deneme

1 Nisan 2002 Pazartesi

İŞÇİ SINIFI VE ÜCRETLİLER - ÜCRETLİLERİN SINIFSAL KONUMU


İŞÇİ SINIFI VE ÜCRETLİLER

ÜCRETLİLERİN SINIFSAL KONUMU

Yazının konusunu yaklaşık tam belirleyebilmek için önce bazı kavramlara açıklık getirmek gerekiyor. Ücretliler, genellikle hizmet sektöründe çalışıyorlar. Hizmet sektörü ise maddi değerlerin üretilmediği sektördür. Çok sayıda değişik alt sektörlerden oluşan ve toplumsal ilerlemenin sonucu olarak kendini sürekli alt sektörlerle üretebilen bu sektörde çalışanların sınıfsal konumu devamlı tartışma konusu olmuştur. Sağlık, eğitim; sosyal hizmetler alanında, bankalarda, sigorta şirketlerinde, toplu taşımacılıkta, iletişimde, bir bütün olarak devlet bürokrasisinde vs. çalışanların ezici çoğunluğu, toplumsal işbölümündeki konumlarından ve ücretlendirilme biçiminden dolayı, işçi sınıfına göre birtakım farklı özelliklere sahiptir. Bu sektörde çalışanlar, başlı başına bir sınıfsal konuma sahip değiller. Yani ayrı bir sınıfı oluşturmazlar. Bu sektörde çalışanların bir kısmı, kimi özelliklerinden dolayı işçi sınıfının bir parçasıdır. Bir kısmı, kimi özelliklerinden dolayı işçi sınıfına yakınken, bir kısmı da kimi özelliklerinden dolayı küçük ve büyük burjuvazinin bir bileşenidir.

Hizmet sektöründe çalışanların sınıfsal konumunun tespiti, sınıf mücadelesi ve parti açısından oldukça önemlidir. Parti, bu sektörde çalışanların hangi kesimlerinin işçi sınıfının bir bileşeni olduğunu, hangi kesimlerinin müttefik olarak görülebileceğini, hangi kesimlerinin tarafsızlaştırılması gerektiğini ve hangi kesimlerinin de burjuvazinin bir bileşeni olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmek zorundadır.

Bazı farkları göstermek için kavramın açılımına işçi sınıfını tanımlayarak başlayalım:
Engels, “Komünist Manifesto”nun İngilizce baskısında (1888) proletaryayı şöyle tanımlar:
“Proletaryadan, üretim araçlarına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçilerin sınıfı anlaşılır” der (1).

Marks da Kapital’in birinci cildinde proleteri, “... ekonomik olarak ‘sermaye’ üreten ve değerlendiren ve ‘bay sermaye’nin ihtiyaç duyduğu durumda sokağa atılan ücretli işçiden başka bir şey anlaşılmaz” diye tanımlar(2).

Bu iki tanımlamadan çıkan sonuç:
a-Proleter, üretim aracına sahip değildir.
b-Yaşamak için işgücünü kapitaliste satmak zorundadır.
c-Proleter, işgücünü satarak kapitalist için artı değer üretir.

Bu üç nokta, bu özellikte olan insan yığınına sınıf olma özelliği veriyor; sömürülen, artı değer üreten, üretim sürecinde aynı konumda olan ve bütün bunların doğal sonucu olarak da yaşam ve düşünce tarzı aynı olan insanların oluşturduğu sınıf; işçi sınıfı.

İşçi sınıfını, iç sosyal yapısı bakımından da tasnif ederek hizmet sektörü çalışanlarından farklı yanlarını gösterebiliriz. Engels, “İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu” yapıtında şöyle der:
Proletaryanın çeşitli seksiyonlarının incelenmesine (yarayan) sıralama, onun doğuşundan önceki tarihinden çıkmaktadır. İlk proleterler endüstriye aittiler ve doğrudan onun tarafından üretiliyorlardı: Sanayi işçileri... sanayi maddelerinin üretimi, ham maddeler ve yardımcı maddeler sanayiin gelişmesiyle önem kazandılar ve yeni bir proletaryanın doğmasına neden oldular: Kömür ocaklarındaki ve madencilikteki işçiler. Sanayi, üçüncü derecede tarımı etkilemektedir. ...Çeşitli işçilerin yetişmişlik derecesinin sanayi ile olan bağlamıyla tam bir ilişki içinde olduğunu ve çıkarları hakkında sanayii işçilerinin en çok, maden işçilerinin daha az ve tarım işçilerinin en az aydınlatıldıklarını ... göreceğiz. Bu sıralamayı sanayi işçilerinde de bulacağız ve fabrika işçilerinin, sanayi devriminin bu en yaşlı çocuklarının, başından bugüne kadar işçi hareketinin çekirdeği olduklarını göreceğiz” (3).

Burada işçi sınıfının sosyal yapısının, aynı sınıfın farklı sosyal katmanlardan oluştuğunu ve bu oluşumun nedenlerini görüyoruz. Bu sınıfı, sınıf yapan ortak özelliler, yukarıda bahsettiğimiz üç özelliktir: a) üretim araçlarına sahip olmamak, b) işgücünü satmak zorunda olmak ve c) artı değer üretmek.
Bu temel özellikleri taşıyan işçi sınıfı, üretim alanına göre de farklılaşıyor:

a-Sanayi proletaryası.
b-Maden proletaryası ve
c-Tarım proletaryası.

İşçi sınıfının sanayi, maden ve tarım sektörlerine göre ayrılmasının nedenini, kapitalizmin gelişmişlik derecesinde aramak gerekir. Gelişen kapitalizm, yeni sektörler ve alanlarda çalışan yeni işçi sınıfı bölüklerinin oluşmasına neden olmaktadır.

Lenin’in dediği gibi, “safi proletaryanın yanı sıra proleterlerden yarı proletaryaya... doğru oldukça çeşitli geçiş tipleri kütlesiyle çevrili olmasaydı,... proletarya içinde de alt tabakalar az veya çok gelişmiş tabakalar... olmasaydı, kapitalizm, kapitalizm olmazdı” (4).

Bunun anlamı şudur: İşçi sınıfının belirtilen bu üç ana katmanı dışında başka katmanları da vardır; ulaşım, nakliyat, hizmet, inşaat vs. sektörlerde çalışan işçiler.
Bu sektörlerin hepsinde artı değer üretilmiyor. Ama bu, buralarda çalışanların ezici çoğunluğunun işçi olmadıkları anlamına gelmez.
Bir bütün olarak işçi sınıfını derinlemesine tasnif ettiğimizde şu alt grupları görürüz:

a-Sanayi proletaryası (fabrika işçisi).
b-Maden proletaryası.
c-Tarım proletaryası.
d-İnşaat proletaryası.
e-Nakliyat, posta işlerinde çalışan işçiler.
f-Sosyal hizmetlerde çalışan işçiler.
g-Yozlaşmış proletarya(5).
h-İşçi aristokrasisi.

Şimdi bir de hizmet sektöründe çalışanları, ücretli(leri) memurları tanımlayalım.
Kapitalizmin gelişmesine, daha doğrusu makineli üretimin gelişmesine paralel olarak doğan bu kavram, doğrudan üretim dışında kalan emekçileri; yönetme, hesaplama, örgütleme, üretimin gerçekleşmesi işlevlerini üstlenmiş olanları kapsamına alır. Bu kavram, aynı zamanda mevcut rejimin üst yapı kurumlarında çalışanları da kapsamına alır.

Doğuş koşullarıyla karşılaştırdığımızda bu kavramın bugün açısından içeriklendirilmesi zorlaşmıştır. Bu kavram, artık belli bir olguyu gerçek anlamıyla tanımlayacak özellikte değildir. Bugün açısından bu kavramın belirleyici ölçeği, gelirin, iş ücreti biçiminde değil, maaş biçiminde olmasıdır.
Kavramın içeriğinin genişliği, bu kavramı bugün açısından kullanılabilir olmaktan çıkartmaktadır. Ücretli memur veya memur veya genel anlamda hizmet sektörü dendiğinde çalışanların çok farklı sınıfsal ve sosyal kategorileri bir potada toplanmış oluyor. Örnek: Burjuva düzende; kapitalist ekonomide en tepedeki yönetici olan da, en altta büro işlerinde çalışan da aynı kategoride ele alınıyor. Bunların hepsine ücretli, memur, hizmet sektöründe çalışanlar vs. deniyor.

Gelişen; derinleşen ve kapsamlaşan, toplumsal yaşam ve üretimin seyrini belirleyen kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ile orta ve üst tabakaları hariç ücretli memurlar arasındaki farklar giderek yok olmaktadır. Ücretliler yığını, aynen işçi sınıfı gibi, aynı sosyal ve ekonomik koşullar içindeler. Ücretliler yığını, aynen proletarya gibi, sömürü koşullarında çalışıyorlar. Bu kesimin proletaryadan farklılığı, genel olarak, doğrudan maddi değerlerin üretim sürecinde faal olmamasıdır.
Aşağıda ele alacağımız gibi, ücretli memurların önemli bir kesimi; alt-orta tabakaları arasında kalan kesimi, proletaryanın bir bileşeni olarak görülmelidir.

Hizmet sektörü çalışanları, daha dar anlamda da olsa ücretli memurlar, farklı gruplardan oluşan emekçi yığınların bir kavram altında tanımlanması anlamına gelir. Bundan dolayı bu emekçi yığınların toplumdaki sosyal konumunu götürü karakterize etmek ilkesel olarak mümkün değildir. Bu kesimi somut ve ayrıntılı ele almak gerekir. Bunu yapabilmek için bazı temel ölçekler esas alınmalıdır.

-Yeniden üretimdeki konumuna göre (idari alanda, teknik alanda, ticaret, nakliyat, ulaşım, komünikasyon, sağlık, eğitim vb. alanlarda).

-Yönlendirme ve planlama sistemindeki konumuna göre (yönetici konumda olmayanlar, yönetici konumunda olanlar).

-Vasıflılık durumuna göre (eğitim durumu).
ARTI DEĞER ÜRETİMİNİN SINIFSAL TASNİFTEKİ ROLÜ

Aynen sanayi sermayesinin, karı, metalarda somutlaşan ve gerçekleşen, karşılığında bir eşdeğer ödenmeyen emeğin satışıyla sağlanması gibi, tüccar sermayesi de, karı, metaların içerdiği (üretimleri için yatırılmış sermaye, toplam sanayi sermayesinin bir kısmı olarak işlev yaptığı ölçüde metaların içerdiği) karşılığı ödenmeyen emeğin tamamı için üretken sermayeye tam bir ödemede bulunmayarak ve metaların hala içermekte olduğu bu karşılığı ödenmemiş kısım için, satış yapılırken bir karşılık isteyerek sağlar. Tüccar sermayesi ile artı değer arasındaki bağıntı, sanayi sermayesi ile artı değer arasındaki bağıntıdan farklıdır. Sanayi sermayesi, başkalarının karşılığı ödenmeyen emeğine doğrudan doğruya el koyarak artı değer üretir. Tüccar sermayesi, artı değerin bir kısmına, bu kısmı, sanayi sermayesinden kendisine aktararak sahip çıkar.

Ticaret sermayesi, yeniden üretim sürecinde, ancak değerleri gerçekleştirme işlevi aracılığıyla sermaye olarak iş görür ve böylece toplam sermaye tarafından üretilen artı değerden pay alır. Bireysel tüccarın elde edeceği kar kitlesi, bu süreçte kullanabileceği sermayenin kitlesine bağlı olup, çalıştırdığı kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği ne kadar fazla olursa o kadar fazla sermayeyi satın alma ve satma işinde kullanabilir. Tüccarın parasını sermaye haline getiren işlev, büyük ölçüde bu işte çalıştırılanlar tarafından yerine getirilir. Çalıştırdığı kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği artı değer yaratmamakla birlikte, onun bu artı değere el koymasını sağlar ve bu da, sonuçta, sermayesi bakımından aynı şey demektir. Bu nedenle de o, tüccar için bir kar kaynağıdır. Aksi halde ticaret, hiçbir zaman büyük ölçekte ya da kapitalist biçimde yürütülemezdi.
Aynen işçinin karşılığı ödenmeyen emeğinin üretken sermaye için doğrudan doğruya artı değer yaratması gibi, ticari ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de, tüccar sermayesi için bu artı değerden bir pay sağlar” (6).

Aynen sanayi kapitalisti gibi ticaret kapitalisti de yapılan iş sürecinde doğrudan yer almaz. Nasıl ki sanayi kapitalisti, bir işçi gibi makinenin başında değilse, ticaret kapitalisti de metanın satışıyla ilgili işleri doğrudan yapmaz. Ama her ikisi de çalıştırmak için ücretli işçi tutar.
Nasıl ki sanayi proletaryası sanayi kapitalistleri tarafından sömürülüyorlarsa, hizmet (ticaret) sektöründe çalışan ticari işçi de ticaret kapitalistleri tarafından sömürülür.

Ticari işçi doğrudan doğruya artı değer üretmez. Ama işinin fiyatı işgücünün değeriyle, yani üretiminin (işgücü üretiminin, çn.) giderleriyle belirlenirken, bu işgücünün uygulanması, kullanılması, enerji harcaması, aşınıp yıpranması, diğer bütün ücretli işçilerde olduğu gibi, hiçbir şekilde değeriyle sınırlı değildir. Bu nedenle de ücreti, gerçekleşmesinde kapitaliste yardım ettiği kar kitlesi ile zorunlu bir orantı içinde değildir. Kapitaliste neye mal olduğu ile onun için neler sağladığı farklı şeylerdir. Doğrudan doğruya artı değer yaratmaz, ama karşılığı ödenmeyen iş harcaması ölçüsünde, artı değeri gerçekleştirme giderini azaltması için ona yardım ederek, kapitalistin gelirini arttırır. Sözcüğün gerçek anlamında ticari işçi, vasıflı olarak sınıflandırılan ve ortalama işin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına girer” (7).
Demek oluyor ki, ticaret (hizmet) sektöründe çalışanlar da işçidir. Marks’ın deyimiyle, “daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına dahildirler”.

Ticaret kapitalisti tarafından.... çalıştırılan ticari ücretli işçilerin durumu nedir?

Birincisi, bu gibi ticaret işlerinde çalışanlar, diğerleri gibi ücretli işçilerdir. Her şeyden önce bunların işgücü, gelir olarak harcanan parayla değil, tüccarın değişken sermayesi ile satın alınmıştır ve dolayısıyla bu güç, özel hizmetler için değil kendisine yaratılan sermayenin değerinin genişletilmesi amacıyla satın alınmıştır. İkincisi, onun da işgücünün değeri ve dolayısıyla ücreti, diğer işçilerinki gibi belirlenmiştir. Yani işinin ürünü değil, onun özgül işgücünün üretim ve yeniden üretiminin maliyeti ile belirlenmiştir.

Bununla birlikte, sanayi sermayesi ile ticaret sermayesi, dolayısıyla sanayi kapitalisti ile tüccar arasında bulunan ayrımı, onunla doğrudan doğruya sanayi kapitalisti tarafından çalıştırılan ücretli işçi arasında da yapmak zorundayız. Tüccar, sırf bir dolaşım aracı olarak ne değer, ne de artı değer üretmediğine göre (giderler aracılığıyla tüccarın metalarına kattığı ek değer, burada kendi değişmeyen sermayesinin değerini nasıl koruduğu sorusu ortaya çıkmakla birlikte, daha önce mevcut değerlere bir ilave niteliğinde olduğu için) tüccar tarafından bu aynı işlevlerde çalıştırılan ticaret işçilerinin de, onun için doğrudan doğruya artı değer üretmeyecekleri sonucu çıkar” (8).

Demek oluyor ki, ticaret sektöründe çalışan işçinin işlevi üretken değil, yani değer yaratmıyor. Ama bu işçinin çalışması “zorunlu bir işlev. Çünkü yeniden üretim süreci üretken olmayan işlevleri içerir... yararlılığı, üretken olmayan bir işlevi üretken bir işleve ya da üretken olmayan işi üretken işe dönüştürmekten ileri gelmemektedir... Onun yararlılığı, daha çok, toplumun işgücünün ve çalışma zamanının daha küçük bir kısmının bu üretken olmayan işleve bağlanmasından ileri gelmektedir. Dahası da var. Daha iyi ücret alsa bile, bu durumun yarattığı farklılığa karşın, onun yalnızca bir ücretli işçi olduğunu var sayacağız” (9).

Marks, aynı yerde devamla şöyle der:
Aldığı ücret ne olursa olsun, ücretli işçi olarak zamanının bir kısmında karşılıksız çalışır. Günde sekiz iş saatlik ürünün değerini alabilir, ama gene de on saat iş yapar. Ne var ki, gerekli işin aracılığı ile toplumsal ürünün bir kısmı kendisine aktarılmasına karşın, ancak sekiz saatlik gerekli işi nasıl bir değer yaratmıyorsa, bu iki saatlik artı iş de değer yaratmaz. Her şeyden önce, toplum açısından bakıldığında işgücü, şimdi de eskiden olduğu gibi, salt dolaşım işlevinde on saat tüketilmiştir. Bu işgücü, herhangi bir başka şey için, üretken işi için kullanılmaz. İkincisi, bu iki saatlik artı iş, bu işi yapan birey tarafından harcandığı halde toplum bunun karşılığını ödemez. Toplum bundan, herhangi bir ek ürün ya da değer elde etmemektedir. Ama onun temsil ettiği dolaşım maliyetleri, on saatten sekiz saate beşte bir oranında azalmıştır. Toplum, onun aracılığı ile gerçekleşen bu faal dolaşım zamanının beşte biri için herhangi bir eşdeğer ödememektedir. Ama bu adamı bir kapitalist çalıştırırsa, bu iki saatin karşılığının ödenmemesi onun (aç. M.) sermayesinin dolaşım maliyetini azaltır ve bu da gelirinden bir indirim oluşturur. Bu, kapitalist için olumlu bir kazançtır. Çünkü sermayesinin değerinin kendini genişletmesinin olumsuz sınırı böyle daralır” (10).

Ticaret sektöründe çalışan işçinin ücreti, aynen, sanayi proletaryasının ücreti gibi, işgücünün değeriyle belirleniyor. Bu sektörde çalışanların bir kısmının ücretli, maaşlı olması bu gerçeği değiştirmiyor. Sanayi proletaryası gibi ticaret sektöründe çalışan işçi de kapitaliste işgücünü satıyor.

Engels, Kapital’in 3. cildindeki bir dipnotunda ticari proletaryadan bahsederek şöyle der:
Ticaret proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan tahminin zaman içinde nasıl doğrulandığını bütün ticari işlemlerde eğitim görmüş, üç-dört dil bilen yüzlerce Alman büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle –ki bu ücret, iyi bir tornacının ücretinin çok altındadır- Londra’nın merkezinde boşu boşuna iş aramalarında görülmektedir” (11).

Öyleyse, işçi sınıfının bileşenlerinin tasnifinde veya ücretli memurların sınıfsal tasnifinde esas olan, ücretli memurların, değer veya artı değer yaratıp yaratmadıkları değildir. Veya soru, proletarya ile ücretli memur arasında farklılıkların olup olmadığı da değildir. Marks, farklılığın olduğunu söylüyor, ama bundan dolayı da ücretli memurları, ticaret sektörü örneğinde olduğu gibi, işçi sınıfının bir bileşeni olmaktan çıkartmıyor. Marks, değer veya artı değer yaratmadıkları için ücretlileri, işçi sınıfının dışında görmeye hakkımız yok diyor.
Soruna, değer veya artı değer yaratılıp yaratılmadığı açısından ve proletarya ile ücretli memur arasındaki fark ön plana çıkartılarak yaklaşıldığında saçma sonuçlarla karşı karşıya kalırız.

Birkaç örnek:
Bir kadın işçiyi göz önüne getirelim. Fabrikada çalışan bu kadının işsiz kaldığını ve belli bir zaman sonra bir markette tezgahtar, satıcı veya kasiyer olarak iş bulduğunu, bu arada hamile kaldığını, çocuk sorunu nedeniyle işten ayrıldığını, doğumdan sonra da yeniden iş aradığını ve bir sinema veya tiyatro gişesinde bilet satıcısı olarak iş bulduğunu, belli bir zaman sonra belli bir zaman için bir temizlik firmasında çalıştığını ve daha sonra da yeniden bir fabrikada iş bulduğunu düşünelim. Soruna salt değer veya artı değer üretimi açısından baktığımızda bu kadının fabrikada çalışırken işçi olduğunu, sonra markette, sinema gişesinde ve temizlik firmasında çalışırken işçi olmadığını, çocuk nedeniyle evde kaldığı için ev kadını olduğunu ve yeniden fabrikaya girdiğinde de yeniden işçi olduğunu söylememiz gerekir. Veya bir gün yolcu treni ikinci gün yük katarı kullanan bir makinisti düşünelim. Soruna salt değer veya artı değer üretimi açısından bakıldığında bu makinist, yolcu taşıyan trende makinistlik yaptığı gün, değer veya artı değer üretmediği için proleter sayılmaz, ama yük treninde makinistlik yaptığı gün –nakliyat faaliyeti nedeniyle metanın değerine değer kattığı için- proleter olur. Bu durumda bizim makinist bir gün proleter, ertesi gün küçük burjuva, ertesi gün yeniden proleter ve daha ertesi gün de yeniden küçük burjuva mı olacak?

Demek oluyor ki, ücretlilerin sınıfsal tasnifini yaparken çıkış noktamız, değer veya artı değer üretilip üretilmediği olmamalıdır. Çıkış noktası, ücretlilerin çalışma ve yaşam koşullarının hangi ölçüde sanayi proletaryasınınkine yakınlaştığı olmalıdır.

Kapitalizmin gelişmesi, sermayenin konsantrasyonu ve merkezileşmesi anlamına gelir. Kapitalizmin gelişmesi, aynı zamanda üretimin toplumsallaşması ve toplumsal işbölümünün de derinleşmesi ve kapsamlaşması anlamına gelir. Yeni üretim dalları, üretim sürecinin çeşitlenmesi, nihayetinde bir ürünün bir işçinin üretimi olmaktan çıkması söz konusu olur. Bunun ötesinde toplumsal yeniden üretim sürecinin bileşenleri; farklı sanayi dalları birbirine bağımlı hale gelirler. Bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının; teknolojinin üretimde kullanılması, sektörlerin; üretim dallarının birbirlerine bağımlılığını daha da derinleştirir. Kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde herhangi bir ürün bir işçinin, bir fabrikanın değil, birçok işçinin, birçok iş kolunun ürünü olmuştur. Bu anlamda ürün, üretimin toplumsallaşmasına paralel olarak kolektif olmuştur. Bunun ötesinde kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması, ulusal kolektif ürünü uluslararası kolektif ürüne dönüştürmüştür. Bu gelişmeyi otomobil üretiminden tekstil üretimine, depolamadan, paketlemeye ve pazarlamaya kadar sayısız meta üretiminde, nakliyatında ve pazarlanmasında görmekteyiz. Böyle bir süreçte metayı kimin ürettiği sorusu saçma oluyor. Bu soru yerine, esas alınması gereken, bir metanın, örneğin bir pantolonun tüketici tarafından satın alınana kadarki oluşumunda –hammaddenin pantolon haline getirilişi- işgücü katkısıyla yer alanların konumudur. Bu konuda Marks şöyle der:

Çalışma süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi, sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir. Kişi, doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o kişi yalnız kendisini denetliyor demektir. Sonra denetlerin. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında yine kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi, çalışma süreci de el işini kafa işiyle birleştirir. Sonraları bunlar birbirlerinden ayrılırlar. Öyle ki düşman karşıt olurlar. Ürün, bireysel üreticinin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve umumi işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri iş (çalışma, çn.) konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Çalışma sürecinin bu ortaklaşa niteliği gitgide daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak bizdeki üretken iş ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık bizzat işe el atmak da gerekmez Umumi işçinin bir organı olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden birini yapmanız yeterlidir. Üretken çalışmanın yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi nesnelerin üretiminin asıl niteliğinden çıkartılan tanımı, bütünüyle alındığında, umumi işçi için de hala geçerlidir. Ama onu oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerli değildir” (12).

Aynı yerde Marks, devamla, bir örnek vererek şöyle diyor:
Diğer taraftan, verimli iş kavramı daralır. Kapitalist üretim sadece meta üretimi değil, esas itibariyle artı değer üretimidir. İşçi, kendisi işin değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, sadece üretmesi yetmez. O, artı değer üretmek zorundadır. Sadece, kapitalist için artı değer üreten veya sermayenin kendini değerlendirmesine hizmet eden işçi, üretkendir. Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alanda örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde çalışmasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şey değiştirmez” (13).

Demek oluyor ki, ücretlinin üretken olup olmadığının kıstası, sadece maddi bir değer üretip üretmesine veya fiziki (kolla, elle) çalışıp çalışmamasına bağlı değildir. Çünkü meta üretimi bir işçi topluluğunun ortak, koordineli çalışmasının ürünüdür veya kapitalist yeniden üretim süreci, her birinin işlevi farklı olan işçi topluluğu – buna, Engels’in ifadesiyle ticaret proletarya da dahildir- tarafından harekete geçirilir. Bu süreçte umumi işçinin (A. Bilgi, bunu “kolektif emekçi” diye çevirmiş. Umumiyi, toplu, genel olanı “kolektif”, herkesin bildiği işçiyi de “emekçi” yapmış!) her bir üyesinin işlevi farklıdır. Günümüz kapitalist yeniden üretim sürecinde bu farklılık daha da çoğalmış ve ayrıntılaşmıştır. Örneğin 100-150 sene önce bir işçinin tek başına ürettiği bir meta, bugün çok işlem sürecinden, çok sayıda “alt işlev”i olanların elinden geçmektedir. Böyle bir süreçte sınıfsal tasnifi kafa ve kol işine (“emeği”ne) göre ayırmak “alt işlev” görenler açısından imkansızdır.

Kapitalizmde doğrudan doğruya veya artı değer üretmeyen “alt işlev”liler olmaksızın üretim yapmak imkansızdır. Yapılsa da bu, bireysel üretimdir, kapitalist üretim biçimini ifade etmez.

Gelişen kapitalizm, yeni mesleklerin doğmasına da neden olur.
Aynen başlangıçta sermayesinin gerçek anlamda kapitalist üretime başlayabileceği asgari miktara ulaştığı anda kapitalistin elini fiilen işten çekmesi gibi, şimdi de, işçilerin ve işçi gruplarının doğrudan doğruya ve devamlı denetimini özel bir ücretli işçiler türüne bırakır. Bir kapitalistin komutası altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi, subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) gereksimin duyar. Ve bunlar, çalışma sürecinde kapitalist adına (bu orduya) komuta ederler. Denetim (gözetim, çn.) işi, bunların yegane işlevi olarak yerleşir” (14).

Buradaki subaylar, yani müdürler, yöneticiler, ücretlilerdir. Ücretlilerin bir kesimini oluşturmalarına rağmen, işçi sınıfına yakın olan veya işçi sınıfının bileşenlerinden olan ücretliler değildirler. Buna karşın astsubay kategorisinde olanlar, her ne kadar, bir işçiye nazaran daha fazla ücret alsalar da, doğrudan üretim sürecinde yer almasalar da, sınıfsal konumları bakımından, ya işçi sınıfının bir bileşenidirler ya da ona sınıfsal olarak en yakın olanlardır.

Kapitalizmin, doğrudan reel üretim dışında ortaya çıkardığı meslek grupları, genel anlamda hizmet sektörü olarak tanımlanıyor. Bu sektör, kapitalizmin gelişmesine, bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretim sürecinde kullanılmasına, yani teknolojinin üretimde kullanılmasına paralel olarak giderek kapsamlaşmıştır.

İşçilerin ve ücretlilerin sosyal durumları giderek birbirine yakınlaşıyor. Teknoloji, kapitalist yeniden üretim sürecinin koşullarına uygun örgütlenmesinin ekonominin ve burjuva devletin yapısında meydana getirdiği değişimler, ücretlilerin çalışma ve yaşam koşullarında kapsamlı ve derinlemesine değişimlere neden olmuştur. Bu değişimlerden en çok ücretlilerin alt kesimleri; işçi sınıfının bileşeni olanları ve ona en yakın olanları etkilenmişlerdir. Bu değişimler, ücretlilerin, özellikle alt kesimlerinin proletaryaya yakınlaşmasında; kendi sınıfsal konumları üzerine bilinçlenmesinde; en azından sermaye-sömürü, sermaye-çalışma ilişkileri konusunda bilinçlenmelerinde belirleyici olmuşlardır. Çıplak yaşam, ekonomik durum, memur olmanın, ücretli olmanın, bir zamanlar geçerli olan imtiyazlı olma durumuna son veriyor. Bir zamanlar memur olmakla, ücretli olmakla elde edilen, görece de olsa iş garantisi bugün geçerli değil. Bunun en güncel örneğini devletin küçültülmesi adı altında IMF’nin dayatmasıyla binlerce ücretlinin sokağa atılması oluşturmaktadır. Devletin küçültülmesi bahanesi olmasa dahi, teknoloji kullanımıyla rasyonelleşmeye gidiliyor ve binlerce ücretli, memur sokağa atılıyor. Böylece sosyal güvensizlik, işsizlik gibi kavramlar, memurlar arasında da anlam kazanıyor.

İŞÇİ SINIFI SEKSİYONLARININ GELİŞME EĞİLİMİ

Yukarıda anlattıklarımızdan çıkartılması gereken sonuç şudur: İşçi sınıfı, dar anlamda işçi sınıfı ve geniş anlamda işçi sınıfı olarak tanımlanmalıdır. Dar anlamda işçi sınıfı, doğrudan değer ve maddi değer üreten bileşenlerinden oluşurken, geniş anlamda işçi sınıfına değer ve artı değer üretmeyen bileşenleri de eklenmek gerekir.

Dar anlamda işçi sınıfı; a- sanayi proletaryası, b- maden proletaryası ve c- tarım proletaryası olmak üzere üç ana bileşenden oluşur. Değer ve artı değerin üretilmediği diğer bütün sektörlerde ve çalışma alanlarındaki işçiler de geniş anlamda işçi sınıfının bileşenlerini oluştururlar.

Dar ve geniş anlamda işçi sınıfı ayrımını yapmadan, işçi sınıfını sadece ve sadece değer ve artı değer üretme kıstasıyla ele aldığımız durumda, değer ve artı değer üretmeyen işçi sınıfı bileşenlerinin tamamı kaçınılmaz olarak, küçük burjuva unsurlar olarak, küçük burjuva “emekçi”ler olarak veya ücretliler, memurlar olarak görülecektir. Böyle görüldüğü için de, bu kesimlerin giderek işçi sınıfına yakınlaştıkları veya onun bir parçası oldukları anlayışı ortaya çıkmaktadır. Oysa işçi sınıfına yakınlaşan veya artık onun bir parçası olarak görülen kesimler, zaten işçi sınıfının birer bileşenidirler. Engels’in “ticaret proletaryası” tanımlaması, Marks’tan aktardığımız ve işçi sınıfını tanımlamada dikkat edilmesi gereken noktalar üzerine anlayışlar bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Engels’in tanımlamasından hareketle, işçi sınıfına dahil ettiklerimizi; geniş anlamda işçi sınıfının unsurlarını, ücretli memur olarak değil de, ücretli proleter veya maaşlı işçi, maaşlı proleter olarak tanımlamamız daha doğru olur.

Türkiye’de dar anlamda işçi sınıfının sayısal gelişmesine baktığımızda şu eğilimi görmekteyiz:

İmalat sanayiinde çalışan proleterlerin sayısı 35 sene içinde, yani 1955’ten 1990’a kadar olan dönem içinde yaklaşık 6 misli, diğer bir deyişle 1955’e göre 1990’da % 489 oranında artarak sayısal anlamda 371 386’dan 2 185 677’ye yükselmiştir.

Keza maden proletaryası da aynı dönemde 2,1 misli, yani %112 oranında artarak, sayısal anlamda 60 1871‘den 127 858‘e çıkmıştır.

Tarım proletaryası üzerine veriler oldukça güvenilmez oldukları için, fikir beyanından kaçınıyoruz. Ama her halükarda tarım proletaryasında da sayısal olarak reddi imkansız bir gelişme söz konusudur.

Bir de geniş anlamda işçi sınıfının sayısal gelişme eğilimine bakalım:
İşçi sınıfının inşaat, elektrik, su, gaz, ticaret bankacılık, sigortacılık, hizmetler vb. alanlarda çalışan bileşenlerinin sayısındaki artış daha hızlıdır. Bu artış, 1955-1990 arasında inşatta 6,4; elektrik, su ve gazda 5,3; ticaret, banka ve sigortacılıkta 11,3 ve hizmetlerde ise 8,6 misli olmuştur.

Dar ve geniş anlamda işçi sınıfının bileşenlerini araştırmak için göz önünde tutulması gereken noktalar şunlardır;
a- Sınıfın, yeniden üretim sürecindeki konumu.
b- Sınıfın, kapitalist çalışmanın örgütlenmesindeki konumu.
c- Sınıfın yaşam koşullarındaki farklılaşma.
d- Sınıfın, somut sermaye ilişkileri formundaki veya sermaye ilişkilerinin her bir gelişme aşamasındaki konumu.

Bu noktaları tek tek kısaca ele alırsak;

a- Sınıfın, yeniden üretim sürecindeki konumu

Burada söz konusu olan, işçi sınıfının ekonomik sektörlere; sanayi-tarım-ticaret ve sektörler içinde alt bölümlere -örneğin sanayi içinde kağıt, makine yapımı vb.- ayrılmasıdır. Bu, işçi sınıfının ekonomik yapılaşmasıdır ve bu yapılaşmayı kaba hatlarıyla şöyle ayrıştırabiliriz:

Doğrudan ve dolaylı maddi üretimde olan işçiler: Sanayi, maden, tarım, zanaatçılık, inşaat, nakliyat ve ticaretin bazı bölümleri.
Burada ele almadığımız zanaatçılığı ve karmaşık yapısından dolayı ticareti çıkartırsak, bu alanda işçi sınıfının 1980 ve 1990’daki sayısal durumu şöyledir:

Ticaret ve dolaşım sürecinde olan işçiler: Dolaşım sürecini, diğerlerinden ayrıştırmak mümkün olmadığı için dikkate almazsak, ticaret alanında çalışan işçilerin sayısının 1980’de 593 863’ten 1990’da 1 231 225’e çıkarak iki misli arttığını görürüz.

Hizmet sektörü (kamu+özel sektörde hizmetler, oteller, lokantalar vs.):
Bu alanda çalışan işçilerin sayısı 1980’de 2 379 069’dan 1990’da 3 109 769’a çıkarak % 30,7 oranında artar.

Tablodaki ilk veriler dar anlamda işçi sınıfının sayısal gelişmesini gösterirken, ikinci ve üçüncü sıradaki veriler, geniş anlamda işçi sınıfı bileşenlerinin sayısal gelişme eğilimini göstermekteler.

b- Sınıfın, kapitalist çalışmanın örgütlenmesindeki konumu

Burada esas olan, her bir çalışma alanında sınıfın hiyerarşik yapısıdır. Düz işçi, usta, ustabaşı, kontrolcü vs.. Tabii, bütün bu ayrımlar, alınan ücrette de ifadesini bulmaktadır.
İşçi sınıfını bu noktada Türkiye somutunda ayrıştırma imkanım yok. Böyle bir ayrıştırma çok detaylı ampirik bir araştırmanın sonucu olabilir ve yapılması da gerekir. Çünkü böylelikle;
- işçi sınıfı bir taraftan diğer ücretlilerden,
-diğer taraftan da bürokratlaşmış, yozlaşmış kesimlerinden ayrıştırılmış olur.

c- Sınıfın yaşam koşullarındaki farklılaşma

Sınıfın yaşam koşulları salt ülkedeki genel ekonomik-politik durumla açıklanamaz. Bu, genel olanı ele verir. Ama işçi sınıfı kendi içinde de, yukarıda belirttiğim gibi, farklılıklar arz ediyor ve bu farklılıklar, ister istemez onun yaşam koşullarını da etkiliyor. Örneğin, yukarıda b noktasında belirttiğim farklılıklar, buna bağlı olarak vasıflı ve vasıflı olmayan işçiler, kırsal alandan gelerek sınıfa yeni katılan işçiler, henüz daha köylü olma özelliğini kaybetmemiş 
olanlar vs. Bütün bu farklılıklar, işçi sınıfının mücadelesini etkiler.

d-Sınıfın, somut sermaye ilişkileri formundaki veya sermaye  
    ilişkilerinin  her bir gelişme aşamasındaki durumu

Burada söz konusu olan, işçi sınıfının farklı sosyo-ekonomik faaliyet sektörlerine göre ayrımının yapılmasıdır. Bu ayrım şöyledir:
-Özel hizmetler: Şoför, berber, temizlikçiler vs..
- Kapitalist olmayan işletmeler (küçük üreticiler)
- Devlet sektöründe çalışanlar.
ORTA TABAKALARIN SINIFSAL GELİŞME EĞİLİMİ

Kapitalizmde Orta Tabaka Olarak Aydınlar, Ücretli Memurlar ve Küçük Memurlar:
Burada söz konusu olan, ücretlilerin işçi sınıfına yakın olan kesimleri, tarafsızlaştırılması gerekenler ve burjuva sınıfın bileşeni olanlardır. Yani, geniş anlamda işçi sınıfının bir parçası olmasına rağmen, ücretli olduğu için, işçi sınıfının değil de memurların, aydınların, bir bütün olarak küçük burjuvazinin bir bileşeni olarak algılanan kesimleri dikkate almıyoruz. Bunların neden işçi sınıfının bir bileşeni olduklarını yukarıda gösterdik.

İlk dönemlerinin aksine günümüzde kapitalizm, işçi sınıfı ile ücretlilerin yaşam koşullarını aynılaştırıyor. İnsanları ücretlendirmenin biçimine göre sınıfsal tasnif etmek, artık, pek geçerli değil. Yaşam koşullarının giderek aynılaşması veya belirleyici olmaktan çıkması, kaçınılmaz olarak düşünce birliğine de yol açmaktadır. Bunun ötesinde aynılaşan yaşam koşulları, aynı sorunlardan etkilenmeyi ve aynı amaç için mücadeleyi de gündeme getiriyor.

Günümüzde kapitalizm, ücretlilerin ayrışma sürecini hızlandırmıştır. Günümüzde kapitalizm, işçi sınıfının seksiyonlarını çoğaltıyor, sınıfı ayrıştırmıyor. Ama aynı koşullar, ücretlilerin seksiyonlarını çoğaltsa da, öncelikle ayrıştırıyor. Günümüzde kapitalizm, ücretlilerin ezici çoğunluğunu işçileştirirken, ancak çok küçük bir azınlığını burjuvalaştırıyor. Ortada kalan kesimin üst tabakaları burjuva düzenden yana sınıfsal tavır alırken, orta ve özellikle alt kesimleri, işçi sınıfına yakınlaşıyorlar. Bunlar emekçilerin geniş ücretli kesimini oluşturuyorlar.

Aydınların ve memurların; genel olarak ücretlilerin toplumsal konumlarının saptanması ve tasnifi karmaşıktır. Her şeyden önce aydınlar ve memurlar/ücretli memurlar, bazı istisnai durumlar hariç, ne üretim araçlarına sahiptirler ne de normal/bilinen tipte emekçilerdir. (Burada istisnai bir durumu, örneğin üretim araçlarına sahip olan doktorlar oluştururlar) Aydınlar ve memurlar, kapitalist toplumda kendilerine has özellikleri olan ücretli emekçilerdir.

Orta tabakanın bu kesiminin toplumdaki konumunun saptanmasına gelince: Bu saptama için belli kıstaslardan hareket edilir. Bu kıstaslar, her şeyden önce bu kesimin iş-mülkiyet ilişkisi ve emeğin (işin) örgütlenmesindeki konumlarını açıklar. Bu nedenle burada açıklamamız gereken, genel olarak işe-mülkiyete olan tavır ve emeğin (işin) örgütlenmesindeki konum değildir. Tam tersine, açıklanması gereken, spesifik (özgül) olgulardır.

İş ve mülkiyet kavramlarını bazı yönlerde ele alarak bu spesifik olgu sorununu açıklamaya çalışalım.

Ne genel olarak iş, ne de genel olarak mülkiyet, belli bir toplum kesiminin gerçek sınıfsal karakterini tam olarak tespite yeterli olamaz. Örneğin, genel olarak işten/emekten bahsetmek; genel olarak iş/emek, belli bir insanın işçi sınıfından veya burjuva sınıfından olup olmadığını saptamak için yeterli bir ölçü değildir. Bu konuda Lenin “RKP(B)’nin X. Kongresi“nde şöyle diyor:
“Birincisi, ‘üretici’ kavramı, proleteri yarı-proleter ve küçük meta üreticisiyle birleştirir ve böylece sınıflar arasında tam bir fark koymak için sınıf mücadelesinin temel kavramı ve temel talebi radikal olarak terk edilir”.
Marks ve Engels, sınıf farklılıklarını unutanlara, genel olarak üreticilerden, halktan ve emekçilerden bahsedenlere karşı acımasız bir mücadele yürütmüşlerdir... Genel olarak emekçiler veya çalışanlar yoktur...”(15).

Demek ki genel olarak çalışıyor olmak, o insanın toplumda hangi sınıfın unsuru olduğunu saptamaya yeterli bir ölçü değildir. Diğer bir deyişle, sınıf farklılığının tespiti için genel anlamda iş bölümü belirleyici ölçü olamaz. Sınıf farklılığının tespiti için temel ölçü, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisi ve mülkiyetin biçimidir. Ne var ki, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisi, mülkiyetin biçimi, bağımsız/başka faktör ve olgulardan dışlanmış olarak, esasen de toplumsal iş bölümünden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu nedenle yukarıda genel olarak ölçü değil, temel-esas ölçü ifadesini kullandık. Buna göre, kapitalist toplumda sınıfların tasnif edilmesinde yöntemsel ilke, toplumsal iş bölümü ile temel mülkiyet biçiminin/ilişkilerinin birliğidir.

Belirttiğimiz gibi, genel olarak iş, genel olarak mülkiyet, fazla bir şey ifade etmez. Marksizmde genel olarak işin, genel olarak mülkiyetin yeri yoktur. Marksizm, bu kavramları somutlaştırarak ele alır. Örneğin, soyut işten değil, somut işten; fiziki işten, idari işten, zihni işten vs. bahsedilir. Aynı durum mülkiyet kavramı için de geçerlidir. Üretim araçlarına olan ilişkiyi saptamak için genel olarak mülkten veya mülksüzlükten bahsetmek, böylesi soyut tanımlamaları kullanmak yetersizdir. Esas olan, mülk ve mülksüzlüğü somut olarak ele almaktır. Bunu göz önünde tutmazsak çok farklı sonuçlara varabiliriz. Genel olarak mülkten bahsederek, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisini dayanarak, örneğin küçük burjuvazi/küçük meta üreticisi, kendi çapında üretim araçlarına sahip olduğu için, pekala kapitalist olarak değerlendirilebilir.

Marks, Engels ve Lenin bu olguları, -somut mülkiyet, somut iş ve bunların arasındaki ilişkinin karakteri- göz önünde tutarak aydınların/memurların/ücretli memurların kapitalist toplumun sosyal yapısındaki konumlarını/yerlerini saptamışlardır.

Aydınla memurlar/ücretli memurlar arasındaki belli bir farkı belirtmeden geçmeyelim. Aydın ve memur/ücretli memur kavramları tam sosyal kategoriler değillerdir. Çünkü bu kavramlar, insanları toplumda tam belirlenmiş sosyal konuma, yani esas itibariyle üretim araçlarına olan ilişkilerine göre karakterize etmiyorlar. Bu kavramlar, insanların toplumdaki sosyal konumlarını çeşitli açılardan belirlemeye yararlar. Buna göre, aydın kavramıyla insanlar, toplumda yaptıkları işin karakterine göre belirlenmişler demektir. Yani zihni işe, kafa işine göre. Memur veya daha ziyade ücretli memurlar, ücretin biçimine göre tanımlanıyorlar. Örneğin işçiler, ücret alırlarken, bunlar maaş alırlar. Ne var ki bu da çoğu durumda tam bir ayrımı ifade etmez. Örneğin, devlet sektöründe bazı hizmetliler, doktorlar, öğretmenler vs. aynı zamanda hem aydın hem de memur/ücretli memur konumundadırlar.

Aydınları ve memurları/ücretli memurları burjuvazi ve proletaryadan ayıran, onların kapitalist toplumda ara bir konum almalarını sağlayan belli temel özellikler vardır. Marksizm bu konuda belli başlı üç özelliği belirtir. Bir de bunların neler olduğuna bakalım.

Birinci özellik:
Yaptıkları iş açısından aydınlar ve memurlar/ücretli memurlar; Bunlar yaptıkları işin karakteri açısından işçi sınıfından ayrılırlar. Onlar için fiziki olmayan iş, zihni iş esastır, işçiler için ise fiziki iş tipiktir.

Kapitalizmde zihni iş, işçi sınıfından sosyal olarak kopartılır. Kapitalizmde zihni iş, sermayenin elinde bir güce dönüştürülür ve bu güç, işçi sınıfına yabancılaştırılır, onun üzerinde hakimiyet kurması sağlanır. Bu süreç, kapitalist gelişmenin en son aşaması olan büyük üretim/makineli üretim aşamasında daha ziyade gündeme gelir. Bununla ilgili olarak Marks şöyle der:
Üretim sürecinin zihni güçlerinin el işinden ayrılması ve onların (zihni güçlerin, çn) sermayenin, emek üzerine sermayenin güçlerine dönüşmeleri... makineye dayanan büyük sanayide tamamlanır” (16).

Kapitalizmde bu süreç; zihni işin kol işinden ayrılması, sosyal çelişki olarak açığa çıkar. Yani hem işçi, hem de kimi aydın ve memur/ücretli memur, farklı biçimlerde de olsa ücretli işçi olmalarına rağmen; sermaye karşısında ücretli işçi olmalarına rağmen, yine, aynı sermaye tarafından sosyal olarak birbirinden kopartılmışlar ve karşı karşıya getirilmişlerdir; kol işinin karakterize ettiği işçi, kafa işinin karakterize ettiği de aydın-memur-ücretli memurdur.

İkinci özellik:
Mülkiyete (özel mülkiyete) olan ilişkinin somut biçimi açısından:
Proletaryanın özel mülkiyete olan ilişkisi açıktır. Onun, üretimde mülkiyetle ilişkisi yoktur ve dolayısıyla bu temelde herhangi bir imtiyaza da sahip değildir. Proletarya nezdinde emek ve sermaye birbirini dışlar. Ne var ki aynı olguyu aydınlar ve memurlar/ücretli memurlar için geçerli göremeyiz. Bunlarda emek ve sermaye birbirini dışlamaz.

Proletarya, doğrudan üreticidir ve dolayısıyla doğrudan üretici olarak, üretken üretici olarak kendi iş gücü vasıtasıyla belli bir değer üretir. O, emeğinin karşılığını değil de, iş gücünün satış değerini, sermayenin değişken kısmında ücret olarak alır. Kapitalist, geriye kalan artı değere el kor. Buradaki iki ayrı bölüm; ücret (değişken sermaye) ve kar (artı değer) üretken çalışma vasıtasıyla yaratılmıştır ve kapitalist sistemde maddi yaşam, bu iki bölümden alınan payla sağlanır. Yani ya proleter ya da kapitalist olarak. Belirtelim ki sorun, göründüğü gibi basit değildir.
Ama, sadece iki çıkış noktası mevcuttur: Kapitalist ve işçi. Bütün üçüncü şahıslar ya hizmetleri karşılığı bu iki sınıftan para alacaklar ya da -parayı hizmet karşılığı almıyorsa- ona artı değere faiz, rant vs. formunda ortaktırlar” (17).

Buna göre; söz konusu aydın, memur/ücretli memur tabakasının, işçi sınıfından hizmetleri karşılığı para/ücret almayacaklarına göre, kapitalist sınıf tarafından ücretlendirildikleri açıktır. Artı değir üretmeyen ve kapitalistler tarafından ücretlendirilen bu tabaka, esas itibariyle üretken olmayan bir faaliyette bulunurlar.
Marks’ın “yüksek” işçiler dediği bunlara, devlet memurları, avukatlar, subaylar, din adamları, hakimler, doktorlar vs. birer örnektir (18). Bu “yüksek” ve üretken olmayan “işçiler”, “ya üretken işçilerin ücretleriyle ya da kullanıcılarının karlarıyla” ücretlendirilirler (19).

Bu nokta, söz konusu tabakanın, kapitalistler tarafından karın bir kısmıyla ücretlendirilmeleri çok önemlidir. Böylelikle bu tabaka, kapitalistler tarafından bir nevi ücretli işçiye dönüştürülmektedir. Bir nevi ücretli işçiye diyoruz, çünkü esas ücretli işçi olarak proleterler, aldıkları ücreti kendileri üretmektedirler. Söz konusu tabakanın ise böyle bir üretkenliği yoktur. Tam tersine onlar, kardan ücret/maaş olarak aldıkları payı, hizmetleri karşılığı üretken işçilerden, esas olarak da kapitalistlerden satın alırlar (20).

Bu durum bu sosyal tabakayı, kapitalist sınıfa bağımlı kılar. Bu bağımlılıktan dolayı aydınların, memurların/ücretli memurların özel mülkiyetin çıkarlarına kayıtsız kalmaları söz konusu olamaz. Bu noktada bu tabaka ile kapitalist sınıf arasında özel mülkiyet temelinde belli bir çıkar ortaklığı vardır.

Burada kapitalist üretim biçimine özgü bir paradoks durum söz konusudur: Üretken işçiler, üretken olmayan işçilerin var oluşlarını sağlamalarına rağmen, üretken olmayan bu işçiler, kendileri için üretim yapan üretken işçilere değil de, yani işçi sınıfına değil de, kendilerini ücretlendiren kapitalist sınıfa bağımlıdırlar (21).

Üçüncü özellik:
Yöneticilik açısından:
İşçiler, üretim sürecinde doğrudan üretici konumunda olurlarken, bir kısım aydın da üretimin örgütlenmesinde, yönetilmesinde görev alırlar. Böylelikle doğrudan üretmekle yönetmek, işçi sınıfıyla aydınlar arasında belli bir sosyal farklı durumun doğmasına neden olur. Her ne kadar kapitalist gelişmenin ilk evrelerinde zihni işin bir biçimi olarak yönetmek, imtiyazlı olanların bir işiydi ise de, bugün bu görevler, artık, ücretlendirilenler tarafından icra edilmektedir (Bu konuya yukarıda değinmiştik).

Kapitalistin adına icra edilen bu işten alınan ücret de kapitalist karının bir kısmıdır.

Yukarıda belirttiğimiz bu üç nokta/özellik, bu sosyal tabakanın kapitalist sisteme, özel mülkiyete olan konumunu, onun kapitalist toplumdaki sosyal yerini karakterize etmemizde temel ölçek ve çıkış noktasıdır. Bu tabaka, belirttiğimiz özelliklerden dolayı her ne kadar özel mülkiyete bağımlı durumdaysa da, üretim araçlarına sahip değildir. Orta tabakanın bir bölümü olarak bu tabakanın unsurları da proletarya ve burjuvazi arasında ara bir sosyal konuma sahiptir.

Bu sosyal tabakanın iç bileşimi oldukça karmaşıktır/çelişkilidir. Çünkü bu tabakanın unsurları, farklı sınıflara yakın olan unsurlardan, insan gruplarından oluşmaktadırlar. Bu karmaşık ve çelişkili iç bileşime rağmen aydın, memur ve ücretli memurların kapitalist toplumun iki ana sınıfından hangisine yakınlaştıklarını veya hangisinden uzaklaştıklarını yukarıda anlattıklarımızdan çıkartabiliriz. Buna göre;
a- Maddi bağlar (ücretin boyutu),
b- Yaşam tarzı,
c- Faaliyetin (zihni) kapsamı,
d- Sosyal köken (sınıfsal köken),
e- İdeolojik-siyasi bağ.
Bu noktalar, bu tabakanın ve bu tabaka içinde çeşitli grupların daha ziyade hangi sınıfa; burjuvaziye mi, proletaryaya mı yakın olduğunu gösterir.
Soruna, salt aydın sorunu olarak baktığımızda kapitalist toplumda temel her sınıfın belli bir aydın kesiminin olduğunu görmekteyiz: Burjuva sınıfın burjuva aydını, proleter sınıfın proleter aydını ve ara sınıf olarak da küçük burjuvazinin küçük burjuva aydını vardır.
Bu sosyal tabakanın sosyal yapısını aşağıdaki gibi tasnif edebiliriz:

Vartikal tasnif – toplumsal iş bölümü açısından tasnif

Aydınlar/memurlar: Teknik-ekonomik aydın grubu: (istatistikçiler, ekonomistler, menajerler, mühendisler, müdürler, planlamacılar vs.)
Serbest meslek sahipleri grubu: (Avukatlar, sanatçılar, yazarlar, müzikçiler, doktorlar, bilim adamları vs.)

Devlet mekanizmasının unsurları: (Devletin politik, ekonomik, ideolojik, eğitim, hukuk vs. alanlarındaki aydınlar, memurlar, politikacılar, ordu ve polis mensupları vs.).

Din adamları

Ücretli memurlar:
Ticaret alanında: (Pazarlamacılar, ticari büro işçileri vs.)
Ulaşım-haberleşme alanında (Posta, telefon, telgraf, televizyon, radyo, kara, hava, deniz yolu alanlarında hizmet görenler vs.)
Kapitalist toplumda belirttiğimiz sınıflardan ve ara tabakalardan başka, yine kapitalist toplumun temel sınıfları arasında yer alan, ama orta tabakadan olmayan başka, sınıfsal kökenleri farklı gruplar da vardır. Bunlar, lümpen proletaryadan, hırsızlardan, soygunculardan, dilencilerden vs. oluşan gruplardır.
Orta tabaka, gördüğümüz gibi, bir taraftan kapitalist üretim biçiminin bir sonucuyken, aynı zamanda/diğer taraftan da ekonomik, sosyal, politik vs. alanlarda ortak yönleri olmayan bir “sınıf” gibi, bütünsellik arzetmeyen insan topluluklarını içerir.
Orta tabakanın her bir grubu, kapitalist toplumun sosyal yapısında kendilerine özgü bir yer alarak, sermayenin, burjuva düzenin kendilerine yüklediği belli işlevleri yerine getirir.

Orta tabaka değişkendir. Özellikle ekonomik ve politik durumun sonucu olarak orta tabaka, bir taraftan burjuvazi ve proletarya saflarından kopanlarla beslenirken, diğer taraftan da burjuvazi ve proletaryaya insan unsuru da verir.


 Nisan 2002 


KAYNAKLAR (Sayfa numaraları Almancasına göredir)
  1. Marks-Engels; “Komünist Manifesto”. Marks-Engels; C. 4, s. 462 (dipnot).
  2. Marks; Kapital, C. 1(Marks-Engels; C. 23, s. 642, dipnot).
  3. Engels; İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu. Marks-Engels; C. 2, s. 253.
  4. Lenin; ‘Sol’ Radikalizm, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, C. 31, s. 60.
  5. Bkz.: Lenin; Emperyalizm..., C. 22, s. 198.
  6. Marks; Kapital, C. 3 (Marks-Engels; C.25, s. 304/305).
  7. Agk., s. 311.
  8. Agk., s. 304.
  9. Marks; Kapital, C. 2 (Marks-Engels; C. 24, s. 133/134).
  10. Agk., s. 134.
  11. Marks; Kapital, C. 3 (Marks-Engels; C. 25, s. 312).
  12. Marks; Kapital, C. 1 (Marks-Engels; C. 23, s. 531/532).
  13. Agk., s. 532.
  14. Agk., s. 351.
  15. Lenin; RKP(B)- X. Parti Kongresi. C. 32, s. 250 ve 255.
  16. Marks; Kapital, C. 1 (Marks-Engels; C. 23, s. 446).
  17. Marks; Kapital, C. 2 (Marks-Engels; C. 24, s. 334/335).
  18. Bkz.: Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler. C. 1(Marks-Engels; C. 26/1, s. 145).
Devlet memurlarından, ordu mensuplarından, virtüozlardan, doktorlardan, din adamlarından, hakimlerden, avukatlardan vs. oluşan ‘yüksek’ işçiler denilen büyük kitle...” (s. 145).
  1. Agk., s. 128.
  2. Agy.
  3. Bkz.: Agk., s. 157.