlamlı olurlar.
-Demek oluyor ki, her iki kriz, çeşitli faktörlerden dolayı bazen aynı, bazen de ayrı anlamlıdır. Önemli olan, nerede aynı, nerede ayrı anlamlı olduğunu görebilmektir.
-Yapısal kriz ve fazla üretim krizi karşılıklı ilişki içindedirler ve dolayısıyla birbirlerini etkilerler.
-Her iki kriz de kapitalist sistemin doğasında vardır.
-Her iki krizin üretici güçler üzerindeki etkisi aynıdır; kitlesel işsizlik (kitlesel yoksulluk), muazzam boyutlarda toplumsal maddi zenginliğin-sabit sermayenin yok edilmesi.
-Gelişmiş teknoloji temelinde patlak veren yapısal kriz, nispeten uzun sürer. Ama teknolojinin bugün ulaşmış olduğu boyutlar, bu süreyi giderek kısaltıyor.
-Yapısal krizde devrevilik yoktur. Söz konusu enerji-hammadde veya teknoloji değişimi sağlanınca, bu süreç tamamlanınca bu kriz de sonuçlanmış olur.
-Fazla üretim krizleri, nispeten kısa sürelidirler.
-Fazla üretim krizlerinde devrevilik kaçınılmazdır. Zaten krizin kendisi ekonomik devreviliğin sadece bir aşamasıdır. Ekonominin/krizin devreviliği de kapitalizmin gelişmesine göre değişime uğramıştır.  

5-Tarımda fazla üretim krizi sorunu

Aynen sanayi krizleri gibi tarım krizleri de üretimin kapitalist karakterinden kaynaklanırlar. Sanayide olduğu gibi tarımda da kar için, azami kar için üretim amaçtır.

Nasıl ki sanayide fazla üretim krizleri, sanayinin ancak ve ancak makineli üretim aşamasında oluşabiliyorlarsa, tarımda da fazla üretim krizleri, kapitalizmin tarıma nüfuz etmesine bağlı olarak oluşurlar. Kapitalist ilişkilerin belirleyici olmadığı bir tarımsal üretim ilişkilerinde kriz olabilir, ama fazla üretim krizi olamaz.

Tarım krizleri (ekonomik veya fazla üretim krizleri), kapitalizmin tarıma nüfuz etmesiyle doğan bütün çelişkileri açığa çıkartır. Ve tarımda kapitalizm ne denli gelişmişse kapitalizme özgü bu çelişkiler de kriz sürecinde o denli açığa çıkar.

Sanayi krizlerinde olduğu gibi tarım krizlerinde de esas çelişkiyi kapitalizmin temel çelişkisi –üretimin toplumsal karakteri ve ona özel mülkiyet temelinde el koyuş- oluştur. Sanayide olduğu gibi tarımda da krizin olasılığı meta üretiminde aranmalıdır.

Bu özelliklerinden dolayı bu krizler birbirlerinin nedeni olabilirler mi? Olamazlar. Çünkü:
-Sanayi krizlerinin devreviliği vardır.
-Tarım krizlerinde devrevilik yoktur.
-Tarım krizinin nedeni sanayi krizi değildir.
-Sanayi krizleri görece kısa sürer.
-Tarım krizleri uzun dönem devam eder.
-Her iki kriz birbirini etkiler.
-Tarım krizleri, sanayinin çevrim seyrini sadece etkileyebilir, sanayide konjonktürün normal gelişmesini olumsuz etkileyebilir. Tarım krizi, örneğin tarım makineleri, yapay gübre talebini geriletebilir, sanayide hammadde olarak kullanılan tarımsal ürünlerde yetersizlik gündeme gelebilir. Örnek olarak verdiğimiz bu olasılıklar, sanayide krizin derinleşmesine neden olabilir.
-Tarım krizleri, bazı sanayi sektörlerinde kısmi krizlere neden olabildiği gibi bunun tersi de geçerlidir; yani sanayide kriz bazı tarım sektörlerinde kısmi kriz neden olabilir. Örneğin sanayide kriz, (fazla üretim krizi), sanayi üretimi için hammadde üreten tarımın –pamuk, yün, keten ve benzeri bazı sektörlerinde krize neden olabilir. Aynı şekilde tarım krizi de, sanayin tarım aletleri, yapay gübre üreten sektörlerinde kısmi krize neden olabilir. Ama şimdiye kadar ne tarım krizlerinin sanayi krizlerine, ne de sanayi krizlerinin tarım krizlerine neden oldukları görülmüştür.

6-Sektörlere göre konjonktür (kriz) var mıdır?

Sermayenin uluslararasılaşmasının varmış olduğu boyut, azami kar sermaye, mali kuruluşları ve ekonomideki rollerini ön plana çıkartmıştır. Bu gelişmeden dolayı, sermaye hareketinin devreviliğinde reel ekonominin yanı sıra mali sektörün, parasal “devreviliğin” belirleyici olduğu üzerine tezler ortaya atıldı. Kapitalizmin tarihinde kriz üzerine tartışmalarda şimdiye kadar reel ekonomik ölçekler ve kavramlar esas alınmıştı ve mali sektörün rolünden de bahsedilmişti.  Ama bugün reel üretim birikiminden bağımsızlaşan bir mali sermayenin varlığından ve birikiminden bahsedilmektedir. Aslında burada söz konusu olan, çok büyük oranda  “hissedilen” birikimdir.

Neoliberal düşüncenin zaferi, iktisat bilimi tartışmalarında yeni cephe oluşumuna neden olmuştur. Sermaye hareketinin devreviliğinde görülen düzensizliklere de dayanılarak artık, devreviliğin geçersiz olduğu, konjonktür devreviliği modelinde görülen değişmelerin artık sanayi sektörüne bağlı olmadığı savunulmaya başlanmıştır. Pazar dinamiği ve para politikası üzerinden etkinin konjonktürü biçimlendirdiği tezi ortaya atılmıştır.
Bu anlayışa göre  konjonktürün gelişmesi için belirleyici olan, artık reel sektördeki birikim süreci değildir; bunun yerini efektif talebin gelişmesi almıştır.  Sermaye hareketi özgün fiskal ve para politik bir oluşuma sahiptir ve bu durum devletin gelir ve giderleri politikasıyla, merkez bankasının para politikasıyla belirlenmektedir. Böylece konjonktür gelişmesinin yasallığı ortadan kaldırılmış oluyor.  Çokça duyduğumuz 'devletin bu yönlü politikaları iyi olursa, kriz de olmaz esprisi! Parasal ve siyasi etki ölçekleri, devreviliği modifize edebilirler, ama onun periyodikliğini ortadan kaldıramazlar deniyor. 
Söylenen oldukça açık: “Hissedilebilen” sermaye birikimi, “hissedilebilen” zenginlik, neoliberal teorisyenleri “zafer” sarhoşu yaptı ve bütün kapitalizm gerçekliğiyle bağları koptu. Öyle ki, kapitalizm gerçekliğini yaşamamaya başladılar. Bu gerçeklik onlar açısından en fazlasıyla “hissedilebilir” oldu. Şimdi işler tersine döndü: Kriz onları da kapitalizmin gerçekliğiyle karşı karşıya getirdi. “Hissedilebilen” sermayelerinden; o trilyonlarca dolardan geriye fazla bir şey kalmadı. Dolayısıyla mali sektörün konjonktürü belirleme tartışmasının da bir anlamı kalmadı.

Ama bir dizi küçük burjuva çevreyi büyülediğine göre fantastik bir teori olsa gerek!. Yalnız, sadece bir kusuru var: Yaşanan krizin de gösterdiği gibi kapitalizmin gerçekliğiyle uzaktan yakından bir ilişkisi yok! 

Küçük burjuvazinin fantastik kriz teorileri karşısında  Marksist kriz teorisi ne yapabilir ki?!

Sürekli kriz teorisi nasıl savunuluyor?
Sürekli kriz teorisinde zaman süresinin göreceli olması veya olmaması sorunun özünde hiçbir şey değiştirmez.  Uluslararası veya ulusal çapta sürekli kriz teorisi savunuluyor. Bu krizi,  ne hikmetse  hep 1970’li yıllarla başlatılıyor.

Periyodik krizler neden kaçınılmazdır?  Ekonomik krizler neden devrevidir ve neden sürekli olamazlar? Kapitalizmde ekonomik krizlerin periyodik olmaları neden kaçınılmazdır? Kapitalizmde bütün ürünler; insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler, hatta hizmetler, meta formunu alırlar. Ürünlerin, ilişkilerin ve hizmetlerin kendilerine özgü pazarları vardır. Her şey bu pazarlarda üretilir. Ve orada satılır. Bütün ürünler pazarda meta formundan para formuna dönüşüm sürecinden geçerler. İşgücü de aynı süreçten geçer.

Kapitalist üretimde amaç, insanların ihtiyaçlarını karşılamak değildir, aksine sermayeyi değerlendirmek; artı değer, kâr ve daha fazla kâr elde etmektir. Belli ürünlere olan talep büyük olabilir, ama kâr elde edilemiyorsa kapitalist, o alana yatırım yapmaz.

Kapitalist üretim biçiminin, toplum yapısının sayısız iç çelişkileri vardır. Ama kapitalizmde, diğer bütün çelişkilerin de kaynaklandığı temel çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile ürüne özel el koyuş arasındaki çelişkidir. Kapitalizmde üretim, toplumsal karakter taşır, ama ürünler toplum için üretilmezler. Kapitalizmin bahsettiğimiz temel çelişkisi, periyodik fazla üretim krizlerinin (ekonomik krizlerin) çıkış noktasını ve esas nedenini oluşturur.

Söz konusu bu temel çelişki, tek tek krizlerin somut, doğrudan nedenini değil, sadece, krizlerin genel temel nedenini oluşturur. Marksizmin abc’sine göre üretimin toplumsal karakteriyle ona özel el koyuş arasındaki temel çelişki, süreklidir. Yani her koşul altında etkide bulunur. Şayet bu çelişki, krizlerin doğrudan, somut nedeni olsaydı, işte o zaman küçük burjuva çevreler gibi sürekli krizden bahsetmemiz gerekirdi. Ne var ki Marksizme göre ne sürekli kriz ne de göreceli sürekli kriz vardır. Bu çevreler,  göreceli de olsa sürekli krizi savunabilirler.“Kapitalist üretim, bütün sahalarında aynı zamanda ve aynı ölçüde gelişseydi, asla mümkün olmazdı” (Marks). 

Marks, krizlerin periyodik olduğunu tespit ediyor ve bu tespitini de sabit sermayenin dönüşümüyle açıklıyor. Sürekli kriz teorisini savunanlar ise Marksist kriz teorisini, ekonomik krizlerin periyodik karakterini reddedip, sürekli veya göreceli sürekli kriz teorisini savunurken hangi yüzeysellik içinde olduklarının farkında değiller:

Toplumsal üretimin ve bu üretimin her iki bölümünün, yani üretim araçları üretimi bölümünün (Bölüm I) ve tüketim araçları üretimi bölümünün (Bölüm II) 1970’lerden beri, yani 35-40 seneden beri kriz içinde olduğunu; yeni yatırımların yapılmadığını, ama aynı zamanda sabit sermaye kıyımının/yok ediminin devam ettiğini düşünebiliyor musunuz? Aklım almıyor, düşünemiyorum. Siz düşünebiliyor musunuz?  

Düşünemiyorum, çünkü bu çevreler, bu anlayışlarıyla sermaye birikimini, sermaye birikiminin itici gücü/dürtüsü olarak reddediyorlar. Bu reddin ne anlama geldiğini kısaca açıklayalım:

Kapitalistler, kapitalist sistemin iç yasallığını göz önünde tutmazlar. Pazarı yüzeysel olarak incelerler ve hangi malı, ucuza üretebilirsem çok satarım diyerek hareket ederler. Bu anlayıştan hareketle kapitalist, kriz döneminde para formunda birikmiş ve adeta “nadas”ta duran sermayesini verimli sermayeye dönüştürür. Yani yatırım yapar. Yatırım, sabit sermayenin yenilenmesinden ve genişletilmesinden başka bir şey değildir. Yatırım, aynı zamanda üretimde canlanma ve yükselişe doğru gidiştir. Buna göre, küçük burjuva çevrelerin reddetmelerine rağmen sermaye birikimi, ekonomik canlanmanın ve yükselişin itici gücü oluyor. 

Bir kapitalisti örnek alalım. (Bu Koç da olabilir, Siemens de olabilir) Kapitalist, kapitalist olarak var olmak istiyorsa, sermayesini verimli olarak yatırmaya devam etmek zorundadır; yani üretime yatırım. Böylelikle toplumsal üretimin birinci bölümünde -üretim araçları üretimi-sabit sermayenin yenilenmesi ve genişletilmesi yeni boyutlarda canlılık kazanır: Bu bölümdeki kapitalistler birbirlerine üretim araçları (makineler vs.) satarlar. Böylelikle birikim, somutta da üretim araçları üretiminin genişletilmesi, sadece, genel olarak alım gücünü (Bölüm I’deki) kapitalistler arasında büyütmez, aynı zamanda toplumun tüketim gücünü de büyütür. Yani çok sayıda işçi, yeniden çalışmaya başlar. Çalışan işçi sayısının artması, değişken sermayenin büyümesi demektir. Değişken sermaye büyüyünce işçilerin tüketim/alım gücü de büyür. Böylelikle tüketim araçları üreten bölümde de (Bölüm II) fevkalade bir canlılık başlamış olur. Bu, kriz döneminde sabit sermaye kıyımı yapan her iki bölümün, ekonomik devreviliğin bu (kriz) aşamasından çıkarak durgunluk, giderek de canlanma aşamalarına doğru geliştiğini gösteren süreçtir. Bu süreç, gelişmesinin belli bir aşamasında kesintiye uğrayacak ve ekonomik devrevilik yeniden kriz aşamasına girecektir.

Bu gelişme, sürekli kriz savunucuları tarafından reddedilir ve böylece sermaye birikiminin çelişkili bir süreç olduğu da reddedilir. Birikim devam ettiği müddetçe; yeni, modern fabrikalar, yollar, başka üretim kapasiteleri yapıldığı, eski teknolojinin yerine yenilerinin alındığı müddetçe ekonomik devreviliğin canlanma/yükseliş aşaması devam eder. Ne var ki bu çevreler bu anlayışta değiller;  Onlara göre 1970’lerden beri veya sürekli krizi ne zaman başlatıyorlarsa o tarihten bu yana yeni fabrikaların yapılmaması, makinelerin değiştirilmemesi gerekiyor. 

Üretim süreci belli bir noktaya gelindikten sonra, üretim araçları üretiminde (Bölüm I’de) doyumluluk gündeme gelir. Hemen hemen her şey yenilenmiştir, büyütülmüştür. Yenilenmiş ve büyütülmüş üretim sürecinin belli bir aşamasına gelindiğinde Bölüm I’in ürünlerine duyulan talep düşer. Bu bölümdeki işçiler, yeniden sokağa atılırlar. Ama modern işletmelerle üretime devam edilir ve bir anda pazar, satılması gereken, ama alıcı bulamayan metalarla dolup taşar. Artık üretim fazlalığı gündemdedir. Toplumun tüketme gücünden fazla üretim yapılmıştır ve aynı zamanda toplumun alım/tüketim gücü düşmüştür.

Bu süreç, gelişmesinin belli bir aşamasında kesintiye uğrayacak ve ekonomik devrevilik yeniden kriz aşamasına girecektir.  Birikim devam ettiği sürece her şey yolunda gider; alım gücü genişler ve bu çerçevede toplumun tüketim gücü de artar. Ama gelişmenin belli bir noktasına gelindiğinde birikim, sağladığı bu gelişme süreciyle çelişkiye düşer. Bu, üretimin sınırsız genişletilmesiyle toplumun alım/tüketim gücünün sınırlı oluşu arasındaki çelişkidir.
Kapitalist üretimin bu nesnelliğinden dolayı sürekli kriz anlayışı, bir “deli saçması”dır.   

Sonuç: Ekonomik kriz, her zaman olmamıştır. Onun nedeni kapitalizmdir ve kapitalizmin yok olmasıyla da yok olacaktır. İlk fazla üretim krizi İngiltere’de patlak verdi. (1825), o günden bu güne kapitalist üretim belli aralıklarla; krizlerle kesintiye uğramıştır. Bu gelişmeyi Engels şöyle anlatır: “Gerçekten de, ilk genel krizin patlak verdiği 1825’ten bu yana bütün sanayi ve ticaret dünyası bütün nedeni halkların ve onların şu veya bu derecede barbar uyduları topluluğunun üretim ve mübadelesi. Yaklaşık her on yılda bir kez şirazeden çıkar. Ticaret durur, pazarlar dolup taşar. Ürünler, sürümsüz oldukları ölçüde yığılıp kalır. Nakit para, görünmez olur. Kredi ortadan çekilir. Fabrikalar kapanır, çalışan insanlar, fazla yaşam maddeleri üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar. İflaslar iflası,  zoraki satışlar zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretici güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları, sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürülene, üretim ve değişim yavaş yavaş canlanana kadar, yığın halinde israf ve imha edilirler. Yavaş yavaş, gidiş hızlanır, tırısa döner. Sınai tırıs, dörtnal olur ve bu dörtnal da, sonunda en tehlikeli atlamalardan sonra kendini yeni baştan çöküntü çukurunda bulmak üzere, bir sanayi, ticaret, kredi ve spekülasyon engelli yarışında dolu dizgine kadar yükselir. Ve hep aynı yinelenme. İşte 1825’ten bu yana...”.

Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi
Göreceli de olsa sürekli krizi savunmak, öznel niyet ne olursa olsun, nesnel olarak kapitalist sistemin, içine girdiği sürekli krizin sonucu olarak kendiliğinden çökeceğini otomatikman savunmak anlamına gelir.  Bu çevrelerin savundukları kriz anlayışının, mantıksal nihai sonucuna göre emperyalist ekonominin çoktan çökmüş olması gerekiyordu. Çökmediğine göre ortada bir sakatlık var. Bu sakatlık, kapitalist ekonominin işlerliğinde değil, bu çevrelerin konuyla ilgili antimarksist anlayışlarında aranmalıdır.

Modern revizyonistler, “sosyalist” SB’de “sosyalizm”in yükselişini ve bu yükseliş karşısında kapitalist dünyanın kriz içinde yoğrulduğunu kanıtlamak için kriz konusunda oldukça “şıpsevdi” olmuşlardı. Ve II. Dünya Savaşından sonra, daha doğrusu, iktidarı gasp ettikten sonra bolca “kriz” üretmişlerdi. Onlara göre ekonominin her konjonktürel hareketi/gerilemesi bir krizdi ve bu türden krizler de giderek çoğalıyordu. Yani “sosyalizm” dünya çapında gelişiyor, kapitalizm büyük bir istikrarsızlık içine giriyor ve bu istikrarsızlığın kanıtı da krizler oluyordu. Ekonominin/krizlerin devreviliği ise giderek sıklaşıyor, her birkaç yılda bir kriz patlak veriyordu.

İnansak da, inanmasak da burada söz konusu olan anlayış, son kertede sürekli krizlere ve dolayısıyla kapitalizmin otomatikman (kendiliğinden) çökeceği anlayışına (R. Luxsemburg) götürüyor.  

Kapitalizm, bu yüzyılın başından beri de emperyalizm aşamasında sayısız “badireler” atlatmıştır. Ama her seferinde ayakta kalmasının ve hâkimiyetini sürdürmesinin bir yolunu bulmuştur. Çünkü kapitalizmin ayakta kalmasının ve hâkimiyetini sürdürmesinin nesnel koşulları vardır. Bu koşullar var olduğu müddetçe de emperyalizm kendiliğinden çökmeyecektir ve emperyalizm var olduğu müddetçe de bu nesnel koşullar var olacaktır.

Kapitalizm, ne devrevi olarak gelen ekonomik krizlerinden dolayı ve ne de genel krizinden dolayı çöker. Bu krizler, ne denli ağır olurlarsa olsunlar, kendiliğinden çöküntü asla ve asla olmaz. Çünkü ne en ağır ekonomik kriz ne de genel kriz, sermaye birikimi yasasını; en daralmış haliyle dahi olsun sermaye hareketini yok etmiyor. Ve sermayenin birikim yasası işlediği müddetçe de kendiliğinden çöküş olmayacaktır.

Ayrıca emperyalizm, kendi sistemsel işlerliği içinde hiçbir zaman ve asla son sınırına varmaz. Emperyalist sistemin, kendini bağlayan sınırı yoktur. Bunun nedeni de sermayenin, hangi kapsam ve boyutlarda olursa olsun, kendini yenilemesi için nesnel koşulların sistem içinde devamlı var olmasıdır. Demek oluyor ki kapitalist sistem, kendi çelişkilerinden dolayı kendi kendine çökmez.

Sonuç itibariyle şunu diyebiliriz: Küçük burjuvazinin fantastik kriz teorileri karşısında  Marksist kriz teorisi ne yapabilir ki?!

“Bir o yana, bir bu yana”!
Kimileri kapitalizmi kendiliğinden çökerttirir, kimileri krizi süreklileştirir, kimileri de “dalga” teorisinde olduğu gibi işçi sınıfına “surfing” yaptırır. Bu işlerin uzmanı vardır. Düşünebiliyor musunuz, işçi sınıfı bu “dalga”cılara göre “uzun dalgalar”- kısa “dalgalar” üzerinde bir o yana bir bu yana “surfing” yapıyor; sınıfın mücadelesi “dalgalar”ın uzunluğuna ve kısalığına bağlanıyor. Marksizm'in bu konuda başka düşüncede olması, bu “Marksist”leri hiç mi hiç ilgilendirmiyor.

Marksist kriz/konjonktür teorisi, sadece burjuva kriz teorilerini değil, aynı zamanda küçük burjuva kriz teorilerini de can evinden vuruyor.