deneme

26 Mayıs 2008 Pazartesi

REJİM KRİZİ VE GERİYE DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA




Kuvvetler ayrımı, kuvvetler paylaşımına dönüşmüştür.
  
Demokrasi kavramının soyut olarak, sınıf sorunundan bağımsız kullanımı kaçınılmaz olarak bilimsel olmayan bir bakış tarzının sorgulanmadan kabul edilmesine ve bu yanlış anlayıştan hareketle değerlendirme yapılmasına neden olur. Sınıflara bölünmüş bir toplumda sınıflar üstü bir demokrasi yoktur ve olamaz da. Ama böyle bir toplumda hâkim sınıfın, bu durumda burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını bütün toplumun; bütün toplumsal sınıfların ve sosyal tabakaların çıkarları gibi göstermek burjuva düzenin sorgulanmayan “normal”liğidir. Rejimle, demokrasiyle ilgili bütün tartışmalar da bu yanlış olan “normallik” üzerinden sürdürülür. Yargıtay bildirisi üzerine burjuva gazetelerde çıkan değerlendirmeler buna bir örnektir.

Yargıtay'ın son çıkışı, “Y-Muhtırası”, söz konusu bu “normalliğin”, nasıl bir anormallik olduğunu göstermesinin ötesinde burjuva demokrasisinde kuvvetler ayrımının da bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermiştir. “Y-Muhtıra”, seçimler döneminde tamamen ortaya çıkan, “Çankaya Savaşları”nda derinleşen rejim krizinin ertelenemez hale gelmiş olduğunu göstermektedir. 

Burjuva demokrasisinin de bir gelişme süreci vardır. İngiltere'de Cromwell, Fransa'da Jakobin-Diktatörlüğü, Amerika'da Güney Devletlerinin köleci düzen anlayışına karşı sürdürülen iç savaş olmaksızın burjuva demokrasisi de olmazdı. 

Kuvvetler paylaşımı anlayışı, feodal mutlakıyetçi monarşiye karşı mücadele sürecinde doğmuştur. Kuvvetler ayrımı, devrimci burjuvazinin, bütün iktidarı ele geçirene kadar, yasama, yürütme ve yargı gücünü kişi olarak elinde tutan mutlakıyetçi kralın elinden çekip almak için kullandığı bir „demokrasi“ yöntemiydi.   

Kuvvetler paylaşımı teorisinin kurucusu olan Montesquieu, aristokrasinin bir üyesi ve temsilcisi olarak, „soylular“ sınıfının iktidarını halk ile paylaşmayı hiç düşünmüyordu. Montesquieu, mutlakıyetçi monarşinin despotik iktidar pratiğiyle tehlikeye düşen aristokrasinin iktidarını pekiştirmek için kuvvetlerin ayrımını talep etmişti.

Montesquieu, kuvvetlerin yasama, yürütme ve yargı biçiminde ayrımını, feodal monarşi görünümündeki “soylular” sınıfı iktidarını istikrarlaştırmanın en uygun biçimi olarak görmekteydi Öyle ki, kurucu monarşide feodal soylunun iktidar ve imtiyazlarının nasıl teminat altına alınacağı üzerine somut düşünceler geliştirmişti: Senatoda üyeliğin irsi olması. Halkın temsil edildiği parlamentoda siyasal hakların sınırlandırılması. “Soylular” için yürütme kurumlarının garanti altına alınması. Montesquieu, iktidar veye kuvvetler paylaşımını hiç düşünmemekteydi, amacı bu değildi.

Devrimci burjuvazinin ideologları, Montesquieu'nün kuvvetler ayrımı anlayışını kuvvetler paylaşımına dönüştürmüşlerdir ve bundan da mutlak hükümdarın iktidarını halkın çıkarına sınırlandırmayı anlamışlardır.

Kuvvetler paylaşımı belli siyasal koşullarda mümkündür ve her sınıf bunu kendi çıkarları için kullanır. Eski hâkim sınıf, iktidarını tek başına yürütecek durumda değilse, yeni sınıf, iktidarı ele geçirmeye çalışan sınıf da, iktidarı ele geçirecek kadar güçlü değilse, kuvvetler paylaşımı mümkün olur. Kuvvetler paylaşımı Fransız Devriminin Bastille-saldırısıyla (14 Temmuz 1789) XVI. Ludwig'in idamı (21 Ocak 1793) döneminde, Rusya'da Şubat-Temmuz arasında (1917) -Çifte iktidar dönemi- uygulanmıştı. Nepal'daki siyasal yapılanma kuvvetler paylaşımının en güncel örneğini gösterir. Yıllardan beri süren ve dönem dönem seçim sonuçlarına yansıyan güçler dengesi, bu son seçimde devrimci güçler lehine değişmesine rağmen, eski hâkim sınıf iktidardan uzaklaştırılamıyor ve devrimci güçler de tek başına iktidara gelemiyorlardı. (Son gelişmeler, bu sürecin devrimci güçler lehine sonuçlanacağını açık bir şekilde göstermektedir).

Görüyoruz ki hem hâkim sınıflar arasındaki çatışma ve hem de devrimci güçlerle bir bütün olarak hâkim sınıflar arasındaki sınıf mücadelesi, bazı dönemlerde karşımıza kuvvetler ayrımı, kuvvetler paylaşımı veya kuvvetler ayrımının kuvvetler paylaşımına dönüşmesi olarak çıkmaktadır.
İktidarın kuvvetler ayrımı temelinde sürdürülmesi uzun ömürlü olabilir, ama kuvvetler paylaşımına dayanan bir iktidar, kesenkes, kaçınılmaz olarak kısa ömürlüdür. Yargıtay bildirisi Türkiye'nin böyle bir sürece girilmiş olduğunu göstermektedir. Taraflar da pek ala biliyorlar ki, bu ülkede kuvvetler ayrımı, yerini çoktan kuvvetler paylaşımına bırakmıştır.

Burjuvazinin iki kliği veya kanadı arasında devam eden mücadeleler, çoktan hükümet olma mücadelesini aşmış ve iktidar mücadelesi olmuştur. Burjuvazinin şu veya bu kanadı arasındaki hükümet olma mücadelesinde kuvvetler ayrımı, kuvvetler ayrımı olarak kalır ve hükümet olmak için sürdürülen çetin bir mücadelenin ötesine geçmez. Ama şimdiki durum böyle değil. Burjuvazinin „laikçi“ kanadı ile „İslami“ kanadı arasındaki mücadele, ne kadar ağır, karmaşık ve kapsamlı olursa olsun ülkenin karşı karşıya olduğu şu veya bu sorunla hiç ilgili değildir. Aralarındaki çelişki sistemle, ülkenin politik ve toplumsal yapılanmasıyla ilgilidir ve her iki taraf bu soruna ideolojik olarak farklı açılardan yaklaşmaktadır. Perspektifi belirleyen dünya görüşüdür. Her iki tarafın „laiklik“-“antilaiklik“ bazında dünya görüşü birbirine tamamen zıt olduğu için toplumu ve politikayı şekillendirme perspektifleri de doğal olarak farklıdır. Bu nedenle hükümet olmak mücadelesiyle başlayan süreç, çoktan beri iktidar olma mücadelesine dönüşmüştür. Bu mücadelede ne bu iki kanat veya burjuvazinin kanatları ve ne de devrimci hareket tarafsız kalabilir. Politik mücadelede hükümet değişimi; seçimler karşısında ilgisiz kalmayan devrimci hareket, burjuvazinin iktidar mücadelesi karşısında hiç ilgisiz kalamaz. Nihayetinde bu, diğer şeylerin yanı sıra sınıf mücadelesinin koşullarını da ilgilendirmektedir.

Mevcut hükümetin temsil ettiği politik İslam’ın hemen bütün sorunlara yaklaşımında olduğu gibi kuvvetler ayrımı sorununa yaklaşımında da takiye yaptığı açıktır. Güçlendikçe kuvvetler ayrımını kuvvetler paylaşımına dönüştürmüştür veya yüzde 47 çoğunluğu sürekli dillendirerek kuvvetler ayrımının kuvvetler paylaşımı olarak anlaşılmasını bütün topluma hissettirmeye başlamıştır. Yürütme ve yasamadan sonra yargıyı da ele geçirme mücadelesi içindedir. Tabii buradaki en büyük sorun, işçi sınıfı ve emekçi yığınların nasıl bir tavır sergileyeceğinden ziyade ordunun nasıl bir tavır sergileyeceğidir. Korku budur. Nihayetinde politik İslam’ın zaferi, sesini çıkarmayan ordunun da İslami olmayı kabul etmesi anlamına gelecektir. Umudunu orduya bağlayanlar için ürkütücü bir gelişme olur bu.
Taraflar arasında, seyrek de olsa sergilenen uzlaşma çabaları göstermeliktir. Kılıçlar çoktan çekilmiştir. Yargının „muhtırası“ yeni bir 28 Şubat sürecinin başlangıcı olabilir. Ama 28 Şubatta kuvvetler ayrımı vardı, şimdi ise kuvvetler paylaşımı söz konusu.
Başka bir yazıda devrimci mücadelede kuvvetler ayrımı ve paylaşımı sorununu ele alacağız.   

12 Mayıs 2008 Pazartesi

GÜNAYDIN BEYLER!




Dünya ekonomisi, ekonomik krizde olan ve durgunluk içinde olan ekonomiler(ülkeler) arasındaki farklılığın giderek silinmeye başladığı bir sürece girmektedir. Özellikle Amerika ekonomisinde büyümenin durgunluk aşamasında olması ve devam eden mali-banka krizi bu süreci besliyor. Dünya ekonomisinin büyüme hızında bir yavaşlamanın olacağı, zaten mevcut büyüme verilerine göre belli bir yavaşlamanın olduğu açıktır. Bunun ötesinde hemen her ülkede belli bir enflasyon baskısı söz konusudur.

Türk ekonomisinin dünya ekonomisinin seyrinden etkilenmesi dolaylı olma özelliğini hala sürdürmektedir. Dış gelişmeler ekonomiyi baskılamaktadır ama henüz gerçek anlamda yönlendirememektedir. Bu anlamda ekonomi, kendi iç dinamiklerine göre hareket ediyor. Bu gelişmeyi aşağıda ele alacağımız verilerin seyrinde de görmekteyiz.


Hükümetin ekonominin gelişme seyrine müdahale etmek için hazırlamış olduğu bir programı yok. Ekonomik büyüme yavaşlıyor, enflasyonist gelişme hız kazanıyor ama hükümet hala ekonominin dinamikliğinden, “dışarıdaki krizin bizi fazla etkilemeyeceğinden” bahsediyor. Birtakım çevrelerin, hükümetin “mali disipline” önem verdiğini vurgulaması, bazılarının buna karşı olması meselenin özünde bir şey değiştirmiyor.  Ekonominin krize doğru yuvarlandığı dönemlerde ekonomik gelişmeyi yönlendirmek için birtakım kararlar almak ve uygulamak ancak ve ancak güçlü bir ülke için; dünya ekonomisinde ağırlığı olan bir ülke için bir anlam taşıyabilir. Türkiye böyle bir ülke değil. Tersine ekonomisi dışa, uluslararası sermayeye, IMF'ye bağlıdır. IMF ile görüşmelerin henüz yeni sonuçlandığı bir dönemde hükümetin, IMF reçetelerinden bağımsız olarak bir tedbir paketi hazırlamasını ve bunu uygulamaya koymasını beklemek ancak bir hayal olabilir. Ama 2001'de yaşandığı gibi, belki önümüzdeki dönemde yeni bir Derviş gönderilir ve ekonomi ona teslim edilir. Program da o olur. Kim bilir belki de eski Derviş, yeni Derviş olarak gelebilir!
Bazı kıstaslara göre ekonominin gelişme seyri:

1-Üretimin büyümesi açısından:
Sanayi üretiminde büyüme oranları giderek küçülmektedir. 2007 yılının çeyreklerine göre durum: Örneğin ulusal gelirde büyüme oranları yılın ilk çeyreğinde yüzde 7,6’dan 2. çeyreğinde yüzde 4’e, 3. ve 4. çeyreklerinde de yüzde 3,4’e düşmüştü. Sanayi üretim endeksi de aynı gelişmeye işaret ediyor: Örneğin toplam sanayi üretimi bir yıl öncesine göre 2008'in Ocak ayında yüzde 11,4, Şubat ayında yüzde 7,5 oranında büyürken, bu oran Mart ayında yüzde 2,4'te kalmıştır. İki aylık karşılaştırma bazında da 2007’nin ilk iki ayında bir önceki döneme göre yüzde 11,4 oranında büyürken, 2008’in ilk iki ayında bir önceki döneme göre yüzde 9,4 oranında; imalat sanayi ise Şubat 2007’de bir yıl öncesine göre yüzde 8,4 ve 2008 Şubatında da bir yıl öncesine göre yüzde 6,6 oranında ve iki aylık karşılaştırma bazında da 2007’de yüzde 11,8 oranında ve 2008’de de yüzde 9 oranında büyümüştür. Her halükarda toplam sanayi ve imalat sanayi üretiminde büyüme oranları giderek küçülmektedir.
Büyüme oranlarındaki küçülmeye, üretimin Mart ayında hız kesmesine rağmen sanayi üretimi 2008'in ilk çeyreğinde yüzde 6.8 oranında artmıştır.
Başka ölçeklerde durum:
l        2002-2007 arasında özel sektörde yatırımlar 2006 yılında yüzde 36,1 oranında büyürken, bu 2007 yılında ancak yüzde 2,7 oranında gerçekleşmiştir. Yatırımların artma oranında oldukça büyük bir düşüş olmuştur.
l        Hane halkı tüketimi 2002-2007 arasında 2004'te yüzde 11 oranla en yüksek seviyesine ulaşmış ama 2006 ve 2007'de yüzde 4,6'ya düşmüştür.
l        İmalat sanayinde büyüme 2006‘da yüzde 8,4’ten 2007’de yüzde 5,4’e düşmüştür.
l        İnşat sektöründe büyüme 2006 yılında yüzde 18,5 ve 2007 yılında da ancak yüzde 5 oranında gerçekleşmiştir.
l        Ticaret sektöründe büyüme oranı 2006’da yüzde 6,3’ten 2007’de yüzde 5,5’e düşmüştür.
l        Mali sektörde büyüme 2006’da yüzde 14’ten 2007’de yüzde 9,6’ya düşmüştür.
l        Konut sektöründe büyüme 2006’da yüzde 2,7’den 2007’de yüzde 2’ye düşmüştür.
l        İcra iflasları, protesto edilen senet sayısı artmaktadır.
l        Kredi kartı borcunu ödeyememiş durumda olanların bu yılın ilk üç ayındaki sayısı 2006 yılında borcunu ödeyemeyenlerden daha fazladır. 2006 yılında kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin toplam sayısı 159 651 idi. 2008'in ilk üç ayında ise bu sayı 172 822'ye çıkmıştır. Sadece üç aydaki artış yüzde 8'dir.

47 ilde sanayici ve ticaret erbabıyla yapılan bir ankete göre “piyasada durgunluk” olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 81; piyasalarda durgunluğun nedeni ”dünyadaki mali çalkantı” diyenlerin oranı yüzde 32; “yılbaşından bu yana satışlar azaldı” görüşünde olanların oranı yüzde 67; “çek ve senet vadeleri uzadı” görüşünde olanların oranı yüzde 71; “yılın ikinci yarısında işler daha da durgunlaşacak” diyenlerin oranı yüzde 48 ve “işler açılacak” umudunda olanların oranı ise ancak yüzde 13'dir. Bu veriler durumun sermaye açısından hiç de umut verici olmadığını göstermektedir.

Ulusal gelirdeki ve sanayi üretimindeki büyüme oranlarında görülen küçülmenin arka planında dış faktörlerdeki değişimin olduğu açıktır. Dünya ekonomisi ve mali piyasalardaki yükselen konjonktür döneminde Türk ekonomisi de belli bir yükselme seyri içinde olmuştur. Ama dünya mali piyasalarındaki kriz, Türk ekonomisinin gelişmesine olumsuz bir etkide bulunmaktadır. Bu demektir ki Türk ekonomisi, hangi biçimde olursa olsun ihtiyaç duyduğu sermaye girişini sağlamakta büyük güçlüklerle karşı karşıya kalabilir. Bu sadece sermaye girdisiyle sınırlı değildir. Türk ekonomisi “sıcak para” biçimindeki sermayeyi ülkede tutma zorluklarıyla da karşı karşıya kalabilir.

2-Dış ticaret açısından:
TÜİK'in açıklamasına göre Ocak-Ekim döneminde ithalat tutarı 137 milyar ve aynı dönemdeki ihracat tutarı da 86,1 milyar dolardı. Bu 10 aylık dönemdeki dış ticaret açığı 50,8 milyar dolardır.
2007 yılında ihracat-ithalat ilişkisinde ihracat artış oranının ithalat artış oranından daha hızlı olması ekonomi açısından pozitif bir gelişmeydi. Bu dönemin öncesinde, 2002-2006 arasında ise ithalat ihracata nazaran daha hızlı artmıştı. Şimdi de öyle.
İthalatın daha hızlı artmasının nedeni, sanayi üretiminin sürüdürülebilmesi için gerekli ara malına-hammaddelere duyulan ihtiyaçtır.(Sermaye (yatırım) mallarının ithalattaki payı 2006'da yüzde 16,4 ve 2007'de de yüzde 15,3'tü. Ara mallarının payı ise aynı yıllarda yüzde 71,5 ve yüzde 73,5 idi. Tüketim mallarının payı ise yüzde 11,7 ve yüzde 10,8 oranlarında gerçekleşmişti).
Ucuz döviz, ithalatın hızlı gelişmesini teşvik eden, ama aynı zamanda ülke içinde ara malı üretimini gerileten bir rol oynamaktadır.
Dış ticaret açığı şimdilik pek sorun olmasa da dünya piyasalarında bir likidite sorununun şiddetlenmesi durumunda Türk ekonomisinin en önemli sorunlarından birisi olabilir.

3-Sermaye girişi açısından:
Doğrudan yabancı sermaye girişi yüzde 50 azaldı. Yabancı sermayeli şirketlerin yurt dışındaki ortaklarından aldıkları kredi ve yabancıların Türkiye’de taşınmaz alımlarını da içeren doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının net miktarı, üç aylık dönemde 4 milyar 381 milyon dolardı. Geçen yılın aynı döneminde bu girdi miktarı 9 milyar 387 milyon dolardı. Bu veriler, söz konusu doğrudan yabancı sermaye girişinde yüzde 53 oranında bir azalmanın olduğunu göstermektedir.
Bunun ötesinde yabancıların üç aydaki net gayrimenkul alımları geçen senenin aynı dönemine göre yüzde 16,4 oranında gerileyerek 820 milyon dolara düşmüştür.
Portföy yatırımları bazında net sermaye girişi 2007'nin Ocak-Mart döneminde 4,5 milyar dolardı. Bu yılın aynı döneminde aynı türden sermaye çıkışı ise 1,3 milyar dolardı.
Türkiye'de yerleşik kişilerin 2007'nin Ocak-Mart döneminde yurt dışına yaptıkları yatırım miktarı 1,2 milyar dolardı. 2008'in aynı döneminde bu türden yatırımların miktarı ise ancak 342 milyon dolardır. Yani doğrudan yatırımlar bazında 2008' in Ocak-Mart döneminde gerçekleşen net sermaye girişi, 2007'nin aynı dönemine göre yüzde 50,5 oranında azalarak 4 milyar 39 milyon dolara düşmüştür.

“Sıcak para” girişi durma noktasına geldi: Uluslararasında etkili olan mali kriz ve Türkiye'de siyasi istikrarsızlık, “sıcak para” akışını durma noktasına getirmiştir ve gelen “sıcak para” çıkma eğilimine girmiştir.

Cari açık miktarı 40 milyar doları aştı: Merkez Bankası açıklamasına göre cari açık Ocak-Mart döneminde 12 milyar 40 milyon dolara çıkarak geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 30,3 oranında artmıştır. Mart ayında cari açık miktarı, geçen senenin aynı ayına göre yüzde 37 oranında artarak 4 milyar 157 milyon dolara çıkmıştır. Cari işlemler açığı, Mart ayı sonu itibariyle 40 milyar doları aşmıştır (40 milyar 375 milyon dolar). 2008 yılı itibariyle cari açık miktarı beklentisi 45 milyar dolara varmaktadır.

Büyük işlemlerde olmasa da özellikle küçük üretim alanında likidite sorun olmaya başlamıştır. Bu, küçük ve orta boy işletmelerde krizin etkili olmaya başladığını gösterir. Ama soruna ülke bazında -dış ticaret- bakarsak cari açık henüz bir sorun değildir ve sorun olmama olasılığı da var. Uluslararası mali krizden dolayı dünya mali piyasalarında bir likidite sorunu yaşanmasına rağmen hala belli bir miktarda bir sermaye azami kar aramaktadır. Bu sermaye sahipleri her ne kadar daha az riskli işler peşinde olsalar da, sermaye azami kar fırsatını kaçırmaz. Sahibini darağacına götürme pahasına da olsa kaçırmaz. Türkiye ise cari açığı ekonominin seyri bakımından sorun yapmamak için faizleri yükselterek sürekli “sıcak para” çekmeye çalışacaktır. Bu iki nedenden dolayı; belli bir likiditenin var olması ve Türkiye'nin bu sermayenin bir kısmını çekmek için faizleri yükseltmesi durumunda Türk ekonomisi açısından cari açık önemli bir sorun olmayabilir.

4-Enflasyonun seyri açısından:
BM Kalkınma Programı (UNDP) Başkanı eski Devlet Bakanı Kemal Derviş, enflasyon uyarısında bulundu. “Kalkınma”, “geliştirme” “yapısal uyumluluğu” sağlama adına bağımlı ülkeleri emperyalist ülkelerin ve uluslararası sermayenin çıkarlarına göre yönlendiren BM, IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası kurumların “fedakâr katkı”larından dolayı bu ülkeler, K. Derviş'in deyimiyle yüzde 25 yoksullaştılar. Bu yetmiyormuş gibi şimdi de bir taraftan spekülatörler gıda maddelerinin, hammaddelerin fiyatlarıyla oynayarak milyarlarca dolarla ifade edilen vurgunlar sağlarlarken, bu ürünleri ithal etmek zorunda olan ülkeler de o derece yoksullaşmaktalar ve diğer taraftan da genel anlamda enflasyon tetiklenmektedir. Derviş'in bahsettiği enflasyon tsunamisi” mali krizden ve söz konusu spekülasyondan dolayı adeta programlanmıştır. Bağımlı ülkelerde, neoliberal talan koşullarında yaşayan milyarlarca insanın bir seneden daha kısa bir süre içinde yüzde 25 yoksullaşmasının nedeni, bir seneden bu yana dünya çapında etkili olan mali kriz ve gıda ve hammadde üzerine spekülasyondan başka ne olabilir?

Türkiye'de ekonomi bu gelişmeden muaf değildir. Enflasyon tahminleri tutmadı ve tutmayacağı da açıklandı. 2008 yılı itibariyle enflasyon oranının yüzde 9,3 olacağı hesabı yapılıyor. Bakalım bu yeni tahmin ne zaman yukarıya doğru düzeltilecek. Ankara Ticaret Odası (ATO) verilerine göre son bir sene içinde temel gıda maddelerinden kırmızı mercimeğin fiyatının yüzde 261, limonun yüzde 180, pirincin yüzde 141, makarnanın yüzde 135, ayçiçeği yağının yüzde 130, domatesin yüzde 115, bulgurun yüzde 113, kuru fasulyenin yüzde 97, margarinin yüzde 95, ortalama olarak yaş sebze ve meyvenin yüzde 97, beyaz peynirin yüzde 70, zeytinin yüzde 55, patatesin yüzde 50, koyun etinin yüzde 50, soğanın yüzde 44 oranlarında artmış olması, gelen “enflasyon tsunamisi”nin habercisidir. Buna artan enerji fiyatlarını da eklersek bu coğrafyada işçi sınıfı ve emekçi yığınların ne türden bir ekonomik felaket ve yoksullukla karşı karşıya kalabileceklerini tahmin etmek zor olmaz.

5-Açılan-kapanan şirket sayısı açısından:
Ocak-Nisan döneminde kapanan şirket sayısı 15 802'ye çıkarak, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 22,2 oranında artarken aynı dönemde açılan yeni şirket sayısı da ancak yüzde 1,08 oranında artmıştır.

Krizin ayak sesleri çoktan duyulmaya başladı, yukarıdaki verilerden de anlaşıldığı gibi küçük ve orta boy işletmelerde etkisini göstermektedir. Ekonominin tamamı üzerinde etkili olması sadece bir zaman meselesidir.


6 Mayıs 2008 Salı

TARIM SEKTÖRÜNDE SPEKÜLASYON, BİO-YAKIT VE TARIM KRİZİ SORUNU




Son birkaç aydır tarım ürünleri üzerinde oynanan oyunlar, milyarlarca doların döndüğü, el değiştirdiği spekülasyon, temel gıda maddelerindeki fiyat artışlarını protesto eden yığınlar, emperyalist burjuvazi ve birtakım uluslararası kurumlarının “açlık ayaklanmaları”na dikkat çekmeleri, ötesinde enerji sorununun gıda maddeleri tüketimiyle ilişkilendirilmesi, “besin krizi”, tarım krizi gibi konular üzerine medyada bolca görüş açıklamaları yapıldı ve yapılmaktadır. Tabii bu arada enerji lobisi ve örgütlediği kuruluşlar -bunların içinde “NGO'lar da -”Hükümet Dışı Örgütler” de var- temel gıda maddelerindeki fiyat artışının nedeni üzerine kendilerini finanse eden tekellerin görüşleri doğrultusunda propaganda yapmaktalar.

Önce bir durum tespiti yapalım:

I-TARIM SEKTÖRÜNDE SPEKÜLASYON
  
“Sermaye, kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır: yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insansal yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular." (J. Dunning'den aktaran Marks, Kapital, C. I)

Gıda maddeleri fiyatı ancak „rahatsız edici“ boyutlarda artmaya başlayınca sorumlu aranmaya başlandı. Ve kısa bir aramadan sonra bulundu da. Fiyat artışlarını nedeni bio-yakıt dendi. Bu masal, bazı tekellerin çıkarına hizmet için anlatılmaya başlandı. Fosil enerjiden (petrol, doğal gaz ve kömür) yenilenebilir enerjiye geçiş, gıda maddelerinin, özellikle de buğday, fasulye, soya, pirinç gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarındaki artışın nedenidir dendi. Ama fosil enerjiden yenilenebilir enerjiye geçiş için çok ciddi projelerin olmadığı, ancak gelecek için proje ve planlamaların yapıldığı bir dönemde, yani şimdi, bu niyetler söz konusu gıda maddelerinin fiyatını nasıl artırır?

Büyük enerji tekelleri, petrol ve otomobil sanayileri, enerji kaynaklarında bir değişime hazır olmadıklarını, böyle bir değişim için niyetlerinin olmadığını, enerji sorunu nasıl çözümlenmişse öyle devam edilmesi gerektiğini gizlemiyorlar. Bu tekeller, şüphesiz ki kamuoyunun tepkisinden dolayı birtakım önemsiz deneme tesislerine karşı gelmiyorlar, tam tersine kamuoyunu sakinleştirmek için bu türden tesislerin kurulmasını destekliyorlar bile.

Fosil enerji tekellerinin ve onlarla işbirliği içinde olan otomobil sanayi ve petrol sanayi, petrolden elde edilen „tatlı“ karların devamını sağlamak için kontrollerindeki örgütleri ve özellikle de “Hükümet Dışı Örgütleri”, satın aldıkları bilim adamlarını harekete geçirmekte, kapsamlı medya ilanları vermekte gecikmediler. Amaç, temel gıda maddelerindeki fiyat artışının sorumlusu olarak bio-yakıtı göstermekti.

Bu propagandaya göre bio-yakıt için yoğun bir şekilde bitki ekimi yapıldığından dolayı tahıl ekilecek alanlar azalıyor ve bu da -üretim azaldığı için- fiyatların artmasına neden oluyor!

Bunu iddia edenlerin en önde gelenlerinden biri BM-Gıda ve Tarım Örgütüdür. Bu örgütün ve dolayısıyla BM'in ne derece güvenilir bir adres olduğu bağımlılık-bağımsızlık durumuna bakarak açıklanabilir. BM, Amerikan emperyalizminin güdümü altındadır ve dolayısıyla Amerikan tekellerinin çıkarlarına göre hareket etmektedir. Gıda maddeleri fiyatlarındaki artıştan bio-yakıtı sorumlu tutanların başında bu örgütün gelmesi şaşırtıcı olmamalıdır.

İkinci sırada IMF gelmektedir. Bu örgüt, ağırlıkta Amerikan emperyalizminin hegemonyası altındadır. Ve sonraki sıralamada “Hükümet Dışı Örgütler” -örneğin “Yağmur Ormanlarını Kurtar“, „Greenpeace“- gelmektedir. Bu örgütler resmen kapitalist şirketler gibi hareket etmekteler.

Sonra, güya bilim adamları gelmektedir. Aldıkları „desteğin“ karşılığı olarak tekelerin çıkarları doğrultusunda „analiz“ ve propaganda yapmaktalar.

Ama ilginç olan, şimdiye kadar hiçbir bilim adamının bio-yakıt ve gıda maddeleri fiyatlarının artışı arasında bağ kuran bilimsel bir kanıt öne sürmüş olmasıdır.

Peki, gıda maddeleri fiyatlarının artışının gerçek nedenleri nedir?
Başlıca nedenler:
-Tarım ürünleri üzerine spekülasyon.
-Gen teknolojisine bağlı tarımsal ve gıda üretimini insanlığa zorla kabul ettirme çabası.
-AB’nin tarım krizi sorunlarını başka ülkelerin; bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin sırtına yıkması ve emperyalist ülkelerin tarımı sübvanse etmeleri.

Birinci neden, temel gıda maddelerinde fiyat oluşumunun uluslararasılaşmasında aranmalıdır: Londra, ama özellikle de Chicago ticaret borsalarında önemi giderek artan gıda maddelerinin fiyatları oluşturulmaya başlanmıştır. Böylelikle spekülatörlere, vadeli ve „gelecek“ üzerine spekülasyonlara kapılar ardına kadar açılmıştır. Bunun böyle olduğunu, Amerikan konut spekülasyonundan sonra o alanı terk eden büyük spekülatörlerin gıda maddelerine, hammaddelere yönelmelerinde görmekteyiz. Kapitalist sistem kar sorununu; kar oranlarının eğilimli düşme sorununu aşamamaktadır. Aşırı biriken ve azami karlı yatırım alanı arayan sermaye, Amerikan konut sektöründe spekülasyon balonunun patlamasından sonra spekülasyon üzerinden azami kar/kazanç elde etmek için gıda maddelerine ve hammaddelere yönelmiştir.

İkinci nedeni gen tekniğine dayalı gıda maddeleri üretimi oluşturmaktadır. Başta ABD olmak üzere sayılı bazı ülkelerde gen tekniğine dayalı gıda maddeleri üretilmektedir.[1] Ama bu teknolojinin gıda maddeleri üretiminde kullanılmasına karşı dünya çapında bir tavır alış, bir mücadele de vardır. Burjuva politikanın küçümseyemeyeceği bu kamuoyu, bu ürünleri bilinçli olarak tüketmediği gibi, bu alanda aydınlatma çalışması da yapmaktadır. Bu çalışmalarda hükümetler ve bu alandaki tekeller hedef alınmaktadır. Gen tekniğine dayalı gıda maddeleri tüketiminin tekellerin istediği gibi yaygınlaşmamasında bu mücadele önemli bir rol oynamaktadır. Durumu bilen tarım tekelleri, gen teknoloji kurumları, daha bugünden gelecekteki „kıtlık“ tehlikesine dikkati çekmek ve böylesi sorunla karşı karşıya kalmamanın yolunun gen tekniğine dayanan gıda maddeleri üretiminden geçtiği mesajını vermek çabası içindeler. Bu mesaj ortamının oluşturulması için de aslı astarı olmayan, abartıdan ibaret propagandalar yapılmaktadır. Bütün bunlar, gen tekniğine dayanan üretim yapılması için tarım ürünleri fiyatını artmasına hizmet eden propagandadan ibarettir.

Gen tekniğine dayalı üretimin mümkün olan her üründe ve ülkede serbest olması durumunda nelerle karşı karşıya kalınılabileceğine bu tekniğine dayalı mısır üretimi göstermekte, bu konuda da dünya kamuoyu yalanlarla yanıltılmaktadır. Mısır fiyatının artması gerçeğinin, bir kısmının alkol üretimi için kullanılmasıyla ilişkisi yoktur.  Esasen ABD'de, ama başka bazı ülkelerde de Monsanto gen-mısırı üretiminin tekelleştirilmesi sonucunda bu mısırın fiyatı artmıştır. Monsanto tekeli, bu mısırı kullanmayan mısır üreticilerini de Monsanto mısırı ekmeye zorlamaktadır. Çok basit bir nedenden dolayı: Gen mısırı, tohumların rüzgâr tarafından uçurulmasıyla bu mısır türünü ekmeyen üreticinin tarlasında da ekilmiş gibi çoğalıyor. Ve bu tekel, kullandığı bir örnekleme yöntemiyle bu ekim alanlarında da Monsanto mısırının ekildiğini kanıtlıyor ve üreticiyi, mahkeme yoluyla lisans ödemeye ve aynı zamanda üreticiyi bu tekelden tohum almaya zorluyor. Üretici, ürünü olumsuz etkileyen otları yok etmek için de Roundup ilacını kullanmak zorunda. Sonuçta, bir taraftan mısır fiyatları artarken, diğer taraftan da gen mısırı üreticileri ilgili tekele bağımlı kalıyorlar.  Sorunun özü budur. Üretim yetersizliğinden veya gıda maddesi olarak yeterli olan üretimin bir kısmının alkol üretimi için kullanılmasından dolayı fiyatların artması söz konusu değil. Gerek ABD'de, Kanada'da ve gerekse de dünyanın başka yerlerinde mısır ekimi için yeterli alan vardır.

Üçüncü neden, ABD, AB ve Japon'daki sübvansiyonlardır: Amerikan emperyalizmi, Japon emperyalizmi ve bir bütün olarak AB, kendi tarım tekellerini ve büyük tarımcıları adeta sübvansiyona -desteklemeye- boğmuştur. Bunun sonucu olarak sübvanse edilmiş tarım ürünleri öyle düşük fiyatlarla dünya pazarlarına sürülmüştür ki, bu ülkeler dışında kalan ülkeler/ekim alanları verimsizleşmiştir; buralarda üretim pahalıya mal olduğu için tarım üretimi gerilemiştir. Bundan dolayıdır ki, bu ülkeler dışında hemen bütün ülkelerde, ama özellikle de bağımlı ülkelerde üretici köylü topraklarını terk etmek, tarım yapmaktan vazgeçmek zorunda kalmıştır.

Tali nedenler:
-Dünya çapında olağanüstü yaygınlaşmış olan hayvancılık, gıda maddeleri fiyatının artışında bir neden olarak görülebilir. Aslında bir kısım besi hayvanlarıyla insanlar, gıda maddeleri sorununda gerçek rakipler olarak karşı karşıyalar. Her iki taraf da hemen hemen aynı gıda maddelerini tüketmektedir. Örneğin mısır ve başka taneli ürünler sığırcılıkta kullanılırken, kümes hayvanlarının yemi insanların temel gıda maddeleriyle hemen hemen aynıdır. Hayvan besiciliğindeki gelişme, insanların gıda maddeleri sıkıntısı çekmesine neden olabilecek boyutlarda yaygınlaşma eğilimi göstermektedir. Örneğin dünya çapında büyük baş hayvan sayısı son 100 yıl içinde yüz misli artmıştır.

-Gıda maddeleri sanayindeki ve tarım ticareti yapan tekellerdeki oldukça güçlü yoğunlaşma, gıda maddelerindeki fiyat artışının başka bir nedenidir: Dünya çapında sanayileşmiş gıda maddeleri pazarının önemli kesimleri Nestle ve Unilever gibi tekeller tarafından paylaşılmıştır. Ticaret cephesinde ise,  Cargill örneğinde olduğu gibi az sayıda tekel, fiyatları belirleyecek derecede güçlenmiştir.

-Petrol fiyatındaki hızlı artış, gıda maddeleri fiyatının artmasında başka bir neden olarak görülmelidir. Gıda maddelerinin üretimi -tarımda enerji kullanımı-, hazırlanması, paketlenmesi, nakliyatı petrolden ayrı olarak düşünülemez. Bu da tarım üretimini fiyatını etkilemektedir.

-Gıda maddelerinde fiyat artışının başka bir nedeni de „yükselen pazarlar“ denen Çin, Hindistan gibi ülkelerde artan taleptir.

Gıda maddeleri fiyatının artışına neden olan temel ve tali birçok nedeni yukarıda sıraladık. Bunların içinde bio-yakıt yok. Bio-yakıt için gıda maddeleri tüketimi güya patlama noktasına gelmiş. Nerede gelmiş, nasıl gelmiş, bu bilinmiyor, ama böyle bir iddia var ve bu doğrultuda propaganda da yaygın yapılmaktadır.

Açık ki, bio-yakıtın tarım ürünleri fiyatının artışında oynadığı rol abartılmaktadır. Örneğin Avrupa'da tarım alanlarının ancak yüzde 3'ü bio-yakıt ekimi için ayrılırken, dünya çapında bu oran yüzde 1 dahi değildir. Ama sadece hava koşulları, dünya çapından tarım ürünleri üretimini yüzde 20 oranında etkiliyor[2].

Brezilya'nın dışında hiçbir ülkede dikkate değer bir bio-yakıt tüketimi yok. Bu ülkede benzin yerine alkol kullanımı gerçekten yaygındır. Ama bu yakıt, sadece ve sadece şeker kamışından üretilmektedir. Şeker ise fiyatları artmayan az sayıdaki gıda maddelerinden birisidir.
Şeker kamışından üretilen alkolün yaygınlık derecesi ne olursa olsun Brezilya'da da bio-dizel programı henüz başlangıç aşamasındadır. Bu nedenle geniş çaplı tarım topraklarının bio-yakıt için üretime ayrılması veya bu yakıt için hammadde üretiminden dolayı topraklara el konması gibi bir durum bu ülkede yok veya henüz yok.
Şeker pancarından da bio-alkol üretme çabaları var. Ama oldukça önemsiz. Şeker fiyatlarının seyri bunu göstermektedir.

Brezilya dışında sadece ABD'de bio-yakıtla ilgili dikkate değer bir faaliyet var. Bu da mısırdan alkol elde etme programıdır. Ama burada mantığı zorlayan bir sorun var: Neden sadece tanecikler kullanılıyor da bitkinin bütünü kullanılmıyor, neden başka bir bitkiden değil de özel olarak mısırdan bio-yakıt elde edilmeye çalışılıyor? Örneğin Brezilya'da sadece, bitki olarak şeker kamışının sıkılmasıyla elde edilen sıvı madde değil, bitkinin tamamı kullanılıyor. 

Her halükarda mısır taneciklerinden bio-alkol üretimi dünya çapında mısır fiyatını etkileyecek boyutlarda değildir. Çünkü şu anda mısırdan bio-alkol üretimi için kullanılan mısır miktarı, dünya çapında mısır üretiminin ancak yüzde 1'ine tekabül etmektedir.

Brezilya ve ABD dışında İsveç, Almanya ve Fransa'da da bitkiden bio-yakıt elde etme faaliyeti var. Bunlar oldukça önemsizdir. Veya denize düşen bir damla su, denizdeki su miktarını ne kadar çoğaltıyorsa, bu ülkelerdeki bio-yakıt için gıda maddeleri tüketimi de gıda maddeleri fiyatını o derece etkiliyor.

Milyarlarca insanın temel gıda maddesi olan ve fiyatları astronomik artan buğday ve pirincin bio-yakıt için dünya çapında yaygın ve ürün miktarını etkileyen kullanımı yok.

Bütün veriler, bio-yakıtta bir yükselişin yaşanmadığını, Brezilya'da şeker kamışından üretilen alkol hariç en azından bu yükselişin henüz başlamadığını göstermektedir. Bu nedenle bio-yakıt, gıda maddeleri fiyatındaki astronomik artışın belirleyici nedeni olamaz.

Tabii sorunla ilgili başka savlar da var. Örneğin, dünya çapında bio-yakıt üretmek için gerekli bitkilerin ekiminde kullanıla tarım alanları çok genişlemiş olduğundan dolayı, tahıl üretimi için gerekli arazi azalmıştır ve bu da gıda maddeleri fiyatının artmasına neden olmuştur deniyor. Bu savın da ciddiye alınacak bir yanı yoktur. Dünya çapında ekilebilir geniş tarım alanları mevcuttur ve bu alanlar kullanılmamaktadır: Dünya çapında ekilebilir alanın toplamı 5 761 milyon hektardır. Bu alanın ancak 1608 milyon hektarlık kısmı ekiliyor ve geriye kalan 4 153 milyon hektarlık kısmı, yani yüzde 72'si kullanılmamaktadır.   
Bunun ötesinde fiyatlar düşmesin diye büyük ölçekte gıda maddeleri yok edilmektedir. Yani, ekilebilir bütün alanlar ekilse ve fiyatlar düşmesin diye gıda maddeleri yok edilmese, bırakalım şimdiki 6,5 milyarlık nüfusu 12 milyarlık bir nüfus da besin sorunuyla karşı karşıya kalmayacaktır.

Cevaplandırılması gereken soru, özellikle bağımlı ülkelerde geniş alanlar neden ekilmiyor? Bu sorunun cevabı yazı içinde veriliyor: ABD, Japonya ve AB'de tarım sübvansiyonları gıda maddeleri fiyatlarını öyle düşürmüştür ki, ancak birkaç ülkede özel koşullar altında tarım yapmak değer olmuştur. Esas sorun burada. Aslında tarım ürünleri pahalı değil, tersine ucuzdur. Bunu emperyalist ülkelerin tarım politikasında; sübvansiyon politikasında aramak gerekir. Bağımlı ülkelerde halkın sofrasındaki pirinci, ekmeği alanlar, aslında çalanlar, tarımı sübvanse eden gelişmiş ülkelerdir.

Bu sorunu biraz açalım:
Paradoks gözüken bir durumla karşı karşıyayız: Yaygın anlatıma göre bağımlı, yeni sömürge ülkelerde açlık, gıda maddelerinin pahalı olmasından dolayıdır ve yoksullar da fiyatları artmış gıda maddelerini satın alamıyorlar. Ötesinde, tarım ürünlerinin bir kısmının bio-yakıt için kullanılması fiyatları daha da artırmaktadır. Doğru, temel gıda maddelerinin fiyatı, son bir sene içinde değişik oranlarda oldukça artmış ve yoksul insanlar bu ürünleri tüketemez olmuşlardır. Ama bu gerçeklik, mahkûm ettiğimiz bu gerçeklik, gıda maddelerinin gerçekten pahalı olduğu anlamına gelmez ki. Aslında gıda maddeleri ucuz olduğu için açlık sorunu doğuyor.  

Dünya çapında tarımda bir fazla üretim söz konusudur. Bu fazla üretimden dolayı fiyatlar düşük. (Aslında burada söz konusu olan “kapalı” bir tarım krizidir. Bu krizin neden patlak vermediğini ve neden tarımda bir fazla üretim krizi sorununa dönüştüğünü aşağıda ele alacağız). Düşük fiyatların temel nedeni,  ABD, AB ülkeleri ve Japonya başta olmak üzere emperyalist ülkelerin tarım politikasında aranmalıdır. Bu ülkelerde ucuz fiyatlar, dünya pazarı fiyatları temelinde tarım yapmak imkânsız. Tarımsal üretim, bağımlılık ilişkilerini geliştirmenin bir alanıdır ve sermayenin bu alanda faal olması için kar etmesi gerekir. Bunun yolu ise sübvansiyon politikasından geçmektedir: Emperyalist devletler, kendi üreticilerinin tarım ürünlerini, üreticilerine dünya pazarındaki fiyatların çok üzerinde bir fiyat vererek satın alıyorlar ve satın aldıkları bu ürünleri dünya pazarlarına, dünya pazarlarındaki fiyatla sürüyorlar. Dünya çapında ticareti yapılan tarım ürünleri fiyatları ise yoksul ülkelerde küçük üreticinin yaşamı için yeterli olmayan bir düzeyde oluşuyor.  Ama tarım, geniş alanlar üzerinde, yoğun makine ve modern yöntemlerin kullanımıyla yapılırsa bu fiyatlarla; bağımlı ülkelerde küçük tarım üreticilerini iflasa sürükleyen fiyatlarla dahi belli bir üretim fazlalığı, kar elde edilmiş olur.

Demek ki, aslında fiyatlar yüksek değil, düşük ve tam da bu nedenden dolayı dünya çapında milyonlarca küçük üreticinin tarım yapma olanağı ortadan kalmış oluyor.

Demek ki sorun, dünya çapında yüz milyonlarca küçük tarım üreticisinin kendi geçimini sağlayabilecek fiyatlarla üretim yapabilmesidir. Ama bu olanak küçük üreticinin elinden alınmıştır. Çünkü ürünlerini sattıkları pazarlar emperyalist ülkelerin, tarım tekellerinin sübvanse edilmiş tarım ürünleriyle; çok düşük fiyatlı tarım ürünleriyle dolup taşmaktadır. Milyonlarca küçük üreticinin tarım tekelleriyle rekabet etme şansı kalmamıştır.

Küçük tarım üreticilerinin sistematik olarak iflasına, yok olmalarına neden olanların, bu yok etme politikasını sistematik olarak planlayanların ve uygulayanların başında IMF ve DB gelmektedir. IMF, yapısal uyum programıyla bağımlı, yeni sömürge ülkeleri, ihracata yönelik tarım yapmaya ve iç pazarı ucuz ithal tarım ürünlerine açmaya zorlamıştır. Sonuç ortada: Geniş alanlar mono kültür için ayrılmış, yerel pazarlar, iç pazar için ekim olanağı sınırlanmış ve ucuz ithal tarım ürünleri de bu ülkelerde küçük üreticiye öldürücü son darbeyi vurmuştur.

Emperyalist ülkelerin, IMF ve DB'nın tarım politikasının sonuçları:
-32 ülke= yeni sübvansiyonlarla ithal tarım ürünleri fiyatlarını desteklemek zorunda kalmışlardır.
-12 ülke= tarım ürünleri ihracını yasaklamış veya yeni vergiler koymuştur.
-35 ülke= fiyat kontrolü uygulamaya başlamıştır.
-5 ülke bu üç uygulamayı aynı anda yürütmektedir.
-26 ülke= fiyat kontrolü uygulamasını ve yeni sübvansiyonları aynı anda yürütmektedir.

Emperyalist burjuvazinin ve uzmanlarının tarım ürünlerindeki fiyat artışıyla ilgili “analiz” ve açıklamalarında lobicilik, burjuvazinin şu veya bu kanadının çıkarları belirleyici olmuştur/olmaktadır. Yukarıda saydığımız nedenlerin önem derecesi, sorunu emperyalist burjuvazinin hangi çıkar çevresinin ele aldığına göre değişmektedir. Tabii uzmanlarının ve çıkarları için örgütledikleri lobi kuruluşlarının (bir kısım “Hükümet Dışı Örgütler” de buna dâhildir) propagandaları buna göre değişmektedir.
Bir-iki örnek verelim:
Yukarıda bahsettiğimiz nedenlerin, bunlara ilaveten iklim değişikliği, küçük üreticilerin yıkıma uğraması vb. nedenlerin sorunla şu veya bu biçimde bir ilişkisi vardır. Ama sorunu açıklamaktan oldukça uzaktır. Burjuvazinin açıklamalarında dikkati çeken temel nokta, her bir çıkar çevresinin doğrudan kendini ilgilendiren noktaları önplana çıkartmasıdır.
Bu süreç içinde bio-yakıt yanlısı ve karşıtı lobiler, gıda maddelerindeki fiyat artışını kullanarak birbirlerini mahkûm etmeye çalışmışlardır. G-8 politikacılarının herhangi bir toplantısında bağımlı, yeni sömürge ülkelerde gıda sorunuyla ilgili olarak tarım ürünlerinin ithalatı için gümrük duvarlarının kaldırılması talep edilir. Çoğu kez de bunu IMF dayatır. Açık ki bu bayların akıllarından ilk geçen, bu ülkelerin hangi temel sorunlarla karşı karşıya olduklarından ziyade bu sorunlardan kendilerinin nasıl yararlanacağıdır. Yani bu ülkelerin karşı karşıya oldukları zorlukları kendi ihracat şanslarını arttırmak için kullanırlar.

Başka bir örnek: Tarım sorunuyla ilgili olarak AB’deki son tartışmalarda AB'deki sanayi lobisi tarımdaki korumacılığa karşı çıkmak için AB'nin tarımda sübvansiyon politikasının „üçüncü dünya“ ülkelerinde küçük tarım üretimini yıktığını dile getirmiştir. Milyonlarca küçük üreticiyi düşündüklerinden dolayı değil, tarıma ayrılan sübvansiyonların kaldırılmasını ve kendilerine verilmesini istediklerinden dolayı. Buna karşın AB'de tarım lobisi, gıda maddelerindeki fiyat artışını ve buna karşı milyonlarca insanın protestosunu tarımı sübvanse etmenin ne denli önemli olduğunun ve tarımda sübvansiyonların artırılması gerektiğinin bir kanıtı olarak değerlendirmiştir. Bu süreç içinde bio-yakıt yanlısı ve karşıtı lobiler, gıda maddelerindeki fiyat artışını kullanarak birbirlerini mahkûm etmeye çalışmışlardır.

“Şamar oğlanı” yapılan bio-yakıt ve masallar:
Dünya Bankası, FAO ve IFPRI (Uluslararası Gıda Maddeleri Araştırma Enstitüsü), tarım ürünlerindeki fiyat patlamaları için bio-yakıt için tarımsal ürün tüketimini sorumlu gösteriyorlar. Bunlara göre tarım ürünlerinden elde edilen enerjiden dolayı tarım ürünleri fiyatı, her bir üründe değişik olarak, yüzde 26 ila yüzde 72 oranında artmıştır. Bu, temel neden olarak, spekülasyon ise bundan sonra gelen neden olarak gösterilmektedir.

Aile bütçeleri ne kadar yetersiz olursa, gıda harcamaları için ayrılan pay da o kadar büyük olur. Örneğin gelişmiş ülkelerde aile bütçesinin ortalama yüzde 15'i gıda maddelerinin alımına ayrılırken, bu oran geri kalmış ülkelerde yüzde 50'den daha fazladır. Günde bir dolardan daha az bir miktarla geçinmek zorunda kalanlarda bu oran yüzde 75'in üzerindedir.
Dünya Bankasının verilerine göre 2,2 milyar insan minimum koşullarda yaşıyor. Bu insanlar, birdenbire iki misli pahalanan gıda maddeleri, örneğin pirinç için verecekleri paraları yok. Bu en fakir ülkelerde aile bütçelerinin yüzde 80 ila yüzde 90'ı gıda maddelerine ayrılıyor. Bu duruma gelmenin nedenini bio-yakıtta aramak safdillik olmaz mı?

AMD, Cargill vb. büyük tarım tekellerinin, Societe General, Rabobank gibi bankaların, Chevron, Shell, Exxon-Mobil, BP gibi petrol tekellerinin bio-yakıtla ilgili projeleri için milyarlarla ifade edilen harcamalar yaptıkları, yine milyarlarla ifade edilen projelerin planlandığı; yani bu tekellerin alternatif enerjiye geçiş için ciddi bir hazırlık içinde oldukları iddia edilmektedir. Ama bu iddialar öne sürülürken var olanla, planlama, hazırlık aşamasında olan, laboratuar denemesi, büyük ve küçük tesisler, büyük ve küçük üretim, deneme üretimi ve pazar için üretim arasında hiçbir fark gözetilmiyor. Söz konusu bu tekelerin bu alandaki mevcut ve gelecek için yatırımlarının toplamı milyarlarca dolar veya Avro tutabilir. Ama şimdiye kadar bazı tekil projeler için en fazlasıyla birkaç yüz milyon dolarlık bir yatırım yapılmıştır.

Dolayısıyla burada söz konusu olan, enerji türünü değiştirmek için yoğun bir çaba değildir. “Ne olur ne olmaz düşüncesiyle, yarı yolda kalmamak için alternatif enerji alanındaki gelişmelere ayak uydurmaya çalışmaktır. Aynı durum otomobil sanayinde de yaşanmıştır; hidrojen-otomobilleri,  güneş enerjisiyle hareket eden otomobiller üretilmedi mi? Nerede bu otomobiller?

Gerçek olan, fosil enerji tüketimini terk etmek için tekellerin ve emperyalist ülkelerin ciddi çabalarının olmamasıdır. Bu konuda öne sürülen iddialar propagandadan öteye henüz geçmemiştir.

Bio-enerji elde etmek için bu alandaki teknoloji, gıda maddelerini bio-enerji hammaddesi olarak kullanmayı gereksiz kılacak boyutlarda gelişmiştir.

Hem bio-alkol hem de bio-dizel veya bio-gaz, gıda maddesi olarak tüketilmeyen bitkilerden de, örneğin otlardan, kamıştan, odundan, hatta kızartma yağı artıklarından da elde edilmektedir. Örneğin Brezilya'da Mamona bitkisi yaygın bir şekilde Rizinus-yağı üretimi için kullanılmaktadır. Avrupa'da kolza bitkisinden bio-dizel üretilmektedir. Bu bitki de gıda maddesi olarak mutlaka gerekli değildir.

Şüphesiz ki, bio-yakıt için gıda maddesi olarak tüketilen bitkilerin ekimi insanların beslenmesiyle rekabet/çatışma içinde olabilir. Bu mümkündür ve reddedilemez. Ama salt bundan dolayı bu teknolojiye karşı gelmek anlamsızdır. Şimdiye kadar böyle bir rekabet/çatışma yaşanmamıştır ve yaşanması da engellenebilir. Önemli olan, gıda maddesi olarak kullanılmayan bitkilerin bio-enerji hammaddesi olarak kullanılmasıdır.

Tekelci sermaye, finanse ettiği “Hükümet Dışı Örgütler” veya enstitüler üzerinden bu alanda akıl almaz yalanları gerçekmiş gibi yaymaktadır. Örneğin geniş plantasyonlarda hurma yağı, esas itibariyle margarin ve başka sanayileştirilmiş gıda maddeleri ürünleri için üretilmektedir. Ama bu gerçeklik, üretilen bu hurma yağının bio-dizel üretimi için kullanılıyor biçiminde çarpıtılmaktadır. Gerçekte ise hurma yağından bio-dizel üretmek için dikkate alınması gereken projeler henüz yok.

Bu alandaki başka başlıca uydurmalara gelince:
Bio-yakıt için emperyalizme bağımlı ülkelerde ekim alanlarının kullanılmasının veya bu türden ülkelerin üretim alanı olarak kullanılmasının buralarda iş gücünün ucuz olmasına bağlamasının gerçekle ilişkisi yoktur. Bu ilkelerde iş gücü, bio-yakıt gündemde değilken de ucuzdu.

Emperyalizme bağımlı ülkelerde topraklarını ele geçirmek için küçük üretici köylülerin tarım alanındaki tekelci sermaye ve büyük toprak sahipleri tarafından topraklarından kovulmaları hiç de yeni bir olgu değildir ve dolayısıyla bio-yakıt ile bir ilişkisi yoktur.

Emperyalizme bağımlı ülkelerde tarım kapitalistlerinin ve büyük toprak sahiplerinin, hükümet ve uluslararası tekellerle işbirliği içinde ekim topraklarına, doğaya zarar verecek derecede gübre kullanarak geniş alanları monokültür (tek ürün) için kullanmaları ve bu kültür üretimini küçük üreticiler açısından imkânsız kılmaları ve böylece küçük üretimi yıkmaları yeni değildir ve bu anlamda bio-yakıt sorunuyla bir ilişkisi yoktur.

Brezilya ve Endonezya'da yağmur ormanlarının yok edilmesi yeni değildir, bio-yakıt sorunu gündeme gelmeden önce de bu ormanlar yok edilmekteydi. Bu ormanların yok edilmesiyle bio-yakıt arasında herhangi bir bağ şimdiye kadar kurulamamıştır.

Örneğin “regenwald.org.'da savunulan “hurma yağı, bio-dizel için temel bitkidir” argümanının gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu propaganda yapılıyor, ama dünyanın neresinde hurma yağını hammadde olarak kullanarak bio-dizel üretildiği veya hurma yağını böyle tanımlayacak derecede üretildiği bilinmiyor. Böyle bir ülke, böyle bir işletme yok.

Birtakım çevreler emperyalizme bağımlı ülkelerde küçük üretici köylülüğün yoksulluk durumunun kendileri için düşündürücü olduğunu vurguluyorlar, ama bu köylülerin neden bu duruma geldiklerinin temel nedeni hakkında tek kelime söylemiyorlar. Sorunun nedenini gelişmiş ülkelerin tarım ürünlerini yoğun bir biçimde sübvanse etmelerinde ve böylece dünya tarım pazarlarında fiyatları belirlemelerinde ve düşürmelerinde, bu düşük fiyatlarla rekabet edemeyen bağımlı ülkelerdeki küçük tarım üreticisi köylünün tarım sektöründen çekilmek zorunda bırakılmasında ve dönemsel olarak da spekülasyonda aramıyorlar; bu ülke ve sermayeyi mahkûm etmiyorlar. 

IMF ve DB, genişleyen dünya ticaretinin bütün dünyada yoksulluk ve açlığın kökünü kazıyacağını açıklamıştı. Açlığın yok edilmesi söz konusu olunca, gıda bitkilerinin teşvik edileceği, yeterli gıdanın sağlanması için programların geliştirileceği sanılıyordu. Ama bu kurumlar, uluslararası tekelci sermaye ve emperyalist ülkeler adına başka programları uygulama peşindeydiler: Emperyalizme bağımlı ülkelerin, yerel pazarlar için değil de ihracat için tarım yapmalarını talep ediyorlardı. İç tüketim için üretimin yerini ihracat için üretim almaya başladı; birçok bağımlı ülke buna zorlandı. Malili köylü, uluslararası tahıl tekellerinin ekmek sorununu çözeceğine inanmalı, toprağını terk etmeli ve şehirlerde, uluslararası sermayenin işletmelerinde ucuz işgücü olarak çalışmalıydı. Afrika'nın kıyı devletleri, borçlarını ödemek için balıkçılık haklarını emperyalist ülkelerin balıkçı filolarına satmalıydılar. Öyle de oldu.

Uluslararası tarım tekellerinin, IMF, DB ve BM'ye bağlı gıda ve beslenmeyle ilgili örgütlerin ve emperyalist devletlerin bağımlı, yeni sömürge ülkelerde tarımla ilgili ortak politikalarının merkezinde bu ülkelerin kendine yeterli tarım yerine, iç talebi karşılamak için üretim yerine ihracat için üretmeleri anlayışı durmaktadır. Bu tarım politikasına zorlanan bağımlı, yeni sömürge ülkelerde, en azından IMF ve DB'nın önerilerine inanan ülkelerde kendine yeterli tarım çökmüştür.
IMF, DB vb. uluslararası kurumlarıyla birlikte uluslararası tarım tekelleri, tarım sanayi tekelleri, emperyalist ülkeler, neoliberal dayatmalarının sonucu olarak dünya çapında pazarları ellerine geçirdiler, bağımlı ülkelere de dünya ekonomisine katılma şansını bıraktılar. Gerçekleşme olanaklarının yok edildiği bir “şans”!

II-TARIM KRİZİ-TARIMDA FAZLA ÜRETİM KRİZİ SORUNU

Her ne kadar sanayide fazla üretim kriziyle aynı karakterli olsa da tarımda fazla üretim krizi sorununa yaklaşımda göz önünde tutulması gereken bazı noktalar vardır.
Yapısından dolayı tarım sektörü, sanayi sektörüne nazaran oldukça karmaşıktır. Bu nedenle tarım sektörünün sorunlarını ele alırken bazı özelliklerin göz önünde tutulması gerekir. Bu özellikler, tarımda kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle ilgilidir;  giderek daha çok pazara açılması sonucunda tarım değişime uğrar. Bu, tarımda kapitalist üretimin özünde bir şey değiştirmez. Ama bu değişim, tarımın, yapısal özelliğinden dolayı, sanayiye göre daha karmaşık olduğunu gösterir. Sorunu tarım ve sanayi sektörlerinin bazı özelliklerini karşılaştırarak da açıklayabiliriz:

-Sanayide üretimi doğrudan ve salt pazar için üretimdir. Bu üretimde esas olan, metanın mübadele değeridir. Üreticinin kendi kullanımı için üretimde bulunması önemli değildir.
-Tarımda ise üretimin akıbeti, somut duruma göre ya tamamen ya da kısmen değişir; tarımsal ürün her zaman, her koşul altında pazar için üretilmez. Küçük işletmelerde ve özellikle de geri kalmış ülkelerde tarımsal üretim, pazardan ziyade üreticinin kendi tüketimi için yapılır. Pazara çıkmayan ürün de meta olmaz.
-Sanayide üretim süreci, kapitalizmin “normal” koşuları altında kesintisiz devam eder; özgün durumundan dolayı gemicilik, inşaat gibi bazı sektörler hariç, sanayi ürünün pazara akışı kesintiye uğramaz.

-Tarımda ise durum farklıdır: İklim koşulları tarımsal üretimin çevrimini belirler. Örneğin iklim koşullarından dolayı bazı ülkelerde tarım ürününde çevrim ancak senede bir defa tamamlanırken, iklimin ekime uygun olduğu ülkelerde (tropik bölgeler) bir sene içinde bir kaç defa ürün elde edilebilir ve böylece tarımda üretim çevrimi senede birkaç defa tamamlanmış olur.

-İklim koşullarının sanayi üretiminde pek belirleyici önemi yoktur. Yeterli karın elde edilebilme olanağı varsa kutuplara da bile fabrika kurulabilir.
-Sera ekonomisi hariç tarımda iklim koşulları tamamen belirleyicidir. Hangi tarımsal kültürün nerede ekileceği konusunda ilk dikkate alınması gereken kıstas, iklim koşullarının uygun olup olmadığıdır.

-Sanayide mutlak rant ve diferensyal rant diye bir faktör hiç yoktur.
-Tarım da ise böyle bir faktör vardır. Bu rantlar, genellikle uzun süreli olan kira anlaşmalarında söz konusu olurlar ve kaçınılmaz olarak toprak fiyatına ve ürün maliyetine yansırlar.

-Sanayide sosyal, sınıfsal ilişkiler şu veya bu şekilde homojendir. Yani esas itibariyle kapitalist sınıf ile işçi sınıfı karşı karşıyadır.
-Tarım sektöründe ise sosyal, sınıfsal ilişkiler oldukça karmaşıktır ve karmaşıklığın derecesi ve kapsamı, tarımda kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, kapitalizmin tarımda tam hâkim olmasına, sadece sermaye ve ücretli işgücünün karşı karşıya kalmasına kadar sürekli değişir. Örneklersek: Kapitalizmin tarımda az geliştiği ülkelerde feodal, kapitalist ve sayısı çok olan küçük işletmeler bir arada bulunurlar. Tarımda kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde ise, üretimde büyük işletmeler/tarım tekelleri hâkimdir.

Belirttiğimiz sanayi ve tarıma özgü olan bu özellikler, tarım ve sanayi krizlerinin farklı nedenlerden kaynaklandıklarını göstermezler. Aynen sanayi krizleri gibi tarım krizleri de üretimin kapitalist karakterinden kaynaklanırlar. Sanayide olduğu gibi tarımda da kar için, azami kar için üretim amaçtır.

Nasıl ki sanayide fazla üretim krizleri, sanayinin ancak ve ancak makineli üretim aşamasında oluşabiliyorlarsa, tarımda da fazla üretim krizleri, kapitalizmin tarıma nüfuz etmesine bağlı olarak belirgin/açık olarak oluşurlar. Kapitalist ilişkilerin belirleyici olmadığı bir tarımsal üretim ilişkilerinde kriz olabilir, ama fazla üretim krizi olamaz.

Tarım krizleri (ekonomik veya fazla üretim krizleri), kapitalizmin tarıma nüfuz etmesiyle doğan bütün çelişkileri açığa çıkartırlar. Ve tarımda kapitalizm ne denli gelişmişse kapitalizme özgü bu çelişkiler de kriz sürecinde o denli açığa çıkarlar. Şöyle de ifade edebiliriz: Sanayi gibi tarım da aynı temel çelişkilere tabidir; rekabet, tekelleşme, küçük üreticinin iflası vs.

Sorun tabii ki, belirttiğimiz bu özelliklerle sınırlı değildir. Bu karşılaştırmanın ötesinde sanayi krizleri ile tarım krizleri arasındaki benzerlik ve bağlam oldukça önemlidir. Sanayi krizlerinde olduğu gibi tarım krizlerinde de esas çelişkiyi kapitalizmin temel çelişkisi –üretimin toplumsal karakteri ve ona özel mülkiyet temelinde el koyuş- oluştur. Sanayide olduğu gibi tarımda da krizin olasılığı meta üretiminde aranmalıdır.

Bu özelliklerinden dolayı bu krizler birbirlerinin nedeni olabilirler mi? Olamazlar. Çünkü:
-Sanayi krizlerinin devreviliği vardır.
-Tarım krizlerinde devrevilik yoktur.
-Sanayi krizleri görece kısa sürer.
-Tarım krizleri uzun dönem devam eder.
-Her iki kriz birbirini etkiler.
-Tarım krizleri, sanayinin çevrim seyrini sadece etkileyebilir, sanayide konjonktürün normal gelişmesini olumsuz etkileyebilir. Tarım krizi, örneğin tarım makineleri, yapay gübre talebini geriletebilir, sanayide hammadde olarak kullanılan tarımsal ürünlerde yetersizlik gündeme gelebilir. Örnek olarak verdiğimiz bu olasılıklar, sanayide krizin derinleşmesine neden olabilir.
-Tarım krizleri, bazı sanayi sektörlerinde kısmi krizlere neden olabildiği gibi bunun tersi de geçerlidir; yani sanayide krizler bazı tarım sektörlerinde kısmi krizlere neden olabilir. Örneğin sanayide kriz, (fazla üretim krizi), sanayi üretimi için hammadde üreten tarımın –pamuk, yün, keten ve benzeri bazı sektörlerinde krize neden olabilir. Aynı şekilde tarım krizi de, sanayin tarım aletleri, yapay gübre üreten sektörlerinde kısmi krizlere neden olabilir. Ama şimdiye kadar ne tarım krizlerinin sanayi krizlerine, ne de sanayi krizlerinin tarım krizlerine neden oldukları görülmüştür.

Sanayi krizlerinin ve tarım krizlerinin karşılıklı olarak birbirlerini etkilemeleri her zaman aynı koşullarda olmamıştır. Bunun nedeni, karşılıklı etkilemenin kapitalizmin gelişmesine paralel olarak değişikliğe uğramasında aranmalıdır.

Kapitalizm, sanayiye göre tarımda daha geç gelişir. Bu nedenden dolayı tarım, sürekli sanayin gerisinde kalmıştır. Bu gerçeğe dayanarak tarım krizi-sanayi krizi ilişkisinde sanayi krizinin sürekli etkileyen faktör olduğu söylenemez.

Ekonomide tarım sektörünün hâkim olduğu 19. yüzyılda tarım krizinin, sanayideki devrevi gelişmeyi büyük ölçüde etkilemiş olduğunu tarihsel gelişme gösteriyor. Ancak, ekonomide sanayi sektörünün hâkim olmaya başlamasıyla, tarım krizi etkileyici faktör olmaktan çıkmış ve sanayi krizi, tarım üzerinde etkileyici faktör durumuna gelmiştir.

Kapitalizmde tarım krizleri tarihine kısa bir bakış

19. yüzyılda tarım krizi ve özellikleri:
19. yüzyılda tarım krizi yaklaşık 1870-1895 yılları arasında etkili olmuştur. Bu krizi 20. yüzyıldaki tarım krizlerinden ayırt eden ve Engels tarafından tanımlanan[3] önemli bir özelliği vardı.
Bu tespitlerinde Engels, tek kelimeyle de olsun sanayi krizinden bahsetmeden tarım krizini anlatıyor. Amerika’dan Arjantin’den, Rusya’dan, Hindistan’dan ucuza ithal edilen hububat, Avrupa pazarlarını dolduruyor ve bu nedenden dolayı bu pazarlarda fiyatlar düşüyor. Sonuç; Avrupalı köylüler ve kiracılar ucuza ithal edilen hububatla rekabet edemiyorlar. Çünkü yaptıkları kira anlaşmalarına göre toprak sahipleri belli rant talep ediyorlar. Anlaşma temelinde rant verildiğinde Avrupa’da üretilmiş olan hububat, ithal edilenden daha pahalı oluyor. Bu gelişmede 1870-1895 arasında patlak vermiş 1873, 1882 ve 1890 sanayi krizlerinin hiçbir etkisini görmüyoruz[4].

19. yüzyıl tarım krizi, kapitalizmin o zamana kadarki tarihinde eşi görülmemiş bir krizdi. Diğer ekonomik krizler gibi bu kriz de tabii ki, kapitalizmin temel çelişkisinden, bu çelişkinin bir ifadesi olarak toplumun satın alma gücünün sınırlı kalışından, ABD’de ve daha sonraları da diğer Amerika ülkelerinde verimli topraklarda ekim alanlarının hızlı genişlemesinden kaynaklanmıştır. Bu kriz, Batı Avrupa ve ABD tarımında ve her şeyden önce hububat tarımında bir krizdi. Ama bu kriz, bütün ülkelere ve bütün tarım dallarına yayılan bir dünya tarım krizi değildi[5].
Bu tarım krizi, sanayide kriz nasıl aşılıyorsa öyle aşılmıştı: Küçük tarım işletmeler iflas etmiş, mülkiyette ve sermayede yoğunlaşma ilerlemiş ve rantlar ve kira faizleri düşmüştür. Ötesinde Avrupa’da tarım ürünleri ithalatına karşı gümrük duvarları yükseltilmiştir vs. vs.

20. yüzyılda tarım krizi:
Kapitalizmin gelişmesi tarımda da tam anlamıyla etkisin göstermeye başlar: Tarımda makine ve gübre kullanımı artar ve yaygınlaşır. Ayrıca tahıl dışı sektörler de gelişir (Meyvecilik, sebzecilik, hayvancılık, yem sanayi vs.). Bütün bu gelişmeler, tarımda ekstensif üretimden intensif üretime geçiş sürecinde gerçekleşir.

19. yüzyılın sonunda tarım krizi aşılır ve I. Dünya Savaşına kadar da tarım üretimi artar; 20. yüzyılın başında tarım krizi görülmez.
Tarım ürünlerinde fiyatların artması ve I. Dünya Savaşından dolayı tarımsal ürünlere talebin yükselmesi, sonuç itibariyle ABD, Kanada, Arjantin, Avustralya gibi ülkelerde ekim alanlarının genişletilmesine neden olur.

I. Dünya Savaşı sonrasında patlak veren dünya ekonomik krizi (1920) tarım krizinin de patlak vermesinde bir faktör olmuştur.
'20’li yılların ortalarında tarımsal üretimde belli bir istikrar sağlanmış, Avrupa tarımı savaş öncesindeki seviyesine ulaşmıştı. Ama bu, tarım krizinin etkisini sadece hafifleten bir istikrardı. 1929’da patlak veren dünya ekonomik krizi, tarım krizini de derinleştirmiştir.
Sanayide ekonomik kriz, aynı zamanda üretimin mutlak gerilemesine neden olur. Ama tarım krizinde böyle bir durum söz konusu olmuyor, kriz döneminde de üretim artıyor.

Tarımda kriz döneminde tarım ürünlerinin alıcısı olmamasına rağmen; talebin gerilemesine rağmen üretim artar, ama fiyatlar da büyük oranlarda düşer.

Hayvan sayısı artar, ama et fiyatları önemli oranlarda düşer.
Tarım krizi, gübre kullanımını, dolayısıyla gübre sanayisini de olumsuz etkiler.
Tarımda kriz makine kullanımını ve dolayısıyla tarım makineleri üreten sanayi sektörünü de olumsuz etkiler.
Kriz döneminde dünya gıda maddeleri ve hammadde stokları büyük boyutlarda artar. Bu stokların nasıl eritildiği kapitalizmin çürümüşlüğünü ve üretici güçlerin gelişmesi önünde esas engeli oluşturduğunu gösterir. Eritme, yok etme yoluyla gerçekleştirilir[6].

I. Dünya Savaşından sonra başlayan tarım krizi, II. Dünya Savaşına kadar devam eder. 19. yüzyıldaki tarım krizi döneminde olduğu gibi bu tarım krizi döneminde de birkaç sanayi krizi yaşanır. Ama ne ekim alanında ne de üretimde krizden dolayı gerileme olur.

Fiyatlar düşüyor, ürün miktarı artıyor, ekim alanı genişliyor! Neden böyle oluyor? Bu paradoks gelişme tarımın kendine özgü özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu durum tarımda fazla üretim krizinin bir özelliğidir. Tarım sektöründe üretici köylü, uzun dönemi kapsayan kira anlaşması yapar ve anlaşma gereği belli bir fiyat üzerinden, hangi şartlar altında olursa olsun o fiyatı ödemek zorundadır. Yani anlaşma gereği kirasını, faizini ödemek zorundadır. Üretici yem almıştır, tohum almıştır ve vergi ödemesi gerekmektedir. Ama ürünün fiyatı düştüğünden dolayı bütün bu giderleri karşılayamaz. Bu koşullar altında üretici köylü için geriye tek bir yol kalır: Ucuza satma pahasına da olsa çok üretmek, yani sürümden kazanmak. İşte tam da bu nedenden dolayı köylü, krize rağmen üretimini arttırır, ekim alanını genişletir. Köylü bunu, bütün üretim gücünü yitirene kadar (Örneğin tohum bulamaması, tarım üretim araçlarından mahrum kalmak gibi) dener. Ekimin nesnel koşulları da ortadan kalkınca tam anlamıyla iflas eder ve yeniden talep oluşana kadar üretimde mutlak gerileme olur.

II. Dünya Savaşından sonra tarım krizi sorunu:
II. Dünya Savaşından sonra tarımsal ürünlerde önemli boyutlarda artış olur. Bunun nedenini tekelci sermayenin tarım sektörünü başlı başına bir yatırım alanı olarak görmesinde aramak gerekir. Artan tarım makineleri üretimi, yapay gübre üretimi, kimyasal ilaç üretimi vs. emperyalist ülkelerde tarım sektörünün makineli üretimin bir dalına dönüştürüldüğünü göstermektedir. II. Dünya Savaşı öncesinde yaygın olan ekim alanlarını genişleterek üretimi arttırma (ekstensif tarım) yöntemi, yerini teknolojiye/makineye dayanan, bu temelde verimliliğin arttırılmasına dayanan tarıma (intensif tarım) bırakmıştır.

19. ve 20. yüzyıldaki tarım krizlerinin bazı özellikleri:
-19. yüzyıldaki tarım krizi, dünya tarım krizi karakterini taşımıyor, aynı zamanda bütün tarım alanlarını da kapsamıyordu. Bu kriz, Avrupa ile sınırlı kalmış bir tahıl krizi karakterindeydi.
-20. yüzyıldaki tarım krizi, etkisini hemen hemen bütün ülkelerde ve bütün tarımsal ürünlerde gösterdiği için gerçek anlamda dünya tarım krizi karakterini taşıyordu.

-19. yüzyıl tarım krizinde fazla üretim esas itibariyle ekim alanlarının genişletilmesiyle elde ediliyor ve tarımda makineleşmenin başlangıç aşamasındaki gelişmesi üretim artışını tali etkiliyordu. Bu tarım krizi, ekstensif tarım kriziydi.
-20. yüzyıl tarım krizinde daha değişik bir süreç yaşanmıştır. Bu tarım krizinin ilk aşamasını oluşturan iki dünya savaşı arasındaki dönemde fazla üretim, tarımda yoğunlaşan makineleşme ile elde edilmişti. Ama makineleşmenin yanı sıra ekim alanlarının genişletilmesi de fazla üretimde etkili olmuştu. Bu tarım krizinin ikinci aşamasını oluşturan II. Dünya Savaşından sonraki, ‘60’lı yıllara kadarki dönemde fazla üretim, tarımın tamamen makineleşmesine dayanıyordu.
20. yüzyıl tarım krizinin ilk aşamasında ekstensif ve intensif tarım iç içe geçmişti, ikinci aşamasında ise intensif tarım belirleyici olmuştu.

Tarımda makineleşme; intensif tarım, ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde söz konusu olduğu için, bu ülkelerde üretim fazlalığı giderek kronikleşirken, tarımın geri olduğu, emperyalizme bağımlı ülkelerde üretim, nüfus artışına ayak uyduramadığı için, kronik açlık sürekli gündemde olmuştur. Son birkaç aydan bu yana izlenen gelişmeler (aslında bunlar birer sonuçtur); emperyalist ülkelerde tarım ürünlerindeki fazlalığın -aşırı üretimin- kronikliğinde ve bağımlı, yeni sömürge ülkelerde üretimin yetersizliğinde, açlıkta, '60'lı yıllardan bu yana söz konusu bu durumda fazla bir değişmenin olmadığını göstermektedir.

20. Yüzyılın son çeyreğinden günümüzde tarım krizi sorunu ve tekelci sermaye:
II. Dünya Savaşı, 20. yüzyıl tarım krizini kesintiye uğratmıştı. Savaştan sonra tarım krizi, emperyalist ülkelerde yeniden derinleşti ve ‘60’lı yıllara kadar devam etti[7]. [BU DİPNOT   

Kısaca: II. Dünya Savaşının kesintiye uğrattığı tarım krizi savaştan sonra yeniden keskinleşmiş ve 60’lı yıllara kadar devam etmiştir.

Bu yıllarda gündeme gelen tekelci burjuvazinin siyasi tercihi, üzerinde durmaya değer bir tercihtir: II. Dünya Savaşından sonra tekelci sermaye, tarımı yatırım alanı olarak keşfetmiş, tarım üretimini büyük işletmelerde yapılan üretimine dönüştürmüş, sanayide olduğu gibi tarımsal alanda da büyük işletmeler, tekeller belirleyici olmaya başlamış ve büyük işletmelerle rekabet edecek gücü olmadığı için küçük üreticilerin kitlesel iflası gündeme gelmişti.
 
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, özellikle de emperyalist ülkelerde tarımın sosyal yapısı II. Dünya Savaşından sonra radikal bir şekilde değişir ve iflas eden küçük üretici proletaryanın saflarına katılır. Böylelikle bir taraftan sanayide iş gücü açığı kapatılırken, diğer taraftan da tarım, büyük üretimin, tarım tekellerinin hâkimiyetine girer.

Her halükarda 1960-1986 döneminde bugünkü adıyla AB'de köylü işletmelerinin %38’i yok edilir.

Diğer taraftan emperyalist devlet, açık tarım krizini engellemek için tarımı desteklemeyi yoğunlaştırır.

Emperyalist ülkelerde tarım sektörünün ekonomideki yeri pek önemli değildir. Bu durumda emperyalist ülkelerde tekelci burjuvazi, tarımı desteklemekle; fazla üretimden dolayı fiyatların düşmesini engellemekle (sübvansiyon) vs. -bu aynı zamanda tarıma hâkim olan büyük üretimi, tekelleri desteklemek anlamına gelir- ekonomik değil, siyasi bir tercih yapmış oluyor. Tarımın ekonomideki yeri ve tarımda büyük üretimin/üreticinin hâkimiyeti belirleyici olduğuna göre bu tercih, ancak siyasi bir tercih olabilir. Bu durumda tekelci burjuvazi, kırsal alandaki sınıfsal dayanağını desteklemekten başka bir şey yapmamış oluyor.

Ortak Pazar'ın (Avrupa Birliği) rolü:
Şimdiki adı AB olan Ortak Pazar (OP), üye ülkelerin tarım tekelleri için de ortak bir pazar rolünü oynamaktaydı. Tarımsal ürünler için oluşturulan aynı fiyat sistemiyle tarım tekelleri, ürünlerini bu pazarda hiç bir zorlukla karşılaşmadan pazarlayabiliyorlardı. Açık ki bu tekeller, ürünleri için tekel fiyatını dayatma olanağını elde etmişlerdi. Ortak Pazar'ın tarım tekelleri bir taraftan tarım pazarını dıştan gelen rekabete karşı kapatmaya çalışırlarken, diğer taraftan da ucuz tarım ithal mallarını yapay vergilerle pahalılaştırıyorlardı. Tarım tekelleri, ürünlerinin garanti edilmiş fiyatlarla satın alınmasını sağlayan bir sistem oluşturmuşlardı. Ortak Pazar'ın “ortak” kasası tarım tekellerini sürekli destekleyen bir kasa olmuştu.

Tarım sektöründe fazla üretim kronikleşmiş olduğu için OP, bu ürünleri tarım tekellerinden ve aynı zamanda köylülerden de garanti edilmiş fiyatlar üzerinden satın almak, depolamak zorundaydı. Böylece fiyatların düşmesi engellenmiş oluyordu. OP'ın tarım politikası ve yapılanması, öncelikle büyük işletmelerin desteklenmesini öngörmekteydi.

Sözün kısası: Ortak Pazar'da ve başka emperyalist ülkelerde de, örneğin ABD ve Japonya'da, tarımsal alanda fazla üretim kronikleşmişti. Tekellerin dikte ettikleri fiyatlar düşmesin diye ürünler depolanıyordu. Bundan dolayı AB'de şu veya bu tarım ürünü dağından veya gölünden (tereyağı dağı, süt gölü gibi) bahsedilir. Bunun dışında ürünlerin yok edilmesi de söz konusu oluyordu. Açık ki tarımda fazla üretimin; ürünlerin yok edilmesi ve korumacılıkla (gümrük duvarları) tarım krizinin açık tarım krizine dönüşmesi sürekli engelleniyordu. OP'da durum böyleyi ve hala da böyledir. Tarım krizinin açık tarım krizine dönüşmesi, devletin veya OP'ın yardımıyla/desteklemesiyle engelleniyordu ve engelleniyor.

Emperyalist ülkelerin tarım politikası sonuç itibariyle bir taraftan üretim fazlalığına yol açarken, diğer taraftan da küçük ve orta işletmelerin -tabii her emperyalist ülkede aynı oranda değil- yok olmasını beraberinde getirmiştir. Bu sorun; bir taraftan tarımda üretim fazlalığı ve aynı zamanda küçük ve orta boy işletmelerin yok olması sorunu günümüzde emperyalist ülkelerde -II. Dünya Savaşından sonra başlayan sürecin devamı olarak- kapitalizmin kronikleşmiş bir tarım sorunu olarak karşımızda duruyor. Belirttiğimiz destekleme nedeniyle bu, patlak vermeyen, patlak vermesi, alınan tedbirlerle ertelenen bir “kapalı” tarım krizidir.

20. yüzyılın tarım krizi, emperyalist devletlerin ‘60’lı yıllarda tarım tekelleri lehine aldıkları tedbirlerle, kronikleşen bir tarım krizi sorununa dönüştürülerek son bulmuştur. Bu nedenden dolayıdır ki, geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana açık tarım kriziyle değil, kronikleşmiş bir tarım krizi sorunuyla karşı karşıyayız. Süreklilik arz eden bu duruma son vermenin üç yolu vardır: 1)Bu duruma tarım krizi son verebilir; 2)Stoklar tamamen yok edilebilir ve 3)Üretim planlanabilir.

Üretimin planlanması tarım tekellerinin çıkarları doğrultusunda hareket etmekten başka bir anlam taşımaz ve ötesinde kronikleşmiş üretim fazlalığının akıbetinin ne olacağı tarım tekellerini hiç ilgilendirmez. Önemli olan ürünün, garanti edilen fiyat üzerinden satın alınmasıdır, yani sübvansiyonların devam etmesidir. Bu politika bugün de geçerlidir.

Tarımda tekelci sermaye hâkimiyeti ve sübvansiyon:
Dünya tarımında küçük üreticilerin sayısal ağırlığı belirleyicidir. Ama sayıları 400 milyondan fazla olan küçük köylü üreticilerinin tarımsal üretimde pek önemli bir ağırlıkları yok. Dünya tarımı, uluslararasılaşmış tarım ve gıda tekellerinin elindedir.

Uluslararasılaşmış tarım ve gıda üretimi ve pazarlanması sektörlerinde etkileri giderek artan uluslararası tekeller hâkim konundalar. Örneğin 2004-2006 arasında sadece en büyük on perakendeci zincirinin sürümü yüzde 40 oranında, en büyük gıda maddeleri üreticisi tekellerin sürümü yüzde 13 ve tarımda kullanılan maddeleri üreten tekellerin sürümü de yüzde 10 oranında artmıştır.

Son 20 yıl içinde ABD ve Batı Avrupa'nın dünya çapındaki tarımsal üretimdeki payları azalmıştır. ABD'nin payı yüzde 9 ve Batı Avrupa'nın payı da yüzde 19 oranında gerilemiştir. Buna karşın Hindistan, Çin, Brezilya gibi ülkelerin payı önemli oranlarda artmıştır. Bütün bu ülkelerde tarımın ulusal gelirdeki payı azalmıştır. Dünya Bankası verilerine göre ABD ve Batı Avrupa'da tarımın GSMH'daki payı ancak yüzde 1-2 oranındadır. Buna karşın, örneğin Afrika'da tarımın GSMH'ya katkısı, oransal olarak yüzde 20 ila yüzde 40 arasında değişmektedir ve çalışanların yüzde 60'ı tarımda istihdam edilmektedir (Dünya Bankası, 2004).

Emperyalist ülkelerde tarım önemsizleşmesine rağmen dünya tarımı ve ilgili sektörleri, merkezleri emperyalist ülkelerde olan uluslararası tekellerin kontrolündedir. 206 yılı itibariyle: Tarım tamamlayıcı sanayinde en büyük tekelin cirosu 40 milyar dolardır. Syngenta, Monsanto, Bayer Crop, BASF AG ve Dow Agro bu alandaki en büyük tekelin ilk beşini oluşturuyor. Sayıları yaklaşık 450 milyon olan köylü üreticinin ürettiği değer 1.592 milyar dolardı. Gıda maddeleri üreten ve ticaretini yapan en büyük on tekelin cirosu 405 milyar dolardı. Bunların arasında Nestle, Cargill, ADM, Unilever, Kraft ve Foods ilk beşi oluşturuyorlar. Perakendeci zincirinin en büyük on tekelinin cirosu 1,1 trilyon dolardı. Wal-Mart, Carrefour, Metro, Group, Tesco ve Seven & 1, bunların ilk beşini oluşturmaktadır[8].

Tarım sektöründe uluslararası tekellerin pazar payı da tarımda hangi güçlerin hâkim olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir:

Dünya Tarım Ticaretinde Yoğunlaşma (Dünya çapında tarım ticareti ürünlerinde en büyük uluslararası 3 ila 6 tekelin payı)
Ürün
Dünya tarım ihracatındaki payı (%)
Ürün
Dünya tarım ihracatındaki payı (%)
Buğday
85-90
Muz
70-75
Mısır
85-90
Odun
90
Şeker
60
Pamuk
85-90
Kahve
85-90
Deri ve kürk
25
Pirinç
70
Tütün
85-90
Çay
80
Doğal kauçuk
70-75
Kakau
85
Yute ve yute ürünleri
85-90
Kaynak:Schlussbericht der Enquete-Kommission “Globalisierung der Weltwirtschaft – Herausforderungen und Antworten”.

Şeker, deri ve kürk hariç tekeleşme oranı yüzde 70'in üstünde, çoğunda ise yüzde 80-90 arasında.

AB, tarım ürünleri fiyatlarının artışında herhangi bir rolünün olmadığını açıklıyor. Tabii bunun doğru bir açıklama olduğuna inanmak saflık olur. AB'nin tarımı sübvanse etmek için her yıl harcadığı miktar 52 milyar Avrodan daha fazladır. Bu miktardan tarım tekelleri ve büyük tarım üreticileri aslan payını almaktalar. AB bütçesinin yüzde 40'ından fazlası tarıma ayrılmıştır. Yani pasta oldukça büyüktür. Örneğin Almanya'nın bu bütçeye yıllık katkısı yaklaşık 9 milyar Avrodur. Bu katkının karşılığı olarak da yaklaşık 6 milyar Avroyu sübvansiyon olarak alır.

Son dönemdeki gelişmelerden ve bunda AB'nin de sorumlu tutulmasından dolayı AB, sübvansiyon politikasını önümüzdeki dönemde yeniden oluşturacağını açıkladı. Ama inandırıcı olmaktan oldukça uzak bir açıklama. AB'nin tarımı destekleme politikasını değiştirmesi için, AB'deki tarım tekellerinin, büyük tarım üreticilerinin etkisini kırması gerekir ki, bunu yapabilmesi için AB'nin AB olmaktan çıkması gerekir.

AB'nin genel tarım politikası; tarım üretimini destekleme politikası (sübvansiyon), AB'nin uluslararası pazarlarda rekabet gücünü artırmaya hizmet etmektedir. Bu politika, aynı zamanda bağımlı, yeni sömürge ülkelerde bağımsız -kendi kendine yeterli- bir tarımın gelişmesini sürekli engellemiştir ve engellemektedir. Birkaç örnek:

AB'nin, Güney Afrika hariç Sahra'nın güneyindeki ülkelere yaptığı domuz eti ihracı, örneğin 1995'te 28 bin tondan 2007'de 147 bin tona, kanatlı hayvan eti ihracı da aynı dönemde 43 bin tondan 129 bin tona çıkmıştır.

AB'de et üretiminde bir fazla üretim söz konusudur. Bu, fiyatları düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Çare olarak sübvanse edilmiş et üretimi bu ülkelere ihraç edilmiştir. 100 kilosu en fazla 54 Avroya varan bir fiyat üzerinde yapılan bu ihracat, o ülkelerdeki hayvancılıkla ilgili sektörleri yıkıma uğratmıştır. Kilosu yaklaşık 44 kuruşa mal olan bu ithal AB-etiyle, maliyeti 1,72 Avro olan yerli üretimin rekabet etme şansı hiç yoktur. Bu, meyveden sebzeye, sütten balığa varana kadar başka tarım ürünleri için de geçerlidir. Öyle ki, AB'den, Japonya'dan, Kanada'dan, Danimarka'dan balık sektöründe faal olan sermaye, borcunu ödeme zorluğu içinde olan bir kısım kıyı Afrika ülkelerinin avlanma hakkını satın almış ve bu ülkelerde taze balık yerine örneğin Danimarka'da üretilen konserve balık satılmaya başlanmıştır.

Bir bütün olarak emperyalist ülkelerin, öncelikle de ABD ve AB'nin sübvanse edilmiş tarım sektöründe ucuza mal edilen fazla üretim, bağımlı, yeni sömürge ülkelere ihraç edilmekte ve tarımda dayatılan neoliberal politikalarla bu ülkelerdeki tarımsal yapılar yıkılmaktadır. Bu ucuz ürünler ve neoliberal dayatmalar karşısında bağımlı ülkelerde tarımın direnci, rekabet şansı kalmamaktadır.

Bu emperyalist tarım politikasının kırılması durumunda bu ülkelerde tarımda fazla üretim krizinin patlak vermesi kaçınılmaz olacaktır.

Sanayi krizi- Tarım krizi:
Spekülasyon-banka-kredi gibi mali sektörde patlak veren krizlerin bir ekonomik yasallığı yoktur ve son kertede maddi değerlerin üretiminde -sanayide- söz konusu olan fazla üretim krizlerinden kaynaklanırlar. Tarım kriziyle bağlam içinde soru şu: Tarım krizleri de mi sanayide söz konusu olan fazla üretim krizlerinden kaynaklanıyorlar? Veya tarım krizinin nedeni sanayideki kriz midir?

Tarım kriziyle sanayi krizinin birbiriyle ilişkisinin olması, birbirlerini karşılıklı olarak etkilemeleri bir gerçekliktir. Bu etkilemenin nasıl olduğunu yukarıda belirtmiştik. Her şeye rağmen tarım krizinin nedeni sanayi krizi değildir.

Yine belirttiğimiz gibi 19. yüzyıldaki ve 20. yüzyıldaki tarım krizleri döneminde çok sayıda sanayi krizi patlak vermiştir. Ama bu krizlerin hiçbirisi, tarım krizinin sona ermesini beraberinde getirmemiştir. 19. yüzyılda sanayi krizinin çevriminden bağımsız olarak patlak veren tarım krizi, yine sanayi krizinin çevriminden bağımsız olarak sonuçlanmıştır. Aynı gelişmeyi 20. yüzyıldaki tarım krizinde de görüyoruz. Bu yüzyıldaki tarım krizi, I. Dünya Savaşından sonra başlamış, II. Dünya Savaşıyla kesintiye uğramış, savaştan sonra yeniden patlak vermiş ve 60’lı yıllarda emperyalist ülkelerin aldıkları tekelci tedbirlerle kronikleşmiş tarım sorununa, “kapalı” tarım krizine dönüşmüştür[9].

Tarım ve sanayi krizlerinin gelişme seyri, diğer kriz türlerinin aksine, tarım krizinin sanayi krizinden kaynaklanmadığını gösteriyor. Bu gelişme, Marks’ın 19. yüzyıldaki tarım krizi için söylediğini tamamen doğrulamaktadır.
“Tarım krizine gelince: O, gelişecektir, güçlenecektir ve kırsal üretim ilişkilerinde tam bir devrimi beraberinde getirmek için giderek doruk noktasına ulaşacaktır, (hem de ticari-sanayisel krizlerin çevriminden tamamen bağımsız olarak” [10].

Öyle de oldu. 20. yüzyılda tarım krizi, gelişti, güçlendi ve sanayideki fazla üretim krizlerinin çevriminden tamamen bağımsız olarak en yüksek noktasına ulaştı, yani kırsal alandaki üretim ilişkilerini tamamen alt üst eden, tekelci sermayenin hâkimiyetini geçerli kılan “devrimi” beraberinde getirdi.

Tarım krizinde çevrim, belli bir periyodik hareket yoktur. 19. yüzyılda ekim alanlarının genişletilmesinden dolayı fazla üretim oluşmuş, bu da tarım krizinin patlak vermesine neden olmuştur. Demek ki temel faktör, ekim alanlarının genişletilmesiydi.

20. yüzyılda patlak veren tarım krizinin nedeni ise tarımın intensif yapılmasıydı ve bundan dolayı da verimliliğin artmasıydı.
İntensif tarım, tarımın tamamen makineli üretime dönüşmesi, kapitalizmin kırsal alanda gelişmesinin bir sonucuydu. Bu da ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde mümkündü.  Tarımda böyle bir gelişme 19. yüzyılda mümkün değildi. Ama 20. yüzyılda gelişmiş kapitalist ülkeler tarımının temel özelliği olmuştu.
20. yüzyılda tarım krizi, periyodik değil, devamlılık arz eden, kronik bir görünüm almıştı.

Marks, “sürekli krizler olmaz” demişti. Ama 20. yüzyıl tarımında krizin sürekliliği, kronik oluşu söz konusuydu. Neden?

Bunun nedenini şöyle açıklayabiliriz:
Sanayi işletmelerinin devamlı tam kapasite çalışması, sanayisinde potansiyel sürekli fazla üretim anlamına gelir. Tarımda ise sürekli fazla üretim reeldir, gerçektir. Ama kriz dönemi hariç sanayide fazla üretim sadece potansiyel vardır.
Bu fark nereden kaynaklanıyor?
Sipariş üzerine üretilen ürünler, örneğin gemi yapımı hariç, sanayide üretim periyodu görece kısadır ve modern tekniğin üretimde kullanılmasıyla bu dönem daha da kısalır. Yani işletme planlama yapabilir; talebe göre üretimi % 10, % 20 veya % 50 düşürebilir. Fazla üretim, sadece potansiyeldir. İşletmeye yatırılmış olan sermaye, üretim tamamen durdurulsa bile yok olmaz, ama üretimin azaltılmasının belli bir aşamasından sonra kar kalmaz. Tarımda ise durum oldukça farklıdır:

-Tarımda üretim periyodu oldukça uzundur; kış ekimi için neredeyse bir seneye, yaz ürünleri için yaklaşık altı aylık bir zamana ihtiyaç vardır. Bu dönem zarfında üretimi azaltmak oldukça zordur. Tohumun bir kısmı yok edilebilir. Hayvancılıkta ise üretimin azaltılması daha da zordur, daha büyük sermaye kıyımı demektir. Nihayetinde üretimi azaltmak için hayvanların bir kısmını öldürmek, başkasına vermek veya serbest bırakmak gerekir. Veya hayvanın yarısına yem vermek, yarısına vermemek veya ineklerin bir kısmını sağmak, diğer bir kısmını sağmamak bir üreticinin yapabileceği bir iş değildir. 
-Kez kira anlaşmasıyla belirlenmiş olan toprak rant da üretimin sınırlandırılmasını zorlaştırır.
-Sadece aile fertlerinin iş gücünü kullanarak üretim yapan üretici köylü için üretimin azaltılması, dolayısıyla bu iş gücünün potansiyel çalışmaması, ekonomik yıkım demektir.
-Ama büyük işletmeler, tarım tekelleri, büyük zarara uğramaksızın üretimi düşürebilirler. Üretimin zorlanma sonucu düşürülmesi, çoğu tarım üreticisi için iflas demektir.
Bu olgulardan dolayı 20. yüzyılda gelişmiş kapitalist ülkelerin sanayinde sürekli fazla üretim, işletmelerin kronik tam çalışmaması biçiminde potansiyel olarak vardır. Tarımda ise kronik reel fazla üretim, kronik bir tarım krizi söz konusudur.

20. yüzyılın ilk yarısında tarım krizinin kronik karakterli olması, kısa vadeli üretim canlanmasını dışlamaz. Ama kroniklik, uzun vadede iyileşmenin olanaksız olacağını, kapitalizm koşullarında krizden çıkış yolunun olmadığını ifade eder[11].

20. yüzyılın ikinci yarısında; II. Dünya Savaşından sonra başka bir süreçle, gelişmeyle karşı karşıyayız: Emperyalist devletler, tekelci tedbirlerle, kronik/ sürekli olarak devam eden -II. Dünya Savaşından dolayı kesintiye uğramayı dışlıyoruz- tarım krizini, '60’lı yıllarda “kapalı” tarım krizine, kronik tarım krizi sorununa dönüştürdüler. Bu gelişme II. Dünya Savaşı sonunda başlamış ve '60'lı yıllarda hala devam eden sürece dönüşmüştür. 20. yüzyılın ilk yarısında patlak veren kronik karakter taşıyan açık tarım krizi, emperyalist ülkelerde devletin aldığı tedbirler sonucunda '60'lı yıllardan itibaren kronik tarım krizi sorununa dönüşmüştür.

Tekelci sermaye tarım sektörünü yeni yatırım alanı olarak keşfettiği için II. Dünya Savaşından sonra emperyalist devletlerin tarım politikası oldukça değişmişti.

II. Dünya Savaşından sonra ve bugün de devam eden emperyalist devletlerin, ister doğrudan olsun isterse de AB formunda olsun tarıma müdahaleleri, tekelci sermayenin çıkarına aldıkları tedbirler, hiç bir şekilde II. Dünya Savaşı öncesiyle karşılaştırılamaz.
Emperyalist devletlerin yaptığı, siyasi bir tercihti. Kronik tarım krizi, savaştan sonra ve özellikle de ‘60’lı yıllarla birlikte, emperyalist devletlerin sübvansiyon politikalarının bir sonucu olarak açık kronik tarım krizi olmaktan çıkmış, kronik tarım krizi sorununa dönüşmüştür.
   
Kronik tarım krizinin, kronik tarım krizi sorununa dönüşmesinde belirleyici olan, emperyalist devletin tarım alanındaki tercih politikasını tamamen küçük işletmelerin ve kısmen de orta işletmelerin iflası üzerine oluşturulmuş olmasıdır.

Emperyalist devlet açısından önemli olan, tarımsal alanda tekelleşmenin, büyük kapitalist üretimin önündeki mutlak aşılması gereken engelin, yani milyonlarca küçük üreticinin ve kısmen de orta işletmelerin (bu işletmelerin alt kesimlerinin) tarım sektöründeki tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda yok edilmesiydi.
Emperyalist devletlerin, bu politikalarını uygulamada başarısız oldukları söylenemez. Bırakalım bugünü, bu politikanın oluşturulmaya başlandığı ve uygulamaya konduğu 1960'dan sonraki dönemde o zamanki adıyla OP'da işletme yapısındaki değişim şöyleydi:1960-1986 arasında OP genelinde (10 ülke bazında) küçük işletmelerin sayısı 5060 binden 3087 bine düşerek yüzde 38 oranında tasfiye edilmişti. Yok edilen küçük işletmelerin oranı Almanya’da %49; Belçika’da %59; Danimarka’da %54; Fransa’da %44; Büyük Britanya’da %45,5; Lüksemburg’da %62,5, Yunanistan'da % 20; İtalya'da % 31; İrlanda'da % 21 ve Hollanda’da da %48 idi.

Tarım krizi, tarımsal alanda hâkim olan bütün işletmeleri, ama öncelikle büyük işletmeleri, tarım tekellerini kapsadığında patlak vermiş olur. Emperyalist devletlerin, AB'nin politikası, böyle bir gelişmeyi sürekli engellemektedir.  Geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana AB çerçevesinde tarım politikası, tarımdaki büyük işletmelerin ve tekellerin, AB’yi tarım pazarı olarak kullandıklarını, AB’nin mevcut yapılanması, söz konusu tarım politikası devam ettiği müddetçe, yani hangi biçimde olursa olsun siyasi ve mali destek devam ettiği müddetçe açık tarım krizinin patlak vermesinin sürekli ertelenebileceğini göstermektedir.
Bu kriz '60'lı yıllardan bu yana erteleniyor. Bu arada tarımda büyük işletmeler ve tekeller, tarım ürünlerinden dağlar ve göller oluşturdular; yani fazla üretim yaptılar. Söz konusu politika, mali destek, AB’nin tarımsal alandaki işlevi devam ettiği müddetçe bu fazla üretim hiç sorun olmadı. Fazla ürün depolandı veya yok edilerek kısmen eritildi veya bağımlı ülkelerdeki pazarlara sürüldü. Ürünlerin depolarda çürümesinin, depo masraflarının tekelci sermaye açısından hiç önemi yok! Önemli olan, AB’nin, tarım tekellerinin dikte ettikleri fiyattan ürünleri satın almasıdır. Önemli olan, depo masraflarının, son kertede halktan alınmasıdır. İşte bu politika devam ettiği müddetçe açık tarım krizi engellenmiş oluyor.

Belirttiğimiz nedenlerden dolayı AB'nin, emperyalist ülkelerin bu politikası yapaydır, bu politika üzerine kurulmuş olan pazar da yapaydır. Bu tercih politikasının terk edilmesi, bu yapay pazarın çökmesi mümkündür. Bu politikanın mücadele sonucunda bırakılması durumunda veya bugün için gündemde olmasa da AB'nin dağılması durumunda ilk patlak verecek olan muhtemelen çok derin ve kapsamlı bir tarım krizi olacaktır. Bunun ötesinde sanayide 1929-1933 krizini andıran derinlikte ve kapsamda bir ekonomik krizin patlak vermesi durumunda, bu krizin beraberinde getireceği sorunlardan dolayı tarımın bugünkü kapsamda desteklenmesi pek söz konusu olamayacağı için açık tarım krizi patlak verebilir.

Sonuç itibariyle:

è      Dünya çapında açlık çeken insan sayısı: 854 milyon
è      Yeni sömürge ülkelerde açlık çeken insan sayısı: 815 milyon
è      Dünya çapında her gün açlıktan ölen insan sayısı: 24.000
è      Dünya çapında her yıl ölen 5 yaşından küçük çocuk sayısı:11 milyon
è      Dünya çapında her gün ölen 5 yaşından küçük çocuk sayısı: 30.000 
è      Her yıl açlıktan ölen çocuk sayısı: 5 milyon
è      Her gün açlıktan ölen çocuk sayısı: 13.700


Son birkaç ay içinde 40'a yakın bağımlı, yeni sömürge ülkede artan temel gıda maddeleri fiyatlarına karşı çeşitli biçimlerde güçlü eylemler gerçekleştirildi. Öyle ki, Haiti'de hükümet devrildi. Emperyalist burjuvazinin, uluslararası sermayenin IMF, DB gibi kurumlarının toplantılarında dünya çapında istikrarsızlıktan, açlık ayaklanmalarından bahsedildi. Kendi kendilerini uyardılar. Bu protesto eylemlerinin bu süreçte patlak vermesi tesadüf değildir. Tarım ürünleri üzerine oynanan borsa oyunu, tarım ürünlerinde spekülasyon krizi bu dönemde patlak verdiği için protestolarda bu dönemde gerçekleşti. Temel gıda maddelerindeki astronomik artış, kuraklık gibi doğal bir felaketin değil, aksine kapitalizmin asalaklığının, çürümüşlüğünün, kapitalizmin genel krizinin kaçınılmaz bir sonucudur.

Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, mali krizin derinleşmesini ve yaygınlaşmasını engellemek, evet bu krizi sonlandırmak için maddi olanakları sermayeye sunmakta cömert davranıyorlar. Daha şimdiden trilyon dolarlarla ifade edilen borsa-banka-kredi krizinin yükünü karşılamaya çalışıyorlar ve yüz milyarlarla ifade edilen miktarları kurtarma operasyonlarına ayırıyorlar. Ama aynı dönemde patlak veren tarımda spekülasyon krizinin sonuçları üzerine birbirlerini suçluyorlar, lobicilik yapıyorlar, açlık ayaklanmalarının sistem açısından tehlikesinden bahsediyorlar, ama iş açlık çeken milyonlara „yardım“a gelince ancak harçlık olabilecek komik miktarları devreye sokuyorlar.

Tarım ürünleri ihracatını destekleme, tarımda sübvansiyon, korumacılık, bazı ülkelerde tarımda fazla üretim, çoğu ülkelerde üretim yetersizliği ve sürekli tarım ürünleri ithal etmeye mahkum edilmek vs. bütün bunlar aynı süreci oluşturan olgulardır, gerçeklerdir. Tarımda rekabet, sübvansiyon ve korumacılık, gelişmiş ülkelerde tarım kapitalistlerinin ürünlerini hemen hiçbir engele takılmadan istedikleri fiyatlarla bağımlı, yeni sömürge ülkelere satabilmeleri anlamına gelmektedir. IMF, tarım sektöründe bağımlı ülkelere ne yapmaları gerektiğini dayatıyor, devlet ürünleri sübvanse ediyor. Sonuçta, bu ürünlerle rekabet edecek durumda olmayan bağımlı ülkelerin milyonlarca küçük üreticisi iflas ediyor. Bu iflasın da sonucu belli: Milyonlarca köylü, geçimini sağlayamadığı için kırsal alanı, tarımı terk ederek şehirlere göç ediyor.
2001 krizinden sonra Türkiye'de tarımdaki gelişmeler tesadüfî değil, IMF'nin dayatmalarının doğrudan bir sonucudur.[12]
Afrika'da köylü üreticiler, kanatlı hayvan ve sığır eti ihracatından dolayı yıkıma uğradılar. Meksika'da tarımdan yeterli gıda maddeleri artık üretilemiyor ve ülke gıda ihtiyacını karşılamak için her yıl 10 milyar dolardan fazla bir miktar harcamak zorunda kalmıştır.

Durum ortada ve böyle bir ortamda emperyalist burjuvazinin „sol“ kanattan akıl hocaları sahneye çıkıyorlar ve şunu öneriyorlar: Geri kalmış ülkelerde kendine yeterli tarıma dönülmelidir. Aslında bu, geriye dönüşten, tarihin çarkını geriye çevirme talebinden başka bir şey değildir. Kapitalizm,  emperyalizm aşamasında, özellikle de uluslararası sermayenin tarımı yatırım alanı olarak keşfettiği II. Dünya Savaşından bu yana sanayide ve tarımda kendine yeterli üretimi dünya ekonomisine entegre etti. Yıkacağı kadar yıktı, yok edeceği kadar yok etti ve geriye kalanları entegre etti. Bu süreç, en azından kapitalizmin tarihi kadar eskidir. İngiliz sermayesinin Hindistan'da oynadığı rolü hatırlatmak isteriz. İngiltere'de köylülerin topraktan sökülüp atılması bu ülkede kapitalizmin şafağında gerçekleşti. Tarımda kapitalizm ve bugün tarımda yabancı sermaye köylü üreticinin yıkımı, toprağından zorla sökülüp atılması, zorla üretim araçlarından yoksun bırakılması anlamına gelmektedir.
Geriye dönüş olur mu?  Dünya Sosyal Forumu'nda, „Enternasyonal Kitle Hareketi“ içinde yer alan bir kısım küçük üretim savunucularının, dünya tarihini 200-300 yıl gerilere götürmek isteyenlerin hayalinde mümkün olabilir. Ama kapitalizm koşullarında kendine yeterli tarıma; küçük üretime, üretim araçlarından zorla kopartılmış üreticilerin üretim araçlarına yeniden sahip olmalarına dönüş imkansızdır. Bu, ancak ve ancak kapitalist üretim biçiminin tasfiye edilmesiyle mümkündür.

Kapitalist tarım, doğa ile insan arasındaki çelişkiyi de keskinleştirmektedir. Rekabetten dolayı geleneksel tarım tarihe karışmıştır, üretici köylü yapay gübreye, ilaçlara, yapay sulamaya bağımlı olmuştur. Yapay gübre, ilaçlama ve yapay sulama olmaksızın bugün tarım yapmak imkânsızdır. Aşırı gübre, ilaç ve su kullanımı da toprağın kalitesini bozmaktadır, doğayı kirletmektedir.
Birçok tarım maddesi monokültür olarak ekilmektedir. Şüphesiz ki, verim artmaktadır ama aynı zamanda su kullanımı da birkaç misli artmaktadır. Bugün dünya çapında tarımsal üretimin yüzde 40'ı yapay sulama sonucu yapılmaktadır. Bu nedenden dolayı dünya çapında mevcut içilebilir suyun yüzde 75'i tarımda sulama amacıyla tüketilmektedir.

Kapitalizm, her alanda aşırı üretici olmayan koşullanmıştır: Kapitalizm bir taraftan her alanda aşırı üretim, diğer taraftan da alıcı olmadığı için tüketiciler, yani işçi sınıfı ve emekçi yığınlar açısından ürün kıtlığı/yetmezliği demektir. Tarımda kapitalizm, bir taraftan aşırı tarım ürünleri üretimi, diğer taraftan da gıda maddeleri kıtlığı demektir. Bu çelişki, bu saçmalık kapitalist üretimde aranmalıdır:

„Diğer taraftan büyük toprak mülkiyeti, tarımsal nüfusu sürekli olarak düşen bir asgariye indirir ve onun karşısına büyük kentlerde bir araya toplanan, sürekli olarak büyüyen bir sanayi nüfusunu kor. Böylece yaşamın doğal yasalarının emrettiği toplumsal alış veriş bütünlüğünde onarılmaz bir çatlağa neden olan koşulları yaratır. Bunun bir sonucu olarak, toprağın canlılığı boş yere harcanır ve bu israf, ticaretle, belli bir devletin sınırlarının çok ötesine taşınır (Liebig) ...Büyük toprak mülkiyeti, emek gücünü, asıl enerjisinin kendine bir sığınak aradığı ve ulusların hayati gücünün yeniden canlandırılması için kuvvetini bir yedek fon olarak biriktirdiği son bölgede – toprağın kendisinde baltalar. Geniş ölçekli sanayi ve geniş ölçekli makineli tarım birlikte etkide bulunurlar. Başlangıçta birincisi, esas olarak emek gücünü, dolayısıyla insanların doğal gücünü harabeye çevirdiği ve yok ettiği halde, ikincisinin daha dolaysız bir biçimde toprağın doğal canlılığını tüketmesi ile birbirlerinden ayırt ediliyorlarsa, gelişmenin daha ileri döneminde, kırlardaki sanayi sisteminin de işçileri zayıflatması ve sanayi ve ticaretin, kendi paylarına, tarıma, toprağı tüketmek için araçlar sağlamasında elele verirler“[13]

Karşılıklı etkilenme içinde patlak veren dünya sanayi krizi ve dünya tarım krizi, dünya pazarlarının sanayi ve tarım ürünleriyle, gıda maddeleriyle dolup taşması, satılamayan ürünlerin denize dökülmesi, kullanılmasın diye zehirlenmesi; resmen sermaye kıyımı ve milyarlarca insanın açlık içinde kıvranması, ama aynı zamanda görkemli mücadelelerin habercisi olacaktır. Bu, 1929-33 krizini aratacak bir kriz olacaktır.

***
 EK:

Tahıl üretimi, ticareti ve ihracatı-milyon ton
2007/2008 (Tahmin)

2007/2004
2004/2005
2005/2006
2006/2007
Şubat 2008
Mart 2008
Üretim
1481
1649
1604
1573
1659
1662
Ticaret
208
212
215
221
228
229
Tüketim
1543
1601
1617
1626
1676
1679
Rezerv
282
330
318
265
247
248
Yıllık değişim
-63
48
-12
-53

-17
Önde gelen ihracatçılar*
99
158
150
99
86
85
*)Arjantin, Kanada, ABD, Avustralya, AB.

                       
Buğday üretimi, ticareti ve ihracatı-milyon ton
2007/2008 (Tahmin)

2007/2004
2004/2005
2005/2006
2006/2007
Şubat 2008
Mart 2008
Üretim
556
628
620
593
604
604
Ticaret
102
110
110
110
104
103
Tüketim
594
616
624
610
611
612
Rezerv
129
141
138
120
113
112
Yıllık değişim
-38
12
-3
-18
-
-8
Önde gelen ihracatçılar*
44
60
59
39
27
26
*) Arjantin, Kanada, ABD, Avustralya, AB. Kaynak: IGCInternationale Getreiderat. Bkz.: http://www.manager-magazin.de/geld/artikel/0,2828,547693,00.html


Mısır üretimi, ticareti ve ihracatı-milyon ton
2007/2008 (Tahmin)

2007/2004
2004/2005
2005/2006
2006/2007
Şubat 2008
Mart 2008
Üretim
 628
713
696
699
766
768
Ticaret
 80
76
79
88
97
99
Tüketim
 647
686
700
721
770
771
Rezerv
 105
132
128
106
101
103
Yıllık değişim
 -18
27
-4
-22
-
-3



[1]              2007 yılında 12 bağımlı, yeni sömürge ülkede toplam 11 milyon tarım üreticisi gen tekniğiyle üretilmiş türleri ekmişti.(Clive James 2007-James, C. 2007. Global Status of Commercialized Biotech/GM Crops: 2007 ).
[2]              Gıda maddeleri üretimi ve bunların bir bölümünün bio-yakıt olarak kullanılması bağlamında F. Kastro'nun açıklaması talihsizlikten başka bir şey değildir. Ekim alanlarının bir kısmının bio-yakıt için kullanılması ile temel gıda maddelerinin fiyatlarının artması arasında hiçbir ilişki, abartmayalım argüman olarak öne sürülmeye değer bir bağ yoktur. Fazla üretimin yapıldığı ve sürekli fazla üretim yapma olanağının olduğu bir pazarda bu türden bir savın hiçbir tutarlı yanı olamaz. 
                Tahıl pazarı büyümektedir, buğday ekim alanı genişlemektedir. IGC (Uluslararası Tahıl Konseyi), buğday ekim alanının dünya çapında 220,1 milyon hektara çıkacağı beklentisi içinde. 
                Burjuva medyanın sürekli farklı gösterme çabasının aksine, gıda maddelerinde fiyat patlamasının nedeni tahıl azlığı değildir. Dünya çapında tahıl azlığı/yetmezliği diye bir sorun yok. Bizzat FAO, dünya çapında tahıl üretiminin 2007'de 2006 yılına göre yüzde 5 oranında arttığını belirtmektedir. 2008 yılında da tahıl üretiminde artışın olacağı beklenmektedir. Dünya nüfusunun yıllık artışı yüzde 1,2 oranında. Açık ki, tahıl yeterliliği ve artışı göz önünde tutulursa bu nüfus artışının tahıl kıtlığına ve fiyat artışına neden olamaz.
                Bunun ötesinde tahıl, buğday ve mısır üretimi ve ticaretiyle ilgili veriler, öyle fiyatların astronomik artmasına neden olabilecek bir ürün yetersizliğinin ve dolayısıyla da talep artışının olmadığını çok açık bir şekilde göstermektedir.(Bkz.: EK)
[3]              “Denizaşırı vapurlar ve Kuzey ve Güney Amerika’nın ve Hindistan'ın demiryolları, bazı çok özel toprak parçalarının, Avrupa tahıl piyasalarında rekabet etmesini mümkün kıldı. Bunlar, bir yandan Kuzey Amerika kırları ve Arjantin pampaları - çift sürme işi için bizzat doğa tarafından temizlenmiş olan düzlükler ve ilkel ekimle ve gübre olmaksızın bile gelecek yıllar için zengin hasatlar vaat eden  bakir topraklardı. Öte yandan da, acımasız ve zorba bir devletin -çoğu kez işkence ile- onlardan zorla aldığı vergiler için para sağlama amacıyla ürünlerinin bir bölümünü, hem de sürekli olarak artan bir bölümünü satmak zorunda kalan Rus ve Hint komünist toplulukların toprak parçaları vardı. Bu ürünler, üretim fiyatına bakılmaksızın satılıyordu, bunlar, tüccarın önerdiği fiyat üzerinden satılıyordu, çünkü, vergi zamanı gelince, köylünün, çaresiz, paraya gereksinmesi oluyordu. Ve -gerek bakir düzlüklerden, gerek vergilerin ezdiği Rus ve Hint köylülerinden gelen- bu rekabet karşısında, Avrupalı kiracı çiftçi ve köylüler, eski rantlarla varlıklarını sürdüremiyorlardı. Avrupa'daki toprağın bir bölümü tahıl ekimi açısından kesinlikle rekabet dışına çıktı ve rantlar her yerde düştü… Düşen fiyatlar ve ek sermaye yatırımının düşen üretkenliği Avrupa için bir kural haline geldi ve dolayısıyla da İskoçya'dan İtalya'ya, Güney Fransa'dan Doğu Prusya'ya kadar toprak beyleri matem tuttular” (Marks-Engels, Toplu Eserleri. C. 25, s. 735/736).
[4]              Başka veriler de sürecin gelişme yönünün böyle olduğunu gösteriyor. Örneğin ABD’de buğday üretim 1850’de 100 milyon buşelden (Buşel: Amerikan-İngiliz hububat ölçü birimi) 1870’de 254 milyon buşele; 1880’de 502; 1900’de de 678 milyon buşele, mısır üretimi de aynı yıllarda 592 milyon buşelden 1125; 1707 ve 2336 milyon buşele çıkmıştır.
                Üretimin arttırılması da intensif tarım yapmaktan ziyade ekim alanlarının genişletilmesiyle (ekstensif) elde edilmiştir. Örneğin mısır ekim alanı 1866’da 30 milyon acreden (İngiliz-Amerikan saha ölçü birimi. 1 acre=4047m²) 1870’de 38, 1880’de 63 ve 1900’de de 79 milyon acreye çıkmıştır. Buğday ekim alanı da aynı yıllarda 15 milyon acreden 21; 38 ve 37 milyon acreye, 1891’de de 41 milyon acreye çıkmıştır.
                Bu dönemde Amerika’dan İngiltere’ye yapılan buğday ve un ihracı da artmıştır. Örneğin 1860’da 16 milyon buşel olan buğday ihracatı 1870’de 52 milyon ve 1880’de de 180 milyon buşele çıkmıştır. Böylelikle Avrupa, öncelikle de İngiltere pazarları Amerikan buğdayıyla dolup taşmıştır. Tabii buna bağlı olarak buğday fiyatları da düşmüştür. Örneğin İngiltere’de 1867’de tonu 302 altın mark olan buğdayın, 1894’te tonu 107 altın marka kadar düşmüştür. Farklı ölçülerde de olsa buğday fiyatları söz konusu dönemde Almanya, Fransa ve ABD’de de düşmüştür . (Bkz.: E. Wagemann: "Struktur und Rhythmus der Weltwirtschaft". Berlin 1931, s. 396).
                 Bu tarım krizini Varga şöyle özetliyor:
                 “..Krize asla sanayi krizi neden olmamıştır. 19. yüzyılın tarım krizini araştıran ne Engels... ne başka bilim adamları bu fenomenin nedenleri olarak sanayi krizlerini görmüşlerdir.
                 Tarım krizi yıllarında üç sanayi çevrimi gerçekleşmiştir. 1873, 1882 ve 1890 yıllarıyla tamamlanan çevrimler, şayet bir sanayi krizi, tarım krizinin neden olsaydı, sanayi konjonktürünün tarım krizini sonuçlandırması gerektiği düşünülmelidir.
[5]              Bkz.: E. Varga; Seçilmiş Yazıları....", C. 3, s. 279.
[6]              Arjantin’de genç koyunlar büyüsün diye 100 binlerce yaşlı koyun öldürülmüştür. Şili’de 225 000 koyun, et olarak ihraç edilmek için değil, sanayide yağ vs. olarak kullanılmak için kesilmiştir. Danimarka’da 117 000 hayvan kesilmiş ve yok edilmiştir. Brezilya’da 22 milyon torba kahve denize dökülmüştür. ABD’de 40 milyon acrelik pamuk ekim alanından 10.403.000 acresi yok edilmiştir. Hollanda’da 120 vagon sebze (soğan, ıspanak, lahana, vs.) müşteri bulunmadığı için köylüler tarafından yok edilmiştir. ABD’de 5 milyon domuzun yok edilmesini içeren hükümet programı uygulamaya konmuştur.
[7]                Bu gelişmeyi göstermek için bir kaç örnek verelim:
                1947’de ABD’de adedi 2 milyarı geçen yumurta yok edilmiştir. Ayrıca 50 milyon buşel (1,36 milyon ton) patates yok edilmiştir (üstüne benzin, petrol veya mavi boya dökülerek insanların yiyemeyeceği hale getirilmiştir).
                1950’de ABD, İngiltere’ye 16.800.000 ibs tutarında “artık” yumurta tozu satmıştır. 1951’de ise satılmayan 21.500.000 ibs yumurta tozu yok edilmiştir. İngiltere’de bir tekel, balık fiyatını yükseltmek için 30 bin ton balığı yok etmiştir. Nitekim 1952’de morina balığının fiyatı % 36 oranında yükselmiştir. Danimarka’da 1950’deki bir habere göre, yüksek fiyatı devam ettirmek için 100 binlerce civciv denize atılmıştır. 1950’deki bir habere göre Hollanda’da yüz binlerce kg tutarında domates, hıyar ve başka sebze türleri yok edilmiştir. Belçika’da yumurtlama açısından verimsiz olan on binlerce tavuk yok edilmiştir (Bkz.: "Die Wirtschaft der kapitalistischen Laender", Berlin 1955, s.101/102).
                ABD tarımda üretim fazlalığını “gidermek” için aldığı bir karar sonucu, buğday, arpa, mısır, yulaf, pirinç, pamuk, peynir, süt (toz) gibi tarımsal ürünleri birçok cinsten tarımsal yağı, şekeri ve başka ürünleri satın almayı ve depolamaya karar vermiştir. Nitekim 30 Haziran 1960’da ABD’de devlet tarım depolarında biriken tarımsal ürünlerin değeri 7,2 milyar dolara varıyordu. Bu tutarın hemen hemen yarıya yakını buğday içindi. 1960 yılında sadece depolama devlete 522 milyon dolara mal oluyordu. ABD, 1950-1960 arasında 13,8 milyon mark tutarında tarımsal üretim fazlalığını “yardım” veya ödünç verme formunda ihraç etmiştir, geri kalmış ülkelere ilkokulda her sabah içmek zorunda kaldığımız o iğrenç süt tozunu ve dağıtılan peynirden başka her şeye benzeyen o “peyniri” nasıl unuturuz!
                1962’de Fransa’da buğdayda üretim fazlalığı vardı ve 2,5-2,7 milyon ton tahıl ihraç edildi. Üretim fazlalığı İngiltere’de de gündemdeydi. Süt üretiminde de fazla üretim olmuştu. Örneğin 1962’de İngiltere’de büyük miktarda kaymağı alınmış süt nehirlere, kullanılmayan maden ocaklarına dökülmüştür. Fransa’da da köylüler, fiyatların düşmesini engellemek için çok miktarda sütü sokağa dökmüşlerdir.
                Bir çuval (60 kg) Brezilya kahvesinin 1957’deki fiyatı 59 dolardı. Bu 1962’de 40 dolara düştü (E. Varga; agk., C. 3, s. 295/296).
[8]              Bkz.:   Joachim von Braun:   Die globale Ernährungs- und Agrarkrise und die Rolle von Innovation zu ihrer Bewältigung. Capitol Hill Forum, Washington D.C., February 28, 2008.
                Gıda sektörünün önde gelen devlerinin cirosu: Nestlé SA 78.6 milyar dolar (2006); Procter & Gamble, Co. 76.5 milyar dolar (2006); Cargill Inc 71.1 milyar dolar (2005); Kraft Food Inc 34.4 milyar dolar (2006); Conagra Inc. 27.6 milyar dolar (2002).
[9]              1920’deki sanayi krizi 20. yüzyıldaki tarım krizinin patlak vermesinin sadece bir nedeni olmuş, asıl nedeni olmamıştır. 1929-32 krizi, tarım krizinin daha da şiddetlenmesinin bir nedeni olmuş, 1932’den sonra sanayi durgunluğu bazı ülkelerde de 1937/38’de yeniden krize girerken, tarım krizini de kendi gelişme seyri yörüngesine çekememiştir. Tarım krizi, sanayinin krizden çıkmasına rağmen devam etmiştir. Savaş sonrası ABD’de sanayi yeniden krize girerken, yeni ABD ve İngiltere’de sanayi 50’li yıllarda kriz ve krizsel durumdan geçerken, tarım krizi devam etmiştir.
[10]             Marks-Engels: Toplu Eserleri, C. 34, s. 464.
[11]            E. Varga; Seçilmiş Yazıları, C. 3, s. 302-304.
[12]            1999’da IMF, birkaç yüz milyonluk kredi vermek için şunları dayatmıştı:
                —Çiftçi ürün bazında desteklenmeyecek. Arazisini ekip biçsin biçmesin, çiftçiye sahip olduğu araziye dönüm başına her yıl (bütçeden) Doğrudan Gelir Desteği ödemesi yapılacak.
                —Çiftçiye ucuz kredi verilmeyecek. Kredi desteği yapılmayacak.
                —Gübrede ve diğer girdilerde destekler azaltılarak sabit tutulacak.
                —Tarımdaki diğer tüm destek politikalarına son verilecek.
                —Buğdaya en fazla dünya fiyatının yüzde 20 üzerinde fiyat verilebilecek.
                —Desteklenecek ürünlere ödemeler tek seferde değil, yılda 2 taksitte yapılacak.
                —Şeker fabrikaları ve Tekel özelleştirilecek. Şeker kanunu, alkollü içkiler kanunu, tütün kanunu çıkarılarak pancar, tütün, üzüm üretimi azaltılacak.
                2002’de ise Dünya Bankası ile “ARIP Tarımsal Destekleme ve Tarım Reformu Uygulama
                Projesi” adında bir anlaşma imzalandı. Toplamı 600 milyon dolar olan kredinin karşılığında Dünya Bankası şunları talep etmişti:
                —Tarımda destekleme politikasına son verilecek.
                —Tarım kredilerine ve girdilere verilen sübvansiyonlar kaldırılacak.
                —IMF’nin istediği şekilde arazi büyüklüğüne dayalı Doğrudan Gelir Desteği (arazide tarım yapılsın yapılmasın) uygulanacak.
                —Destekleme alım fiyatları enflasyonun altında belirlenecek. Desteklenen ürün sayısı ve ürün miktarı azaltılacak.
                —Tarım satış kooperatifleri kaderlerine terk edilecek. Yaşayamayan kapanacak.
                —Tarım sektörüne destek veren devlet kurumları (Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Devlet Üretme Çiftlikleri, Türkiye Zirai Donatım Kurumu, Orman Ürünleri Sanayi Kurumu, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı çiftlikler ve işletmeler) kapatılacak. Varlıkları özel sektöre satılacak. 
[13]             K. Marks; Kapital, C. III, s. 713/714.