deneme

16 Mayıs 2009 Cumartesi

SİYONİST İSRAİL*



Siyonist ideolojiye göre:
1-Siyonist ideolojiye göre ”Araplar ile gönüllü uzlaşma söz konusu olamaz...İbranice konuşmak iyidir, ama... silah kullanabilmek daha da iyidir. Aksi taktirde kolonizasyon sorunu ... bitmiştir“ (V. Jabotinsky, 1923).

2-Siyonist ideoloji, ”Arapları kovmak ve yerlerini almak zorundayız“ diyor (B. Gurion, 1937).

3-Siyonist ideoloji ”Filistinlileri, iki ayağı üzerinde yürüyen vahşi hayvanlar“ olarak tanımlar (M. Begin, 1982).

4-Siyonist ideolojiye göre ”Köle olarak yaşamaya razı değillerse bütün Filistinliler öldürmelidir“ (Sh. Lahat, 1983).

5-Siyonist ideoloji,”...Arap halkından kurtulmak için terör kullanmalıyız, öldürmeliyiz, sindirmeliyiz, topraklarına el koymalıyız...“ diyor (Israel Koenig).

6-Siyonist ideolojiye göre “Filistinliler, çekirgeler gibi ezilmeliler, kafaları kayalara ve duvarlara çarpılarak paramparça edilmelidir“(İ. Şamir, 1988).

7-Siyonist ideoloji, ”Filistin köylerinin sadece kökünün kazınması değil, adlarının tarih kitaplarından da silinmesi“dir. (M. Dayan).

8-Siyonist ideolojiye göre”Yahudi kanı, Yahudi olmayanların kanıyla aynı değildir“(İ. Ginsburg,1989).

9-Dünya üzerinde yaşayan Yahudiler ortak dilden, kültürden ve ekonomik hayattan yoksunlar, ama buna rağmen Yahudi'ler, biyolojik anlamda bir ulus oluşturuyorlar.

Siyonizm,Yahudilerin genetik olarak diğer halklardan farklı olduğundan ve Yahudi olanla olmayanlar arasında kapatılamayacak bir uçurumun varlığından hareket etmektedir.
Evet, bu temel özellikleri olan ideolojinin tarihsel gelişmesine kısa bir bakış dahi bazı gerçekleri göstermeye yetmektedir:

1896 yılında Theodor Herzl,”Yahudilerin Devleti” başlığını taşıyan bir yazı yayımlar. Aynı Herzl, bu yazısının yayımlanmasından iki sene önce aynı amacı güdenlerle alay eder.
Ama iki sene sonra görüş değiştiren gazeteci Herzl’in söz konusu yazısı, daha öncekileriyle karşılaştırıldığında olağanüstü bir ilgi görmüştür.
Tezi çok basitti: Başka bir ırka kin duymanın bir ifade biçimi olan antisemitizm, Yahudilerin belli bir otonom bölgede yeniden örgütlenmeleriyle yok edilebilir. Bu otonom böle takibata uğrayanların sığınabilecekleri yerdir; yani bir Yahudi devletidir.
Siyonizmin amacını en genel anlamda şöyle özetleyebiliriz:
1. Yahudi halkının varlığı.
2.Yahudilerin içinde yaşadıkları toplumlara uyum sağlamaları antisemitizmden dolayı imkânsızdır.
3. Yahudi halkına garantisi olan bir vatan temin etmek veya “sözü verilen ülke” hakkı.
4. Sözü verilen bu topraklarda başka bir halkın olmaması; yani Filistin’de Filistinlilerin varlığı inkâr ediliyor.

Siyonizm 1897’de Basel kongresinde belirleyici öneme haiz adımını attı.
Bu amaca ulaşmak için kongrenin önerdiği tedbirler şunlardı:
-Yahudi köylülerin, işçilerin ve zanaatçıların yerleştirilmesiyle Filistin’in kolonizasyonu sistematik olarak sürdürülmelidir.
-Yerel ve çatı örgütlerin katkısıyla bütün Yahudi âlemi örgütlenmelidir ve bütün bunlar, söz konusu bu örgütlerin kuruldukları ülkelerin yasal olanakları çerçevesinde yapılmalıdır.
-Yahudi dayanışması ve ulusal duygusu güçlendirilmelidir.
-Siyonist amaçlara ulaşabilmek için devletlerin gerekli onaylarını almak doğrultusunda hazırlıklar yapılmalıdır.

Basel kongresinde alınan kararlar, siyonizmin daha baştan güçlü devletlerin politik çıkarlarına hizmet eden bir anlayış olduğunu da göstermektedir.
Herzl, siyonist amacına ulaşmak için planlanan Yahudi devletinin kurulmasında siyasi garantörlük rolü üstlenecek siyasi bir dış güç, yani devlet aramaya başlamıştır...

Böyle bir devlet ancak ve ancak dış güçlerin veya bir gücün; yani emperyalist bir gücün koruması altında kurulabilirdi. Bu, kurulacak Yahudi devleti ile kurulmasını ve devamını sağlayan emperyalist güçler arasındaki “ebedi”ittifakın kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Yani korumacı, patron durumunda olan emperyalist güce tabi olmak, onun çıkarları doğrultusunda hareket etmek siyonizmin temel anlayışlarından biriydi.
Öyleyse, siyonizmin oluşma mantığı iki temel ögeyi içermektedir:
1.Dış güce bağımlılık.
2.Aynı zamanda kaçınılmaz olarak Arap milliyetçiliğiyle çatışmayı göze almak.
Yani Araplar ve siyonistler arasında çelişki ve çatışma olmaksızın siyonist ideolojinin de devletleşmesi olamazdı. Çünkü siyonizm nihayetinde başka bir ülkenin işgal edilmesi anlamına geliyordu...
Açık ki, Arap kurtuluş hareketi karşısında emperyalizm Ortadoğu’da yeni bir müttefik bulmuştu. Bu müttefik güç, siyonizmdi.

Siyonizmin önemli bir özelliği de şuydu: Bilinen, “klasik” sömürgeleştirmede esas olan, sömürgeleştirilen ülkenin zenginliklerini talan etmektir. Buna yerli halkın işgücünün sömürüsü de dâhildir. Siyonistler ise talandan ziyade -Filistin’in talan etmek için pek fazla zenginliği yok- devlet kurmak için bizzat topraklara sahip olmayı amaçlamışlardı. Yeni bir ulusun oluşması için elzem olan toprak bütünlüğü sağlanmalıydı; bu topraklar üzerinde Yahudi işçi sınıfı, Yahudi köylülük vb. oluşmalıydı.
Siyonist göçmenler Filistin’i sistematik olarak sömürgeleştirdiler. Oluşturdukları ekonomi, yerli Yahudi iş gücünün sömürüsü üzerinde yükseliyordu. Sermaye ise Avrupalı Yahudi Bankacılar tarafından sağlanıyordu. Topraklarından kovulan; mülksüzleştirilen Fellahlar (Filistinli Arap köylüler) işsiz kalıyorlar ve geçimlerini Yahudi yerleşim birimlerinde işgüçlerini satarak sağlıyorlardı.

Siyonizm, emperyalist ülkeler arasında Ortadoğu üzerine sömürgeci “it dalaşı”ndan yararlanarak gelişmiştir...

Siyonizm açısından Balfour-Bildirgesi:
Söz konusu bildirgede “Yahudi halkı için Filistin’de ulusal bir yurdun kurulması” talep ediliyordu. Ama o zamanın siyonist önderleri, böyle bir talebi dillendirmenin amaçlarını gerçekleştirmek bakımından ne denli tehlikeli olduğunu bildikleri için sürekli nihai amaçlarını (Yahudi devleti) gizliyorlardı. Bu nedenle “asla ondan bahsetme ama sürekli onu düşün” diyorlardı; yani asla Yahudi devletinden bahsetme ama sürekli Yahudi devleti kurmayı düşün!

Siyonistlerin, bizim tarihimiz hiç kimsenin tarihine benzemez, bir istisnadır, tamamen kendine özgüdür demagojisinin yetmedi.
Yeni demagoji şöyleydi: “halksız toprağı, topraksız halka ver!”.
Bu da tutmadı, çünkü Filistin boş değildi, orada yarım milyon civarında Arap yaşıyordu. Önce bu nüfusu görmemezlikten geldiler. Bu hakkı elde etmek ve bu talep doğrultusunda destek bulmak için siyonistlerin Almanya'dan Rusya'ya, Osmanlı'ya kadar çalmadıkları dış kapı kalmadı.

Emperyalistler arası rekabette ve siyonizmin efendi değiştirmesi:
İngiliz emperyalizmi, iki yüzlü politikasıyla Filistin sorununun olduğundan daha da karmaşıklaşmasına neden olmuştu; İngiliz emperyalizmi siyonizmi teşvik ederken Arapların direnişiyle karşı karşıya kalıyordu. 1936-39 ayaklanmalarında ifadesini bulan bu direnişe köylülerin önemli bir kesimi de katılmıştı. İngiliz emperyalizmi, II. Dünya Savaşının hemen öncesinde daha ziyade Arap ulusal hareketinin burjuva-feodal temsilcilerine dayanmaya başlamıştı. Böylelikle bu güçleri, Almanya ve İtalya’ya karşı savaşında müttefik güç olarak kazanmayı amaçlıyordu. Onun bu politikasına, bu sefer de siyonizm karşı çıkıyordu.

ABD devreye giriyor:
Amerika’nın gözü Ortadoğu petrollerindedir; II. Dünya Savaşı ve sonuçları Ortadoğu petrolleri üzerinde İngiliz hâkimiyetinin yıkılmasını ve Amerikan hâkimiyetinin kurulmasını beraberinde getirir; İngiltere, savaşın galiplerinden olmasına rağmen yıpranmış, güçten düşmüş ve yerini Amerikan emperyalizmine terk etmek zorunda kalmıştır. Bu gelişmeyi siyonist önderler de izlemişler ve “koruyucu” dış güç değiştirme koşullarını kollamaya başlamışlardır.

O dönem İngiltere’nin dünya çapında en büyük rakibi Amerikan emperyalizmi, bu sorunda taraf olduğunu göstermeye başlamıştı. Özellikle S. Arabistan’da büyük çaplı petrol kaynaklarının bulunmasıyla Amerikan emperyalizmi, 1938/39’da Filistin sorununu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için siyonizmi teşvik etmeye başladı.
Sovyetler Birliği'nin bu konudaki görüşü:
Filistin sorununun 1947 yılında BM’deki görüşülmesinde Sovyetler Birliği, bütün dünyada ezilen halkların korunması ilkesine sadık olarak Filistin’de her türden sömürgeci baskıya karşıdır ve Filistin’in Yahudi ve Arap nüfusunun bağımsız bir devlette yaşamaları hakkının tutarlı savunucusudur.

Sovyetler Birliği delegasyonunun üç önerisi:
1- Filistin üzerindeki Britanya Mandasının kaldırılmasını.
2- İki ulustan oluşan bir Arap-Yahudi demokratik devletinin kurulması ve
3-Şayet bu (Araplar ve Yahudiler arasındaki ilişkilerin emperyalistler tarafından yapay olarak kesinleşmesinden dolayı) imkânsız olursa Filistin iki bağımsız devlete; Arap ve Yahudi, bölünmelidir.
Üçüncü öneri BM toplantısında (29 Kasım 1947) kabul edildi ve Filistin üzerindeki İngiliz mandası kaldırıldı.

Bu karara uygun olarak Mayıs 1948’de Filistin’in bir kısmında İsrail devleti kuruldu. Ama (bu) İsrail, Sovyet delegasyonunun BM toplantısında oluşturulmasını önerdiği demokratik ve bağımsız devlet değildi.

Sonuçları vahim ve hala devam eden gelişmenin, çatışmanın başlangıcı böyleydi...
Siyonistler, on yıllarca süren politikalarıyla; emperyalistlerin yardım ve Arapları hiçe sayma politikalarıyla siyonist devlet kurma amaçlarında başarılı oldular.

Siyonistler, BM kararlarını da hiçe saydılar. Daha baştan, sınırları genişletmeyi, Arapları kovmayı ve onların payına düşen toprakları ele geçirmeyi, Arap topraklarında Yahudi yerleşim birimleri kurmayı ve Filistin devletinin kurulmaması için çabayı, savaşı da göze alarak amaç edindiler.

Bunun ötesinde siyonistler, bütün emperyalist ülkelerle, başta da Amerikan emperyalizmiyle müttefik ilişkilerine girdiler. İsrail devleti, daha kurulduğunda, kendini kapitalist dünyanın jandarması ilan eden Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki üssü, onun çıkarlarının savunucusu olmuştu.

Aslında burada belirttiğim bu noktalar siyonist ideolojinin temel özelliklerdir, onun politikada, toplumsal yaşamda örgütlenmesidir.

Klasik siyonizmin amacı, tarihsel haklılık iddiasıyla başka bir ülkeyi işgal ederek; zor kullanarak; katliam yaparak, orada yaşayanları kovarak, mülksüzleştirerek ve dış destekçi güce dayanarak Yahudi devleti kurmaktı. 1948’de siyonistler bu amaçlarına ulaştılar.

İsrail devletinin kurulmasından sonra siyonistlerin amacı, her ne pahasına olursa olsun bütün yol ve yöntemler kullanılarak İsrail’in varlığını devam ettirmek ve bu varlığın devamını destekleyen dış güçle sıkı işbirliği içinde o gücün Ortadoğu’daki çıkarlarının bekçiliğini yapmaktır.
1948’den beri İsrail bunu yapmaktadır; kendi varlığını koruma adı altında komşu ülkelerin topraklarını işgal ediyor, Filistinlileri katletmeye devam ediyor ve bütün bunları Amerikan emperyalizmiyle işbirliği içinde ve onun bölgedeki çıkarlarını savunarak yapıyor.

II. Dünya Savaşı sonrasında günümüze siyonizm,
genel olarak emperyalizmin, özel olarak da Amerikan emperyalizmi güdümünde ve onun Ortadoğu ve sonra da giderek dünya hegemonya politikasına hizmet eden bir araç olarak gelişmiştir.
Siyonizm, “Büyük İsrail” kurulana kadar sürekli savaş ve işgal demektir veya Arap-İsrail Savaşları ve Filistin'in işgali bu perspektifle ele alınmalıdır veya siyonizmin işgal ve “savunma” savaşlarıdır:
Burada sadece 4 savaşın tarihini vermekle yetiniyorum:

-1.Savaş:1948/49 Arap-İsrail savaşında İsrail siyonistleri bir kısım Filistin toprağını işgal etmiştir.
-2. Savaş: 1956’da İsrail, İngiliz ve Fransız emperyalizminin yanında yer alarak Mısır’a saldırdı. Amaç, Suveyş kanalının devletleştirilmesinin engellenmesiydi. Saldırganlar (İngiltere, Fransa ve İsrail), büyük bir yenilgiye uğratıldılar.
-3. Savaş: 6 Gün Savaşı da (1967) İsrail saldırganlığı ve yayılmacılığının bir sonucuydu. Savaş sonucunda siyonistler bir kısım Arap topraklarını işgal ettiler. İşgal edilen topraklar İsrail’den daha genişti.
-4. Savaş: 1967 savaşı yenilgisini kabul etmeyen Arap ülkeleri işgal altındaki toprakları kurtarmak ve İsrail saldırganlığını durdurmak için 1973’te İsrail ile savaşa tutuştular. Bu savaşta taraflar, birbirinin aleyhine önemli bir başarı elde edemediler.
Siyonist-emperyalist taktik konusunda 4. savaş bir dönüm noktasını oluşturur. Bu genel anlamda Arap ülkeleriyle siyonizm arasında uzlaşmanın başlangıcını oluşturmuştur; ilk Camp David görüşmelerine (Mısır-İsrail anlaşması) zemin hazırlamıştır.

Camp David'de başlayan uzlaşma sonuçta Oslo sürecine ve oradan da günümüze kadar gelmiştir...

Bu süreçte siyonizm:
1-Siyonizm “silahlı barışı”tan yanadır; yani kendi koşullarında “barış”tan yanadır:
İsrail Başbakanı E. Barak'ın 1999’da İsrail ile Filistin arasındaki “barışı”, “silahlı barış” olarak tanımlıyordu.

Aslında bu İsrail kurulduktan sonra sürekli uygulanan bir “barış”tır. Yani siyonizmin koşullarını kabullenirsen barış olur, aksi taktirde savaşa devam edilir.
Bu aynı zamanda Amerikan emperyalizminin çıkarlarına karşı gelmemek demektir. Yani emperyalizm ve siyonizme teslimiyet “silahlı barış”ın esasını oluşturmaktadır.

2-Emperyalistler arası rekabet, oyalama taktiği ve siyonizm:
Uygulanmayan BM kararlarına, başkaca uluslararası kararlara veya Oslo sürecinden günümüze kadar uluslararası alanda alınan kararlara bakarsanız, İsrail ve Amerikan emperyalizminin emperyalistler arası rekabeti göz önünde tutarak Filistin sorununda sürekli oyalama taktiği uyguladığını görürsünüz...
Yani devlet olarak yapılanmasından beri siyonizm, “bir adim geri iki adim ileri” taktiği ile yayılmacılık, işgal ve sömürgeciliktir...

3-Siyonizm, „kendini savunma hakkı“ adı altında katliam ve işgaldir:
Bunun nesini anlatayım? Siyonizm Filistin'i işgal etmeye başladığından buyana kurduğu güya savunma örgütleriyle kendini savunma adı altında sürekli katliamlar yapmış ve arkasından da işgal etmiştir...

4-İsrail’i tanımak demagojisi siyonizmin temel politikalarından birisidir:
Beyaz Saray'ın o zamanki sözcüsü Tony Snow Şubat 2007'de yaptığı açıklamada taleplerimiz hep aynıdır, değişen bir şey yok diyerek Filistin-İsrail sorununun çözümünün neye bağlı olduğunu belirtiyordu: “İsrail’in tanınmasının yanı sıra…”. Yani Amerikan emperyalizminin bir çok talebi var, ama taleplerin hepsi ancak, “İsrail’in tanınmasının yanı sıra” önemli oluyorlar. Demek ki, bağlayıcı olan “İsrail’in tanınması”.
İsrail’i tanımayı içeren farklı kavramlar var:
-Bunlardan biri, “İsrail’i tanımak“tır...
-İkinci kavram ”İsrail’in varlığını tanımak“tır...
-Üçüncü kavram ise ”İsrail’in varoluş hakkını tanımak”tır...

İsrail, sınırları olmayan veya belli olmayan bir devlettir. Bu anlamda, aslında, uluslararası hukuka göre devlet bile değildir. Çünkü sınırlarının nerede başladığı, nerede bittiği belli değildir. Hangi sınırları içinde İsrail sorusu açıkta kalmaktadır. İsrail’in sınırları doğu veya batı Kudüs’ten mi, Golan Tepelerinden mi geçiyor? İsrail’in sınırları Batı Şeria’nın neresinden geçiyor? Çekilen duvarlar sınır mıdır? Siyonizmin bu sorulara vereceği bir cevap yok ve cevap vermeye de niyeti yok.
İsrailli tanınmış tarihçi siyonist B. Morris, 2004'te ”700 bin Filistinli yurtlarından sökülüp atılmasalardı bir Yahudi devleti olmazdı. Bu nedenle onları yurtlarından söküp atmak gerekliydi“ diyordu. Bu politika siyonizmin, İsrail'in, kim iktidarda olursa olsun değişmeyen politikasıdır. İşte siyonizm budur.

D. Ben-Gurion, 61 sene önce İsrail devletinin kuruluşunu ilan ettiğinde, bu, Filistinlileri Filistin'den sürüp atmak, evlerine topraklarına el koymak, direnenleri katletmek için „bağımsızlık savaşı“nın başlaması işaretiydi. Filistinlileri, Filistin'den kovmak için sürdürülen yok etme ve katliamı siyonizm ”bağımsızlık savaşı“ olarak tanımlıyordu. Siyonist İsrail'in ”bağımsızlık savaşı“, ilk Arap-İsrail savaşı, Filistinliler tarafından ”felaket“ olarak tanımlanır.
5-Siyonizm, sadece Filistin için değil, komşu ülkeler ve bütün Ortadoğu için de savaş ve felaket demektir:
İlk savaş 1948'de İsrail'in kuruluşuyla başlar ve 700 binden fazla Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalır. Savaş sonunda İsrail topraklarını ikiye katlar.
İkinci savaşı (1956 Sina Savaşı) İsrail, Fransız ve İngiliz emperyalizmiyle işbirliği içinde Mısır'ın Süveyş Kanalını millileştirmesini engellemek için sürdürür.
Üçüncü savaş, 1967 Haziran Savaşıdır. Güya İsrail'i yok etmek için harekete geçmelerinin önünü almak bahanesiyle İsrail, komşu ülkelerine saldırır. 250 bin Yahudi'yi işgal ettiği bölgelere, Filistin topraklarına yerleştirir, bir milyondan fazla Filistinli üzerinde ayrılıkçı, ırkçı bir işgal rejimi kurar.
Dördüncü savaş, 1968-1970 arasında İsrail ile Mısır arasında sürdürülen savaştır.
Beşinci savaş 1973-“Jom-Kippur Savaşı“dır. Bu savaş sonucunda İsrail, Sina yarım adasından çekilmek ve Mısır ile barış anlaşması imzalamak zorunda kalmıştır.
Altıncı savaş, 1982 birinci Lübnan savaşıdır. Katliamlarına rağmen İsrail, Filistinlileri Lübnan'dan çıkartma ve Ürdün'e sürme amacına ulaşamamıştır.
Yedinci savaş 2006 ikinci Lübnan savaşıdır. İsrail'in, Hizbullah'ı, dolayısıyla İran'ı etkisizleştirme ve bölgede Amerikan emperyalizminin başka işgalleri için önünü açma planı Lübnan direnişi tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
Birinci, üçüncü ve altıncı savaşlarda doğrudan Filistinlilerin topraklarından kovulmaları, katledilmeleri amaçlanırken, diğer savaşlarda İsrail, toprak kazanmanın yanı sıra Arap komşu ülkeleri üzerinde her zaman bir baskı unsuru olacağını göstermiştir.

Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin desteği ile İsrail, bütün barışçıl çabaları, BM kararlarını, sorunla ilgili şu veya bu konferansta alınan kararları geçersiz kılmak için zor da dahil yer yola başvurmuş ve bunda da şimdiye kadar amacına ulaşmıştır.
Siyonizm, Filistinlilere yaşamın her alanında zulüm etme üzerine kurulmuş bir devletin ideolojisidir.
Siyonizmin amacı iki aşamalıdır:
1-İlk aşamada sadece Yahudilerden oluşan bir devlet kurmak.
2-Siyonizmin ikinci aşamasındaki amacı “Büyük İsrail”i kurmaktır.
Siyonizm “Büyük İsrail”i demektir:
Büyük İsrail Nil’den Fırat’a kadar Suudi Arabistan’ın, Irak’ın ve Kuveyt’in bir kısmı ile bütün Ürdün’ü, Suriye’yi, Lübnan’ı ve Mısır’ın bir kısmını içine alacak şekilde tasarlanmıştır”
Sonuç itibariyle:
1-Siyonizm, sosyal temeli bakımından küçük burjuva, antisemitizm ve Yahudi takibatı karşısındaki tavrıyla milliyetçi gerici bir akım olarak doğmuştur. Yani, her şeyden önce Siyonizm, emperyalizmin desteğiyle İsrail devletinin kurulmasına götüren milliyetçi ideoloji ve Yahudi burjuvazisi hareketidir. Bu hareket ve ideolojinin belli başlı özellikleri şunlardır:

2-Siyonizm, kendine özgü özel tipten bir sömürgeciliktir aynı zamanda: Siyonizm, “normal” sömürgecilik gibi yerli halkı sömürmek, siyasi haklarından mahrum kılmakla yetinmemiş, hatta bunu amaç bile edinmemiştir, siyonist sömürgecilik, yerli halkı yurdundan, topraklarından kovmayı, ekonomik olarak yıkmayı ve Filistinli Arapların oluşturduğu toplumsal yapıyı yok etmeyi amaçlamıştır. Başlangıçta Arap toplumunun yanında farklı siyasi ve ekonomik bir Yahudi toplumu oluşturmuş ve emperyalizmin sunduğu siyasi, ekonomik ve teknolojik desteğe dayanarak üstünlüğü ele geçirmiştir. Yani İsrail devletini var eden ideoloji siyonizm, sömürgecidir, çünkü kuruluşu dışarıdan gelen, ülkenin, Filistin’in yabancısı olan Yahudiler tarafından işgal edilmiş topraklar üzerinde gerçekleşmiştir.

3-Siyonizm, Filistin halkını kişisizleştirme politikasıdır; yukarıda gelişme, örgütlenme ve devletleşme sürecini özetlediğimiz siyonizm, Filistinlileri katletmek, onların her türlü faaliyetini engellemek; komşu ülkelere saldırmak, topraklarını işgal etmek, Filistin’de yeni yerleşim birimleri kurmak; Filistinlileri topraksızlaştırmak, evsizleştirmek; etnik “temizlik” vb. demektir. Siyonist ideolojiye göre bütün bunlar, İsrail’in kendini savunmasıdır; ahlaki olarak haklı eylemlerdir...
Siyonizm, aynı zamanda, vahşetinin üstünü örtmeye de hizmet etmektedir.

4-Siyonizm, ırkçılıktır, Apartheid-rejimidir; ayrılıkçı bir rejimin ideolojisidir; devletleşme döneminde ve sonrasında siyonizmin böyle bir ideoloji olduğu reddedilemez bir gerçeklik olarak görülmüştür...

5-Siyonizm, yabancı güce dayanan; yabancı-destekçi bir güç olmaksızın ayakta kalamayacak olan bir ideolojidir. Yani işbirlikçilik siyonizmin temel ilkesidir...

6-Siyonizm, pragmatizmdir. Siyonizm, doğuşundan beri sürekli bir pragmatizm abidesi olmuştur. Siyonizmin önderleri, amaçlarına ulaşmak için tarihin her döneminde Yahudilere açıktan kin duyanlarla, anti-yahudicilerle, Nazilerle ve II. Dünya Savaşından sonra da Nazi işbirlikçileriyle ekonomik ve askeri ilişkiler kurmuşlardır...

7-Siyonizm, işgalciliği temel alan bir ideolojidir. İsrail, dünyanın, sınırları tanımlanmamış tek ülkesidir. Ne siyonizmin babası Herzl ve ne de sonraki siyonist önderler herhangi bir sınır tanımlaması yapmışlardır. Sürekli işgal, sürekli genişleme; yani komşu ülke topraklarını işgal siyonizmin temel özelliklerinden birisidir...

1977’de seçimleri kazanan Likud Partisi başkanı Menahem Begin: “İşgal altında toprak yoktur, o topraklar kurtarılmış topraklardır” diyordu. (Malike Bileyci Koç, İsrail Devletinin kuruluşu. S.200)

8-1948’e, İsrail devletinin kuruluşuna kadar siyonizmin amacı Yahudi devletini kurmaktı; siyonistlerin bütün dünyadaki Yahudilere çağrısı buydu.
Devletin kurulmasından sonra çağrının içeriği de değişti: Devletin kurulmasından sonra siyonistler, bütün dünyadaki Yahudileri İsrail devletinin hizmetinde olmaya; onu maddi ve manevi olarak desteklemeye çağırmaya başladılar: Yahudi düşmanlığından kurtulmak için İsrail’e göç etmeyin,Yahudi devletini kurtarmak için İsrail’e göç edin deniyordu artık.

9-1948-1967 arası siyonizmin yükseliş dönemidir; bu dönemde göçlerle Yahudi sayısı 650 binden 2,5 milyona çıkmıştır. Dış destekle İsrail ekonomik ve askeri olarak güçlenmiştir...

10-İsrail'i, İsrail yapan emperyalizmdir.
Siyonizm, Ortadoğu'da emperyalist çıkarların bekçisidir.
Siyonizm, emperyalist ve siyonist çıkarlar için katliamı temel ilke edinmiştir ve bunu 61 yıldan bu yana uygulayan bir ideolojidir.

11-Siyonizme karşı mücadele emperyalizme karşı mücadele ile eş anlamlıdır.
Siyonist İsrail, Filistin halkının bağrına saplanmış bir hançerdir. Siyonizm, Yahudilerle Yahudi olmayanların birlikte yaşamasının düşünülemezliğinin öğretisidir. İsrail'in tarihi bu öğretiyi uygulama tarihidir... 
 
*

*16-17 Mayıs 2009'da İstanbul'da düzenlenen “Uluslararası Ortadoğu ve Filistin Konferansı” konuşma metni.

Yazının tamamı için bkz.: İbrahim Okçuoğlu; SİYONİZMİN DEVLET İDEOLOJİSİ OLARAK GELİŞMESİ, 01.04.2009,

15 Mayıs 2009 Cuma

„EMEĞİN“ GELECEĞİ VE KAPİTALİZMİN SONU!




NELTE VE KURZ FANTEZİLERİ VEYA DA NELTE VE KURZ “HARİKALAR DİYARINDA”!
“Emeğin sonu” üzerine tartışmalar kapitalist üretim biçiminin dünya çapında hâkim olmasından, işsizlik sorununun gündeme gelmesinden bu yana sürdürülür. Değer yasası, artı değer üretimi, spekülatif sermaye, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği vb. üzerine yapılan bütün tartışmalar da son kertede “emeğin geleceği“ ile ilgili dolaylı ve dolaysız tartışmalardır.

Kriz dönemlerinde bu türden tartışmalar yoğunlaşır; dünya ekonomik krizi nedeniyle de geleceğin toplumu üzerine tartışmalar şimdi yoğunlaşıyor. Bu, dar bir aydın çevresi tarafından yapılan tartışmalar değildir. Bu tartışanlara emperyalist burjuvazinin ideologlarından, burjuva ve burjuva liberal aydınlardan kendine Marksist diyenlere ve gerçekten Marksist olanlara kadar uzanan oldukça geniş bir yelpazede yer alanlar katılmaktadır. Soruna her biri, çoğu kez birbirinden bağımsız olarak kendi görüş açısından hareketle çözümler getirmektedir.

Farklı siyasi çevreler, farklı bakış açısından dolayı kaçınılmaz olarak farklı toplum biçimleri dizaynlıyorlar. Ama bu çevrelerin sorunun nihai çözümüyle; özel mülkiyetin yerini toplumsal mülkiyetin almasıyla şekillenecek bir toplum yapısıyla uzaktan yakından bir ilişkileri yoktur; bunlardan bazılarının, örneğin Rosa Luksemburg'u karikatürleştirerek kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanların Marksist düşüncelerden hareket ettiklerini söylemeleri ve gerçekten de Marksist kavramları kullanmaları meselenin özünde hiçbir şey değiştirmiyor.
Kim ne diyor ve nasıl bir toplum dizaynlıyor sorusuna emperyalist burjuvazinin kâbusuyla başlayabiliriz.

I-20'YE 80 VEYA 80'E 20-TOPLUMU

Kitlesel işsizliğin süreklilik kazanmasından bu yana emperyalist burjuvazinin ideologları, on milyonlarla ifade edilen ve her geçen gün sayıları daha da artan işsizler yığınının burjuva düzen için yaklaşan bir tehlike olduğundan hareketle, değerlendirilemeyen bu iş gücü yığınını bir biçimde etkisiz hale getirmenin yol ve yöntemleri üzerine düşünceler geliştirmeye başladılar.

Kimilerine göre “dijital devrim”den, kimilerine göre “3. sanayi devrimi”nden, kimilerine göre “küreselleşme”den bu yana; yani 1990'lardan bu yana dünya toplumu, çalışabilir nüfusun yüzde 20'sinin çalıştığı ve yüzde 80'nin de çalışmadığı bir toplum olma yolunda ilerlemektedir. Demek oluyor ki, 21. yüzyılda çalışabilir dünya nüfusunun sadece yüzde 20'si çalışmakla dünya ekonomisini ayakta tutabilecek, kapitalist ekonominin çarkları dönmeye devam edecektir. Ve geriye kalan yüzde 80'lik nüfus da işsiz kalacaktır. İşsiz kalan bu nüfusun aklına “kötü şeyler” gelmesin, geleceğini düşünmesin, uslu uslu ömür tüketsin diye bir biçimde “keyfi yerinde tutulması“ gerekmektedir. En azından emperyalist burjuvazinin, insanlığın geleceği üzerine düşünce konseptlerinden birisi böyle. Yani “Tittytaiment” politikası uygulanacak. Bunun tam karşılığı “süt veren meme“ ile “besleme” veya “oyalama” politikası. Yani yüzde 20, yüzde 80'i besleyecek veya oyalayacak.

20'ye 80 veya 80'e 20-toplumu kavramının Z. Brzezinski tarafından üretildiği ve ilk kez 1995'te Gorbaçov-Vakfı'nın daveti üzerine bütün dünyadan 500 önde gelen politikacının, bilim adamlarının ve ekonomi şeflerinin katıldığı bir toplantıda (27 Eylül 1995, San Fransisko) açıklandığı söylenir. 20'ye 80 veya 80'e 20-toplum anlayışının fikir babası ise Amerikalı ekonomist Jeremy Rifkin'dir. “Emeğin Sonu” kitabında teknolojik gelişmeyi analiz eden Rifkin, emeğin kendi kendini ortadan kaldırdığı; yok ettiği sonucuna varır. (İşin farkındalar mı bilmiyorum, ama kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar da aynen J. Rifkin gibi kaçınılmaz olarak emeğin kendi kendini yok ettiğini savunurlar. Bu, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunan, artı değer üretimi kanallarını tıkayan “Marksist”lerin burjuva yazar-çizer takımıyla, en azından J. Rifkin ile temel ortak yanlarıdır). Bu ekonomiste göre, üretim ve hizmet sektörlerinde devam eden rasyonelleştirme ve enformasyon teknolojisinin dünya çapında kullanımı, verimliliğin artışı için bir dürtü olmuştur. Bunun sonucu da dünya çapında milyonlarla ifade edilen iş yerlerinin kapatılması; milyonlarca işçi ve emekçinin işsiz kalmasıdır. Teknolojik ilerleme ve artan verimlilik eski iş yerlerinin kapanmasına ama yenilerinin açılmasına neden olmaktadır türünden kapitalist mantığa inanmamaktadır bu ekonomist. Doğru bir düşünce. Rifkin'e göre sorun böyle bir toplumun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değildir; bu geriye dönüşü olmayan bir gelişmedir. Sorun, bu toplumun nasıl yönlendirileceğidir. Her halükarda “emek”, uzun vadede yok olacaktır.

Kapitalizmde teknolojik gelişme iş yeri katili olarak görülüyor:
Sanayi öncesi dönemde çalışabilir nüfusun çok önemli bir kısmı; her ülkede farklı da olsa genel olarak yüzde 70'den, yüzde 80'den daha fazla bir kısmı tarımda çalışmaktaydı. Teknolojinin gelişmesine ve üretimde uygulanmasına paralel olarak giderek durum tersine dönmeye başladı; özellikle sanayileşmiş ülkelerde tarımda çalışan nüfus önemsizleşirken; çalışabilir nüfusun ortalama yüzde 3 ila yüzde 10'unu oluştururken sanayide çalışan nüfus önemli derecede arttı.

Üretimde verimliliğin artması sanayi sektöründe de çalışan işçilerin sayısında belli bir azalmaya neden olurken üçüncü sektör denen hizmet sektöründe çalışan işçi ve emekçilerin sayısında belli bir artış oldu. Her halükarda teknolojik gelişme, üretimde ve hizmette verimliliğin artması, genel anlamda çalışan nüfusun sayısının azalmasına neden oldu. Kapitalizmde kronik kitlesel işsizlik, bir eğilim olmaktan çıkarak kapitalizmin nesnel bir yasası oldu. Tabii bundan sonra gelişmenin nasıl olacağı konusunda farklı görüşler de gündeme geldi. Örneğin J. Rifkin'e göre kapitalizm çok büyük bir oranda insan iş gücüne ihtiyacın duyulmayacağı bir pazara dönüşme sürecindedir; önümüzdeki on yıllarda sanayide yoğun bir iş yeri kıyımı yaşanacaktır.

Üretimin artması, verimliliğin artması ve aynı zamanda iş yerlerinin; çalışan işçi sayısının azalması, kapitalizmde yeni bir gelişme değildir. Bunun sermayenin içsel bir çelişkisi olduğunu Marks Kapital'de açıklar. Ama burjuvazi sanki böyle bir gelişme yeniymiş ve özellikle de küreselleşmeyle; yani 1970'li yıllardan sonra gündeme gelmiş gibi anlatır. Tabii burjuvazinin bu martavalına inanan çok sayıda “sol”lar da vardır. Burjuvazinin değerlendirmelerinde, örneğin 1980'li yıllarda enformasyon teknolojisi insanların insanlarla konuşmasına hizmet ederken, bugünkü enformasyon teknolojisi makinelerin insanlarla konuşmasına hizmet etmektedir anlayışına yer verilir. Yani insan gücü üretimde gereksiz olmaya başlamıştır denmek isteniyor. Tabii bu anlayışı “sol” tarafta duran bazıları da kendi siyasal açılımları için değerlendirmekten hiç gecikmemişlerdir. Bunun nasıl olduğunu aşağıda ele alacağız. Ama açık olan şudur ki, giderek daha az sayıda iş gücüyle daha fazla üretmek ve verimliliği arttırmak günümüz kapitalizminde “normal” bir durumdur. Rekabet yeteneğine sahip olmak isteyen her sermaye, modern teknoloji kullanmak zorunda olduğunu bilir; modern teknoloji de az sayıda iş gücüyle daha fazla üretim ve artan verimlilik demektir.
Bu gelişme sadece birkaç emperyalist ülke ile sınırlı değildir. Bir biçimde dünya pazarına açılan ve bu pazarda iddialı olan hemen her ülkede modern teknoloji kullanımı üretim ve hizmet sektöründe kaçınılmaz olmuştur. Türkiye de bu ülkelerden birisidir.

Giderek daha az sayıda iş gücü ile artan üretim, artan verimlilik, kapitalizmi üstesinden gelemeyeceği bir sorunla karşı karşıya bırakmaktadır: Üretim ve hizmetin satın alınması gerekir, ama satın alması gereken kitlenin alım gücü giderek düşmektedir. İşsiz olan, çalışana nazaran daha az tüketir ve ürünler de bir birlerini satın almazlar; örneğin kalem, başka bir kalemi veya defteri satın almaz, otomobil otomobil veya uçak satın almaz; ürünlerin birbirlerine pazar olma durumu yoktur. İşte tam da bu nedenden dolayı burjuvazi, kapitalist sistemi işlevli kılmak için yol ve yöntemler ararken, bazıları da sistemi çökertmekle uğraşmaktalar.

Burjuvazinin ideologları hesap yapıyorlar, daha doğrusu nihai bir çözüm bulabilmek için bütün olanakları irdeliyorlar, ama bir sonuca varamıyorlar; daha doğrusu vardıkları sonuç varmak istemedikleri sonuç oluyor.

Dünya ekonomisinin motoru ABD'den umut kesilmiş; ABD, borçla ayakta kalabilen bir ülke durumunda. Tüketici kredilerinin toplamı 2,26 trilyon dolar; yani her bir Amerikan vatandaşı ortalama 9 bin dolar borçlu durumda. Kişisel iflasların sayısı milyon sınırına varmış. ABD'de iç pazarın yeniden canlanması; üretim ve ithalatın artması (başka ülkelerde üretimin artması) için Amerikan vatandaşlarının alım gücünün artması gerekir.
Neoliberalizm koşullarında dünya ticareti devridaim makinesi olarak görüldü; yani bir taraf üretiyor, diğer taraf da tüketiyor ve bu alış veriş duraksamasızın devam ediyor. Ama bunun böyle olmadığının her kriz döneminde görülmesine rağmen “serbest piyasa”ya inanç sarsılmadı.

Tam istihdam mümkün müdür yoksa tarihe mi karıştı?
Kitlesel işsizliğin kronikleşmesi ve bunun kapitalizmde bir eğilim olmaktan çıkarak nesnel bir yasaya dönüşmesi, tam istihdama geri dönüşün arttık imkânsız olduğunu, ancak belli koşullarda ve o da geçici olarak geri dönülebileceğini gösterir. Dünya ekonomisindeki payı yüzde 85'ten fazla olan OECD ülkelerinde geçimini tam istihdamla sağlayanların sayısı giderek azalmaktadır. Bu demektir ki, tam istihdam artık gerçekleştirilemez. Ancak tahribatı büyük olan bir ekonomik kriz, bir doğa felaketi, çalışabilir nüfusun önemli bir kısmının yeniden çalışmasına yol açabilir. Bunun ötesinde yeni bir dünya savaşı, yine tahribatından dolayı geçici olarak tam istihdamın yolunu açabilir. Tabi bunların hiçbirisi üzerine toplumun geleceği kurulamaz. Bunlar, istihdamı etkileyen nesnel, ama geçici faktörlerdir.
Açık ki, günümüz kapitalizminde bir ürünün üretilmesi için gerekli iş gücü zamanı; insan iş gücüne duyulan ihtiyacın ve ürün başına harcanan insan iş gücü zamanının aleyhine gelişmektedir; bu, geriye dönüşümü olmayan bir süreçtir.

Kapitalizm, harcayın, tüketin diyor, ama gelişme “çalışmayan yiyemez” çizgisinde ilerliyor. Tam istihdam veya en azından istihdamın belli seviyede tutulması, gelişen teknoloji ve buna bağlı olarak verimliliğin artması koşullarında -yani günümüz koşullarında- imkânsızdır. Bu gelişmeyi çok erkenden görenler de olmuştur. Bundan dolayı olsa gerek emeğe “elveda” deme zamanı geldi tespitini de yapmışlardır. Bunlara göre emek (iş, çalışma) toplumda geçimi sağlamanın hâkim biçimi olmaktan çıkmıştır ve tam da bundan dolayı toplum, geçim sağlamanın bu toplumsal biçimine “elveda” demelidir anlayışındalar. Bu unsurlara göre toplumsal yaşamın merkezi içeriği olarak emek (iş, çalışma) sosyalist bir dogmadır; bunlar açısından „herkese iş“ talebi artık anakronik bir taleptir.

İşsizliğe çözüm konusunda emperyalist burjuvazinin -daha doğrusu emperyalist ülkelerde politikacıların- üç argümanı önplana çıkmaktadır:
1-Kötü niyetli işletmeciler, ülke içindeki işletmeleri kapatıyorlar ve yurt dışına taşıyorlar ve bundan dolayı işsizlik oluşuyor.
2-Sosyal harcamalar çok olduğu için yeni iş yeri açamıyoruz.
3-Yeteri kadar iş var, ama yeterli kalifiye olmuş iş gücü yok.

Birinci durumda politikacı, yurt dışında daha fazla kar elde etme olanağı olduğundan dolayı sermaye yurt dışına gidiyor demek istemediği için bu demagojiyi yapıyor.
İkinci durumda politikacı, sosyal harcamaların daha da kısılmasını ve olanakların tekelci sermayeye sunulmasını istediği için sosyal harcamaların çok olduğu; yeni iş yeri açmanın masraflı olduğu demagojisini yapıyor.
Üçüncü durumda politikacı, çoğunluğu oluşturan işsizler ordusuna hitap etmiyor ve kalifiye iş gücü yetiştirmenin devletin bir sorunu olduğunu söylemek istemiyor, yani bu konuda da demagoji yapıyor.

Burjuvazi, işsizler ordusunun bir gün örgütleneceğinden ve ayaklanacağından korkuyor. Bunu engellemenin yegâne yolu olarak da bu orduyu hareketsiz kılmaya çalışıyor; yani aç bırakmamak ve oyalanacağı bir şey bulmak. Aç bırakmamak için olanak sunmak (beslemek) ve eve (görsel medyaya) bağımlı kılmak. “Tittytaiment” diye ifade edilen tam da bu politikadır. Daha şimdiden uygulanan bir politikadir.

Örneğin “Grundeinkommen” (temel gelir), Alman burjuvazisinin “Tittytaiment” politikasıdır. Yani vatandaş aç kalmayacak, pek tok da olmayacak, ama her akşam veya 24 saat RTL izleyecek kadar kendinde olacak. Uygulanan bu politikayı destekleyen gönüllü hiç de az değildir. Ek istekleri, bu gelirin (bir nevi emekli maaşına bağlamak) koşulsuz verilmesidir.

J. Rifkin “emeğin sonlanması insanlık için ileriye doğru büyük bir sıçrama anlamına gelir. Ama bunu da göze almalıyız“ der.
Başkaları bunu göze alıyor. Bir de onların ne dediğine bakalım.

II-”EMEĞİN” GELECEĞİ VE KAPİTALİZMİN KENDİLİĞİNDEN ÇÖKECEĞİ TEORİSİ

Sistemi aşma perspektifleri konusunda çok şey söylenebilir. Örneğin sistem olarak kapitalizmi sosyalist devrimle aşmak da bir sistem aşma perspektifidir. Bu perspektif tarihsel gelişmenin yönünü gösterir. Ama ister Marksizmi kavram olarak kullanarak, isterse de kullanmadan ve Marksizmi eleştirerek geliştirilen sistemi aşma perspektiflerini -çıkış noktaları her ne kadar farklı olursa olsun- nihai amaç bakımından aynı kefeye koyabiliriz.

Sistem olarak; üretim biçimi olarak kapitalizmin hâkim olmasından bu yana bu sistemi aşmak ve başka bir toplusal yapıyı kurmak için bolca teori üretildiğini söylersek abartmış olmayız. Bütün versiyonlarıyla anarşizmi buna bir örnek olarak gösterebiliriz. Ama konumuz doğrudan anarşizm değil.

Bu makalede “değer eleştirisi” üzerinden kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisine kadar uzanan bir yelpazede yer alan belli anlayışları ve bunların toplumsal ilerleme; aşılan ve aşılmak istenen kapitalizmin yerine nasıl bir düzen önerdiklerini ele alacağız. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi derken doğrudan Rosa Luksemburg'un bu konudaki yanılsamasını ele almayacağız. R. Luksemburg, bu ve başka konulardaki hatalarına rağmen bir “kartal”dır ve öyle de kalacaktır. Bizi burada ilgilendiren R. Luksemburg'u karikatürleştirenlerin, onu anlama adına sergiledikleri sefalettir; bilim adına, teori adına sergilenen bu sefaletin ne anlama geldiğini ele almak bu makalenin bir sorunudur.

İster kabul etsinler isterse de etmesinler kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi ile “değer eleştirisi” arasında sıkı bir bağ vardır. Bu nedenden dolayı hem değer eleştirmenleri ve hem de kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunanlar soruna aynı sistem aşma perspektifinden bakmaktalar. Açık ki “değer eleştirisi”ne konu olan meta üretimi, sistem aşma perspektifine sahip olan akımların çıkış noktasını oluşturmaktadır.

Kullanılan farklı ve bazen de oldukça radikal kavramları bir kenara bırakıp, ne denmek istendiğine baktığımızda sorunlarının günümüz kapitalizmini analizlerinden kaynaklandığı; kapitalizmde kapitalist sistemi aşmaya hizmet eden eğilimlerin olduğundan hareket ettikleri görülür; sorun “emek toplumu”nun krizde olması sorunudur; başka bir ifadeyle iş gücünü satmak zorunda olanların; iş gücü sömürüsü üzerine yükselen toplumun; yani kapitalizmin geriye dönüşümü olmayan ve kesin çöküş sürecinde olduğu sorunudur.

Anlayışın özü şudur: Kendi kendine çöken kapitalizm, “emeğin” eski biçimini; kapitalizme özgü biçimini ve onunla birlikte bu “emek” biçimi üzerine kurulmuş sistemi; yani işgücü sömürüsü üzerine kurulmuş toplumu mezara götürecektir ve barbarlığa düşme pahasına da olsa insanlığı yeni bir yaşam biçimiyle karşı karşıya bırakacaktır; bu yaşam biçiminde çalışmaya zorlanma; iş gücünü satma -zorlama ile iş gücü harcaması- olmayacaktır.

Küreselleşme eleştirmenlerinden “değer” eleştirmenlerine, oradan da kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlara kadar uzanan yelpazede yer alanlar, ne denli radikal yazar ve konuşur olurlarsa olsunlar ve ne denli radikal eylemler gerçekleştirir olurlarsa olsunlar, emperyalizm ve kriz teorilerini kavramaktan oldukça uzaktırlar; “yeni” adına sınıf sorunundaki kavrayışsızlıkları nedeniyle kapitalist sistem ve emperyalist talan ve baskı ilişkilerini aşmak için verecekleri bir cevap yoktur. Bütün bildikleri, “yeni” adına emperyalist sistemde (kapitalizmde) sınıf ilişkilerini reddetmek ve insanlığın geleceğini, kendiliğinden çöken kapitalizm sonrasında ne olacağı bilinmeyen bir düzene havale etmektir. Bu yelpazenin “sol” kesiminde yer alanlar bolca emperyalizmden, devrimden, Marksizmden bahsederler ama sorunu kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine bağlayınca emperyalizmden, devrimden, Marksizmden bahsetmek de kaçınılmaz olarak nostaljiden öte geçmez.

“Değer” eleştirmenlerine göre “sol radikalizm”, var oluş temelini şimdi anlamsızlaşmış olan geçmiş çağın mücadelelerine dayandırmaktadır. Bu sollar, bu mücadelelerin sonlandığını kabul etmedikleri için vardırlar. “Sol radikalizm”le kast edilen genel anlamda Marksizmdir. Bu unsurları anlıyoruz: Sınıf mücadelesi anlamsızlaşmıştır; Marksizm anlamsızdır; bunlar geçmiş döneme aittir; çağımızda sınıf mücadelesinin, Marksizmin yeri yoktur ve Marksistler de,  anlamasızlaşmış sınıf mücadelesine inandıkları için varlıklarını sürdürebiliyorlar! Yani Marksistler, var oluşlarını anlamsızlaşmış sınıf mücadelesine borçlular!

Peki, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar ne diyorlar? Bu sistem artık kendini yenileyemez, sonu gelmiştir diyorlar veya bu sistem daha ne kadar devam edebilir diye soruyorlar. Peki, bu tanımlamalar neyin ifadesi? Böylece mücadeleyi bırak, sistem çökmek üzere, geçmişle değil geleceğe hazırlanarak yaşa denmek istenmiyor mu?

Bunlar her bakımdan yenilikçi oldukları için aslında birer neo-marksisttirler, neo-leninisttirler; (Burjuvazi de bu neo-marksist kavramını kullanıyor. Burada kast ettiğim burjuvazinin kavramına tekabül eden neo-marksist değildir; kast ettiğim aslında neo'nun neo'sudur; yani neo-neo-marksist ve neo-neo-leninisttir!) bunların eski ile veya eskimiş olarak gördükleri ile hiçbir ilişkileri yoktur; özgürleşmişlerdir; Marksizmin veya teorinin geçmişi onları bağlamaz. Bu nedenle yeniyi teorileştirirken bütün teorik açılımlardan yararlanabilirler. Ortaya bir eklektizmin çıkması hiç de önemli değildir. Bu, olsa olsa eleştirenler tarafından eklektizm olarak tanımlanmış demektir, kendileri tarafından tanımlanmamıştır; öyleyse bağlayıcı değildir. Tamamen yeni bir kriz çağında yaşadığımızı ve bu çağın da kapitalizmin kendiliğinden çökeceği süreç olduğunu söylemekten geri kalmazlar. Tabii sorun bununla bitse yine de iyi demek gerekir! Bir taraftan kendiliğinden çöküş, tamamen yeni kriz çağı derler, ama diğer taraftan da Kautksy'nin “dünya devleti”, “dünya tekeli” kavramlarıyla siyaset yapmaya kalkışmaktan da geri kalmazlar.

19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken kapitalizmde ortaya çıkan yeni görüngü biçimlerini emperyalizm olarak kavramanın devrim konseptiyle sıkı bir bağı vardı. Rusya'da oluşan ve o günkü dünya komünist hareketini giderek etkilemeye başlayan Bolşevik hareket, bunu kavradı ve geliştirdi. Ama o günün “Marksist Ortodoksluk”un baş temsilcileri olan K. Kautksy ve R. Hilferding bu gelişmeyi; kapitalizmde yeni olanla; emperyalizmle devrim arasındaki bağı kavramadılar. Kautsky ve Hilferding, bir “dünya süper devleti”nin, bir “ultra-emperyalizm”in, bir “dünya tekeli”nin oluşumuna doğru bir gelişme olacağını; bunun “doğal” bir eğilim olduğunu sanıyorlar ve bu eğilimin gerçekleşmesini; yani “ultra-emperyalizm” ve “dünya tekeli”ni sosyalist dünya toplumunun basamağı olarak kavrıyorlardı.

20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçilirken Kautsky, emperyalist küreselleşme düzeniyle; dünya tekeli anlayışıyla, bütünleşmiş dünya ekonomisi-pazarı anlayışıyla -isterseniz buna Negri'nin “İmparatorluk” anlayışını da ekleyebilirsiniz- göklere çıkartılmaktadır. Kautsky mi Lenin mi “sorgulaması” boşuna, anlamsız değildir; 20 yüzyılın başında kapitalizmdeki yeni olanı kavrayamayanlar, Lenin'i, emperyalizmi kavrayamayanlar aynı yüzyılın sonunda da kapitalizmde yeni olanı kavrayamamışlardır; daha doğrusu bir yüzyıllık emperyalizmi kavrayamamışlardır. O gün devrim ve emperyalizm arasında ilişki kuramayalar bugün de devrim ve emperyalizm arasında ilişki kuramıyorlar ve kapitalizmde yeni olanı “dünya tekeli”, ulus-devletin yok oluşu, ulusal pazarların yerini uluslararasılaşmış sermaye güdümünde birleşmiş dünya pazarı ile açıklamaya çalışıyorlar ve ötesinde kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini de savunuyorlar. Bu paradoksluğu, birbirine zıt bu iki anlayışı bir arada savunmak, 21. yüzyılın eşiğinde emperyalizmi kavramayanların bir başarısıdır.

Değeri, canlı “emeği” ve doğayı tahrip etmesinden dolayı kapitalizm, kaçınılmaz olarak nihai krizine doğru ilerlemektedir; bu kriz, sermaye birikiminin devam etmesinin imkansızlaşması olarak kavranmalıdır deniyor. Bu gelişmeyi “değer” eleştirmenleri ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar şöyle açıklıyorlar: Marks, sermayenin uyumlu genişleme hareketinin gerçekleşmeyeceğini soyut bir olasılık olarak görmüştür; kar kütlesi misli görülmemiş düşer ve sermayenin organik bileşiminin yüksek bir dereceye ulaşmasından ve nüfusun çoğunluğunun devre dışı kalmasından -işsiz kalmasından- dolayı değer üretimi artık toplumsal öneme haiz ölçekte yapılamaz.

Değerin değersizleşmesi, nihai ve geriye dönüşümsüz olarak kar oranının görece düşüşünden kar kütlesinin mutlak düşüşü durumuna geçişe neden olur; bunun sonucu, üretimin kütlesel durması ve süreklilik arz eden bir kitlesel işsizliktir. Bu durum, sermayenin tarihsel genişleme hareketinin artık durma noktasına geldiğini gösterir. Yani sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları tıkanmıştır; iş gücü sömürüsü ve başka ülkeleri talanı sonlanmıştır; sermaye kendini değerlendiremez duruma gelmiştir ve artık kapitalizmin kendiliğinden çöküşü sadece ve sadece bir zaman meselesidir.

Sanki bunu bir kendiliğinden çöküş savunucusu, sanki bir karikatürleştirilmiş R. Luksemburg savunucusu yazmış! Bu kadar da benzerlik olmaz ki, bu kadar eş anlamlı düşünüp de ideolojik olarak çok farklı yerlerde durulamaz ki. Ama duruluyor. Bunu yazan Robert Kurz. Marksizmle, R. Luksemburg ile hiçbir ilişkisi yok.

Kurz, nihai krizin etkisini henüz hissettirmemiş olmasını kısa vadeli de olsa kredinin genişlemesine, şişirilmiş “fiktif sermaye”ye bağlamaktadır; yani genişlemiş/yaygın etkili kredi olanakları ve şişirilmiş “fiktif sermaye” olmasa insanlık nihai krizle karşı karşıya kalırdı diyor ve kapitalizmin yeni bir yükseliş döneminin olmayacağına inanıyor. Aynısını her türden karikatürleştirilmiş R. Luksemburg savunucuları da söylemiyorlar mı?

“Değer” eleştirmenleri, Kurz gibi antikomünistler ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine inanan keskin “Marksistler”, ele aldığımız bu çerçevede ideolojik olarak aynı yerde duruyorlar.

Gerek “değer” eleştirmenleri ve gerekse de karikatürleştirilmiş R. Luksemburg savunucuları veya kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar, burjuva toplumda üretken emeğin yok olduğunu ve böylece meta üreten toplumun -kapitalist toplumun- değer üreten tabanının çöktüğünü savunuyorlar. Yani sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları artık tıkanmaktadır ve bundan dolayı sistem çökecektir anlayışındalar. İster sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları artık tıkanmıştır biçiminde veya başka biçimlerde ifade edilsin, söylenen, yoruma gerek bırakmayacak açıklıkta, sistemin sonuna gelindiğidir ve çöküşün sınıf mücadelesinin dışında gerçekleştiğidir; öznenin; sınıf mücadelesinin bir rolü yok, kapitalizm nesnel yasalarının gelişmesinin nihai sonucu olarak kendi çelişkilerinden dolayı kendi kendine çökmektedir!

Kendiliğinden çöküşü savunanlar ve “değer” eleştirmenleri aynı anlayıştalar: Bunlar, değerin kendi kendini tahrip etmesinin temelini Marks'ın açıkladığı kar oranının eğilimli düşüş yasasında görüyorlar. Rekabetten dolayı değerin sürekli kendini genişletme zorunluluğu, verimliliğin sürekli artışına neden olur ki, bu da zaman içinde ancak ve ancak insan iş gücünün yerini giderek “bilimsel-teknik itici güçler”in (Marks) almasıyla mümkün olur. Tam da bundan dolayı kaçınılmaz olarak her bir tekil meta içinde süreli daha az değer cisimleşeceği için sermaye, üretimin sürekli genişletilmesi gerçekleştirilmeksizin var olamaz. Yani sermaye var olabilmek için genişletilmiş yeniden üretim sürecini devam ettirmek zorundadır, ama bu süreç devam ettikçe üretilen ürün içinde değer sürekli azalacaktır ve sonunda üretim yapılamaz noktasına gelinecektir; kapitalist toplumun değer üreten tabanı -hangi seviyede olursa olsun meta üretimi- sistemin devamının imkânsız olduğu bir noktaya gelecektir -isterseniz bunu kar oranının eğilimli düşüşünün sıfır noktasına gelmesi; kar elde etme olanağının artık yok olması olarak da anlayabilirsiniz. Bu nokta, bu an çöküş anıdır.
“Değer” eleştirmenleri ile kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunanlar arasındaki bu aynı düşünme bir tesadüf mü yoksa fikir ortaklığı mı?

Yani ne oluyor? Sermaye bütün dünyayı ürünleriyle dolduruyor ve insanları bu ürünleri satın almaları için yönlendiriyor; yani insanlığı, yaşamını hiç durmayan meta üretimi ve sürekli artan meta tüketimi biçiminde örgütlemeye mahkûm ediyor. Kapitalizmde bütün dünya; bütün bölgeler, yaşamın hemen hemen bütün alanları meta çıkarlarına (alım, satım ve üretim) göre örgütlenmeye zorlanmıştır ve artık hazır sermaye olmadan ve her türden faaliyet ücretli iş olarak örgütlenmeden hiçbir şey yürümüyor. Ve bu yaşam biçimi, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının bu aşamasında artık sonlanmaya başlamıştır. Çünkü artık sermayenin insanlığı bu şekilde örgütlemesinin olanakları kalmamıştır; R. Luksemburg'un dediği kapitalist olmayan çevre kalmamıştır, emperyalist merkezlerde artı değer üretmenin olanakları kalmamıştır; sermayenin organik bileşimi yükselmektedir; değişmeyen sermaye kısmı artarken, değişen sermaye kısmı (artı değer üreten kısmı-iş gücü) giderek azalmaktadır ve bu kaçınılmaz olarak toplam sermayeye oranla karın düşmesine neden olmaktadır; artık sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları tıkanmıştır: Çöküş kaçınılmazdır! Kar oranının eğilimli düşüş yasasının maddi temeli kalmamıştır. R. Luksemburg'u karikatürleştirenler aynen böyle demiyorlar mı?

Başka türlü ifade edecek olursak: Aynı karı elde etmek için sürekli daha büyük harcama yapmak gerekmektedir. Burada, her bir tekil metada değerin azalmasını ek metaların üretimiyle daha hızlı genişlemesini ve böylece toplam itibariyle daha fazla değer üretilmesini sağlayan süreç aynı zamanda kar oranının düşmesini daha çok para sermaye yatırımıyla engelleyen süreçtir: Yani görece kar oranı düşerken, mutlak kar kütlesi bu düşüşe rağmen artar.

Yani ne oluyor? “Değer” eleştirmenlerine göre kar oranının düşmesi kapitalist üretimin mutlak sınırını karakterize etmez; sadece uzun vadeli eğilimi karakterize eder; değer biçiminin kendini tahrip ederek sürekli evrenselleşen kendini kabul ettirmesi bu eğilim içinde ifadesini bulur. Öyle ki, kar oranının düşmesine karşı etkide bulunan faktörler, nihayetinde bu sürecin hızlanmasının unsurları olurlar. Bu durum sadece dünya pazarının genişlemesi için geçerli değildir. Değişmeyen sermayenin ucuzlaması için de geçerlidir; yani üretken sermayenin değersizleşmesi yeni bir üretim çevrimi için en uygun kar koşullarını yaratmış olsa da bu, nihayetinde, üretilen metaların değerinde düşmeye neden olur. Ve kendiliğinden çöküşü savunanlar sormuyorlar mı daha nereye kadar bu devam eder diye? Onlar işte tam da bunu soruyorlar.

“Değer” eleştirmenlerine göre sürekli ucuzlayan mikro elektronikle sürekli kapsamlaşan otomasyon, değer tabanının yeni bir küçülmesine neden olmuştur; bunun etkisi sonucunda daha bugünden sermayenin kendini değerlendirme koşulları hızla tahrip olmuştur ve ufukta yeni bir çevrim için -sermayenin yeni bir genişletilmiş yeniden üretim çevrimine başlaması için- start noktası da görülmemektedir. Artık meta üretmeye değmez bir sürece girilmiştir. Öyle ya değer yok oluyorsa; artı değer üretilemiyorsa, sermaye de ölüm döşeğindedir. Bunun diğer anlamı şu soruda aranmalıdır: Nelte'nin dediği gibi “Daha nereye kadar?”!

Peki kriz ne zaman kaçınılmaz olur? Değersizleşme sürecinde veya sermayenin genişletilmiş yeniden üretim süreci kanallarının tıkanmaya başladığında sadece kar oranı değil, kar kütlesi de düşerse, işte o zaman kriz; nihai kriz; kapitalizmin kendiliğinden çöküşü kaçınılmaz olur; gelişmenin belli bir aşamasında meta üretiminin devasa birikmiş tabanı (aşırı sermaye birikimi) kendini artık karlı değerlendiremez; yani sermaye yapısal bir aşırı birikimle karşı karşıya kalmıştır. Bu durumun üstü belli bir dönem borçla -genişletilmiş kredi olanaklarıyla- kapatılır ve hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Ama belli bir süre!

“Değer” eleştirmenleri ve kendiliğinden çöküşü savunanlar şu noktada birleşiyorlar: Sermayenin henüz girmediği bölgeler ve alanlar olduğu için kapitalizmin şimdiye kadarki krizleri aşılabilmiştir. Ama bugün artık kurtuluş yolu ve imkânı yoktur.

“Değer” eleştirmenleri ve R. Luksemburg'u karikatürleştirenler şu anlayışta da birleşiyorlar: Merkez ülkelerde meta üretiminin anlamı kalmamıştır ve emperyalizme bağımlı ülkeler de meta üretmeye başlamışlar; emperyalist ülkeler için sadece pazar olmaktan çıkmışlar veya emperyalizm bu ülkeleri de talan etmiş ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini devam ettirmesi için olanak kalmamıştır. Yani uluslararasılaşmış rekabet sürekli artan oranda (daha çok) sanayi üretimini verimsiz yapıyor; üretmeye değmez yapıyor ve böylece dünyanın giderek daha çok bölgesi harabeye dönüşüyor ve tam da bundan dolayı dünya sermayesi veya uluslararasılaşmış sermaye, kendi etki alanını minimalleştiriyor. Yerküreye serpiştirilmiş minimal tabanda/alanda sermaye, artık birikim sağlayacak durumda değildir; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları artık tıkanmıştır. Dünya pazarının sınırına gelinmiştir, kurtuluş yok!

Tabii nihai krizin bir de dünya politikası analizi var. Nihai krizcilere göre sermayenin çöküş eğilimiyle birlikte ulus-devletin ve ulus-devlet emperyalizminin de sonuna gelinmiştir. Dünya pazarının ulusal ekonomiler üzerindeki hâkimiyeti -sanki bu hâkimiyet yeniymiş!- sermayenin kriz döneminde ulusal alanları dağıtır; parçalar. Kıtadan kıtaya şimşek hızıyla akan sermaye, ekstra kar elde etmek için her türden ulus-devlet bağını kaybeder. Ama yaşanan ekonomik krizin bunun tam da tersini göstermiş olması ne nihai krizcileri ve ne de karikatürleştirilmiş R. Luksemburg'u savunan kendiliğinden çökerticileri ilgilendirmektedir.

Ve sonra ulus-devlet, ulus-devlet emperyalizmi sonuna geliniyor; uluslararasılaşmış, aşırı birikmiş sermaye ulus-devletin temellerini parçalıyor; onu maddi varoluşundan mahrum bırakıyor; ulusal ekonomiler dünya pazarının hâkimiyetine giriyor; yani bütünleşiyor. Hatırlamadınız mı? Bunun diğer adı Kautsky'ciliktir: Ulus-devletin, ulus-devlet emperyalizminin yerini “ultra-emperyalizm” ve ulusal ekonomilerin; tekellerin yerini de “dünya tekeli” alıyor!

Siz bakmayın bir öyle-bir böyle dediklerine. Bunlar hem nihai krizle kapitalizmi çökertirler hem de Kautsky'ye dayanarak kapitalizmi “ultra-emperyalizm” olarak yaşatırlar. Her iki durumda da soruna sermaye açısından bakarlar. Çökertme durumunda kapitalizm sonrası toplumu barbarlık, yerel ekonomi, terör vb. öğeleriyle dizayn ederler; bir “gücü-gücü yetene toplumu hayal ederler. Ama kapitalizmin ömrünü Kautsky'cilikle uzatınca; yani “Ultra-emperyalist” bir dünyada; “dünya tekeli”nin hâkim olduğu bir dünyada ise sınıf mücadelesini “katlederler”.

“Değer” eleştirmenleri de aslında kendiliğinden çöküş teorisinin savunucularıdır. Ama onların kendiliğinden çöküş anlayışları Rosa Luksemburg ve H. Grossmann'ın kendiliğinden çöküş anlayışlarından biraz farklıdır. Bildiğimiz, klasik çöküş teorisine göre kapitalizm, çöküşü anında bütün toplumu etkisi altına almış durumdadır; yaşamın bütün alanları değerlendirme mantığına tabi kılınmıştır. Bunu R. Luksemburg'da ve onu karikatürleştirenlerde çok açık bir biçimde görürüz. R. Luksemburg'a göre sermaye birikimi, kapitalist olmayan çevreden kapitalist sektöre sürekli bir değer transferi gerçekleştiği müddetçe mümkündür. Yani köylülerin, zanaatçıların başkaca küçük (burjuva) üreticilerin ürettikleri değer, çeşitli mekanizmalar vasıtasıyla sermaye tarafından gasp edilir. Aksi taktirde sermayenin genişletilmiş yeniden üretim damarları tıkanmış olur.

Rosa Luksemburg'un anlayışına göre kapitalist üretim biçimi bindiği dalı kesmektedir; değer transferi, birikimi olanaklı kılmaktadır; bu da kapitalist üretim biçiminin genişlemesine neden olur, ama aynı zamanda kapitalist olmayan veya prekapitalist alanları tahrip eder. Ve kendiliğinden çöküş, kapitalist üretim biçiminin genişlemesinin ve hâkimiyetinin doruk noktasında olduğu anda gerçekleşir. Tabii, çöküşün gecikmesi durumunda Nelte, çöküş tarihini tespitte bir hata yapıp yapmadığını düşünmeye başlar ve başkasını konuşturarak bu sistem “Daha nereye kadar” sürer diye sorar.

“Değer” eleştirmenlerinin çöküş teorisine göre meta üretiminin tarihsel gelişmesinin durma noktasına gelmiş olması, hatta geriye gidiş eğilimleri de göstermesi gerekir. Bu nokta; meta üretiminin, kapitalizmin genişlemesinin durduğu ve geriye gidiş eğiliminin görüldüğü nokta, kapitalizmin sonlandığı noktadır. Yani, sermaye ilişkileri koşullarında canlı “emeğin” -iş gücünün- tabi kılınmasının sistematik genişletilmesi artık mümkün değildir; işte bu an -bu bir süreçtir- kapitalizmin ölüm çanlarının çalmaya başladığı andır. Bu aşamasında kapitalizm -kapitalizmin daha çok ve yeni iş gücü emecek durumda olmama aşaması- doruk noktasını artık aşmış olur.

“Değer” eleştirmenlerine göre kapitalizm, gelişmesinin doruk noktasına geldiğinde gözle görülür bir biçimde çökmez; ama emeğin (işin/çalışmanın) meta üretiminden dışlanması/püskürtülmesi durdurulması artık mümkün olmayan bir eğilim olarak geçerlilik kazanır; böylece sermaye birikiminin temelleri tahrip edilmiş olur. Yani hem coğrafi olarak; alan bazında (horizontal) ve hem de toplum derinliklerinde (vartikal) sürekli daha çok, daha fazla alan sermayenin değerlendirilme mantığından kopmuş olur. Demek oluyor ki, “değer” eleştirmenlerinde çöküş, meta üretiminin uzun süren acı dolu bir süreci olarak tasavvur edilmelidir. Bu süreçte “emek” sönüp gider veya yok olur. “Değer” eleştirmenlerine göre bu süreç insan bilincinden; politik faaliyetlerinden bağımsız olarak gerçekleşir. Aynı anlayışı doğrudan kendiliğinden çöküşü savunanlarda da görmekteyiz. Onlar da acı dolu bir süreçten; bir barbarlık döneminden bahsedeler, ama görüş aynılığında önemli olan bundan ziyade kendiliğinden çöküşün insan bilincinden; politik faaliyetlerinden bağımsız olarak gerçekleşiyor olmasıdır.

Sermaye ilişkisinde krizsellik nesneldir. Marks bu krizselliği; bu nesnel durumu kriz ve açılıp-serpilme arasında bir karşılıklı etki olarak görür. Yani üretimin açılıp—serpilmesi krizin unsurlarını hazırlar ve kriz de yeni bir açılıp-serpilmenin (canlanmanın) unsurlarını hazırlar. Yani sermaye birikimi, sermaye kıyımına neden olur ve sermaye kıyımı da sermaye birikimi için yeniden zemin hazırlar. Sermayenin; kapitalizmin her fazla üretim krizinden bir sonraki kriz doğru güçlenmesi esprisi budur. Ama küçük burjuva dar kafalı, Nelte, bunu anlamaz. “Değer” eleştirmenleri, örneğin Kurz, hiç anlamaz.

Hem “değer” eleştirmenleri ve hem de karikatürleştirilmiş R. Luksemburg'a göre kapitalizmi kendiliğinden çökertenler, kar oranının eğilimli düşüş yasasının geçersiz olduğunu savunuyorlar:
Bunun nedeni çok basit: Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunan, bir biçimde ima eden veya gelişmenin o yönde olduğunu söyleyen, kaçınılmaz olarak sermaye açısında artı değer üretiminin; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşullarının kalmadığını; kar oranının sıfıra doğru eğilimli olarak düştüğünü ve yeniden yükselme koşullarının tükendiğini, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği savunusunun, imasının veya söyleminin önkoşulu yapmış olur. Bir taraftan sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşularının varlığını savunmak ve aynı zamanda kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunmak olamaz; ya biri ya da diğeri. Gerçekten de artı değer üretme koşullarının kalmadığı yerde kar oranı sıfır noktasına varmış demektir. Teorik olarak kendiliğinden çöküş budur. Ne derlerse desinler, Marks'tan, Kapital'den ne kadar çok alıntı yaparlarsa yapsınlar, sınıf mücadelesinden, sınıfı örgütlemekten, devrimden, sosyalizmden ne kadar çok bahsederlerse bahsetsinler, sermayenin yeniden üretim koşullarının kalmadığının savunulması bütün bunları geçersiz kılar, sadece söyleme indirger. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşullarının kalmaması, kendi iç çelişkilerinin bir sonucu olacağı için; yani kapitalist ekonominin nesnel yasalarının gelişmesinin doğrudan bir sonucu olacağı için bu çöküşle sınıf mücadelesinin bir ilişkisi yoktur. Yani kendiliğinden çöküş, sınıf mücadelesinin keskinleşmediği, işçi sınıfının siyasal örgütlü olmadığı veya güçsüz örgütlü olduğu dönemlerde de olabilir. Yani bugün olduğu gibi. Demek oluyor ki, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi, öznenin, sınıfın bilinçli eylemini hesaba katmıyor, onsuz bir çöküşün maddi koşullarının var olduğunu savunuyor.

Kendiliğinden çöküş için veya nihai kriz için herhangi bir kanıt var mı? Yok, ama çöküş zamanı belirlemekle, “emeğin sonu” geldi demekle kıyamet tellallığı yapılabiliyor. Örneğin  “harika” Nelte, bundan birkaç ay öncesine kadar kapitalizm 10-15 sene içinde çökecek diyordu, ama anlaşılan o ki, çökmeyebilir diye de düşünüyordu ve bundan dolayı başkalarının “daha nereye kadar” sorularını da dikkate alıyordu.

Nihai kriz veya çöküş için kapitalizmin etkili-etkisiz fazla üretim krizlerini, aşırı birikmiş sermayenin spekülatif alana kaymasını örnek/kanıt olarak öne sürmek ve bunlar üzerine teori oluşturmak -en hafif deyimle ifade edersek- hayal dünyasında gezinmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Peki, kıyamet gününün yaklaştığını; o süreci karakterize eden ne var ortada? Kapitalizmin işlerliğini aşmayan, ama daha da keskinleşen, derinleşen krizlerinden, çelişkilerinden başka bir şey yok ortada. Dünyanın hangi bölgesi veya hangi ülkeler nihai krizden dolayı dünya ekonomisinden kopmuş ve kendini barbarlık içinde bulmuştur? Tek bir örnek var mı? Yok. Ama kar beklentisi olmadığından dolayı sermayenin uğramadığı yerler, bölgeler var. Şayet bu, nihai krizin, kendiliğinden çöküşün bir göstergesiyse bu, bu teoriyi savunanların sadece ve sadece ne denli ciddiyetsiz olduklarını gösterir.

Belki de fiktif sermayeye bakarak kıyamet gününün gelmiş olduğuna karar vermiş olabilirler. Ama bu çok yavan bir argüman olur. Yavan olur, hiç inandırıcı olmaz, çünkü dünya çapında yaşanan mali kriz hiç de kapitalizmin sonunu getirmedi. Tam tersi bir gelişmenin yolunu açıyor: Gerçekleşen ve trilyon dolarlarla ifade edilen sermaye kıyımı, kıyamet gününe işaret olmaktan ziyade kapitalizmin yeniden; bir dahaki krizine kadar istikrarlaşmasına işaret olmaktadır. Her kriz döneminde böyle olmuştur ve şimdi de başka türlü olmasının bir nedeni yoktur. Şişirilmiş spekülatif sermayeyi, sermaye hareketini -sermayenin genel hareketini- yönlendiren sermaye olarak gören anlayışlar iflas etmiştir. Çünkü mevcut kriz çoktan beri mali kriz olmaktan çıkmıştır ve maddi değerlerin üretiminde etkileyici olmasına rağmen bu sermayenin hiçbir yönlendirici; sermaye hareketini belirleyici bir özelliği yoktur.

Sermaye, maddi değerlerin üretim alanında yeterli kar elde edemediği için spekülatif alana akmıştır gerçeğinden hareketle bu sermayeyi, kapitalizmin sonuna gelindiğinin; kıyamet gününün bir işareti olarak görenler, aslında mevcut gelişmenin kendi teorilerinin sonunu getirdiğinin farkında değiller.

“Değer” eleştirmenleri ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanların artı değer, meta üretimi, “emek” anlayışları konusunda önemli bir destekçileri var: T. Negri. Bu yazıda onu ayrıca ele almayacağım. Ama bu “İmparatorluk” kurucusuna, toplumsal sınıf “üreticisi”ne göre 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde değer yasası “iflas etmiştir”, “işlevsel değildir”, veya “değer yasası ölmüştür”. Bu vatandaşın “İmparatorluk” kitabında ve başka yazılarında “emek” sorununa yaklaşımı diğerlerinden hiç de farklı olmadığını gösterir. Her halükarda sorun dolaylı ve dolaysız bir biçimde kapitalizmin kendiliğinden çöktüğü veya çökeceği ile ilgilidir.


III-SINIF MÜCADELESİ VE KAPİTALİZMİ KENDİLİĞİNDEN ÇÖKERTENLER

“ASLAN YÜREKLİ RİCHARD”LAR İŞ BAŞINDA!
Kıyamet günü tellallarının dizaynladıkları toplumlardan bazı kesitler:
Çöküş teorisi kaçınılmaz olarak sermayenin nesnel gelişme hareketinden ve sermayeye karşı direnişin koşullarından ve perspektiflerinden kopmaya götürür; kapitalizmin gelişmesi ile ona karşı mücadele arasındaki karşılıklı etkilenmenin araştırılması yerine her iki alan birbirinden kopartılır; kapitalizm çökeceği için; hem de kendiliğinden çökeceği için ona karşı mücadelenin; mücadele etmesi gereken öznenin sınıfsal karakteri ve örgütlenmesi hiç önemli değildir. Bu teoriye inananların -bunlara Rosa Luksemburg'u karikatürleştirenler de dahil- kapitalizme karşı mücadele, örgütlenme vb. konularında sergilemiş oldukları anakronik anlayış; dizaynladıkları toplum biçimi her şeyi açıklıyor. Bu unsurlar açısından sorun oldukça basit: kapitalizmin kendiliğinden çökeceği bir doğa yasasının gerçekleşmesi gibidir; kaçınılmaz olarak çökecektir. Tam da bu nedenden dolayı bütün sorun onun yıkılması için mücadele değil, sadece ve sadece bu gerçeğin; çöküşün pratik sonuçlarını açıklamaktır; insanlığı bu konuda aydınlatmaktır. Ama ne dehşetli bir aydınlatma! İşçi sınıfının gözünü (pardon bilincini) siyasi, teorik ve ideolojik olarak kör eden bir “aydınlatma”! Bir taraftan artı değer üretmenin imkânsızlığından, kanalların tıkandığından; yani kapitalizmin kendiliğinden çökeceğinden ve sonra da işçi sınıfından, devrimden, sosyalizmden bahsedenler işte böylesi kör eden; sınıfı örgütsüzleştiren, bireyselleştiren, kendiliğindencileştiren bir “aydınlatma” ekolünün unsurlarıdır.

Bu unsurlar, bir kısmı daha şimdiden başlamalıyız diyerek nasıl bir toplum kurmak istediklerini veya çöküşten sonra barbarlığın nasıl olacağını nispeten ayrıntılı olarak anlatırlar. Nasıl bir düzenle karşı karşıya kalacağımızı veya nasıl bir düzen istenildiğini bir kaç örnekle göstermekte yarar var:
„Değer“ eleştirmeni R. Kurz, -ve sayısız başkaları da- kendiliğindenci sosyal formlar geliştirilmelidir der; „kendiliğindenci, meta biçiminde olmayan faaliyetler boşlukta gerçekleşmez. Bunun için kaynaklara ihtiyaç vardır: Toprak, binalar, bürolar, imalathaneler, bahçeler, üretim ve iletişim araçları vs. Bunlar devletten kopartılıp alınmalıdır. Böylesi talepler -meta üreten sistem, kaynakları ne denli daha az anlamlı kullanırsa ve verimlilik fetişine yeterli olmadığı için dünya çapında ne kadar çok işe yarar şeyler ve çok önemli araçlar kullanılmaz durumdaysa- o kadar makul olurlar. Para mantığından ayrılmaya geçiş için maddesel olanakların yanı sıra, paradoks da olsa devletten para bile talep edilebilir; otonom faaliyetlere start vermek için yatırımlar...'70'li yıllarda otonom komünikasyon merkezleri için Batı Alman hareketi ve '80'li yıllarda ev işgalleri hareketi böyle bir çatışmanın öncelleriydi. Burada temel sorun giderek toprak olacaktır. Amaç, toprağı her türlü satın alınır ve satılır olmaktan dışlamak olmalıdır; yani bütün yaşamın temeli olarak paradan kopartılmalıdır“ (Robert Kurz; “Pazar Ekonomisinden Sonra Yaşam Var mıdır? Meta Üreten Sistemin Dönüşümü Üzerine Düşünceler”, 2. bölüm,18./19. 6. 1994).

Orta çağ karanlığı kapitalizm sonrası toplumun umudu oluyor:
Bu unsurlar, tarihi „delik deşik ederek“ kafalarında canlandırdıkları, daha doğrusu kıyamet gününden sonrası için düşündükleri toplumu arıyorlar; yeniden aktifleştirecekleri bir örnek arıyorlar. Bu beylere göre kapitalizm, toplumu atomize etmiştir; birbirine düşman bireylere ayırmıştır, şimdi sorun bunları yeniden tamamen yeni bir ortak yaşamda birleştirmektir. Anlayışlarına göre insanlar, o büyük çöküş döneminde bir öz yönetim sistemi; bir yaşam ve faaliyet tarzı inşa edecek durumda olacaklardır; bu yaşam tarzı artık değer üretimine dayanmayacaktır, devlete, herhangi bir hâkimiyet biçimine gerek duymayacaktır; yani her bakımdan şimdiki sisteme göre gerçek bir nimet olacaktır. Yani anarşizm.

Evet, „değer“ eleştirmeni, aynı zamanda “ulvi” anarşist Kurz, aradığı toplumu buluyor. Bu toplum, kapitalizmde sınıf mücadelesinin sonucunda, kapitalizmin yıkıntıları üzerine kurulacak olan bir toplum değil; bu toplum sosyal hareketlerin mücadelesinin de bir sonucu değil; bu toplum orta çağda insanların erken kapitalist dayatmalara karşı mücadelesi sonucunda doğmak üzereydi. Kafalarında canlandırdıkları toplum kıstasları o zaman varmış; Yani erken kapitalist dayatmalara karşı mücadele eden insanlar, cennetin dış avlusuna varmışken; yani cennete girmek üzereyken kapitalist dünya ruhu tarafından kovulmuşlar veya geri püskürtülmüşler. Şimdi o cennete giriş kapısındaki „toplumsal hal ve gidişi“in hayali ile yaşıyorlar.

Peki, onları umutlandıran nedir?
İnsanlar orta çağda sosyal olarak reşitlermiş. „Kendi ihtiyaçlarına ve yeteneklerine göre ev inşa edebiliyorlar“mış. „İşbirliği yapma yeteneğine sahipler“miş; „kendi üretim koşulları üzerinde bizzat tasarruf hakkına sahipler“miş. Ancak kapitalizm; kapitalist ücretli iş, insanları aynen „küçük çocuklar gibi çaresiz yapmış“.

„Üreticilerin otonom emansipasyonel hareketiyle geliştirilebilecek bir teknik..“ varmış;„su değirmeni veya madencilikte vinç“ gibi. „Yani üretici güçleri bu anlamda kontrollü ve ortaklaşa geliştirmek ilkesel olarak mümkün“müş.

O zaman „sosyal denge”ye dayanan ve (ancak sınırlı olan) toplumun bütün üyelerinin gelirine göre yönlenen“ yapılar/kurumlaşmalar varmış. Yani loncalar varmış; bunların anlayışı „vatandaşlık ve kardeşlik sevgisinden dolayı en yakınına” yardım etmekmiş.

O zaman kapitalizmi atlayarak yetmezlikleri aşabilen özgürlükçü anlayışlar varmış.
Kısaca: Otonom emansipasyonel hareketin omuzladığı Luddistler, makinelere saldıranlar tarafından o zaman her an „özgürce belirlenen bir üretici güç gelişmesi ilkesel olarak mümkün“müş. Hani, Marks'ın, sınıf bilincinden yoksun oldukları için kapitalizme karşı mücadele yerine, kabahati makinelerde bulup da onları tahrip etmek için saldıranlar var ya işte burada söz konusu olan, onlardır.

Kurz'un dünyası-kendiliğinden çöküşün sonucu:
Bu efendiye göre düzenlenmiş kapitalist 'adalar'ın yanı sıra toplumların barbar çözülmesinin giderek daha da büyük 'denizleri' oluşmaktadır; bunlara karşı sistem kendini sürekli daha da korkunç olan koruma duvarlarıyla ve zor araçlarıyla savunmak zorundadır:

„Her tarafta mafya, devletsel hükümranlığın göstergelerini (karakteristik vasıflarını, çn.) gasp etmeye başlar. Örneğin Saddam Hüseyin rejimi gibi yabanileşmiş eski zamanın gelişme diktatörleri günü gününe uymaz olurlar. Dinsel fundamentalizm terörle dünyayı istila eder. Giderek daha çok ülkede 'ulusalcı olarak tanımlanan', gerçekte ise 'etnik' ve çoğu kez ayrılıkçı olan perspektifsiz militan hareketler olacaktır. 18. yüzyıldan üçüncü dünyanın 'kurtuluş milliyetçiliğine' kadar eski burjuva ulusalcı hareketlerin aksine burada söz konusu olan, entegrasyon değildir, tersine ulusların veya ulusal ekonomilerin anti-entegrasyonudur. Bir 'azınlık ekonomisinin' küreselleşmesi her ülkede ve her şehirde doğrudan 'dünya iç savaşına' neden olacaktır“ (Robert Kurz; “Terörün Paranoyası”, “11 Eylül Üzerine Açıklama”).

Tabii bu arada emperyalizm de batacaktır, yok olacaktır; batının merkezlerinde uluslararasılaşmış kapitalizm çökecektir ve dünyanın her tarafında olduğu gibi oralarda da yoksullaşmış bölgeler oluşacaktır.

Emperyalistler „artık kullanamayacakları insanlarıyla yoksulluğun devasa bölgelerini ne yapsınlar? Her ulusal 'nüfuz alanı' sadece, üretken olmayan bir tüketicidir“ (Agy.)

Verimlilik alanlarının oldukça hareketli gövdesi artık ulus-devlet yapıları tarafından kontrol edilemezler. Küreselleşmiş sermaye, küresel kaybedenlere karşı zenginliğin ve verimliliğin „adaları“nı korumak için sürekli daha çok „dünya polisi“ne ihtiyaç duyacaktır; yani sürekli daha çok güvenlik harcaması yapacaktır.

„Kapitalizm tarafından dışlananlara ve 'dünya polisi' tarafından köşeye sıkıştırılanlara verilen nihai cevap: „Arjantin’de olduğu gibi bugün parasal çöküş, meta ekonomisinin dışında toplumsal kendi kendine örgütlenmenin şansı olarak kavranmalıdır“. Veya „Terörün beslenme zeminini çekip almak için sadece bir yol vardır: Ekonominin küresel totalitarizmini emansipasyonel eleştirmek“ (Agy.).

Ve Nelte kapitalizmi çökertiyor-Nelte'nin dünyası:
Biraz da, doğrudan “değer” eleştirmenleri gibi değil de, hesap üzerinden kapitalizmi çökertenlerin veya kapitalizmin kendiliğinden çökeceği hesabını yaparak çöküşten sonraki durum üzerine kafa yoranların düşüncelerine bakalım. Burada ibret olsun diye sadece bir örnek vermek istiyorum. R. Luksemburg nasıl karikatürize edilir diyorsanız bu örnek bunu yeteri kadar açıklamaktadır.

Kendiliğinden çöküş üzerine yapılan hesap çoktur. Bu hesaplardan birisini de H. Grossmann yapmıştır. 1920'li yıllarda yaptığı hesaba göre kapitalizm 35. çevriminde çökmesi gerekiyordu. Ama nedense çökmedi.
Şimdi yapılan bir hesaba göre “kıyamet günü” gelmiştir. Kapitalizmin kendiliğinden çöküşü “İktisadi Çöküş: 'Geriye Dönüşümü Olmayan Nokta' Şimdi Aşılıyor. Fazla Üretim Yasası” başlıklı bir yazıda 4 Mart 2009 tarihinde açıklanmıştır.

Farkında mısınız bilmiyorum ama insanlık kapitalizmden kurtuluyor! (Aslında 4 Mart 2009'dan bu yana kurtulmuş durumdadır!) Bu işin nasıl olduğu üzerine tartışma başka bir yazının konusu olabilir. Önemli olan çöküşün kendisidir. Bu çöküş de gerçekleşiyor olduğuna göre kendimizi geleceğe hazırlamamız gerekir.

Doğrudan çöküş sonrası fanteziler:
Ama önce bu çöküşü hazırlayan ve gerçekleştiren teoriye bir bakalım. Teori diyorum, çünkü bu çöküşle insanların, sınıf mücadelesinin bir ilişkisi yok; çökerten teoridir veya çöküş teoride gerçekleşiyor!

Norbert Nelte'yi tanıyıp tanımadığınızı bilmiyorum. Bu vatandaş görüşlerinde oldukça tutarlı birisidir. Öyle sınıf mücadelesiymiş, işçi sınıfını örgütlemekmiş, partiymiş, sınıf bilinciymiş vb. lüzumsuzluklarla ilişkisi yoktur. İşçi sınıfının değil, insanların, “kıyamet günü” gelip çattığında; yani çöküş anı geldiğinde -açıklamasına göre 4 Mart 2009'dan beri çöküş içinde olduğumuz için o an gelmiş demektir- „Şura anlayışı yavaş yavaş sınıf içinde olgunlaşır“ ve „Marks ve Luksemburg'un, mücadele içinde bilinç neredeyse aniden (hemen) doğacağı ve sonra sınıf hareketini ve partiyi inşa edeceği teorisini muhtemelen duymamış“sanız (Nelte) şimdi öğrenmiş oluyorsunuz. Başlamış çöküş içindeyiz, sınıf içinde konsey anlayışı yavaş yavaş olgunlaşıyor, sınıf aniden, bir gece içinde -mücadele içinde tabii- bilinçleniyor ve hemen hareketi ve partiyi inşaya koyuluyor. Ama muhtemelen tam, istendiği gibi müdahale etme olanağı olmamasından dolayı -bunda tecrübesizlik belli bir rol oynayabilir!- istenmeyen veya gerçekleşmesi kaçınılmaz olan gelişmeler oluyor. Diyelim ki, teorinin veya Nelte'nin öngöremediği istisnai durular oluyor. Ama bilindiği gibi istisna kuralı bozmaz. Nelte'nin “kıyamet günü” teorisini kronolojik olarak -son bir sene- takip edelim:

„Rosa Luksemburg „Sermaye Birikimi“ kitabında Marks'ın değer yasası temelinde kapitalizmin pazarın sınırlarına oldukça şiddetle toslayacağını mantıki olarak kanıtlamıştır. Buna karşın Marks, genişletilmiş yeniden üretim sorununda oranlı (ahenk içinde, çn.) bir pazardan hareket eder ve kapitalizmin sonunu kar oranının eğilimli düşüşüyle sadece yavaş yavaş sönme olarak görür“.

„Dünya çapında yatırım malları sektörü ücretlerden daha hızlı düşerse üretim araçları sektöründe (I) tüketim sektörüne (II) aktarılamayan bir fazlalık doğar. 'Geriye dönüşümü olmayan noktanın' aşılmasıyla dünya pazarının oldukça hızlı bir daralmasına gelinir“.

'Geriye dönüşümü olmayan nokta'dan sonra kapitalizmde iktisadi faaliyet aniden durur ve dünya işçi sınıfı daha önce planlı dayanışmacı üretimi ele almaz ve başarısız kalmış kapitalistleri kovalamazsa (toplum) yerel yönetimler tarafından basılan geçici geçerli paraya veya gıda maddeleri vesikasına ve nihayetinde kanunsuzluğa boyun eğer“. (Norbert Nelte; “Kapitalizmin Can Çekişmesi. Can Çekişmenin Bir Protokolü”,17.03.2008).

„Pazarın sonlanmasından mübadele iktisadı üzerinden taban-planlı ekonomisine... Tabii bu, kapitalizm için nihai son anlamına gelmez. Pazarların tıkanmasından dolayı kapitalizm, inişli-çıkışlı olarak sıfır noktasına doğru -belki 10 veya 20 sene içinde şehirlerin geçici geçerli parasıyla veya gıda maddeleri vesikasıyla mübadele iktisadına geçmek için- ilerleyecektir. Durum II. Dünya Savaşı sonrasıyla karşılaştırılabilir; üretmek için işçiler işletmeleri bizzat inşa etmişlerdi. İşçiler, nesnel çıkarlarından dolayı aşağıdan dayanışmacı bir taban-planlı ekonomisi inşa edecekler; bu ekonomi kara göre değil, ihtiyaçlarına ve mantığa göre yönlendirilecektir“ (Norbert Nelte; “Sadece Normal Bir Fazla Üretim Krizi mi yoksa Pazarın Sonu mu?”, 29.10.2008).

„Kapitalist dünya ekonomisi treni yavaş yavaş çıkmaz sokak istasyonuna giriyor“:
„Troçkistlerin çoğu Mandel'in uzun dalgalar teorisini tercih eder; onların hepsi, pazarın sınırları teorisiyle R. Luksemburg'un genişletilmiş yeniden üretim hesaplamasında mantıksal ve hesapsal hata yaptığı için zaten haklı olmadığında birleşirler“.

„Kar oranının sıfır eksenine yaklaşmasıyla büyüme eğrisi de sıfır noktasına yaklaşır. Pazarlar sürekli daraldıkça iç pazarın süreklilik arz eden talep yetersizliği artık ek ihracatla telafi edilemez. İç pazarın süreklilik arz eden talep yetersizliği, işçiler tarafından yaratılan değerden ücret çıkartıldıktan... sonra kapitalist tarafından el konulan değerden kaynaklanır“.

„Yeni pazarlar olmazsa kriz de aşılamaz... Sadece yeni pazarlar yeni genişletilmiş yatırımları da gerekli kılar, ama önemli yeni pazarlar da yok artık...'Geriye dönüşümü olmayan noktaya' varıldığında kapitalist ekonomi, çok hızlı bir şekilde duvara toslayacaktır ve böylece R. Luksemburg, can çekişmeyle ve ani sonla doğruyu savunmuştu“.

„Belki 10-15 sene içinde...'geriye dönüşümü olmayan nokta'ya varılacaktır. Çok hızlı bir şekilde 1-2 sene sonra ulusal ekonomiler tamamen çökecekler ve belli bir süre için yerel sermaye seçkinleri yerel alanda şehirlerin geçici geçerli parasıyla, gıda maddeleri vesikasıyla ve konutlara el koymayla ekonomiyi devam ettirmeye çalışacaklardır. Ama şimdi küçük burjuva romantikler, 'küçük, kontrol edilebilir örgüt birliklerine geri dönüşe' sevinmeden önce, savaş lortlarının, korsanların, talancı sürülerinin vandalizminin giderek hâkim olacağı ve sadece güçlülerin hakkını tanıyan hukuksuz bir toplumda bir mübadele iktisadının oluşabileceği söylenmelidir. Daha şimdiden Somali'de sermaye dünyasının her tarafta nasıl olacağının örneğini görüyoruz. Savaş lortları eski ulusal devlete karşı mücadele ediyorlar, vandalist korsanlar savaş lortlarına karşı mücadele ediyorlar, şiar; herkes herkese karşı. 19.06.2006'da ilk defa kapitalizmin sonu üzerine yazdığımızda 20-30 seneden bahsediyorduk. Ama güncel haberler bize şimdi, 10,15 senelik görülebilir bir zaman dilimi tahmini yaptırıyor“ (Norbert Nelte; “Son Durak Özlem!”, 26.11.2008).

Ve nihayet „2009'dan itibaren zaman gelmiş oluyor; iktidar sahiplerinin paraları yavaş yavaş azalıyor, birbirlerine düşüyorlar, eskisi gibi yaşayamıyorlar. Şimdi giderek daha çok insan otantik Marksizme ilgi duymaya başlıyor; esas olan örgütün kapılarını artık açmaktır“. Yazıya bir de Lenin alıntısı („devrimci durum olmadan devrim olanaksızdır...“) ekleyince eksik bir şey kalmamış oluyor: Kapitalizm kendiliğinden çöküyor, hâkim sınıflar eskisi gibi yönetemiyorlar, insanlar otantik Marksizme ilgi duymaya başlıyorlar, tam da bu arada örgütün kapıları açılıyor!

„Marksistler, acımasız gerçeklikten dolayı kabul etmeliler ki, R. Luksemburg'un pazarın sınırları teorisi de Marksist politik ekonominin önemli bir bileşenidir. Daha şimdiden brüt yurt içi üretim eğrisi aniden battı. Ulusal ekonomi belki bir, iki defa kendini kurtarabilir, ama birkaç sene içinde dünya pazarının üretim araçlarına talebi daha az olacaktır. Sonra artık tutunacak durum kalmaz ve bu 'geriye dönüşümü olmayan nokta'dan sonra ekmek vesikasıyla ve yerel geçici geçerli parayla doğrudan mübadele ekonomisine geçilecektir“.

Ama her şeye rağmen sormadan da edemiyor Belki de ne olur ne olmaz diye düşünmüş olabilir: Başkasını konuşturarak „Daha nereye kadar“ diye soruyor. Yani bu sistem daha ne kadar devam edebilir diye soruyor (Norbert Nelte; „Kapitalizmin Nöbet Titremesi, Sonu Neden Aniden Gelecektir?”, 02.02.2009).

Ve Nelte 4 Mart 2009'da müjdeyi veriyor:
„Kapitalizmde ekonomik yükselişe dönüş artık mümkün değildir“!
„Ama ekonomik kriz pazarların daralmasından dolayı sermayenin organik veya teknik bileşimi metalarda değişmeyen sermayenin aleyhine olursa, yani üretim araçları sektöründe dünya çapında bir fazlalık ortaya çıkarsa artık bu tüketim sektörüne aktarılamaz... İktidar sahiplerinde panik başlar...2002'de olduğu gibi, sermaye yatırımları Almanya'da yüzde 5 ve Amerika'da da yüzde 10 düştüğünde, üretim araçları sektöründe düşme sadece birkaç ülkede olduğu için GSH'da belli bir artış oldu. O zaman Çin, Rusya Avrupa ve Latin Amerika yatırım talepleriyle bu ülkeleri bir kez daha kurtardılar. Biz o zaman (2006) kapitalizmin çöküşünün ancak 30 sene içinde olacağını öngörmüştük. Ama yatırımların ve düşen makine yapımı gelişmesi daha şimdiden dünya çapında tespit ediliyorsa kapitalizm, ortalığın günlük güneşlik olmasına rağmen, daha şimdiden önümüzdeki 5 sene içinde mübadele ekonomisine düşecektir“ (geçecektir) (Norbert Nelte; “İktisadi Çöküş: 'Geriye Dönüşümü Olmayan Nokta' Şimdi Aşıldı. Norbet Nelte-Fazla Üretim Yasası”, 04.03.2009).

Kapitalizmle hesaplaşan başka çevreler de var. Onlar da bir fantezi dünyasında yaşıyorlar. Bunların arasında „değer“ eleştirmenlerinin ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanların anlayışında olanların sayıları hiç de az değildir. Bu örgütler nerededir diye sorarsanız Dünya Sosyal Forumunu, Avrupa Sosyal Forumunu adres olarak gösterebilirim. Toplu olarak oradalar, dünyanın hemen her tarafında onlara rastlanır. Bir kısmı, yıkacaklarını veya yıkılıyor olduğunu sandıkları devletten para kopartarak kendi ekonomilerini kurarken, bir kısmı 200-300 sene öncesinin toplumunu idealize eder.
Birkaç örnek:

Yerellik, yerel ekonomi savunucuları:
Yerel ekonomi savunucularına göre küresel ekonomik zulmün karşısına yerel ekonomileri; bütün insanların katılacağı paralel ekonomileri koymak doğrudur. Her şeyden önce hakim sisteme karşı mesafe teşvik edilmelidir. Yerel ekonomi savunucuları insanların çoğunluğuna hitap ediyorlar ve hemen, derhal “diğer ekonomi”yi kurmaya başlayın diyorlar. Bu anlayışa göre insanlar nerede iseler orada günlük yaşamda “diğer ekonomi”nin inşasına derhal başlamalılar.

ABD, Kanada ve Avrupa’nın özellikle emperyalist ülkelerde “aşağıdan ekonomi” kavramıyla ifade edilen bir dizi proje uygulanır; kapitalizme sırt çevirenler, bu düzenin ekonomik, ökolojik, sosyal sonuçlarına tahammül edemeyenler ve Robin Hood anlayışını ve Robinson yaşamını tercih edenler, kendi “yerel ekonomi”lerini kurarlar. Kendi başına üreten, ürettiği ile yetinen her bir ekonomi, işbirliği içinde başka ekonomilerle birleşerek “yerel ekonomi” oluşturulur. Plan böyle. Bu ekonomide rekabet dışlanarak bizzat üretim, bizzat örgütleme ve yardımlaşma esastır.
İdeolojik bütünselliğin olmadığı bu hareket, bütün dünyada sayısız inisiyatif grupları tarafından kabul görmektedir.

Öze dönüşçüler, varoluşçular:
Bu anlayışın merkezinde kendine dönüşçülük veya varoluşçuluk, bağımsızlık, otonomi anlamında kendi başınalık, yayılmacılığın ve sermayenin büyüme mantığının reddi, tarih ve kültürel kimliğin muhafazası, doğrudan ev hâkimiyetinden arınmış ilişkilerde yaşam hazzı, insanlar arasında ve insanla doğa arasında, çeşitli kültürler ve halklar arasında hâkimiyetten arındırılmış kooperasyon durmaktadır.

Kendine dönüşe, varoluşçuluğa yönelme, ekonominin merkezine konursa ücretin belirleyiciliği son bulurmuş, onun yerini yaşamın garantisi ve sosyal bağlılığın muhafazası alırmış! Diğer bir ifadeyle; para sosyal anlamda rolünü kaybedermiş. Ücretli iş ve para, yok olmazmış, ama yaşam üretimine, varoluş üretimine tabi olurmuş.

Bunların eleştirileri tamamen gericidir, çünkü yukarıya aktardığımız anlayışlarda da görüldüğü gibi, insanlığa gelecek vaat etmiyorlar. Tam tersine tekel öncesi dönemi, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemini, öyle ki kapitalist gelişmenin ilk aşaması olan küçük üretim dönemini alternatif ekonomi olarak sunuyorlar. Hayal dünyası geniş olan küçük burjuvazi, küçük üretimi hâkim kılacağını sanıyor.
Küçük burjuvazi, küçük (yerel) pazara, küçük üretici mülkiyetine, yerel politikaya, bir bütün olarak cemaatler ekonomisine ve politikasına tapıyor.

Emperyalizmin bu eleştirmenlerinin ekonomi ve toplum anlayışı, insana -ister istemez- Dühring’in hayali komün anlayışını hatırlatıyor. Bu konuda Engels şöyle diyor:
“Bay Dühring, ... mevcut toplumun temel yasasını, kendi fantezi toplumunun temel yasası yapıyor. Hatalarından arındırılmış mevcut toplumu istiyor. Bu arada Proudhon gibi aynı zeminde hareket ediyor. Proudhon gibi o da, meta üretiminin kapitalist üretime doğru gelişmesinden doğan olumsuzlukların, onların karşısına meta üretimi temel yasasını koyarak -tam da bu yasanın etkinliğiyle (söz konusu) bu olumsuzluklar doğmuştur- yok etmek istiyor. Aynen Proudhon gibi, değer yasasının gerçek sonuçlarını fantastik olanla bertaraf etmek istiyor” (F. Engels, Anti- Dühring, s. 358-359).

“Değer” eleştirmenleri ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar; anarşistler ve otonomcular, “yerel ekonomi" savunucuları da, aynen Dühring ve Proudhon’un dünyasını hayal etmiyorlar mı? Bazıları daha şimdiden, kapitalist ekonomi koşullarında “derhal yerel ekonomi” kurmaya koyulurken, bazıları “emeğin sonu”ndan bahsederek ve devletten para da kopartarak küçük üretime geçmeyi önerirken, Nelte örneğinde olduğu gibi bazıları da kapitalizmi kendiliğinden çökertiyor. Bunların hiçbirisi kapitalizmin “kötülük”lerinden kurtulmak için; sömürü, talan ve baskıyı yok etmek için ileriye doğru, bunların nedeni olan çelişkileri ortadan kaldırmaya yönelik adım atmak istemiyor. Tam tersine, kurtuluşu geriye dönüşte, bu “kötülük”lerin çıkış noktası olan küçük üretimde arıyorlar. Yapılan, kelimenin gerçek anlamıyla gevezelik.

Engels ile devam edelim.
“Materyalist tarih anlayışı, üretimin ve üretimin yanında onun ürünlerinin değişiminin, her toplumsal düzenin temeli olduğu; tarihte ortaya çıkan her toplumda, ürünlerin paylaşımların ve onunla birlikte sınıflar ya da zümreler biçimindeki toplumsal bölünmenin, neyin ve nasıl üretildiğine ve üretilenlerin nasıl değiştirildiğine bağlı olduğu önermesinden hareket eder. Buna göre, tüm toplumsal değişiklerin ve tüm siyasal alt üst oluşların son nedenleri, insanların kafasında, ebedi doğru ve adalet konusunda artan kavrayışlarında değil, üretim ve değişim tarzındaki değişiklerde aranmalıdır; ilgili dönemin felsefesinde değil, bilakis ekonomisinde aranmalıdır, mevcut toplumsal kurumların sağduyuya aykırı ve adaletsiz oldukları, sağduyunun saçmalık ve iyiliğin kötülük haline geldiği yönündeki artan kavrayış, üretim yöntemlerinde ve değişim biçimlerinde usuldan usula meydana gelen değişikliklerin, daha önce ekonomik koşullara uyarılmış toplumsal düzenle artık uyuşmadığının bir işaretidir. Bu, aynı zamanda ortaya çıkarılan uyumsuzlukları ortadan kaldırma araçlarının da -az çok gelişmiş halde- bizzat değişmiş üretim ilişkileri içinde mevcut olması gerektiği anlamına gelir. Bu araçlar kafadan uydurulmamalı, tersine kafanın yardımıyla üretiminin mevcut maddi olgularında keşfedilmelidir.” (Anti-Dühring, s. 351).

Marksizmin dünyayı sarsan bu anlayışı; sosyal bilimlerde devrim anlamına gelen bu anlayışı Marks, 1859’da “Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı, Önsöz” de şöyle formüle eder:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim biçimi, genel olarak toplumsal, siyasal, entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimi olan bu ilişkiler onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar” (s. 23).

Emperyalizmin küçük burjuva eleştiricileri bunu yapmıyorlar. Sınıfsal anlayışlarından dolayı da yapamazlar. Marksist yöntem yerine; sosyal dönüşümün nedenlerini arama yerine, üretim biçimindeki değişimlerin kapsamlı araştırması yerine; çelişkileri ortadan kaldırmanın araçlarını arama ve bulma yerine bu küçük burjuva hayalciler, içinde yaşadıkları dünya koşullarına sırtlarına çeviriyorlar, aynı koşullar içinde kendi küçük hayalci dünyalarını kurmaya çalışıyorlar ve insanların toplumsal varlığını bilinçten hareketle açıklamaya çalışıyorlar ve öne sürdükleri saçmalıklarla emperyalist gerçekliğin “kötülük”lerini; hastalıklarını iyileştireceklerini sanıyorlar. İnsanları, mevcut kapitalist ilişkileri, toplumu emperyalist çağdan küçük üretim ilişkilerine ve toplumsal ilişkilere, yani 200-300 sene öncesine götürmek, insanların toplumsal varlığını bilinçle açıklamaktan başka ne olabilir ki? “Değer“ eleştirmenleri, kendiliğinden çöküşü savunanlar ve küreselleşme”nin, emperyalizmin adı geçen diğer küçük burjuva eleştiricileri, bu halleriyle en kötü, en berbat idealist geleneğin savunucuları oluyorlar mı? Bunların bir kısmı tekellere, “küreselleşme”ye alternatif olarak, “yerel ekonomi”leri, aile ekonomilerini, küçük üretimi, küçük kooperasyonu, dayanışmayı, kar amacı olmayan üretimi, kendine yeterli üretimi, paranın öneminin azaldığı ilişkileri öne sürüyorlar. Yani gerçekten bundan 300 sene önce var olan koşulları; bugünkü tekelci koşullara neden olan koşulları savunuyorlar. Bu noktada “değer” eleştirmenleriyle birleşiyorlar. Bu noktada “mübadele ekonomisi”ne dönen kendiliğinden çöküşü savunanlarla birleşiyorlar.

“Değer” eleştirmenleri ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar da emeği sonlandırarak aynı toplum yapısını çökerttikleri, yok ettikleri kapitalizme alternatif olarak sunmuyorlar mı?

Ütopyacılık çoktan tarihe karıştı:
Yaklaşık olarak tanımlayacak olursak, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist üretim biçimi ve buna bağlı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki temel çelişki tam anlamıyla henüz gelişmemişti. O dönemde ütopik sosyalizmi ifade eden teoriler gelişmişti. Bu teorilere tarihsel haklılık veren, kapitalist üretim biçiminin olgunluk aşamasında olmamasıydı.

Engels'in ifadesiyle “kapitalist üretimin olgunlaşmamış düzeyine, olgunlaşmamış sınıf kavramına, olgunlaşmamış teoriler denk düşüyordu. Gelişmemiş ekonomik ilişkiler içinde henüz saklı durumda olan toplumsal görevlerin çözümü kafadan üretilmek zorundaydı. Toplum uyumsuzluklardan başka bir şey sunmuyordu; Bunları ortadan kaldırmak, düşünen sağduyunun göreviydi. Yeni, daha mükemmel bir toplumsal düzen sistemini kurmak ve bunu dışarıdan, propaganda yoluyla mümkün olduğu yerde model deneyler örneğiyle tabana zorla dayatmak gerekiyordu. Bu yeni toplumsal sistemler daha başından itibaren ütopyaya mahkûmdu” (Anti-Dühring, s. 339).

O dönemde ütopik sosyalizmin teorileri; üç büyük ütopyacı olan Henri de  Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen’in teorileri, yine Engels’in deyimiyle “fantastik örtünün her tarafında ortaya çıkan dahiyane düşüncelerin embriyonlarını” içeriyorlardı (Agk., s. 298-299).

Böylesi teorileri bugün savunmak, insanlığa alternatif olarak sunmak Donkişotluktan başka bir anlam taşımaz. Bu baylar; hangi renkten olurlarsa olsunlar bu küçük burjuva baylar, tarihsel ilerlemenin ilericiliğini görmüyorlar, yakınıyorlar, sızlanıyorlar. Onlar, küçük üretimin önemsizleşmiş olmasından; orta çağda hâkim olan üretim ilişkilerinin yok almasından şikayetçiler. Onlar, kapitalizmin bu bağlamda oynadığı tarihsel, ilerici rolü görmüyorlar. Tam tersine bunu bir felaket olarak tanımlıyorlar ve bu felaketten kurtulmak için insanlığı orta çağ ilişkilerine dönmeye çağırıyorlar.

Bu baylar kafalarında ‘yeni’ bir düzen oluşturuyorlar. Bu düzeni gerçekleştirmek için insanları "sağduyu" doğrultusunda hareket etmeye çağırıyorlar ve tabii onların bu düzeninde para, ücret, kar vb. önemsizleşeceği için, kendine yeterli üretim olacağı için, her bir cemaat, üretimi, dağıtımı ve politikayı belirleyeceği için, haksızlık da olmayacak, yani “ebedi adalet” hâkim kılınacak.

Bunların hepsi sonuç itibariyle aynı toplumu dizayn ediyorlar; bir kısmı daha şimdiden devletten de para kopartarak -Kurz da bunlardan biri- kendi yerel ekonomilerini kuruyorlar; kapitalist toplum içinde kapitalizmle bütün bağlarını kesiyorlar. Bir kısmı da değerin değersizleşmesi; artı değer üretiminin artık mümkün olmaması, yani meta üretiminin olanaksızlaşması anlayışı üzerinden kapitalizmi yıkıyor. Burada bizi daha ziyade ilgilendiren R. Luksemburg'un kapitalizmin geleceğiyle ilgili olarak; sermaye birikimi ile ilgili olarak, Marks'ın anlayışından farklı olarak söylediğinin karikatürleştirilmesidir. Bu unsurlar politika ve ekonomi arasındaki bağı kopartıyorlar; kapitalizmin çökeceğinin onun nesnel yasalarına bağladıkları için, onu yıkmak ve yerine sosyalizmi kurmak gibi bir bilinçli politikayı reddediyorlar; aslında lafta reddetmiyorlar ama bütün anlayışları öznenin bilinçli eylemini hesaba katmamak üzerinde yükselmektedir. Çünkü sistemin, kendi iç çelişkilerinden dolayı tıkandığını ve bundan dolayı da çöküyor olduğunu söylemek, bu çöküşün sınıf mücadelesi dışında gerçekleşiyor olduğunu söylemek anlamına gelmektedir.

Bu unsurlar kendiliğinden çöküş teorisi ile kar oranının eğilimli düşüş yasasının günümüz kapitalizmi koşullarında artık geçersiz olduğunu savunmuş oluyorlar. Bunun farkında olup olmamaları veya kabul edip etmemeleri hiç önemli değil. Çünkü kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunmak, kar oranının düşüşüne karşı etkide bulunan faktörler artık geçerli değildir veya etkisizleşmiştir ve bundan dolayı da kar oranı eğilimli düşüş içinde değildir, doğrudan düşüş içindedir ve sıfır noktasına varmıştır; yani kapitalistin kar etme olanağı kalmamıştır; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları tıkanmıştır; yani kapitalizm çökmektedir ve kendiliğinden çökmektedir demekle eş anlamlıdır.

Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisinin demagojiye tahammülü yoktur; bu teori demagojiyi dışlar. Çünkü bu teoriyle ifade edileni farklı yorumlamak imkânsızdır. Teori çok açık bir biçimde kapitalizmin sınıf mücadelesinin ötesinde -sınıf mücadelesi gelişmiş olsun veya olmasın- kendini devam ettirme olanağının kalmadığı savı üzerine kurulmuştur. Bu nedenle hem kendiliğinden çöküşten ve hem de sınıf mücadelesinden, devrimden bahsetmek “abesle iştigal etmek”ten başka bir anlam taşımaz.

Nelte bu anlamda önemlidir. Nelte, “abesle iştigal” etmiyor. Sınıf mücadelesiymiş, devrimmiş, partiymiş onun açısından önemli değil. Her ne kadar ara sıra bu kavramları kullansa da, parti ve örgütlenmeyi, sınıfın mücadelesini kapitalizmin çöküşünden sonraki sürece bırakıyor: Kapitalizm kendiliğinden çöküyor, parti kapılarını kitlelere açıyor, sınıf aniden, neredeyse bir gecede bilinçleniyor; kafasında konsey örgütlenmesi gelişiyor ve mübadele ekonomisini bilinçli yönlendirerek yeni bir sistemi kurmaya koyuluyor! Ne muhteşem, ne dehşetli bir anlayış değil mi?

Nelte'nin, bu tavrı politikada açık olmaya, gerçeği söylemeye bir örnektir; en azından kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunmak bazında. Nelte, savunduğu teorinin sonuçlarını eğip bükmeden açıklıyor; 2006'da 30 sene içinde çökeceğini söyledim ama olmadı, sonra, 2008'de 10-15 sene içinde çökeceğini söyledim bu da tutmadı, ama daha sonra 10 seneden daha az bir zaman içinde çökeceğini söyledim ve şimdi de, 4 Mart 2009'dan itibaren kapitalizmin kendiliğinden çöktüğünü; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim olanaklarının artık kalmadığını ve “mübadele ekonomisi”ne geçiyor olduğumuzu açıkladım diyor.

Nelte, kapitalizmin geleceği konusunda Marks'ın yanıldığını ve karikatürleştirilmiş R. Luksemburg'un teorisinin artık bir gerçeklik olduğunu savunmaktadır...

“Sadece normal bir fazla üretim kriz mi?” diye soran Nelte, bu krizin normal bir fazla üretim krizinden başka bir kriz olmadığını kabul eder mi? Etmez. Ötesinde, kapitalizm bu krizden de çıkma işaretleri göstermeye başladığında Nelte ve onun gibi düşünenler, özeleştiri verirler mi, yanlış düşünmüşüz derler mi veya inatla yanlışı savunduktan sonra doğru kendini kabul ettirince özür dilerler mi? Veya amiyane bir tarzda soracak olursak, sıkılırlar mı, kapitalizm çöktü-çöküyor diye milyarlarca insanı boşuna sevince boğduklarından dolayı acı duyarlar mı, hata ettiklerini, kapitalizmin normal bir fazla üretim krizine farklı anlam yüklediklerini kabul ederler mi? Pek sanmıyorum. Zaten iki ihtimal var: Kapitalizm ya çökmüştür ya da çökecektir! Nelte, 'birinci ihtimalde yanıldım, ama ikinci ihtimalde haklıyım, çünkü “daha ne kadar sürer” diyenleri konuşturarak “daha ne kadar sürer” ihtimalini de doğru bulduğumu açıklamış oluyorum' der. Nelte böyle düşünür.

Politik ekonomide revizyonizm, Marksizm-Leninizm tarafından kanıtlanan kapitalist gelişmenin; kapitalist üretim biçiminin yasallıklarını inkâr eder. Nelte, burjuva politik ekonominin “aslan yürekli Richard”ıdır; hani Lenin, “revizyonizm işçi hareketi içinde burjuva düşüncedir” der ya veya buna benzer bir sözü vardır.  Nelte, burjuva politik ekonominin Marksist politik ekonomiye sızmaya çalışan Richard'ıdır; Marksist teoriyi çarpıtma ve reddetme söz konusu olduğunda “aslan yürekli”dir; bir “küheylan”dır; bir kılıç sallamakla partiyi karambola getirip, kapitalizm kendiliğinden yıkıldıktan sonra sahne alan oyuncuya çevirir; bir kılıç sallamakla Marks'ın “kar oranının eğilimli düşüş yasasını” geçersiz kılar; bir kılıç sallamakla kapitalist üretim biçiminin kellesini uçurur; genişletilmiş yeniden üretimin kanallarının tıkandığını ve dolayısıyla artı değer üretmenin olanağının kalmadığını açıklar; bir kılıç sallamakla kapitalist olmayan çevrenin kalmadığını ilan eder; yani sermaye tamamen uluslararasılaşmış ve kendi sonunu getirmiştir der; bir kılıç sallar ekonomik krizin ve başkaca önemli nesnel faktörlerin sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını gerileten, frenleyen faktörler olduğunu reddeder, hem de şu yaşanan kriz döneminde insanların gözünün içine baka baka söyler; gardını almak için bir kılıç sallar ve sistem işçi sınıfının mücadelesi sonucunda yıkılacak anlayışında olduğunu göstermek için kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini yaptığı makalesinin sonuna Lenin'den konuya ilişkin bir alıntı ekler. Ama bir kılıç sallamakla sınıfın örgütlü mücadelesi yerine, “çokluk”un kör dövüşünü, “sokak kavgası”nı önplana çıkartır; çıkartmak da ne bu kendiliğindenciliğe tapar; bir kılıç sallar ve sosyalizmin yerine “mübadele ekonomisi”ni kor!

Nelte, her şeyi önceden bilen biridir;  kapitalizmin ne zaman çökeceği konusunda üç defa tahminde bulunmuş ve her seferinde de yanılmıştır,  olsun, o kadar önemli değil, sistemin kendiliğinden çökeceğini inatla savunmuştur ve nihayetinde 4 Mart 2009'da kapitalizmin kendiliğinden çöktüğünü ilan etmiştir; yani Nelte irade demektir; olmayanı oldu gösterme iradesi konusunda onun üstüne kimse yoktur. Nelte'ye göre şu anda, en azından 4 Mart 2009'dan itibaren kapitalizmin hiçbir nesnel yasası geçerli değildir. Artık Norbet Nelte tarafından keşfedilen “aşırı üretim yasası” koşullarında yaşıyoruz. Yasanın tam adı şöyle: “Norbert Nelte-aşırı üretim yasası”. Bu yasaya göre  „Kapitalizmde ekonomik yükselişe dönüş artık mümkün değildir“!

Nelte, tanrının tercümanıdır; “haşa peygamber değildir”, ama kapitalizm kendiliğinden çöktükten sonra insanlığın “mübadele ekonomisi”ne geçeceğini; tarihsel gelişmenin 200-300, belki de daha fazla bir zaman geriye gideceğini biliyor. Nasıl bildiğini, neye göre böyle dediğini bilmiyorum, ama savunusu böyle olduğuna göre mutlaka bir bildiği vardır diye düşünüyorum (Tarih belirleme konusunda R. Kurz daha mantıklı, çünkü insanlık onun önerisine uymakla en fazlasıyla 1800-1840 dönemine gitmiş oluyor!).

Nelte toptan çöküş savunucusudur. Nelte’yi kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası, tek tek ülkelerde devrim kesmez; o, aynı zamanda bir toptan devrimcidir; toptan devrim savunucusudur; yani Netle bir iradecidir. Nelte, kendiliğindenciliğe tapan, toplumsal ilerlemeyi sınıf mücadelesine değil de yaşanan –somutta da kapitalizmin- nesnel yasalarına bağlayan nadir “yetenek”lerden birisidir.   Nelte'siz kendiliğindencilik,  kendiliğindenciliksiz Nelte düşünülemez! 

Nelte’nin kim olduğunu mu soruyorsunuz? O sadece ve sadece bir vesiledir. “Değer” eleştirmenlerinin ve kapitalizmi kendiliğinden çökertenlerin derin “Marksist” teorilerini ve kapitalizm sonrası için dizaynladıkları “harikalar diyarı”nı açıklamak için bir vesile. Ama Nelte, sadece kendi adına konuşan birisi değildir. Öyle olsaydı bir ilişkilenme durumu da olmazdı, Nelte bir siyaset “avukatı”dır, Kurz gibi bir sözcüdür; kapitalizmi kendiliğinden çökertenlerin; Rosa Luksemburg’u karikatürleştirenlerin, kapitalizm sonrasını ilkel birikimin şafağındaki toplumsal koşullarda arayıp bulanların; hangi nedenden dolayı olursa olsun bir biçimde kapitalizme sırt çevirenlerin; Dünya Sosyal Forumunun bel kemiğini oluşturanların bir kısmının sözcüsüdür. Nelte bir “filozof”dur, bir iradedir, bir “teorisyen”dir, kapitalizmin yıkılmasından sonraki “örgütçü”dür. Nelte bir ekoldür;   liberal burjuva anlayışları Marksizm olarak savunmaya destek sunma ekolünün; Marksist-Leninist politik ekonomiyi reddetme ekolünün troçkizan saflardaki “ağır top”lardandır! 
Nelte,  bir küçük burjuva demagogdur.

“Norbert Nelte-aşırı üretim yasası” çağında, döneminde veya sürecinde yaşıyoruz! Bunu başka bir kavramla da ifade edebilirsiniz, ama her halükarda artık kapitalizm çöktüğüne göre kapitalizmden başka bir ekonomik ilişkiler içinde yaşıyoruz; yani artık artı değer üretimi yok; işgücünün sömürüsü yok; rekabet yok; emperyalistler arası savaş yok; dünya pazarı diye bir şey kalmadı; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları tıkandı. Sınıf mücadelesine paydos! Kapitalizm kendiliğinden çöktü ya!
“Norbert Nelte-aşırı üretim yasası” başka bir biçimde yorumlanamaz. Aslında bu “yasa”yı yorumlamaya da gerek yok. Çünkü bu “yasa”„Kapitalizmde ekonomik yükselişe dönüş artık mümkün değildir“ diyor. 

Netle, önderi troçki’den sonra karikatürleştirilmiş Rosa Luksemburg’u savunur,. Bazıları da karikatürleştirilmiş Nelte’yi savunur.

Bulmuş bir zavallıyı eleştiriyor diye düşünüyorsanız veya Nelte'yi salt bir kişi olarak görüyorsanız fena halde yanılmış olursunuz; Netle bir fenomendir ve dolayısıyla Nelte'cilik de bir fenomendir, kapitalizmin nitel değişmeyen gerçekliğini kavramayanların, devrimden umudunu kesenlerin; siyasi, teorik, örgütsel tasfiyecilerin; işçi sınıfı ve emekçi yığınları örgütlemeyi beceremeyenlerin, bu sınıfta insanlığın geleceğini temsil etme misyonunu kavramayanların, velhasıl düzene ve geleceğe küsenlerin toplamıdır Nelte'ler; her tarafta vardır onlar! Teoride ve pratikte iddialıdırlar, yer yer kostaklanırlar da!

*

Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar bütün toplumu, teoriyi ayrık otu gibi sarmış da haberimiz olmamış. Nasıl oldu bilmiyorum, oldu bir kere! Ama ayrık otunun bir özelliği vardır; mevsimi geçince kurur ve sonra mevsimi gelince yeniden canlanır. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunanlar da her kriz döneminde canlanırlar ve kriz geçince süngüleri düşer, bir dahaki krize kadar sesleri çıkmaz. Ayrık otunun mevsimi senede bir kere, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunan ayrık otlarının mevsimi de ortalama her 7-8 veya 8-10 senede bir gelir.
Yani kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi; sermayenin artık artı değer elde etme olanağı kalmadı anlayışı mevsimlik bir anlayıştır. Bu mevsimlik anlayışı savunanlardan birisi de Immanuel  Wallerstein'dır.

Wallerstein bir Nelte’cidir veya tersi de doğru olabilir. Bence Nelte bir Wallerstein'cıdır. Söz konusu Wallerstein olunca “akan sular durur”. Wallerstein kendi başına bir “dünya”dır. Aynen Nelte gibi bir ekoldür.
Nelte gibi Wallerstein da hesaplamış ve kapitalizme en fazlasıyla 30 senelik bir ömür biçmiş. Wallerstein, „Soğuk Savaş“ döneminde Sovyet Bloğunun sonunun geleceğini bir kahin gibi bilmiş -Yahu revizyonist sistemin çökeceğini yerine klasik kapitalizmin geleceğini devrimciler sürekli savundular, ama hiç kimse onlara kahin demedi. Demek ki kâhin olmak için Wallerstein olmak gerekiyormuş!-  ve şimdi de kapitalizmin önümüzdeki 30 sene içinde sonunun geleceğini öngörüyormuş. Doğru Wallerstein, uzun bir zamandan beri bir Kondratieff-çevriminin ikinci aşaması sonunda bulunduğumuzu söylüyor (Bugünlerde sık sık bahis konusu olan ve troçkistlerin bayağı önemsedikleri dalga teorisini veya Kondratieff-çevrimini başka bir yazının konusu yapmak herhalde kaçınılmaz olacak). Wallerstein'a göre kapitalizmin çöküşü gerçek olacak, çünkü negatif konjonktür çevrimleri sistem kriziyle çakışıyorlar ve böylece kapitalizm dengesi sarsılarak rayından çıkıyor. Sonuçta „siyasi kaos aşaması“ ile karşı karşıya kalacağız.
Wallerstein, „dünyanın hâkim güçleri için durumun giderek „kaotik ve kontrol edilemez olduğunu“ anlayışında. Hangi sistemin kapitalizmin yerini alacağını belirlemek için „sadece sistemin savunucuları ve karşıtları arasında değil, bütün aktörler arasında“ bir mücadelenin patlak vereceğini bekliyor. Kriz kavramını tam da böyle bir durum için kullanıyor ve „Evet, kriz içindeyiz, kapitalizm sonuna doğru meyillenmektedir“ diyor. (Le Monde Diplomatique, 2008/10/11).

Wallerstein'a göre şimdiki „korkunç adaletsiz“ kapitalizmin yerini daha büyük boyutlarda parçalayan, hiyerarşik yapıya sahip olan bir sistem alabileceği gibi, demokratik ve eşitçi bir sistem de alabilir. Nihayetinde belirleyici olan sayısız kişisel çabaların sonucu olacaktır.
Hani Nelte gibi görece genç biri olsa, tecrübesidir, böylesi teorik uçukluklarını hoş karşılamak gerekir diyebilirdik. Ama Wallerstein, yaşını başını almış birisi, dünya kadar tecrübesi var. 1930'da doğmuş, çocukluğunu „normal“ kapitalizm koşullarında geçirmiş; yani Keynesci kapitalizm öncesini de tanıyor. Böyle birisinin kalkıp da  „korkunç adaletsizlik“ten bahsetmesi hiç normal değil! Yoksa siz öyle düşünmüyor musunuz?

Tarihsel deney şunu gösterdi: Kapitalizmin sonu veya kendiliğinden çökeceği üzerine öngörüde bulunan birçok „sol“; daha doğrusu kıyamet günü tellalları şimdiye kadar yeterli derecede maskara durumuna düşmüşlerdir. Wallerstein, Nelte veya başkaları, ne ilk maskara duruma düşenlerdir ve ne de sonuncusu olacaklardır.

Bu unsurlar veya somutta da Wallerstein veya Nelte, tezleri için hangi savları, kanıtları öne sürüyorlar? Wallerstein, „dünyanın hâkim güçleri için durumun giderek „kaotik ve kontrol edilemez olduğunu“ açıklıyor. Nelte, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin artık imkânsız olduğundan bahsediyor ve „daha ne kadar devam eder“ sorusunu soruyor; artı değer üretiminin tarihe karıştığını söylüyor. Ve hepsi, bütün aktörlerin katılacağı bir mücadelenin yakın gelecekte patlak vereceğini ilan ediyor. Burada söz konusu olan işçi sınıfı ve partisinin mücadelesi değil, bireylerin mücadelesi. Savunulan bu.

Doğrudur, ekonomik kriz, siyasi krize de yol açar. Ama bu, kapitalizmin sonunun geldiğine neden bir işaret olsun? Anlaşılan o ki, bu baylar kapitalizm dendiğinde güçler arasında dengenin, belli bir ahenkliliğin söz konusu olduğunu düşünüyorlar; ne de olsa II. Dünya Savaşından sonraki kapitalizmde bir düzenlilik vardı. Kapitalizmden bunu anlıyorlar, onun Keynesci yapılanmasını anlıyorlar. Ve sanıyorlar ki, şimdi yaşanılan durum veya neoliberalizm koşullarındaki kapitalizm, kapitalizmi soru götürür yapıyor veya da sorguluyor. Oysa kapitalizmi soru götürür yapacak yegâne güç işçi sınıfıdır ve onun mücadelesidir; yani sosyalizm için mücadeledir. Ama bu unsurların da böyle bir sorunu yok.
Kapitalizmde kriz her zaman vardır; krizsiz kapitalizm olmaz. Sonu gelen kapitalizm Keynesci kapitalizmdi. Ama bu neden kapitalizmin sonu olsun ki? Belki de yeni bir kapitalizmin başlangıcı olabilir; hani insanlar hep yeni olanın peşinde koşuyorlar ya! Bu arada yeni bir kapitalizm keşfetme durumunda olabilirler!

Kapitalizm, biçare küçük burjuvazinin ezberini bozdu ve bırakalım ekonomik krizden veya şu krizden bu krizden bahsetmeyi, işi   „insanlık krizi“ne kadar götürenler de var artık.(Fundamentaler Krisenprozess, von Julian Bierwirth, trend onlinezeitung, 02/09).

*
Nelte, bu kriz sadece bir fazla üretim kriz değildir, sistem krizi derken yeni bir tespitte bulunmuyordu. Başkaları da aynı tespitte bulunuyordu. Örneğin troçkist François Sabado,“Bu kriz sadece konjonktürel değil, bilakis yapısaldır ve kapitalist sistemin tarihsel darlığına işaret etmektedir” diyor.  Sabado, mevcut krizi sistem krizi olarak açıklıyor. Ama bunu kapitalizmin sonu olarak görmenin yanlış olduğunu da söylüyor.
Kıyamet günü tellalları bir François Sabado kadar da olamadılar.
Aslında böyle bir tespitin, yeniymiş gibi öne sürülmesi, bunu öne sürenlerin zavallılığını göstermekten başka bir anlam taşımaz. Marks'ın Kapital'i, ekonomik kriz üzerine öğretileri hiç de yeni değildir. Demek ki, bu tespit en azından Kapital kadar eskidir ve aynı zamanda hep günceldir. Ama bakıyorsunuz bazı troçkistler bu tespitten dolayı kostaklanıyorlar. Tabii troçkist anlayıştan etkilenenler de kostaklanıyorlar, hem de kraldan daha kralcı bir biçimde. Nelte'nin bu özelliklerinin de olduğunu bilmenizi istedim.
*
Revizyonizmin burjuva düşünce olduğunu; revizyonistlerin burjuvazinin işçi hareketi içinde ajanları olduğunu bir türlü anlamıyoruz. Daha doğrusu bunun nasıl olduğunu anlayamıyoruz ve bu nasıl olur diyoruz. Yukarıda yazı boyunca anlattığım gibi olur. Nelte'yi ve diğerlerini takip edin bunun nasıl olduğunu görürsünüz.  Revizyonizm genel olarak Marksizmin ve özel olarak da şu veya bu konudaki anlayışının, teorisinin değişen koşullar öne sürülerek değişime tabi tutulmasıdır. Birisi çıkar kapitalizmin sonu geldi der; diğer biri kapitalizme ömür biçer; başka birisi sistemin iflası anlamına gelen artı değer üretimi elde etmenin olanakları kalmadı der. Bunu yaparken aşırı sermaye birikimini, spekülasyonu vb. öne sürer. Kurz gibi bazıları da emeğin değerinin kalmadığından bahseder. Aslında emeğin değerinin kalmadığını en “tumturaklı”, en acımasız, bu konuda Marksist teoriyi cepheden çarpıtıcı savunanlar, artı değer üretmenin olanaklarının kalmadığını öne sürenlerdir. Bu türden düşünceler, mutlaka ve mutlaka Marks'a veya genel olarak ifade edecek olursak Marksizm'e dayandırılır. Öyle ki Kurz dahi Marks'tan alıntı yapmaktan geri kalmaz.  Böylece,  zehir saçan, kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartan, işçi sınıfının tarihsel rolünü reddeden ve onun yerine bireylerin düşünce ve eylemini koyan bu düşünceler günümüz koşullarında Marksizm olarak anlatılır.  Sınıf ve parti yerini kendiliğindencilik almıştır; iradi olarak kapitalizm çökertilmiştir; devrimden umudunu kesenler kendilerini bireylerin eylemlerine vermişlerdir. Bu durumda ortaya yeni düşünceler çıkar, ama bu düşüncelerin sınıf mücadelesiyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Küçük burjuvazi, kapitalizmin nesnel yasalarını iradi olarak ortadan kaldırarak ve onun yerine öznel “yasa”lar koyarak zafer kazanmıştır!

Sloganın aslı “Sosyalizm ya da barbarlık”tır. R. Luksemburg böyle diyor. Ama onu karikatürleştirenler savundukları anlayışla bu sloganı “Kapitalizm ya da barbarlık”a çevirdiler. Yani kapitalizmin kendiliğinden çökeceği anlayışı, öznenin bilinçli faaliyetini dışladığı için yıkılanın yerine nasıl bir sistem kurulacağı konusunda alternatif sunulmuyor. Bu nedenle bu unsurlar insanlığı “ya mevcut haliyle kapitalizm ya da barbarlık” ikilemiyle karşı karşıya bırakıyorlar. “Sosyalizm ya da barbarlık” sloganı böylece “ya mevcut haliyle kapitalizm ya da barbarlık”a dönüştürülmüş oluyor.
Sözü kısası: Bu teori; kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi; artı değer üretmenin olanakları kalmadı anlayışı, rezil bir teoridir. Savunanları da en azından o teori kadar rezildir; çünkü onlar ideolojide, teoride, politikada, örgütlenmede işçi sınıfının tasfiyesini savunmaktadırlar; teori ve savunucuları tasfiyecidir.
Nelte bir tasfiyecidir.

Küçük burjuvazi, emeğin değeri kalmadı,  günümüz koşullarında artı değer üretmenin koşulları artık kalmadı, sermayenin genişleme kanalları tıkandı derken Marksist teori üzerine “zaferini” ilan etmiyor mu?!