deneme

3 Temmuz 2008 Perşembe

„ÖNEMSİZLEŞEN” DEVLET, ZARARLARIN SOSYALLEŞTİRİLMESİ VEYA DEVLETLEŞTİRİLMESİ





  
Amerikan  emperyalizmi konut krizinin büyük bir kısmını ihraç etmişti. Bu nedenle Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizi, daha baştan uluslararası bir karakter taşımaktaydı. ABD dışında en büyük etkisini de Almanya ve İsviçre başta olmak üzere Avrupa'da gösterdi.
Commerzbank uzmanı Peter Dixon'un analizine göre Nisan 2008 itibariyle konut kriziyle bağlam içinde oluşan toplam batıkların yaklaşık yüzde 17'si İsviçre, yüzde 15'i Alman, yaklaşık yüzde 5'i İngiliz ve 47'si de Amerikan bankalarının hesabına düşüyor. Aynı uzmanın hesaplamasına göre verili dönem içinde dünya çapında batık miktarı 400-500 milyar dolar civarında. Ama bu sadece bilinen, açığa çıkmış olan miktardır. IMF'nin hesaplamasına göre ise Amerikan konut krizinin dünya ekonomisine verdiği zarar bir trilyon dolardır.

Tabii başka hesaplar da var: Mart 2008 itibariyle borsaların dünya çapında kaybı 6,124 trilyon Avrodur. Amerikan konut krizinin sadece ilk beş ayında borsalarda buhar olan „değer“ miktarı 5,5 trilyon Avrodur. Başka bir hesaplamaya göre de Avrupalı borsacıların kaybı 1,9 ve Amerikan borsacılarının kaybı da 1,6 trilyon Avrodur.

Dünya çapında etkili olan banka ve kredi krizinin bilindiği kadarıyla maddi sonuçları oldukça ağır.  Konut krizi ve sonrasındaki gelişmeler borsaların büyük kayıplar verdiğini göstermektedir. 2007 Ekim ayının başından bu yana (borsa değerlerinin en yüksek olduğu dönem) 5,6 trilyon Avroluk bir değer yok olmuştur. ABD'nin brüt üretiminin yaklaşık 8 trilyon Avro olduğu göz önünde tutulursa bu değer kaybının ne anlama geldiği daha açık görülür.  

Zararların miktarı, buharlaşan „değer“ler bu yazının konusu değil. Bu nedenle sonuçların çelişkili olması pek önemli değil. Önemli olan zarar olarak gösterilen, yok olan, buharlaşan gerçek ve kağıt üzerinde var olan „değerler“in akıl almaz büyüklükte olmasıdır.

Banka ve kredi krizine dönüşmüş olan Amerikan konut krizi (spekülasyon krizi), bir taraftan mali sektörün uluslararası alanda ne denli iç içe geçmiş olduğunu gösterirken diğer taraftan da ulus-devletin ne denli önemli olduğun göstermektedir. Aslında bu iki olgunun neoliberalizm açısından birbiriyle çelişmesi gerekir. Neoliberalizme göre; onun ideologlarının yaptığı propagandaya göre devlet, ekonomiden çekilmelidir, onun orada işi yoktur, pazar kendi kuralları içinde her şeyi halleder! Bu neoliberal anlayışı, uluslararası arenada, kendine Marksist diyen sayısız çevre tarafından „devletin önemsizleştiği“ teorisine dönüştürülmüştür. Bu unsurlar, -Lenin böylelerine „dar kafalı“ der-  ne anlama geldiğini kavramadan neoliberalizmin bu öğretisini kendilerine bayrak edindiler. Az kalsın devleti, ulus-devleti yok ediyorlardı!  Tam da bu arada kriz patlak verdi ve durum değişti!

Uzatmayalım: Neoliberalizmin devleti ekonomiden dışlama anlayışı ile uluslararası arenada aklı evvel küçük burjuvazinin devleti önemsizleştirme anlayışı aynı düşünceden kaynaklanmamaktadır. Sonuçta neoliberalizm, devlet olmaksızın sermaye hareketinin de olmayacağı, devlet olmaksızın işlerin yürümeyeceği anlayışında olduğunu, bu anlayışının hiç değişmediğini, devleti krize müdahale çağrısıyla ortaya koydu. Neoliberal ideologların desteksiz atışlarını kendilerine destek alarak devletin önemsizleştiği teorisini geliştirenler ise bu teorileriyle baş başa kaldılar. Yaşam bu unsurların 'devlet önemsizleşiyor' teorisini geriye hiçbir şey kalmayacak derecede paramparça etti. 

Bu kriz, uluslararası alanda mali yükümlülüklerin, ilişkilerin yoğun iç içe geçmişliğinin yanı sıra kapitalistlerin, uluslararası tekellerin, ulus-devlet olmaksızın uluslararası alanda rekabet yapamayacaklarını da gösterdi. Böylece yine 'devlete gerek kalmadı, uluslararası tekeller ve BM, IMF vb. kurumlar yönetiyor' teorisinden de geriye bir şey kalmadı.

Mali pazarların; mali sektörün önemi büyümüştür. Uluslararası alanda bazılarına göre bütün sermaye hareketini yönlendirecek derecede büyümüştür. Ama bu, devletin öneminin azaldığı, ulus-devletin yok olmaya başladığı, dünya düzeninin uluslararası tekeller tarafından yönlendiriliği anlamına gelmez. Tam tersi söz konusudur: Önemlileşen mali pazarlar; mali sektör, ulus-devleti de önemlileştirmiştir veya ulus-devletin kendisi açısından ne denli önemli olduğunu, vazgeçilemez olduğunu göstermiştir. Sermaye, azami kar için devlet tarafından konan, gümrük vb. bütün engellerin yıkılmasını talep ediyor ve devlet bu engelleri yıkıyor. Ama aynı zamanda aynı devletin sermayeyi korumasını da talep ediyor. Yani bir taraftan azami kar için engelleri yık derken, engel olan devleti, engel olduğu yerde yıkıyor, ama koru derken de koruması gerektiği yerde devleti önemlileştiriyor, devletsiz azami kar için dünyayı „kısa günde kırk kere“ dolaşamayacağını gösteriyor.

Döviz ve hisse senedi tüccarlarının, yatırım fonlarının faaliyetinin geçmişte ve bugün ekonomi ve toplumsal yaşam üzerinde ne denli büyük etkide bulunduğu tartışma götürmez. Geleceğin ve niyetin alınıp satıldığı borsalarda oynanan oyunların, bazılarına kısa zamanda milyonlar kazandırdığı, bazılarını da iflas sürüklediği bilinmiyor değil. Burada soru şu: Bu gelişme kapitalizmin hangi yasallığına göredir? Bu zaman zarfında ne türden bir artı değer üretiliyor? Hiçbir şey üretilmiyor. Hayalde olan, var olmayan şey alınıp satılıyor. Yani milyonlarla ifade edilen „değer“in el değiştirdiği kumar oynanıyor. Bu nedenden dolayı buna „Gazino-kapitalizmi“ denmektedir. Bu kapitalizmde borsalar işletme görevini üstlenmişlerdir ve bu „işletme“ler günün 24 saati açıktır. Örneğin New York borsası kapanırsa, oyun Tokyo borsasında oynanmaya devam eder, o borsa da kapanırsa Avrupa borsalarında kumara devam edilir.  
Spekülasyon karın kaynağı değildir. Olamaz da. Artı değer ve onun bir biçimi olarak kar, ancak ve ancak iş gücünün sömürülmesi sonucunda elde edilir. Borsalarda elde edilen de kazançtır, Ali'nin cebinden çıkanın Veli'nin cebine girmesidir, bir maddi değer büyümesi değildir.

Günümüzde dünya çapında bir sermaye bolluğu söz konusudur. Sermaye azami karlı yatırım alanı bulamadığı için spekülasyona yönelmektedir. Ve özellikle de kriz dönemlerinde azami karlı yatırım alanı daha da azalır. Böylesi dönemlerde sermaye devlete görevini hatırlatır veya „önemsizleşen“ devlet ne denli önemli olduğunu bir kez daha gösterir: 1-Sömürü ve baskının devam etmesi için kriz koşullarında siyasal aktifleşmeyi bastırmak; işçi sınıfı ve emekçi yığınların olası eylemlerinin önünü almak. Yani sömürünün devamı için gerekli ekonomik ve siyasi çerçeve koşullar oluşturmak.
2-Sermayenin gerekli gördüğü maddi desteği sağlamak: İflas eden veya iflasın eşiğinde olan sermayeye destek vermek ve sermayenin uluslararası rekabet gücünü artırmak.

Sermayenin uluslararasılaştığı günümüz koşullarında devlet ve sermaye arasındaki ilişkilerin değişmiş olduğu söylenecektir. Gerçekten de değişmiştir. Kriz söz konusu olduğunda değişmenin nasıl bir değişme olduğu bütün çıplaklığıyla yaşanır. Şimdi olduğu gibi. Dünya çapında ticaret ve üretim koşullarının kötüleştiği; genel konjonktürün gerilediği tartışma götürmez. Bu durumda ne oluyor? Bir avuç emperyalist devlet; yani „ulus-devlet“, dünya ekonomisini kendi stratejik hesapları doğrultusunda yönlendirmeye daha da ağırlık veriyor; emperyalist ülkeler arası çelişkiler keskinleşiyor. Bu ülkeler arasında bir ticaret savaşının başladığını söylemiyoruz, ama önde gelen emperyalist ülkeler arasında yaşanan krizle bağlam içinde alınan korumacı tedbirlerin aslında birbirlerine karşı tedbirler olduğu oldukça açıktır. Örneğin ABD ve AB, bazı, kendilerine göre stratejik önemi olan sektörlere Rus ve Çin sermayesinin girmemesi için tedbirler alıyorlar.
ABD'de konut krizinin patlak vermesinden bu yana bu krize sermayesi bulaşmış ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede devlet, zor durumda kalan bankalarını ve başkaca mali, sanayi kuruluşlarını kurtarmak, olası iflası engellemek için bir dizi tedbir almıştır.

Neoliberalizm, kendi ilkesi doğrultusunda, devlet ekonomiden çekilmelidir balonunu patlattı,  uluslararası arenada ise aklı evvel küçük burjuva takımı bundan devletin yok olduğu, önemsizleştiği sonucunu çıkardı. Oysa kapitalizmde devlet hiçbir dönem önemsizleşmemiştir. Sadece bazı görevleri dönem dönem yeniden belirlenmiştir. Bu nedenle ilginç olan, kriz döneminde veya genel olarak devletin ekonomiye müdahalesi ve zor durumda olan sermayeyi kurtarmaya çalışması değildir. Bunu her zaman yapar. Önemli olan, -politik açıdan sonuçlar çıkartmak istiyorsak- bu müdahale ve desteği nasıl yaptığıdır. Vurgu „nasıl“dadır.

Yaşanan banka ve kredi kriziyle bağlam içinde örneklersek:
Önce   Deutschen Bank'ın başkanı J. Ackermann, Mart ayında devlet güncel krize müdahale etsin çağrısını yaptı. Ackermann'a göre bankalar kendi başlarına krizin üstesinden gelecek durumda değiller, devlet desteği gereklidir.
Birkaç gün sonra Financial Times (Britanya) ABD ve Büyük Britanya'da devletin zor durumda olan sermayeyi (banka ve mali kuruluşları) kurtarmak için paket hazırladıklarını yazdı. Bu kurtarma planına göre devlet, bankaların batık kredilerini devralacak. 

Keynesçi düşünür ve ekonomist Paul Krugman böyle bir kurtarma planının maliyetini açıkladı: 3 trilyon dolar. Veya da Amerikan brüt üretiminin yüzde 20'si. Krugman, mali sektörün çökmesini göze almaktansa 3 trilyon doları harcamayı göze almalıyız diyor. Halktan vergi olarak toplanan paranın 3 trilyon dolarlık kısmının batan sermayeyi kurtarmak için kullanılmasını talep ediyor.

Kime, hangi bankaya veya işletmeye yardım edilecek sorusuna stratejik açıdan bakılıyor. Neye göre strateji vb. soruları tabii ki önemlidir. Kurtarma eylemi sonucunda ekonominin yükseliş aşamasının ve borsada kazancın yüksek olduğu sürecin yakalanmasını sağlayan veya bu sürecin yakalanması için katkıda bulunan işletmeler, kurtarmaya değer, stratejik işletmeler olarak görülmektedir. Kıstas bu.  

Devlet ve merkez bankalarının kurtarma paketlerinde yer alan olanaklar; kurtarma operasyonu türü sınırlıdır: a)Merkez bankalarının nakit yardımı; b)Merkez bankalarının para politikaları; c) Tek tek işletmelerin kredi ve başkaca yardımlarla desteklenmesi; d) Devletin bütçe politikası ve e) Mali pazarlarda yeni düzenlemeler.

Bu tedbirler şu veya bu biçimde ABD başta olmak üzere birçok ülkede uygulanmaktadır: Örneğin faizlerin indirilmesi, kapsamlı konjonktür programı ABD'de uygulanıyor. Merkez bankaları daha krizin başlangıç aşamasında bankaları nakit para ile desteklediler.

Ama bütün kurtarma operasyonlarına rağmen sonuç alınamadı ve Nisan başı itibariyle batışı/iflası garantili olan en azından dört banka devlet tarafından kurtarıldı. Bu bankaların sistem için ne denli önemli olduğu bilinmiyordu. Ancak kurtarma eylemine stratejik önemlilik kılıfı giydirildi. Northern Rock, İngiltere'de küçük bir bankadır. Ama 26 milyar Pfund verilerek bu banka devlet tarafından kurtarıldı. TV. kanallarının bu banka müşterilerinin paralarını çekmek için kuyruk oluşturduğunu göstermesi, bankayı stratejik önemli yapmış olsa gerek!

Almanya'da Sachsen LB ve IKB konut krizinin daha başında iflasla karşı karşıya kalmışlardı. Alman devleti bu stratejik önemli (!) iki bankayı kurtardı.

En tantanalı kurtarma eylemini Amerikan devleti ve merkez bankası gerçekleştirdi. Amerikan mali sermayesinin çınarlarından Bear Stearns devrilmek üzereyken, merkez bankasının 30 milyar dolarlık kefaleti eşliğinde JP Morgan Chase'e peşkeş çekildi. Yani gelecekte yeni bir zorluk, iflas durumunda zararı devlet üstlenecek. Kefillik böyledir!

Bear Stearns operasyonunda açıkça görülüyor ki, devlet kefil olmakla zararı üstleniyor, kamulaştırıyor, devletleştiriyor, ama kara dokunmuyor; kar özel elde kalıyor.
Bu alandaki son gelişme ise işin tuzu biberi oluyor: OECD, hazırladığı bir raporda ( “The Subprime Crisis: Size, Deleveraging and Some Policy Options-Financial Market Trends”, OECD 2008) Amerikan hükümetine batık kredisi olan bankalardan  „değerli“ kâğıtlarını satın almasını öneriyor. Yani OECD, Amerikan hükümetine, bankaların iflas etmesini, batmasını engellemek için onların beş paralık değeri olmayan „değerli kağıtları“nı satın alarak destekle diyor. Böylece bu durumda olan bankaların zararları devlet desteği üzerinden kamu zararı yapılıyor, ceremesi vatandaşa çektiriliyor, ama bu bankaların karına dokunulmuyor.
İster doğrudan destekle olsun, ister batık bankaların kurtarılması için kurulan fon üzerinden olsun, yapılan, sermayenin çıkarınadır. Devlet, böylesi durumlarda kimin, hangi sınıfın devleti olduğunu göstermektedir.  
“Kapitalizmin Gelişme Yolu Sefaletin Yoludur ...”

BUNLAR “YOKLAMA” SAYILMALIDIR!




“İlk çeyrekten ’sürpriz büyüme’ çıktı”, ekonomi yılın ilk çeyreğinde yüzde 6.6 büyüdü”derken arkasından kötü haberler gelmeye başladı. Dünya borsalarındaki gerileme ve Ergenekon'la daha da kapsamlaşan rejim krizi, AKP'nin kapatılması davası vb. İstanbul borsasını tam kalbinden vurdu. Hangi nedenden dolayı İMKB'nı düştüğü üzerine yorumların sonu gelmez. Ama her halükarda İMKB, ekonomide, daha doğrusu maddi değerlerin üretiminde olumsuz gelişmelerden dolayı düşmedi. Bu anlamda borsadaki gelişme ile sanayideki gelişme arasında çelişkili bir durumun olduğu sanılabilir. Ama ekonomi bu. Kendine özgü nesnel yasaları var, o doğrultuda hareket eder. 

“Borsa 2 dolara kadar inebilir. Borsayı hem yurt dışı hem Ergenekon vurdu. Dün yüzde 5'in üzerinde değer kaybı ile son 2 yılın en düşük seviyesine gerileyen İMKB, önümüzdeki günler için de fazla umut vermiyor.  İMKB Bileşik Endeksi 33.830,09 puana kadar gerileyerek, 2 yıl önceki seviyelerine geri dönüyor.   Endeks, dün yurt dışı piyasalardaki satışlar ve yeni rekorlar kıran petrol fiyatlarının etkisiyle ilk etapta 35.800 destek seviyesinin kırılmasıyla 35.500 seviyelerine kadar geri çekilmiş, faizlerin yükseliş göstermesi ve Citigroup’un hisse senetleri üzerindeki tavsiyesini düşürmesiyle 35.300 destek seviyesi kuvvetli şekilde kırılıp 35.000 seviyesi civarında kapanış gerçekleşiyor. Yani İMKB 2 yılın dibine iniyor, Ergenekon operasyonu borsadan 1881 puan birden siliyor. Borsa yüzde 5.36’lık düşüşle sarsılırken sadece 1 günde 11 milyar dolar eriyor. Faiz yüzde 23’e dayanıyor,  dolar ise 1.25 YTL’yi test ediyor. Ama bu arada döviz ve faizin daha dengeli olduğu” belirtiliyor (1-2 Temmuz tarihli gazetelerden).

Anlaşılan o ki, Türk burjuvazisini kriz korkusu daha yeni sarmaya başladı. 1929 ve 1987'deki borsa çöküşleri, 1929'daki çöküşü üretimde krizin takip ettiği hatırlatılıyor. Ama Türk ekonomisi bugünden yarına krize gireceğe pek benzemiyor. İMKB inip çıkabilir. Şüphesiz ki bu iniş ve çıkışlar reel sektörü etkiler. Ama üretim sürdüğü, üretimde mutlak gerileme olmadığı müddetçe ekonominin krize girme olasılığı da bir olasılık olarak kalmaya devam eder. Bu arada işsizlerin sayısı artabilir, açılan şirketlerin önemli bir kısmı kapanabilir. Nitekim işsizlerin sayısında bir artış olmuş ve yılın ilk 5 ayında 47 bin 393 iş yeri açılmış, 25 bin 785’i kapanmış, kapanan iş yeri oranı kriz yıllarının bile üzerine çıkmış, yüzde 54.4'le son 19 yılın en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Bütün bunlar üretimin seyrini etkileyen faktörler olarak görülebilir. Ama unutulmamalı ki, teknolojinin kullanıldığı koşullarda, diyelim ki sermayenin organik bileşiminin yükseldiği koşullarda işsiz sayısının artması mutlaka krize bir işaret olmayacağı gibi, iş yeri kapanması da rekabet gücü olmayan işletmelerin iflası olarak görülebilir.
Bu olumsuz faktörlerin yanına yabancı sermaye temininde olağanüstü bir sıkıntının çekilmemesi, ekonomide büyümenin iç talepten kaynaklanması vb. eklendiğinde gerçekten değerlendirilmesi zor bir süreçle karşı karşıya kaldığımızı görürüz:

Yani farkında olmaksızın kriz içinde yaşıyorsak, maaş ve ücretlerin yerinde saymasına, asgari ücretin 503 YTL’de demir atmasına rağmen iç talep artışını ve bu talepten dolayı üretimin büyümesini nasıl açıklayacağız?

Kriz içinde yaşıyorsak “devletin makine ve teçhizat yatırımında yüzde 37’lik rekor” kırmasını nasıl açıklayacağız? (Kamu kesiminin geçen yılın ilk çeyreğinde yüzde 3.6 gerileyen makine teçhizat yatırımları bu yıl aynı dönemde yüzde 37.2 oranında büyümüştür) Makine ve teçhizat yatırımları kapitalist ekonomide krizden çıkış, ekonominin canlanma dönemlerinde yapılır genellikle.

Ekonomi krizdeyse yurt içi tüketimin canlanmasını; ilk çeyrekler itibariyle hane halkı tüketiminin yüzde 5.5’ten yüzde 7.3’e yükselmesini nasıl açıklayacağız?  

“Kuraklık yüzünden geçen yıl hızlı bir küçülme yaşanan tarım sektörü bu yılın ilk çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre sabit fiyatlarla yüzde 5,6 büyüdüğüne”  göre, memlekette gıda maddeleri kıtlığından dolayı bir açlık sorunu olmayacak.

Yüzde 6,6’lık büyümenin 4,4 puanının imalat sanayi, ticaret ve ulaştırma sektörlerinden kaynaklanması, büyümenin reel olduğunu, hizmet sektörü gelirlerinden kaynaklanan kağıt üzerinde bir büyüme olmadığını göstermektedir.

Veriler büyümenin motorunun iç talep olduğunu göstermektedir:
Büyümenin tamamı iç talepten kaynaklanıyor. Özel sektörün tüketim ve yatırım talebinin hızlanarak artması iç talebi kamçılamıştır. Yüzde 6,6’lık büyüme, iç talebin yüzde 7,13 oranında büyümesinden kaynaklanıyor.  

Veriler tüketimin ve yatırımların önemli boyutlarda arttığını göstermektedir. Yılın ilk çeyreğinde özel sektör tüketimindeki artış yüzde 7,29 oranında olmuştur. Aynı dönemde kamu kesiminde de tüketim artmıştır (Yüzde 4,18 oranında).   
İç talebin daraldığı sanılıyordu. Veriler bunun böyle olmadığını gösteriyor. Talebin gelişme seyrini en açık bir biçimde ticaretin gelişme seyrinde görebiliriz. Bu kesimde yüksek bir büyümenin elde edilmiş olması iç talepte bir daralmanın olmadığını gösterir. 

Büyümenin kaynağını sanayi oluşturuyor:
Sektörlerin ekonomideki ağırlığı farklıdır. Geçen yüzyılın '80'li yıllardan bu yana sanayi, ekonominin motoru olmuştur. Şüphesiz ki diğer sektörlerin de değişik oranlarda bir ağırlığı vardır. Ama sanayi bütün sektörler arasında belirleyici önemi olan sektör olmuştur. Bu nedenle sanayi üretimi büyürse ekonomi büyür. Önceleri, örneğin 1923-1970 arasında tarım büyürse ekonomi büyür sözü geçerliydi.

Burjuva politik ekonomiye göre -GSMH’da sektör payları- ekonomide sabit fiyatlar üzerinden sanayinin payı 1950'de yüzde 13,1'den 1995'te yüzde 27,7'ye çıkarken aynı dönemde tarımın payı da yüzde 40,9'dan yüzde 14,5'e düşüyor.
Marksist-Leninist politik ekonomiye göre -TTÜ'de (Toplumsal Toplam Üründe) sektörlerin yapı şöyleydi: Tarım sektörünün payı 1950’de % 63,3’ten 1995’te % 24,2’ye düşerken toplam sanayin payı %20,2’den % 45,6’ya ve imalat sanayin payı da %16,7’den % 38,3’e çıkıyor[1]. Sanayinin ekonomideki ağırlığı tartışma götürmez.

2008'in ilk çeyreğinde ekonomide sanayinin ağırlığının yüzde 25,8 oranında olması yüzde 6,6'lık büyümenin de kaynağını gösterir. Sanayi üretimi büyüyünce doğal olarak ticaret, ulaştırma ve mali kesim de büyür; maddi değerlerin üretimi bu kesimleri sürükler, yönlendirir. Mali sektör, ticaret veya ulaştırma veya komünikasyon büyüdüğü için sanayi büyümez, ekonomi büyümez. Sanayi üretimi büyüdüğü için bu sektörler büyür veya sanayi üretimi küçüldüğü için bu sektörler küçülür.

2008'in ilk çeyreğine ilişkin veriler göstermektedir ki, sanayi üretiminin bu dönemdeki yüzde 7 oranındaki büyümesi ekonominin genel büyümesine 1,8 puanlık bir katkı sağlamıştır. Sanayi üretiminin bu oranda büyümesi ticaretin yüzde 9,9 oranında büyümesine neden olmuştur. Ticaretin büyümesi de ulaştırma ve komünikasyonun yüzde 7,7 oranında büyümesini sağlamıştır. Bütün bunların etkisi sonucunda da mali kesimde yüzde 8,9 oranında bir büyüme olmuştur.

Yılın ilk çeyreğinde ekonominin gelişme seyri- % olarak-

2005
2006
2007
2008
GSYİH
8,5
5,9
7,6
6,6
Sanayi
9,3
6,1
10,2
7,0
Tarım
6,2
-3,2
-6,9
5,6
Ticaret
9,9
6,8
6,3
9,9
Aylık sanayi üretimi endeks değişimi
6,4
3,2
8,9
7,1
Aylık imalat sanayi üretimi endeks değişimi
5,8
2,5
9,1
6,6

Yılın ikinci çeyreğinde de ekonomi, burjuvaziyi sevindirecek bir gelişme içinde olacağa benzemektedir.   Her ne kara yılın ikinci çeyreğine ilişkin dış ticaret verileri henüz açıklanmamış olsa da Nisan ve Mayıs ayı verileri 2008'in ikinci çeyreğinde de (Nisan, Mayıs ve Haziran) ekonomide büyümenin devam edeceği izlenimini vermektedir. Bu büyümede de iç talebin belirleyici bir rol oynayacağı açık.
 
Sonuç:
Ekonomide büyüme, yazarlarına varana kadar burjuvaziyi sevindirdi. Burjuva ekonomi yazarlarının çoğunluğu, dünya banka ve kredi krizinin uluslararası sermaye hareketini etkileyeceğini ve Türkiye'ye yabancı sermaye akmayacağını ve var olanların da kaçacağını hesap ediyordu. Bu yazarlar, genel doğruyu etkileyen faktörleri hesaba katmadıkları için genel doğru gerçekleşmeyince adeta şaşkınlık içinde sevindiler. Dünya çapında bir mali kriz koşullarında sermayenin kaçmaması, ama çıkması, hiç büyümeme yerine büyüme oranlarının küçülerek büyümenin gerçekleşmesi hem Türk ekonomisinin iç dinamiğiyle hem de uluslararası alanda azami kar peşinde koşan ve risk almaya hazır olan sermaye varlığı ile açıklanabilir. Ayrıca, ekonomi her ne kadar beklenilmeyen bir oranda büyümüşse de bu, büyüme oranlarında gerilemenin olmadığı anlamına gelmeyor. 2007 yılının ilk çeyreğinde ekonomi (GSYİH) yüzde 7,6 oranında büyümüştü. Keza sanayi üretimi de yüzde 10,2 oranında büyümüştü. 2008'in aynı döneminde ise ekonomideki büyüme oranı yüzde 6,6'ya ve sanayideki büyüme oranın da yüzde 7'ye düşmüştür; büyüme oranlarında küçülme olmuştur. Türk ekonomisi bugün böyle bir süreçten geçmektedir. Dünya ekonomisindeki gelişmeler ve iç dinamik, ekonomiyi, ancak büyüme oranlarını küçültecek derecede etkilemektedir.

Açıklanan son verilere bakarak ekonomide büyüme konusunda şimdilik kaygı duymamıza gerek yok diyenler de var. Bu biraz da korkuyu yenmek için karanlıkta ıslık çalmaya benziyor.
Bu kriz gelecek, gecikmeli de olsa gelecek.



[1])1923-1947 dönemi TTÜ’sünde sanayi üretiminin payı 1923’te %17,3’ten 1947’de %24,6’ya çıkarken, tarımın payı %72,6’dan % 61,9’a düşer. Aynı dönemde GSMH’da -cari hesaplar üzerinden- sanayi üretiminin payı %10,6’dan %15,2’ye çıkarken, tarımın payı da %43,1’den %38,6’ya düşer. Bu veriler, 1923-1950 Türkiye’sinin tam anlamıyla, sanayisiz bir tarım ülkesi olmadığını gösteriyor.

                1950-1970 döneminde Türkiye, tarım-sanayi ülkesi olarak gelişmiştir.  Bu dönemdeki TTÜ’de sanayinin payı 1950’de % 20,2’den 1970’de %28,7’ye çıkarken, tarımın payı da %63,3’ten %48,4’e düşmüştür. GSMH bazında ise sanayinin payı 1950’de %13,1’den 1970’de %17,5’e çıkarken, tarımın payı da %40,9’dan %30,7’ye düşmüştür. Yani Türkiye ekonomisinin bileşiminde tarım sektörü belirleyici olmaktan çıkmış ve Türkiye, ekonomik bileşiminde daha ziyade tarım sektörünün ağırlıkta olduğu bir ülke konumuna gelmiştir. Tam anlamıyla tarım-sanayi ülkesi.

                1970-1980 döneminde GSMH bazında ekonomide tarımın payı, Türkiye tarihinde ilk defa 1979’da sanayinin payından geride kalmıştır. GSMH’da tarımın payı 1970’de % 27’den 1979’da % 22’ye düşerken, sanayinin payı da %22’den %24’e çıkmıştır. TTÜ bazında ise 1982’de tarımın payı, sanayinin payının gerisinde kalmıştır. TTÜ’de tarımın payı 1970’de % 48,4’ten 1982’de % 36,2’ye düşerken, sanayinin payı da % 28,7’den %36,3’e çıkar.

                1970-1980 dönemi, Türkiye ekonomisi açısından yapısal değişim dönemi olmuştur. Bu dönemde Türkiye, tarım-sanayi ülkesi (Ekonominin bileşiminde daha ziyade tarım ürünlerinin ağırlıkta olması) olmaktan çıkarak sanayi-tarım (Sanayi ve tarım üretimi toplamında sanayi ürünlerinin daha ziyade ağırlıkta olması) ülkesi olarak gelişmiştir. Şöyle de ifade edebiliriz: 1970-1980 döneminde Türkiye, ekonomisinde tarımdan ziyade sanayinin daha ağırlıkta olduğu bir ülke olma sürecine girmiş ve dönemin sonunda, ‘80’li yılların başında tam anlamıyla sanayi-tarım ülkesi olmuştur.