İŞÇİ
SINIFI VE ÜCRETLİLER
ÜCRETLİLERİN
SINIFSAL KONUMU
Yazının
konusunu yaklaşık tam belirleyebilmek için önce bazı kavramlara
açıklık getirmek gerekiyor. Ücretliler, genellikle hizmet
sektöründe çalışıyorlar. Hizmet sektörü ise maddi değerlerin
üretilmediği sektördür. Çok sayıda değişik alt sektörlerden
oluşan ve toplumsal ilerlemenin sonucu olarak kendini sürekli alt
sektörlerle üretebilen bu sektörde çalışanların sınıfsal
konumu devamlı tartışma konusu olmuştur. Sağlık, eğitim;
sosyal hizmetler alanında, bankalarda, sigorta şirketlerinde, toplu
taşımacılıkta, iletişimde, bir bütün olarak devlet
bürokrasisinde vs. çalışanların ezici çoğunluğu, toplumsal
işbölümündeki konumlarından ve ücretlendirilme biçiminden
dolayı, işçi sınıfına göre birtakım farklı özelliklere
sahiptir. Bu sektörde çalışanlar, başlı başına bir sınıfsal
konuma sahip değiller. Yani ayrı bir sınıfı oluşturmazlar. Bu
sektörde çalışanların bir kısmı, kimi özelliklerinden dolayı
işçi sınıfının bir parçasıdır. Bir kısmı, kimi
özelliklerinden dolayı işçi sınıfına yakınken, bir kısmı da
kimi özelliklerinden dolayı küçük ve büyük burjuvazinin bir
bileşenidir.
Hizmet
sektöründe çalışanların sınıfsal konumunun tespiti, sınıf
mücadelesi ve parti açısından oldukça önemlidir. Parti, bu
sektörde çalışanların hangi kesimlerinin işçi sınıfının
bir bileşeni olduğunu, hangi kesimlerinin müttefik olarak
görülebileceğini, hangi kesimlerinin tarafsızlaştırılması
gerektiğini ve hangi kesimlerinin de burjuvazinin bir bileşeni
olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmek zorundadır.
Bazı
farkları göstermek için kavramın açılımına işçi sınıfını
tanımlayarak başlayalım:
Engels,
“Komünist Manifesto”nun İngilizce baskısında (1888)
proletaryayı şöyle tanımlar:
“Proletaryadan,
üretim araçlarına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgücünü
satmak zorunda olan modern ücretli işçilerin sınıfı anlaşılır”
der (1).
Marks
da Kapital’in birinci cildinde proleteri, “... ekonomik olarak
‘sermaye’ üreten ve değerlendiren ve ‘bay sermaye’nin
ihtiyaç duyduğu durumda sokağa atılan ücretli işçiden başka
bir şey anlaşılmaz” diye tanımlar(2).
Bu
iki tanımlamadan çıkan sonuç:
a-Proleter,
üretim aracına sahip değildir.
b-Yaşamak
için işgücünü kapitaliste satmak zorundadır.
c-Proleter,
işgücünü satarak kapitalist için artı değer üretir.
Bu
üç nokta, bu özellikte olan insan yığınına sınıf olma
özelliği veriyor; sömürülen, artı değer üreten, üretim
sürecinde aynı konumda olan ve bütün bunların doğal sonucu
olarak da yaşam ve düşünce tarzı aynı olan insanların
oluşturduğu sınıf; işçi sınıfı.
İşçi
sınıfını, iç sosyal yapısı bakımından da tasnif ederek
hizmet sektörü çalışanlarından farklı yanlarını
gösterebiliriz. Engels, “İngiltere’de Çalışan Sınıfın
Durumu” yapıtında şöyle der:
“Proletaryanın
çeşitli seksiyonlarının incelenmesine (yarayan) sıralama, onun
doğuşundan önceki tarihinden çıkmaktadır. İlk proleterler
endüstriye aittiler ve doğrudan onun tarafından üretiliyorlardı:
Sanayi işçileri... sanayi maddelerinin
üretimi, ham maddeler ve yardımcı maddeler sanayiin gelişmesiyle
önem kazandılar ve yeni bir proletaryanın doğmasına neden
oldular: Kömür ocaklarındaki ve madencilikteki işçiler.
Sanayi, üçüncü derecede tarımı etkilemektedir. ...Çeşitli
işçilerin yetişmişlik derecesinin sanayi ile olan bağlamıyla
tam bir ilişki içinde olduğunu ve çıkarları hakkında sanayii
işçilerinin en çok, maden işçilerinin daha az ve tarım
işçilerinin en az aydınlatıldıklarını ... göreceğiz. Bu
sıralamayı sanayi işçilerinde de bulacağız ve fabrika
işçilerinin, sanayi devriminin bu en yaşlı çocuklarının,
başından bugüne kadar işçi hareketinin çekirdeği olduklarını
göreceğiz” (3).
Burada
işçi sınıfının sosyal yapısının, aynı sınıfın farklı
sosyal katmanlardan oluştuğunu ve bu oluşumun nedenlerini
görüyoruz. Bu sınıfı, sınıf yapan ortak özelliler, yukarıda
bahsettiğimiz üç özelliktir: a) üretim araçlarına sahip
olmamak, b) işgücünü satmak zorunda olmak ve c) artı değer
üretmek.
Bu
temel özellikleri taşıyan işçi sınıfı, üretim alanına göre
de farklılaşıyor:
a-Sanayi
proletaryası.
b-Maden
proletaryası ve
c-Tarım
proletaryası.
İşçi
sınıfının sanayi, maden ve tarım sektörlerine göre
ayrılmasının nedenini, kapitalizmin gelişmişlik derecesinde
aramak gerekir. Gelişen kapitalizm, yeni sektörler ve alanlarda
çalışan yeni işçi sınıfı bölüklerinin oluşmasına neden
olmaktadır.
Lenin’in
dediği gibi, “safi proletaryanın yanı sıra proleterlerden
yarı proletaryaya... doğru oldukça çeşitli geçiş tipleri
kütlesiyle çevrili olmasaydı,... proletarya içinde de alt
tabakalar az veya çok gelişmiş tabakalar... olmasaydı,
kapitalizm, kapitalizm olmazdı” (4).
Bunun
anlamı şudur: İşçi sınıfının belirtilen bu üç ana katmanı
dışında başka katmanları da vardır; ulaşım, nakliyat,
hizmet, inşaat vs. sektörlerde çalışan işçiler.
Bu
sektörlerin hepsinde artı değer üretilmiyor. Ama bu, buralarda
çalışanların ezici çoğunluğunun işçi olmadıkları anlamına
gelmez.
Bir
bütün olarak işçi sınıfını derinlemesine tasnif ettiğimizde
şu alt grupları görürüz:
a-Sanayi
proletaryası (fabrika işçisi).
b-Maden
proletaryası.
c-Tarım
proletaryası.
d-İnşaat
proletaryası.
e-Nakliyat,
posta işlerinde çalışan işçiler.
f-Sosyal
hizmetlerde çalışan işçiler.
g-Yozlaşmış
proletarya(5).
h-İşçi
aristokrasisi.
Şimdi
bir de hizmet sektöründe çalışanları, ücretli(leri) memurları
tanımlayalım.
Kapitalizmin
gelişmesine, daha doğrusu makineli üretimin gelişmesine paralel
olarak doğan bu kavram, doğrudan üretim dışında kalan
emekçileri; yönetme, hesaplama, örgütleme, üretimin
gerçekleşmesi işlevlerini üstlenmiş olanları kapsamına alır.
Bu kavram, aynı zamanda mevcut rejimin üst yapı kurumlarında
çalışanları da kapsamına alır.
Doğuş
koşullarıyla karşılaştırdığımızda bu kavramın bugün
açısından içeriklendirilmesi zorlaşmıştır. Bu kavram, artık
belli bir olguyu gerçek anlamıyla tanımlayacak özellikte
değildir. Bugün açısından bu kavramın belirleyici ölçeği,
gelirin, iş ücreti biçiminde değil, maaş biçiminde olmasıdır.
Kavramın
içeriğinin genişliği, bu kavramı bugün açısından
kullanılabilir olmaktan çıkartmaktadır. Ücretli memur veya memur
veya genel anlamda hizmet sektörü dendiğinde çalışanların çok
farklı sınıfsal ve sosyal kategorileri bir potada toplanmış
oluyor. Örnek: Burjuva düzende; kapitalist ekonomide en tepedeki
yönetici olan da, en altta büro işlerinde çalışan da aynı
kategoride ele alınıyor. Bunların hepsine ücretli, memur, hizmet
sektöründe çalışanlar vs. deniyor.
Gelişen;
derinleşen ve kapsamlaşan, toplumsal yaşam ve üretimin seyrini
belirleyen kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ile orta ve üst
tabakaları hariç ücretli memurlar arasındaki farklar giderek yok
olmaktadır. Ücretliler yığını, aynen işçi sınıfı gibi,
aynı sosyal ve ekonomik koşullar içindeler. Ücretliler
yığını, aynen proletarya gibi, sömürü koşullarında
çalışıyorlar. Bu kesimin proletaryadan farklılığı, genel
olarak, doğrudan maddi değerlerin üretim sürecinde faal
olmamasıdır.
Aşağıda
ele alacağımız gibi, ücretli memurların önemli bir kesimi;
alt-orta tabakaları arasında kalan kesimi, proletaryanın bir
bileşeni olarak görülmelidir.
Hizmet
sektörü çalışanları, daha dar anlamda da olsa ücretli
memurlar, farklı gruplardan oluşan emekçi yığınların bir
kavram altında tanımlanması anlamına gelir. Bundan dolayı bu
emekçi yığınların toplumdaki sosyal konumunu götürü
karakterize etmek ilkesel olarak mümkün değildir. Bu kesimi somut
ve ayrıntılı ele almak gerekir. Bunu yapabilmek için bazı temel
ölçekler esas alınmalıdır.
-Yeniden
üretimdeki konumuna göre (idari alanda, teknik alanda, ticaret,
nakliyat, ulaşım, komünikasyon, sağlık, eğitim vb. alanlarda).
-Yönlendirme
ve planlama sistemindeki konumuna göre (yönetici konumda
olmayanlar, yönetici konumunda olanlar).
-Vasıflılık
durumuna göre (eğitim durumu).
ARTI DEĞER ÜRETİMİNİN SINIFSAL TASNİFTEKİ ROLÜ
“Aynen
sanayi sermayesinin, karı, metalarda somutlaşan ve gerçekleşen,
karşılığında bir eşdeğer ödenmeyen emeğin satışıyla
sağlanması gibi, tüccar sermayesi de, karı, metaların içerdiği
(üretimleri için yatırılmış sermaye, toplam sanayi sermayesinin
bir kısmı olarak işlev yaptığı ölçüde metaların içerdiği)
karşılığı ödenmeyen emeğin tamamı için üretken sermayeye
tam bir ödemede bulunmayarak ve metaların hala içermekte olduğu
bu karşılığı ödenmemiş kısım için, satış yapılırken bir
karşılık isteyerek sağlar. Tüccar sermayesi ile artı değer
arasındaki bağıntı, sanayi sermayesi ile artı değer arasındaki
bağıntıdan farklıdır. Sanayi sermayesi, başkalarının
karşılığı ödenmeyen emeğine doğrudan doğruya el koyarak artı
değer üretir. Tüccar sermayesi, artı değerin bir kısmına, bu
kısmı, sanayi sermayesinden kendisine aktararak sahip çıkar.
Ticaret
sermayesi, yeniden üretim sürecinde, ancak değerleri
gerçekleştirme işlevi aracılığıyla sermaye olarak iş görür
ve böylece toplam sermaye tarafından üretilen artı değerden pay
alır. Bireysel tüccarın elde edeceği kar kitlesi, bu süreçte
kullanabileceği sermayenin kitlesine bağlı olup, çalıştırdığı
kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği ne kadar fazla olursa o
kadar fazla sermayeyi satın alma ve satma işinde kullanabilir.
Tüccarın parasını sermaye haline getiren işlev, büyük ölçüde
bu işte çalıştırılanlar tarafından yerine getirilir.
Çalıştırdığı kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği artı
değer yaratmamakla birlikte, onun bu artı değere el koymasını
sağlar ve bu da, sonuçta, sermayesi bakımından aynı şey
demektir. Bu nedenle de o, tüccar için bir kar kaynağıdır. Aksi
halde ticaret, hiçbir zaman büyük ölçekte ya da kapitalist
biçimde yürütülemezdi.
Aynen
işçinin karşılığı ödenmeyen emeğinin üretken sermaye için
doğrudan doğruya artı değer yaratması gibi, ticari ücretlilerin
karşılığı ödenmeyen emeği de, tüccar sermayesi için bu artı
değerden bir pay sağlar” (6).
Aynen
sanayi kapitalisti gibi ticaret kapitalisti de yapılan iş sürecinde
doğrudan yer almaz. Nasıl ki sanayi kapitalisti, bir işçi gibi
makinenin başında değilse, ticaret kapitalisti de metanın
satışıyla ilgili işleri doğrudan yapmaz. Ama her ikisi de
çalıştırmak için ücretli işçi tutar.
Nasıl
ki sanayi proletaryası sanayi kapitalistleri tarafından
sömürülüyorlarsa, hizmet (ticaret) sektöründe çalışan ticari
işçi de ticaret kapitalistleri tarafından sömürülür.
“Ticari
işçi doğrudan doğruya artı değer üretmez. Ama işinin fiyatı
işgücünün değeriyle, yani üretiminin (işgücü üretiminin,
çn.) giderleriyle belirlenirken, bu işgücünün uygulanması,
kullanılması, enerji harcaması, aşınıp yıpranması, diğer
bütün ücretli işçilerde olduğu gibi, hiçbir şekilde değeriyle
sınırlı değildir. Bu nedenle de ücreti, gerçekleşmesinde
kapitaliste yardım ettiği kar kitlesi ile zorunlu bir orantı
içinde değildir. Kapitaliste neye mal olduğu ile onun için neler
sağladığı farklı şeylerdir. Doğrudan doğruya artı değer
yaratmaz, ama karşılığı ödenmeyen iş harcaması ölçüsünde,
artı değeri gerçekleştirme giderini azaltması için ona yardım
ederek, kapitalistin gelirini arttırır. Sözcüğün gerçek
anlamında ticari işçi, vasıflı olarak sınıflandırılan ve
ortalama işin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli
işçiler sınıfına girer” (7).
Demek
oluyor ki, ticaret (hizmet) sektöründe çalışanlar da işçidir.
Marks’ın deyimiyle, “daha yüksek ücret alan ücretli işçiler
sınıfına dahildirler”.
“Ticaret
kapitalisti tarafından.... çalıştırılan ticari ücretli
işçilerin durumu nedir?
Birincisi,
bu gibi ticaret işlerinde çalışanlar, diğerleri gibi ücretli
işçilerdir. Her şeyden önce bunların işgücü, gelir olarak
harcanan parayla değil, tüccarın değişken sermayesi ile satın
alınmıştır ve dolayısıyla bu güç, özel hizmetler için değil
kendisine yaratılan sermayenin değerinin genişletilmesi amacıyla
satın alınmıştır. İkincisi, onun da işgücünün değeri ve
dolayısıyla ücreti, diğer işçilerinki gibi belirlenmiştir.
Yani işinin ürünü değil, onun özgül işgücünün üretim ve
yeniden üretiminin maliyeti ile belirlenmiştir.
Bununla
birlikte, sanayi sermayesi ile ticaret sermayesi, dolayısıyla
sanayi kapitalisti ile tüccar arasında bulunan ayrımı, onunla
doğrudan doğruya sanayi kapitalisti tarafından çalıştırılan
ücretli işçi arasında da yapmak zorundayız. Tüccar, sırf bir
dolaşım aracı olarak ne değer, ne de artı değer üretmediğine
göre (giderler aracılığıyla tüccarın metalarına kattığı ek
değer, burada kendi değişmeyen sermayesinin değerini nasıl
koruduğu sorusu ortaya çıkmakla birlikte, daha önce mevcut
değerlere bir ilave niteliğinde olduğu için) tüccar tarafından
bu aynı işlevlerde çalıştırılan ticaret işçilerinin de, onun
için doğrudan doğruya artı değer üretmeyecekleri sonucu çıkar”
(8).
Demek
oluyor ki, ticaret sektöründe çalışan işçinin işlevi üretken
değil, yani değer yaratmıyor. Ama bu işçinin çalışması
“zorunlu bir işlev. Çünkü yeniden üretim süreci üretken
olmayan işlevleri içerir... yararlılığı, üretken olmayan bir
işlevi üretken bir işleve ya da üretken olmayan işi üretken işe
dönüştürmekten ileri gelmemektedir... Onun yararlılığı, daha
çok, toplumun işgücünün ve çalışma zamanının daha küçük
bir kısmının bu üretken olmayan işleve bağlanmasından ileri
gelmektedir. Dahası da var. Daha iyi ücret alsa bile, bu durumun
yarattığı farklılığa karşın, onun yalnızca bir ücretli işçi
olduğunu var sayacağız” (9).
Marks,
aynı yerde devamla şöyle der:
“Aldığı
ücret ne olursa olsun, ücretli işçi olarak zamanının bir
kısmında karşılıksız çalışır. Günde sekiz iş saatlik
ürünün değerini alabilir, ama gene de on saat iş yapar. Ne var
ki, gerekli işin aracılığı ile toplumsal ürünün bir kısmı
kendisine aktarılmasına karşın, ancak sekiz saatlik gerekli işi
nasıl bir değer yaratmıyorsa, bu iki saatlik artı iş de değer
yaratmaz. Her şeyden önce, toplum açısından bakıldığında
işgücü, şimdi de eskiden olduğu gibi, salt dolaşım işlevinde
on saat tüketilmiştir. Bu işgücü, herhangi bir başka şey için,
üretken işi için kullanılmaz. İkincisi, bu iki saatlik artı iş,
bu işi yapan birey tarafından harcandığı halde toplum bunun
karşılığını ödemez. Toplum bundan, herhangi bir ek ürün ya
da değer elde etmemektedir. Ama onun temsil ettiği dolaşım
maliyetleri, on saatten sekiz saate beşte bir oranında azalmıştır.
Toplum, onun aracılığı ile gerçekleşen bu faal dolaşım
zamanının beşte biri için herhangi bir eşdeğer ödememektedir.
Ama bu adamı bir kapitalist çalıştırırsa, bu iki saatin
karşılığının ödenmemesi onun (aç.
M.) sermayesinin dolaşım maliyetini azaltır ve bu da
gelirinden bir indirim oluşturur. Bu, kapitalist için olumlu bir
kazançtır. Çünkü sermayesinin değerinin kendini genişletmesinin
olumsuz sınırı böyle daralır” (10).
Ticaret
sektöründe çalışan işçinin ücreti, aynen, sanayi
proletaryasının ücreti gibi, işgücünün değeriyle
belirleniyor. Bu sektörde çalışanların bir kısmının ücretli,
maaşlı olması bu gerçeği değiştirmiyor. Sanayi proletaryası
gibi ticaret sektöründe çalışan işçi de kapitaliste işgücünü
satıyor.
Engels,
Kapital’in 3. cildindeki bir dipnotunda ticari proletaryadan
bahsederek şöyle der:
“Ticaret
proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan
tahminin zaman içinde nasıl doğrulandığını bütün ticari
işlemlerde eğitim görmüş, üç-dört dil bilen yüzlerce Alman
büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle –ki bu ücret, iyi
bir tornacının ücretinin çok altındadır- Londra’nın
merkezinde boşu boşuna iş aramalarında görülmektedir” (11).
Öyleyse,
işçi sınıfının bileşenlerinin tasnifinde veya ücretli
memurların sınıfsal tasnifinde esas olan, ücretli memurların,
değer veya artı değer yaratıp yaratmadıkları değildir. Veya
soru, proletarya ile ücretli memur arasında farklılıkların olup
olmadığı da değildir. Marks, farklılığın olduğunu söylüyor,
ama bundan dolayı da ücretli memurları, ticaret sektörü
örneğinde olduğu gibi, işçi sınıfının bir bileşeni olmaktan
çıkartmıyor. Marks, değer veya artı değer yaratmadıkları için
ücretlileri, işçi sınıfının dışında görmeye hakkımız yok
diyor.
Soruna,
değer veya artı değer yaratılıp yaratılmadığı açısından
ve proletarya ile ücretli memur arasındaki fark ön plana
çıkartılarak yaklaşıldığında saçma sonuçlarla karşı
karşıya kalırız.
Birkaç
örnek:
Bir
kadın işçiyi göz önüne getirelim. Fabrikada çalışan bu
kadının işsiz kaldığını ve belli bir zaman sonra bir markette
tezgahtar, satıcı veya kasiyer olarak iş bulduğunu, bu arada
hamile kaldığını, çocuk sorunu nedeniyle işten ayrıldığını,
doğumdan sonra da yeniden iş aradığını ve bir sinema veya
tiyatro gişesinde bilet satıcısı olarak iş bulduğunu, belli bir
zaman sonra belli bir zaman için bir temizlik firmasında
çalıştığını ve daha sonra da yeniden bir fabrikada iş
bulduğunu düşünelim. Soruna salt değer veya artı değer üretimi
açısından baktığımızda bu kadının fabrikada çalışırken
işçi olduğunu, sonra markette, sinema gişesinde ve temizlik
firmasında çalışırken işçi olmadığını, çocuk nedeniyle
evde kaldığı için ev kadını olduğunu ve yeniden fabrikaya
girdiğinde de yeniden işçi olduğunu söylememiz gerekir. Veya
bir gün yolcu treni ikinci gün yük katarı kullanan bir makinisti
düşünelim. Soruna salt değer veya artı değer üretimi açısından
bakıldığında bu makinist, yolcu taşıyan trende makinistlik
yaptığı gün, değer veya artı değer üretmediği için proleter
sayılmaz, ama yük treninde makinistlik yaptığı gün –nakliyat
faaliyeti nedeniyle metanın değerine değer kattığı için-
proleter olur. Bu durumda bizim makinist bir gün proleter, ertesi
gün küçük burjuva, ertesi gün yeniden proleter ve daha ertesi
gün de yeniden küçük burjuva mı olacak?
Demek
oluyor ki, ücretlilerin sınıfsal tasnifini yaparken çıkış
noktamız, değer veya artı değer üretilip üretilmediği
olmamalıdır. Çıkış noktası, ücretlilerin çalışma ve yaşam
koşullarının hangi ölçüde sanayi proletaryasınınkine
yakınlaştığı olmalıdır.
Kapitalizmin
gelişmesi, sermayenin konsantrasyonu ve merkezileşmesi anlamına
gelir. Kapitalizmin gelişmesi, aynı zamanda üretimin
toplumsallaşması ve toplumsal işbölümünün de derinleşmesi ve
kapsamlaşması anlamına gelir. Yeni üretim dalları, üretim
sürecinin çeşitlenmesi, nihayetinde bir ürünün bir işçinin
üretimi olmaktan çıkması söz konusu olur. Bunun ötesinde
toplumsal yeniden üretim sürecinin bileşenleri; farklı sanayi
dalları birbirine bağımlı hale gelirler. Bilimsel-teknik devrimin
kazanımlarının; teknolojinin üretimde kullanılması,
sektörlerin; üretim dallarının birbirlerine bağımlılığını
daha da derinleştirir. Kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde
herhangi bir ürün bir işçinin, bir fabrikanın değil, birçok
işçinin, birçok iş kolunun ürünü olmuştur. Bu anlamda ürün,
üretimin toplumsallaşmasına paralel olarak kolektif olmuştur.
Bunun ötesinde kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması,
ulusal kolektif ürünü uluslararası kolektif ürüne
dönüştürmüştür. Bu gelişmeyi otomobil üretiminden tekstil
üretimine, depolamadan, paketlemeye ve pazarlamaya kadar sayısız
meta üretiminde, nakliyatında ve pazarlanmasında görmekteyiz.
Böyle bir süreçte metayı kimin ürettiği sorusu saçma oluyor.
Bu soru yerine, esas alınması gereken, bir metanın, örneğin bir
pantolonun tüketici tarafından satın alınana kadarki oluşumunda
–hammaddenin pantolon haline getirilişi- işgücü katkısıyla
yer alanların konumudur. Bu konuda Marks şöyle der:
“Çalışma
süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi,
sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir.
Kişi, doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o kişi
yalnız kendisini denetliyor demektir. Sonra denetlerin. Tek bir
insan, kendi beyninin denetimi altında yine kendi kaslarını
harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal
bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi, çalışma
süreci de el işini kafa işiyle birleştirir. Sonraları bunlar
birbirlerinden ayrılırlar. Öyle ki düşman karşıt olurlar.
Ürün, bireysel üreticinin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve
umumi işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri iş
(çalışma, çn.) konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir
parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini
alır. Çalışma sürecinin bu ortaklaşa niteliği gitgide daha
belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak bizdeki üretken
iş ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik kazanmış
olur. Üretken biçimde çalışmak için artık bizzat işe el atmak
da gerekmez Umumi işçinin bir organı olmanız, onun yerine
getireceği alt işlevlerden birini yapmanız yeterlidir. Üretken
çalışmanın yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi nesnelerin
üretiminin asıl niteliğinden çıkartılan tanımı, bütünüyle
alındığında, umumi işçi için de hala geçerlidir. Ama onu
oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerli
değildir” (12).
Aynı
yerde Marks, devamla, bir örnek vererek şöyle diyor:
“Diğer
taraftan, verimli iş kavramı daralır. Kapitalist üretim sadece
meta üretimi değil, esas itibariyle artı değer üretimidir. İşçi,
kendisi işin değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, sadece
üretmesi yetmez. O, artı değer üretmek zorundadır. Sadece,
kapitalist için artı değer üreten veya sermayenin kendini
değerlendirmesine hizmet eden işçi, üretkendir. Maddi nesneler
üretiminin dışında kalan bir alanda örnek alırsak, bir
öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde çalışmasının yanı
sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi
çalışıyorsa, üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin
sermayesini sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış
olması hiçbir şey değiştirmez” (13).
Demek
oluyor ki, ücretlinin üretken olup olmadığının kıstası,
sadece maddi bir değer üretip üretmesine veya fiziki (kolla, elle)
çalışıp çalışmamasına bağlı değildir. Çünkü meta
üretimi bir işçi topluluğunun ortak, koordineli çalışmasının
ürünüdür veya kapitalist yeniden üretim süreci, her birinin
işlevi farklı olan işçi topluluğu – buna, Engels’in
ifadesiyle ticaret proletaryası da
dahildir- tarafından harekete geçirilir. Bu süreçte umumi işçinin
(A. Bilgi, bunu “kolektif emekçi” diye çevirmiş. Umumiyi,
toplu, genel olanı “kolektif”, herkesin bildiği işçiyi de
“emekçi” yapmış!) her bir üyesinin işlevi farklıdır.
Günümüz kapitalist yeniden üretim sürecinde bu farklılık daha
da çoğalmış ve ayrıntılaşmıştır. Örneğin 100-150 sene
önce bir işçinin tek başına ürettiği bir meta, bugün çok
işlem sürecinden, çok sayıda “alt işlev”i olanların elinden
geçmektedir. Böyle bir süreçte sınıfsal tasnifi kafa ve kol
işine (“emeği”ne) göre ayırmak “alt işlev” görenler
açısından imkansızdır.
Kapitalizmde
doğrudan doğruya veya artı değer üretmeyen “alt işlev”liler
olmaksızın üretim yapmak imkansızdır. Yapılsa da bu, bireysel
üretimdir, kapitalist üretim biçimini ifade etmez.
Gelişen
kapitalizm, yeni mesleklerin doğmasına da neden olur.
“Aynen
başlangıçta sermayesinin gerçek anlamda kapitalist üretime
başlayabileceği asgari miktara ulaştığı anda kapitalistin elini
fiilen işten çekmesi gibi, şimdi de, işçilerin ve işçi
gruplarının doğrudan doğruya ve devamlı denetimini özel bir
ücretli işçiler türüne bırakır. Bir kapitalistin komutası
altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi,
subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı)
gereksimin duyar. Ve bunlar, çalışma sürecinde kapitalist adına
(bu orduya) komuta ederler. Denetim (gözetim,
çn.) işi, bunların yegane işlevi olarak yerleşir”
(14).
Buradaki
subaylar, yani müdürler, yöneticiler, ücretlilerdir. Ücretlilerin
bir kesimini oluşturmalarına rağmen, işçi sınıfına yakın
olan veya işçi sınıfının bileşenlerinden olan ücretliler
değildirler. Buna karşın astsubay kategorisinde olanlar, her ne
kadar, bir işçiye nazaran daha fazla ücret alsalar da, doğrudan
üretim sürecinde yer almasalar da, sınıfsal konumları
bakımından, ya işçi sınıfının bir bileşenidirler ya da ona
sınıfsal olarak en yakın olanlardır.
Kapitalizmin,
doğrudan reel üretim dışında ortaya çıkardığı meslek
grupları, genel anlamda hizmet sektörü olarak tanımlanıyor. Bu
sektör, kapitalizmin gelişmesine, bilimsel-teknik devrimin
kazanımlarının üretim sürecinde kullanılmasına, yani
teknolojinin üretimde kullanılmasına paralel olarak giderek
kapsamlaşmıştır.
İşçilerin
ve ücretlilerin sosyal durumları giderek birbirine yakınlaşıyor.
Teknoloji, kapitalist yeniden üretim sürecinin koşullarına uygun
örgütlenmesinin ekonominin ve burjuva devletin yapısında meydana
getirdiği değişimler, ücretlilerin çalışma ve yaşam
koşullarında kapsamlı ve derinlemesine değişimlere neden
olmuştur. Bu değişimlerden en çok ücretlilerin alt kesimleri;
işçi sınıfının bileşeni olanları ve ona en yakın olanları
etkilenmişlerdir. Bu değişimler, ücretlilerin, özellikle alt
kesimlerinin proletaryaya yakınlaşmasında; kendi sınıfsal
konumları üzerine bilinçlenmesinde; en azından sermaye-sömürü,
sermaye-çalışma ilişkileri konusunda bilinçlenmelerinde
belirleyici olmuşlardır. Çıplak yaşam, ekonomik durum, memur
olmanın, ücretli olmanın, bir zamanlar geçerli olan imtiyazlı
olma durumuna son veriyor. Bir zamanlar memur olmakla, ücretli
olmakla elde edilen, görece de olsa iş garantisi bugün geçerli
değil. Bunun en güncel örneğini devletin küçültülmesi adı
altında IMF’nin dayatmasıyla binlerce ücretlinin sokağa
atılması oluşturmaktadır. Devletin küçültülmesi bahanesi
olmasa dahi, teknoloji kullanımıyla rasyonelleşmeye gidiliyor ve
binlerce ücretli, memur sokağa atılıyor. Böylece sosyal
güvensizlik, işsizlik gibi kavramlar, memurlar arasında da anlam
kazanıyor.
İŞÇİ SINIFI SEKSİYONLARININ GELİŞME EĞİLİMİ
Yukarıda
anlattıklarımızdan çıkartılması gereken sonuç şudur: İşçi
sınıfı, dar anlamda işçi sınıfı ve geniş anlamda işçi
sınıfı olarak tanımlanmalıdır. Dar anlamda işçi sınıfı,
doğrudan değer ve maddi değer üreten bileşenlerinden oluşurken,
geniş anlamda işçi sınıfına değer ve artı değer üretmeyen
bileşenleri de eklenmek gerekir.
Dar
anlamda işçi sınıfı; a- sanayi proletaryası, b- maden
proletaryası ve c- tarım proletaryası olmak üzere üç ana
bileşenden oluşur. Değer ve artı değerin üretilmediği diğer
bütün sektörlerde ve çalışma alanlarındaki işçiler de geniş
anlamda işçi sınıfının bileşenlerini oluştururlar.
Dar
ve geniş anlamda işçi sınıfı ayrımını yapmadan, işçi
sınıfını sadece ve sadece değer ve artı değer üretme
kıstasıyla ele aldığımız durumda, değer ve artı değer
üretmeyen işçi sınıfı bileşenlerinin tamamı kaçınılmaz
olarak, küçük burjuva unsurlar olarak, küçük burjuva
“emekçi”ler olarak veya ücretliler, memurlar olarak
görülecektir. Böyle görüldüğü için de, bu kesimlerin giderek
işçi sınıfına yakınlaştıkları veya onun bir parçası
oldukları anlayışı ortaya çıkmaktadır. Oysa işçi sınıfına
yakınlaşan veya artık onun bir parçası olarak görülen
kesimler, zaten işçi sınıfının birer bileşenidirler. Engels’in
“ticaret proletaryası” tanımlaması, Marks’tan
aktardığımız ve işçi sınıfını tanımlamada dikkat edilmesi
gereken noktalar üzerine anlayışlar bunun böyle olduğunu
göstermektedir.
Engels’in
tanımlamasından hareketle, işçi sınıfına dahil ettiklerimizi;
geniş anlamda işçi sınıfının unsurlarını, ücretli memur
olarak değil de, ücretli proleter veya maaşlı işçi, maaşlı
proleter olarak tanımlamamız daha doğru olur.
Türkiye’de
dar anlamda işçi sınıfının sayısal gelişmesine baktığımızda
şu eğilimi görmekteyiz:
İmalat
sanayiinde çalışan proleterlerin sayısı 35 sene içinde, yani
1955’ten 1990’a kadar olan dönem içinde yaklaşık 6 misli,
diğer bir deyişle 1955’e göre 1990’da % 489 oranında artarak
sayısal anlamda 371 386’dan 2 185 677’ye yükselmiştir.
Keza
maden proletaryası da aynı dönemde 2,1 misli, yani %112 oranında
artarak, sayısal anlamda 60 1871‘den 127 858‘e çıkmıştır.
Tarım
proletaryası üzerine veriler oldukça güvenilmez oldukları için,
fikir beyanından kaçınıyoruz. Ama her halükarda tarım
proletaryasında da sayısal olarak reddi imkansız bir gelişme söz
konusudur.
Bir
de geniş anlamda işçi sınıfının sayısal gelişme eğilimine
bakalım:
İşçi
sınıfının inşaat, elektrik, su, gaz, ticaret bankacılık,
sigortacılık, hizmetler vb. alanlarda çalışan bileşenlerinin
sayısındaki artış daha hızlıdır. Bu artış, 1955-1990
arasında inşatta 6,4; elektrik, su ve gazda 5,3; ticaret, banka ve
sigortacılıkta 11,3 ve hizmetlerde ise 8,6 misli olmuştur.
Dar
ve geniş anlamda işçi sınıfının bileşenlerini araştırmak
için göz önünde tutulması gereken noktalar şunlardır;
a-
Sınıfın, yeniden üretim sürecindeki konumu.
b-
Sınıfın, kapitalist çalışmanın örgütlenmesindeki konumu.
c-
Sınıfın yaşam koşullarındaki farklılaşma.
d-
Sınıfın, somut sermaye ilişkileri formundaki veya sermaye
ilişkilerinin her bir gelişme aşamasındaki konumu.
Bu
noktaları tek tek kısaca ele alırsak;
a-
Sınıfın, yeniden üretim sürecindeki konumu
Burada
söz konusu olan, işçi sınıfının ekonomik sektörlere;
sanayi-tarım-ticaret ve sektörler içinde alt bölümlere -örneğin
sanayi içinde kağıt, makine yapımı vb.- ayrılmasıdır. Bu,
işçi sınıfının ekonomik yapılaşmasıdır ve bu yapılaşmayı
kaba hatlarıyla şöyle ayrıştırabiliriz:
Doğrudan
ve dolaylı maddi üretimde olan işçiler: Sanayi, maden, tarım,
zanaatçılık, inşaat, nakliyat ve ticaretin bazı bölümleri.
Burada
ele almadığımız zanaatçılığı ve karmaşık yapısından
dolayı ticareti çıkartırsak, bu alanda işçi sınıfının 1980
ve 1990’daki sayısal durumu şöyledir:
Ticaret
ve dolaşım sürecinde olan işçiler: Dolaşım sürecini,
diğerlerinden ayrıştırmak mümkün olmadığı için dikkate
almazsak, ticaret alanında çalışan işçilerin sayısının
1980’de 593 863’ten 1990’da 1 231 225’e çıkarak iki misli
arttığını görürüz.
Hizmet
sektörü (kamu+özel sektörde hizmetler, oteller, lokantalar vs.):
Bu
alanda çalışan işçilerin sayısı 1980’de 2 379 069’dan
1990’da 3 109 769’a çıkarak % 30,7 oranında artar.
Tablodaki
ilk veriler dar anlamda işçi sınıfının sayısal gelişmesini
gösterirken, ikinci ve üçüncü sıradaki veriler, geniş anlamda
işçi sınıfı bileşenlerinin sayısal gelişme eğilimini
göstermekteler.
b-
Sınıfın, kapitalist çalışmanın örgütlenmesindeki konumu
Burada
esas olan, her bir çalışma alanında sınıfın hiyerarşik
yapısıdır. Düz işçi, usta, ustabaşı, kontrolcü vs.. Tabii,
bütün bu ayrımlar, alınan ücrette de ifadesini bulmaktadır.
İşçi
sınıfını bu noktada Türkiye somutunda ayrıştırma imkanım
yok. Böyle bir ayrıştırma çok detaylı ampirik bir araştırmanın
sonucu olabilir ve yapılması da gerekir. Çünkü böylelikle;
-
işçi sınıfı bir taraftan diğer ücretlilerden,
-diğer
taraftan da bürokratlaşmış, yozlaşmış kesimlerinden
ayrıştırılmış olur.
c-
Sınıfın yaşam koşullarındaki farklılaşma
Sınıfın
yaşam koşulları salt ülkedeki genel ekonomik-politik durumla
açıklanamaz. Bu, genel olanı ele verir. Ama işçi sınıfı kendi
içinde de, yukarıda belirttiğim gibi, farklılıklar arz ediyor ve
bu farklılıklar, ister istemez onun yaşam koşullarını da
etkiliyor. Örneğin, yukarıda b noktasında belirttiğim
farklılıklar, buna bağlı olarak vasıflı ve vasıflı olmayan
işçiler, kırsal alandan gelerek sınıfa yeni katılan işçiler,
henüz daha köylü olma özelliğini kaybetmemiş
olanlar vs. Bütün
bu farklılıklar, işçi sınıfının mücadelesini etkiler.
d-Sınıfın,
somut sermaye ilişkileri formundaki veya sermaye
ilişkilerinin her
bir gelişme aşamasındaki durumu
Burada
söz konusu olan, işçi sınıfının farklı sosyo-ekonomik
faaliyet sektörlerine göre ayrımının yapılmasıdır. Bu ayrım
şöyledir:
-Özel
hizmetler: Şoför, berber, temizlikçiler vs..
-
Kapitalist olmayan işletmeler (küçük üreticiler)
-
Devlet sektöründe çalışanlar.
ORTA TABAKALARIN SINIFSAL GELİŞME EĞİLİMİ
Kapitalizmde
Orta Tabaka Olarak Aydınlar, Ücretli Memurlar ve Küçük
Memurlar:
Burada
söz konusu olan, ücretlilerin işçi sınıfına yakın olan
kesimleri, tarafsızlaştırılması gerekenler ve burjuva sınıfın
bileşeni olanlardır. Yani, geniş anlamda işçi sınıfının bir
parçası olmasına rağmen, ücretli olduğu için, işçi sınıfının
değil de memurların, aydınların, bir bütün olarak küçük
burjuvazinin bir bileşeni olarak algılanan kesimleri dikkate
almıyoruz. Bunların neden işçi sınıfının bir bileşeni
olduklarını yukarıda gösterdik.
İlk
dönemlerinin aksine günümüzde kapitalizm, işçi sınıfı ile
ücretlilerin yaşam koşullarını aynılaştırıyor. İnsanları
ücretlendirmenin biçimine göre sınıfsal tasnif etmek, artık,
pek geçerli değil. Yaşam koşullarının giderek aynılaşması
veya belirleyici olmaktan çıkması, kaçınılmaz olarak düşünce
birliğine de yol açmaktadır. Bunun ötesinde aynılaşan yaşam
koşulları, aynı sorunlardan etkilenmeyi ve aynı amaç için
mücadeleyi de gündeme getiriyor.
Günümüzde
kapitalizm, ücretlilerin ayrışma sürecini hızlandırmıştır.
Günümüzde kapitalizm, işçi sınıfının seksiyonlarını
çoğaltıyor, sınıfı ayrıştırmıyor. Ama aynı koşullar,
ücretlilerin seksiyonlarını çoğaltsa da, öncelikle
ayrıştırıyor. Günümüzde kapitalizm, ücretlilerin ezici
çoğunluğunu işçileştirirken, ancak çok küçük bir azınlığını
burjuvalaştırıyor. Ortada kalan kesimin üst tabakaları burjuva
düzenden yana sınıfsal tavır alırken, orta ve özellikle alt
kesimleri, işçi sınıfına yakınlaşıyorlar. Bunlar emekçilerin
geniş ücretli kesimini oluşturuyorlar.
Aydınların
ve memurların; genel olarak ücretlilerin toplumsal konumlarının
saptanması ve tasnifi karmaşıktır. Her şeyden önce aydınlar
ve memurlar/ücretli memurlar, bazı istisnai durumlar hariç, ne
üretim araçlarına sahiptirler ne de normal/bilinen tipte
emekçilerdir. (Burada istisnai bir durumu, örneğin üretim
araçlarına sahip olan doktorlar oluştururlar) Aydınlar ve
memurlar, kapitalist toplumda kendilerine has özellikleri olan
ücretli emekçilerdir.
Orta
tabakanın bu kesiminin toplumdaki konumunun saptanmasına gelince:
Bu saptama için belli kıstaslardan hareket edilir. Bu kıstaslar,
her şeyden önce bu kesimin iş-mülkiyet ilişkisi ve emeğin
(işin) örgütlenmesindeki konumlarını açıklar. Bu nedenle
burada açıklamamız gereken, genel olarak işe-mülkiyete olan
tavır ve emeğin (işin) örgütlenmesindeki konum değildir. Tam
tersine, açıklanması gereken, spesifik (özgül) olgulardır.
İş
ve mülkiyet kavramlarını bazı yönlerde ele alarak bu spesifik
olgu sorununu açıklamaya çalışalım.
Ne
genel olarak iş, ne de genel olarak mülkiyet, belli bir toplum
kesiminin gerçek sınıfsal karakterini tam olarak tespite yeterli
olamaz. Örneğin, genel olarak işten/emekten bahsetmek; genel
olarak iş/emek, belli bir insanın işçi sınıfından veya burjuva
sınıfından olup olmadığını saptamak için yeterli bir ölçü
değildir. Bu konuda Lenin “RKP(B)’nin X. Kongresi“nde şöyle
diyor:
“Birincisi,
‘üretici’ kavramı, proleteri yarı-proleter ve küçük meta
üreticisiyle birleştirir ve böylece sınıflar arasında tam bir
fark koymak için sınıf mücadelesinin temel kavramı ve temel
talebi radikal olarak terk edilir”.
“Marks
ve Engels, sınıf farklılıklarını unutanlara, genel olarak
üreticilerden, halktan ve emekçilerden bahsedenlere karşı
acımasız bir mücadele yürütmüşlerdir... Genel olarak emekçiler
veya çalışanlar yoktur...”(15).
Demek
ki genel olarak çalışıyor olmak, o insanın toplumda hangi
sınıfın unsuru olduğunu saptamaya yeterli bir ölçü değildir.
Diğer bir deyişle, sınıf farklılığının tespiti için genel
anlamda iş bölümü belirleyici ölçü olamaz. Sınıf
farklılığının tespiti için temel ölçü, kişinin üretim
araçlarına olan ilişkisi ve mülkiyetin biçimidir. Ne
var ki, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisi, mülkiyetin
biçimi, bağımsız/başka faktör ve olgulardan dışlanmış
olarak, esasen de toplumsal iş bölümünden bağımsız
olarak ele alınamaz. Bu nedenle yukarıda genel olarak ölçü
değil, temel-esas ölçü ifadesini kullandık. Buna göre,
kapitalist toplumda sınıfların tasnif edilmesinde yöntemsel
ilke, toplumsal iş bölümü ile temel mülkiyet
biçiminin/ilişkilerinin birliğidir.
Belirttiğimiz
gibi, genel olarak iş, genel olarak mülkiyet, fazla bir şey ifade
etmez. Marksizmde genel olarak işin, genel olarak mülkiyetin yeri
yoktur. Marksizm, bu kavramları somutlaştırarak ele alır.
Örneğin, soyut işten değil, somut işten; fiziki işten, idari
işten, zihni işten vs. bahsedilir. Aynı durum mülkiyet kavramı
için de geçerlidir. Üretim araçlarına olan ilişkiyi saptamak
için genel olarak mülkten veya mülksüzlükten bahsetmek, böylesi
soyut tanımlamaları kullanmak yetersizdir. Esas olan, mülk ve
mülksüzlüğü somut olarak ele almaktır. Bunu göz önünde
tutmazsak çok farklı sonuçlara varabiliriz. Genel olarak mülkten
bahsederek, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisini
dayanarak, örneğin küçük burjuvazi/küçük meta üreticisi,
kendi çapında üretim araçlarına sahip olduğu için, pekala
kapitalist olarak değerlendirilebilir.
Marks,
Engels ve Lenin bu olguları, -somut mülkiyet, somut iş ve bunların
arasındaki ilişkinin karakteri- göz önünde tutarak
aydınların/memurların/ücretli memurların kapitalist toplumun
sosyal yapısındaki konumlarını/yerlerini saptamışlardır.
Aydınla
memurlar/ücretli memurlar arasındaki belli bir farkı belirtmeden
geçmeyelim. Aydın ve memur/ücretli memur kavramları tam sosyal
kategoriler değillerdir. Çünkü bu kavramlar, insanları toplumda
tam belirlenmiş sosyal konuma, yani esas itibariyle üretim
araçlarına olan ilişkilerine göre karakterize etmiyorlar. Bu
kavramlar, insanların toplumdaki sosyal konumlarını çeşitli
açılardan belirlemeye yararlar. Buna göre, aydın kavramıyla
insanlar, toplumda yaptıkları işin karakterine göre
belirlenmişler demektir. Yani zihni işe, kafa işine göre. Memur
veya daha ziyade ücretli memurlar, ücretin biçimine göre
tanımlanıyorlar. Örneğin işçiler, ücret alırlarken, bunlar
maaş alırlar. Ne var ki bu da çoğu durumda tam bir ayrımı ifade
etmez. Örneğin, devlet sektöründe bazı hizmetliler, doktorlar,
öğretmenler vs. aynı zamanda hem aydın hem de memur/ücretli
memur konumundadırlar.
Aydınları
ve memurları/ücretli memurları burjuvazi ve proletaryadan ayıran,
onların kapitalist toplumda ara bir konum almalarını sağlayan
belli temel özellikler vardır. Marksizm bu konuda belli başlı üç
özelliği belirtir. Bir de bunların neler olduğuna bakalım.
Birinci
özellik:
Yaptıkları
iş açısından aydınlar ve memurlar/ücretli memurlar; Bunlar
yaptıkları işin karakteri açısından işçi sınıfından
ayrılırlar. Onlar için fiziki olmayan iş, zihni iş esastır,
işçiler için ise fiziki iş tipiktir.
Kapitalizmde
zihni iş, işçi sınıfından sosyal olarak kopartılır.
Kapitalizmde zihni iş, sermayenin elinde bir güce dönüştürülür
ve bu güç, işçi sınıfına yabancılaştırılır, onun üzerinde
hakimiyet kurması sağlanır. Bu süreç, kapitalist gelişmenin en
son aşaması olan büyük üretim/makineli üretim aşamasında daha
ziyade gündeme gelir. Bununla ilgili olarak Marks şöyle der:
“Üretim
sürecinin zihni güçlerinin el işinden ayrılması ve onların
(zihni güçlerin, çn)
sermayenin, emek üzerine sermayenin güçlerine dönüşmeleri...
makineye dayanan büyük sanayide tamamlanır” (16).
Kapitalizmde
bu süreç; zihni işin kol işinden ayrılması, sosyal çelişki
olarak açığa çıkar. Yani hem işçi, hem de kimi aydın ve
memur/ücretli memur, farklı biçimlerde de olsa ücretli işçi
olmalarına rağmen; sermaye karşısında ücretli işçi olmalarına
rağmen, yine, aynı sermaye tarafından sosyal olarak birbirinden
kopartılmışlar ve karşı karşıya getirilmişlerdir; kol işinin
karakterize ettiği işçi, kafa işinin karakterize ettiği de
aydın-memur-ücretli memurdur.
İkinci
özellik:
Mülkiyete
(özel mülkiyete) olan ilişkinin somut biçimi açısından:
Proletaryanın
özel mülkiyete olan ilişkisi açıktır. Onun, üretimde
mülkiyetle ilişkisi yoktur ve dolayısıyla bu temelde herhangi bir
imtiyaza da sahip değildir. Proletarya nezdinde emek ve sermaye
birbirini dışlar. Ne var ki aynı olguyu aydınlar ve
memurlar/ücretli memurlar için geçerli göremeyiz. Bunlarda emek
ve sermaye birbirini dışlamaz.
Proletarya,
doğrudan üreticidir ve dolayısıyla doğrudan üretici olarak,
üretken üretici olarak kendi iş gücü vasıtasıyla belli bir
değer üretir. O, emeğinin karşılığını değil de, iş gücünün
satış değerini, sermayenin değişken kısmında ücret olarak
alır. Kapitalist, geriye kalan artı değere el kor. Buradaki iki
ayrı bölüm; ücret (değişken sermaye) ve kar (artı değer)
üretken çalışma vasıtasıyla yaratılmıştır ve kapitalist
sistemde maddi yaşam, bu iki bölümden alınan payla sağlanır.
Yani ya proleter ya da kapitalist olarak. Belirtelim ki sorun,
göründüğü gibi basit değildir.
“Ama,
sadece iki çıkış noktası mevcuttur: Kapitalist ve işçi. Bütün
üçüncü şahıslar ya hizmetleri karşılığı bu iki sınıftan
para alacaklar ya da -parayı hizmet karşılığı almıyorsa- ona
artı değere faiz, rant vs. formunda ortaktırlar” (17).
Buna
göre; söz konusu aydın, memur/ücretli memur tabakasının, işçi
sınıfından hizmetleri karşılığı para/ücret almayacaklarına
göre, kapitalist sınıf tarafından ücretlendirildikleri açıktır.
Artı değir üretmeyen ve kapitalistler tarafından ücretlendirilen
bu tabaka, esas itibariyle üretken olmayan bir faaliyette
bulunurlar.
Marks’ın
“yüksek” işçiler dediği bunlara, devlet memurları,
avukatlar, subaylar, din adamları, hakimler, doktorlar vs. birer
örnektir (18). Bu “yüksek” ve üretken olmayan “işçiler”,
“ya üretken işçilerin ücretleriyle ya da kullanıcılarının
karlarıyla” ücretlendirilirler (19).
Bu
nokta, söz konusu tabakanın, kapitalistler tarafından karın bir
kısmıyla ücretlendirilmeleri çok önemlidir. Böylelikle bu
tabaka, kapitalistler tarafından bir nevi ücretli işçiye
dönüştürülmektedir. Bir nevi ücretli işçiye diyoruz, çünkü
esas ücretli işçi olarak proleterler, aldıkları ücreti
kendileri üretmektedirler. Söz konusu tabakanın ise böyle bir
üretkenliği yoktur. Tam tersine onlar, kardan ücret/maaş olarak
aldıkları payı, hizmetleri karşılığı üretken işçilerden,
esas olarak da kapitalistlerden satın alırlar (20).
Bu
durum bu sosyal tabakayı, kapitalist sınıfa bağımlı kılar. Bu
bağımlılıktan dolayı aydınların, memurların/ücretli
memurların özel mülkiyetin çıkarlarına kayıtsız kalmaları
söz konusu olamaz. Bu noktada bu tabaka ile kapitalist sınıf
arasında özel mülkiyet temelinde belli bir çıkar ortaklığı
vardır.
Burada
kapitalist üretim biçimine özgü bir paradoks durum söz
konusudur: Üretken işçiler, üretken olmayan işçilerin var
oluşlarını sağlamalarına rağmen, üretken olmayan bu işçiler,
kendileri için üretim yapan üretken işçilere değil de, yani
işçi sınıfına değil de, kendilerini ücretlendiren kapitalist
sınıfa bağımlıdırlar (21).
Üçüncü
özellik:
Yöneticilik
açısından:
İşçiler,
üretim sürecinde doğrudan üretici konumunda olurlarken, bir kısım
aydın da üretimin örgütlenmesinde, yönetilmesinde görev
alırlar. Böylelikle doğrudan üretmekle yönetmek, işçi
sınıfıyla aydınlar arasında belli bir sosyal farklı durumun
doğmasına neden olur. Her ne kadar kapitalist gelişmenin ilk
evrelerinde zihni işin bir biçimi olarak yönetmek, imtiyazlı
olanların bir işiydi ise de, bugün bu görevler, artık,
ücretlendirilenler tarafından icra edilmektedir (Bu konuya yukarıda
değinmiştik).
Kapitalistin
adına icra edilen bu işten alınan ücret de kapitalist karının
bir kısmıdır.
Yukarıda
belirttiğimiz bu üç nokta/özellik, bu sosyal tabakanın
kapitalist sisteme, özel mülkiyete olan konumunu, onun kapitalist
toplumdaki sosyal yerini karakterize etmemizde temel ölçek ve çıkış
noktasıdır. Bu tabaka, belirttiğimiz özelliklerden dolayı her ne
kadar özel mülkiyete bağımlı durumdaysa da, üretim araçlarına
sahip değildir. Orta tabakanın bir bölümü olarak bu tabakanın
unsurları da proletarya ve burjuvazi arasında ara bir sosyal konuma
sahiptir.
Bu
sosyal tabakanın iç bileşimi oldukça karmaşıktır/çelişkilidir.
Çünkü bu tabakanın unsurları, farklı sınıflara yakın olan
unsurlardan, insan gruplarından oluşmaktadırlar. Bu karmaşık ve
çelişkili iç bileşime rağmen aydın, memur ve ücretli
memurların kapitalist toplumun iki ana sınıfından hangisine
yakınlaştıklarını veya hangisinden uzaklaştıklarını yukarıda
anlattıklarımızdan çıkartabiliriz. Buna göre;
a-
Maddi bağlar (ücretin boyutu),
b-
Yaşam tarzı,
c-
Faaliyetin (zihni) kapsamı,
d-
Sosyal köken (sınıfsal köken),
e-
İdeolojik-siyasi bağ.
Bu
noktalar, bu tabakanın ve bu tabaka içinde çeşitli grupların
daha ziyade hangi sınıfa; burjuvaziye mi, proletaryaya mı yakın
olduğunu gösterir.
Soruna,
salt aydın sorunu olarak baktığımızda kapitalist toplumda temel
her sınıfın belli bir aydın kesiminin olduğunu görmekteyiz:
Burjuva sınıfın burjuva aydını, proleter sınıfın proleter
aydını ve ara sınıf olarak da küçük burjuvazinin küçük
burjuva aydını vardır.
Bu
sosyal tabakanın sosyal yapısını aşağıdaki gibi tasnif
edebiliriz:
Vartikal
tasnif – toplumsal iş bölümü açısından tasnif
Aydınlar/memurlar:
Teknik-ekonomik aydın grubu: (istatistikçiler, ekonomistler,
menajerler, mühendisler, müdürler, planlamacılar vs.)
Serbest
meslek sahipleri grubu: (Avukatlar, sanatçılar, yazarlar,
müzikçiler, doktorlar, bilim adamları vs.)
Devlet
mekanizmasının unsurları: (Devletin politik, ekonomik,
ideolojik, eğitim, hukuk vs. alanlarındaki aydınlar, memurlar,
politikacılar, ordu ve polis mensupları vs.).
Din
adamları
Ücretli
memurlar:
Ticaret
alanında: (Pazarlamacılar, ticari büro işçileri vs.)
Ulaşım-haberleşme
alanında (Posta, telefon, telgraf, televizyon, radyo, kara,
hava, deniz yolu alanlarında hizmet görenler vs.)
Kapitalist
toplumda belirttiğimiz sınıflardan ve ara tabakalardan başka,
yine kapitalist toplumun temel sınıfları arasında yer alan, ama
orta tabakadan olmayan başka, sınıfsal kökenleri farklı gruplar
da vardır. Bunlar, lümpen proletaryadan, hırsızlardan,
soygunculardan, dilencilerden vs. oluşan gruplardır.
Orta
tabaka, gördüğümüz gibi, bir taraftan kapitalist üretim
biçiminin bir sonucuyken, aynı zamanda/diğer taraftan da ekonomik,
sosyal, politik vs. alanlarda ortak yönleri olmayan bir “sınıf”
gibi, bütünsellik arzetmeyen insan topluluklarını içerir.
Orta
tabakanın her bir grubu, kapitalist toplumun sosyal yapısında
kendilerine özgü bir yer alarak, sermayenin, burjuva düzenin
kendilerine yüklediği belli işlevleri yerine getirir.
Orta
tabaka değişkendir. Özellikle ekonomik ve politik durumun sonucu
olarak orta tabaka, bir taraftan burjuvazi ve proletarya saflarından
kopanlarla beslenirken, diğer taraftan da burjuvazi ve proletaryaya
insan unsuru da verir.
Nisan 2002
KAYNAKLAR
(Sayfa numaraları Almancasına göredir)
-
Marks-Engels; “Komünist Manifesto”. Marks-Engels; C. 4, s. 462 (dipnot).
-
Marks; Kapital, C. 1(Marks-Engels; C. 23, s. 642, dipnot).
-
Engels; İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu. Marks-Engels; C. 2, s. 253.
-
Lenin; ‘Sol’ Radikalizm, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, C. 31, s. 60.
-
Bkz.: Lenin; Emperyalizm..., C. 22, s. 198.
-
Marks; Kapital, C. 3 (Marks-Engels; C.25, s. 304/305).
-
Agk., s. 311.
-
Agk., s. 304.
-
Marks; Kapital, C. 2 (Marks-Engels; C. 24, s. 133/134).
-
Agk., s. 134.
-
Marks; Kapital, C. 3 (Marks-Engels; C. 25, s. 312).
-
Marks; Kapital, C. 1 (Marks-Engels; C. 23, s. 531/532).
-
Agk., s. 532.
-
Agk., s. 351.
-
Lenin; RKP(B)- X. Parti Kongresi. C. 32, s. 250 ve 255.
-
Marks; Kapital, C. 1 (Marks-Engels; C. 23, s. 446).
-
Marks; Kapital, C. 2 (Marks-Engels; C. 24, s. 334/335).
-
Bkz.: Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler. C. 1(Marks-Engels; C. 26/1, s. 145).
“Devlet
memurlarından, ordu mensuplarından, virtüozlardan, doktorlardan,
din adamlarından, hakimlerden, avukatlardan vs. oluşan ‘yüksek’
işçiler denilen büyük kitle...” (s. 145).
-
Agk., s. 128.
-
Agy.
-
Bkz.: Agk., s. 157.