deneme

26 Haziran 2000 Pazartesi

ABD-AB REKABETİ ASKERİ ALANDA DA KESKİNLEŞİYOR

Bu rekabetin tohumları II. Dünya Savaşı sonrasında ekilmişti. Savaşta galip çıkan ve yeni kurulmakta olan sosyalist dünya sistemi karşısında “özgür” dünyanın; kapitalist dünyanın jandarmalığını üstlenen ABD, birçok Avrupa ülkesini de yanına alarak NATO’yu kurdu. ‘50’li yılların ikinci yarısında oluşan, şimdiki adıyla AB, kendi kimliği ve savunması amacıyla Batı Avrupa Birliği’ni (BAB) kurdu. Sonraları bunun ölü doğmuş bir askeri yapılaşma olduğu anlaşıldı. BAB, revizyonist bloğun dağılmasından sonra yeniden canlandırılmaya çalışıldıysa da, zamanla bundan vazgeçildi ve şimdi “Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği”(AGSK) projesi geliştirilmeye çalışılıyor.

AB, sadece askeri alanda değil, iktisadi ve siyasi alanda da Amerikan emperyalizminin şemsiyesi altında gelişti. Amerikan emperyalizminin ve Sovyet sosyal emperyalizminin dünya hegemonyası için rekabeti sürecinde Avrupa’nın emperyalist ülkeleri, ABD’nin “koltuğu altında” “barışçıl” gelişme ve büyümelerini sürdürdüler. Bu dönemde dünya iki süper güçlüydü, iki kutupluydu, ama çok merkezliydi; ABD, Batı Avrupa, revizyonist blok, Japonya. Revizyonist blok ve Sovyetler Birliği’nin çökmesinden/dağılmasından sonra (1989/91), NATO’nun o döneme özgü olan misyonu tartışılır oldu. NATO, sosyalist dünya sistemine karşı kurulmuş bir askeri ittifaktı. Bu ittifak varlığını, Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin yeniden inşa sürecine girilmesinden sonra (1956’dan sonra) “özgür” dünyayı revizyonist bloğa karşı korumak için sürdürdü. Bu bloğun çökmesiyle Varşova Paktı da dağılmış oldu. Ve bu paktın dağılmasıyla birlikte NATO’nun da geleceği tartışılmaya başlandı. Soğuk savaş döneminin bir kuruluşu olan NATO, varoluş koşulları ortadan kalktığı için işlevsizleşme/önemsizleşme sürecine girmişti.

Bu dönem; geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarının başından itibaren günümüze kadar olan dönem, dünya çapında etkisini göstermeye başlayan başka gelişmelerin de tam anlamıyla şekillendiğini gösterdi; iki kutupluluk özelliğini geride bırakan dünyada çok merkezlilik ve bunun çelişkileri ön plana çıktı: ABD, AB, Japonya, Rusya. Bu merkezlerin her birinin kendi hesabına hareket etme eğilimleri daha belirgin oldu. Bu durum, özellikle AB için dana çok geçerlidir. En çok ABD-AB ilişkilerinde bu gelişme görülmektedir. ABD ve AB arasındaki geçen yüzyılın ‘50’li yıllarından bu yana süren “kardeş” kavgaları, ticari “savaşlar”, o örtülü rekabet, yerini, bu iki merkez arasındaki dünya hegemonyası için emperyalist güçler arası örtüsüz rekabete bıraktı. AB, askeri alanda da ABD’den bağımsız hareket etme eğilimini güçlü bir şekilde ortaya koydu. Ama o, askeri alanda ABD karşısında bir hiç kadar güçlü olduğunu da biliyordu. Amerikan emperyalizmi, AB’nin ayrı bir askeri güç olma çabası doğrultusundaki NATO içinde ve dışında (AB çerçevesinde) sürdürdüğü ve sürdürmek istediği tartışmaları yönlendirmeye çalıştı. Öyle ki ABD, AB ile yeni bir askeri güç kurma adı altında yeni bir bürokrasi kuruyorsunuz diye alay bile etti. Ama AB’nin emperyalistleri, düşüncelerinde ısrarlı oldular. Nasıl olmasınlar ki? Balkanlardaki son savaş –Kosova- ABD’nin ve AB’nin askeri çapını bir kez daha ortaya koymuştu. ABD ve NATO olmaksızın AB’nin askeri olarak bir hiç olduğu son olarak Balkanlarda görüldü.

İktisadi bir entegrasyon olan AB, henüz siyasi bir entegrasyon olmadan, askeri entegrasyonunu potansiyel veri olmaktan çıkartarak mevcutlaştırmadan; var olan bir askeri güce dönüştürmeden dünya çapındaki emperyalistler arası dalaşta sonuç alamayacağını gördü. Bu nedenle; ABD’nin, Rusya’nın ve belli bir zaman sonra Çin’in yanı sıra dünya politikasının şekillenmesine veya şekillendirilmesine “katkı”da bulunmak için AB, adı masum görünen AGSK’yı, ama anlamı canavarca olan “Avrupa Ordusu“nu kurma kararı aldı. Şimdilik, “haydi” dendiğinde çokuluslu 60 bin kişilik bir müdahale ordusu olacak.

Helsinki zirvesinde alınan karar doğrultusunda tartışma sürdürülüyor. Bu toplantıda 60 bin kişi kapasiteli, barışı koruyan (!) misyonlu bir acil müdahale ordusunun oluşturulması kararlaştırılmıştı. Şimdi, 1996’da alınan NATO kararından; ‘NATO’dan “ayrışan” veya “ayrışmayan” bir Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ anlayışından kopuş da artık tartışma götürmez bir gerçeklik oldu; AB, askeri alanda da kendi yolunda, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etme kararı aldı.

Amacın ne olduğunu ve ABD-AB arasındaki askeri ayrı örgütlenme çelişkisinin hangi çerçevede geliştiğini NATO’nun eski Genel Sekreteri ve şimdi AB dış politika temsilcisi J. Solana, “Der Spiegel” dergisi ile yaptığı bir söyleşide (Nr. 25, 19.6.2000, syf. 198-201) şöyle açıklıyor:

“BM’in barışı sürdürme tedbirlerindeki zorluklarına bakınız. Az sayıda ülke, dünya çapında (müdahale) için birlikleri hazır tutuyor. Tek tek Avrupa ülkeleri, Sierra Leone, Lübnan, Doğu Timor’da olduğu gibi, barışı sürdürme eylemlerine katılıyorlar. Zaman olur ki, müdahale bir bütün olarak AB için soz konusu olur. Ama başlangıçta daha ziyade kendi çevremizle ilgilenmeliyiz”.

“Üç müdahale olanağı var: katışıksız NATO müdahalesi; NATO tesislerinin kullanıldığı Avrupa önderliğindeki müdahale ve NATO’nun hiç katılmadığı müdahale”.

AB’nin çevresinde ne var ki, öncelikle burayla ilgilenmek isteniliyor? AB'’in çevresinde Balkanlar var. AB’yi Türkiye’ye, Kıbrıs’a kadar uzatırsak, çevresinde Ortadoğu var, Kafkasya bölgesi, Hazar Havzası var. İspanya’dan sonra kuzey Afrika ülkeleri var. Bunun ötesinde AKP(Afrika-Karayibler-Pasifik) ülkeleri (Lome anlaşmalarıyla AB’ye bağımlı, çoğunlukla eski İngiliz ve Fransız sömürgeleri) var. Toplam 50 kadar ülke. AB’nin ilgilenmek zorunda olduğu çevre, daha doğrusu “çevresi” bu denli geniş. Yani şu veya bu şekilde bütün dünya AB’nin çevresi konumunda. Demek ki masum AGSK, canavar adıyla “Avrupa Ordusu” bütün dünya ile “ilgilenmek” istiyor. AB, askeri olarak, nerede bir sorun varsa orada, nerede bir sorun çıkıyorsa veya çıkartılıyorsa orda olmak istiyor. Sermayesinin, diplomasisinin yanı sıra topuyla tüfeğiyle, oluşturacağı yıkıcı, ilhakçı, işgalci askeri gücüyle orada olmak istiyor. AB, Balkanların stratejik konumunu askeri gücüyle de elinde tutmaya yöneliyor. Ortadoğu’da petrol için her zaman savaşılacağını biliyor ve buna şimdiden hazırlanmak istiyor. Kafkasya’da, Hazar bölgesinde kimin (Rusya-ABD) kazanacağı henüz belli değil. AB, orada da var olmak içen salt sermayenin yeterli olmadığını görüyor. Bunun için askeri güç gerekiyor ve o, bunun hazırlığı içinde. AKP ülkelerine ve dolayısıyla çevresine müdahalede başı çekmek istiyor. BM’e , şu veya bu ülkenin askerine değil, kendi ordusuna güvenerek hareket etmek istiyor.

AB de, Marks’ın dediği gibi, “her başlangıcın zor olduğunu” biliyor. Aynı zamanda, bu başlangıcın kaçınılmaz olduğunu da biliyor. Sürdürülen rekabet, küçük çaplı değil, dünya çapında. Söz konusu olan, dünya çapında bir hegemonya mücadelesi. Söz konusu olan, Avrupa tekellerinin, Avrupa kökenli sermayenin uluslar arası planda önünün açılmasıdır. Sermaye hareketi, rekabet, Avrupa emperyalistleri için “Avrupa Ordusu”nu kaçınılmaz kılıyor. Solana bunu söylüyor.

Ama Solana, aynı zamanda, ABD ile, NATO ile ilişkilerin kesilmediğini, yakın gelecekte de kesilmeyeceğini söylüyor: salt NATO müdahalesi, NATO olanaklarının kullanıldığı Avrupa önderliğindeki müdahale ve NATO’nun katılmadığı müdahale!

AB’nin, Kosova savaşından bu yana tartıştığı konu veya ABD ile AB arasında askeri ilişkilerdeki çelişki, AGSK’nın “Atlantik” eksenle mi yoksa “Gaullist” (Fransa ve de İngiltere) eksenli mi olup olmayacağı noktasındaydı. Atlantik eksenli bir AGSK, açık ki NATO, dolayısıyla da ABD eksenli olacak ve kaçınılmaz olarak da Amerikan emperyalizmi güdümlü kalacak. Gaullist eksenli bir AGSK, NATO’dan, Amerikan emperyalizminden kopuşun açık bir ifadesidir. Bu kopuşla AB, “Avrupa Ordusu”nu geliştirecek, dünya çapında askeri bir güç olmanın temellerini atmış olacak. Gaullist eksenli bir AGSK’de Fransa’nın rolü önemlidir. Fransa, eskiden beri NATO içinde ve dışında ABD’ye karşı mesafeli bir tavır almıştı. Bu tavır şimdi, en açık bir biçimde bu konuda ifadesini buluyor.

NATO Genel Sekreteri Robertson, Amerikan emperyalizminin çıkarlarını ifade ederek, Atlantik eksenli bir AGSK’nin NATO’yu güçlendiren bir girişim olacağını açıklıyor. Neredeyse böyle bir girişimi selamlayacak! Robertson ve Amerikan emperyalizminin üzerinde durduğu konu üç İ’dir: “Improvement”, “Inclusiveness” ve “Indivisibility”. “Improvement” ile kastedilen, AB ülkelerinin, silahlanma çabalarını NATO’nun askeri yeteneklerinin hizmetine sunmalarıdır. “Inclusiveness” ile kastedilen, öncelikle, AB üyesi olmayan (Türkiye, Norveç, İzlanda, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti) NATO üyesi ülkeler, AGSK’ye tam üye olarak katılmalarıdır. “Indivisibility” ile kastedilen de, Avrupa eksenli müdahale, ancak NATO, bir bütün olarak müdahale etmek istemezse söz konusu alacaktır.

Atlantik eksenli AGSK’den Amerikan emperyalizmi ve NATO’nun anlamak istediği bu üç I, yani Amerikan emperyalizmine ve dolayısıyla onun güdümünde olan NATO'’a bağımlılık ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarının gerekli gördüğü yerde savaşmaktır.

Gaullist eksenli; salt AB eksenli AGSK ise, ABD’den ve NATO’dan askeri olarak kopuş ve yeni bir askeri kurumlaşmaya gitmek anlamına gelmektedir.

ABD ve AB arasındaki bu it dalaşında iki ülkenin konumu dikkati çekiyor. Bu ülkelerden birisi İngiltere, diğeri de Türkiye’dir. İngiltere, “üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun” yeniden kurulamayacağını II. Dünya Savaşı sonrasında anladıktan sonra, dünya politik arenasında devamlı Amerikan emperyalizmiyle anlaşmalı hareket etmişti. Bu, İngiltere’nin körü körüne ABD’ye bağımlı olduğu anlamına gelmez. Nihayetinde İngiltere, emperyalist bir ülkedir ve kendi çıkarlarını geçerli kılmayı esas alır. AGSK konusunda bu ülke, ABD ile AB arasında git-gel tavrı almadı. Fransa’nın yanı sıra Gaullist eksenli bir AGSK’nın gerçekleştirilmesinin baş destekçisi oldu. Anlaşılan o ki, bir Avrupa ordusunun kurulması durumunda bu orduda aktif konumda olmak istiyor ve bu ordu bayrağı altında engin denizlere açılmayı yeğliyor.

Türkiye ise, BAB’da eşik hakka sahip ve AB aday üyesi olduğundan hareketle AGSK’da karar alma organlarına eşit haklı olarak katılmayı talep ediyor. AB ise, NATO üyesi olup da tam AB üyesi olmayan ülkeleri AGSK’nın karar verme organlarından dışlıyor. Türkiye, ‘benim iradem hiçe sayılırsa, askerimi NATO güdümlü Avrupa önderlikli müdahaleye vermem’ diyor. Bu konuda duyulan rahatsızlık nota vermeye kadar götürüldü. Türkiye, bu konunun dikkate alınması için 11 AB ülkesine nota verdi. Ama AB, Feira’daki (Portekiz) toplantısında, NATO üyesi olup da AB üyesi olmayan ülkeleri, dolayısıyla Türkiye’yi de AGSK karar alma organlarından dışladığını açıkladı.

Türkiye, vetosu ile neyi engelleyebilir? AB eksenli müdahalenin NATO olanaklarını kullanarak gerçekleştirilmesini. Aslında bu veto konusu, sorunun tali yönü. Belirleyici olan, Türkiye’nin jeostratejik konumu. Türkiye, bu konumu üzerine oynuyor ve ‘beni, bu konumumdan dolayı AB’ye aday üye yaptınız, şimdi de aynı konumumdan dolayı AGSK’da tam yetkili’ olmam gerekir diyor.

NATO, müdahale için 16 olası senaryo tespit etmiş. Bunun 13’ü Türkiye’nin çevresinde. AB, önce kendi çevremizle ilgileneceğiz diyor. Ve Türkiye ve çevresi, AB’nin çevresi içinde. Salt NATO üyesi olarak faşist diktatörlük, kendi çevresine müdahale eden ve kendini dışlayan, yani rakip konumda olan bir AGSK’yı reddediyor. Böyle bir olasılığın gerçeklik olmasından ürküyor. Böyle bir olasılığın gerçeklik olması, Balkanlarda, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar bölgesinde ABD ve AB’nin birer askeri güç olarak da karşı karşıya gelmeleri anlamına gelir.

Türk devleti, ABD’nin de desteğiyle (çünkü o da aynı görüşte) AGSK’da tam yetkili bir üye olmak istiyor. Böylelikle, bir taraftan her iki tarafın rekabetinden yararlanacak ve aynı zamanda da geleceğin Avrupa ordusu içinde Amerikan emperyalizminin “beşinci kolu” rolünü üstlenmiş olacak. Türkiye’nin bu rolü üstleneceğini, üstlenebileceğini AB de biliyor.

Sonuç itibariyle:

AB’nin bağımsız ordu kurma çabası sürecek. Tartışmaların yönünün bugün böyle, yarın başka türlü olması, inişli-çıkışlı olması sürecin kendine özgü olan sorunlarıyla; ABD-AB arasındaki çelişkilerin ortaya koyduğu sorunlarla/zorluklarla ilgilidir. Rekabet gücüne sahip olmak ve dünya hegemonyası için mücadelede geri kalmak istemeyen AB, tekellerinin çıkarı gereği kendi ordusunu, er veya geç kuracaktır.

18 Haziran 2000 Pazar

ELMAS SAVAŞI

Temmuz 1999’da Liberya ile RUF (“Birleşik Devrimci Cephe”) arasında imzalanan anlaşmanın ömrü uzun olmadı ve bu yılın Mayıs ayı başında bu anlaşma bozuldu. Vesilesi ise RUF’lu savaşçıların 300 kadar BM askerini rehin almalarıydı. 10 Mayısta da İngiliz askerleri, RUF’un önderi Foday Sankoh’u tutukladılar.
Kimin ne olduğunu, kimin elinin bugün hangi nedenlerden dolayı Ali'’in cebinde olduğunu, ama yarın hangi nedenlerden dolayı Veli'’in cebine girdiğini anlamak pek kolay değil. Bunu anlayabilmek için kara Afrika'’nın sömürgecilik tarihini ve sömürgeci güçlerin, hangi güçlere dayanarak, hangi yöntemleri kullanarak hala nüfuz sahibi olduklarını ve bunu niçin yaptıklarını araştırmak gerekir. Emperyalistlerin çizdikleri sınırlardan dolayı çıkan çatışmalar anlayışı da pek genel geçerli değil. Bu anlayış doğrudur, ama Afrika’daki her çatışma için de geçerli değildir.
Afrika, dünya nüfusunun yüzde 8’inden azını oluşturuyor ve dünya ticaretindeki (ihracat-ithalat) payı yüzde 3 civarında. Bütün dünyada hala devam eden çatışmaların yarıdan fazlası bu kıtada sürdürülüyor. 1960’lardan bu yana yaklaşık 50 milyon Afrikalı, iç savaştan, etnik çatışmalardan dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Bu çatışmalardan dolayı ölenlerin/öldürülenlerin sayısı 20 milyon.
Ama Afrika, yer altı kaynakları bakımından hiç de fakir değil. Kara kıta, emperyalistlerin iştahını sürekli kabarık tutan önemli yer altı zenginliklerine sahip. Örneğin petrol, elmas.
Afrika’nın birçok bölgesinde devlet, şeklen var. Yöneten hükümet, göstermelik olarak var veya bir ülkede birden fazla hükümet var. Emperyalizm, kara kıtayı, çoğu bölgesinde, yerli insanları tarafından yönetilemeyecek duruma getirmiştir. Buralarda siyasi, iktisadi ve askeri güç, yabancı sermayenin elinde. Tekeller, çıkarlarını geçerli kılabilmek için, kendilerine bağımlı güçleri savaştırıyorlar. Bu savaşlarda milyonların katledilmesi, göç etmesi veya açlık ve sefalete sürüklenmeleri yabancı sermayeyi, emperyalist devletleri hiç ilgilendirmiyor. Buna en son örneklerden birisi Sierra Leone’de yaşananlardır. Bu ülkedeki elmas madenini kontrol etmek için devletlerinin desteğini alan uluslar arası tekeller, yerli işbirlikçileriyle birlikte karşılıklı olarak acımasız bir savaş içindeler. Bu savaşlarda yerli işbirlikçiler, saf değiştirseler de, orada parmağı olan emperyalist devletlerin birbirleriyle rekabeti belirleyicidir.
Sierra Leone’nin yarısını RUF kontrol ediyor. Kontrol edemediği bölgelerde ise tedirginlik ve korku yaratarak, başka işletmelerin maden çıkarımını –elmas- engellemeye çalışıyor. Charles Taylor (Liberya devlet başkanı) RUF’un ön önemli destekçisi durumunda. RUF’un elde ettiği elmas, Liberya’da işlem görüyor. Bu kaçakçılık ticaretinin yıllık hacminin 200 milyon dolar olduğu sanılıyor. Bu kaçakçılık sonucunda Sierra Leone elması -dünyanın en katışıksız ve pahalı elmasları-, Liberya elmasına dönüşüyor. Bu kaçakçılığın; Sierra Leone elmaslarının bu ticari ilişki üzerinden dünya pazarına sevkinin arkasında belli şirketler var: De Beers ve Lazare Kaplan International. Bunlar, RUF bölgesinde ucuza elde edilen ve Liberya’ya kaçakçılıkla sokulan elmasları ucuza satın alıyorlar ve dünya piyasasında –işlendikten sonra- kıratı 270 dolardan satıyorlar.
Bu cephenin karşısında “meşru güçler”, yani seçilmiş devlet başkanı Ahmed Teyan Kabbah ve adamları duruyor. Kamayor milislerinin şefi S. H. Norman (savunma bakanı yardımcısı), eski darbeci J. P. Koroma hükümetin; Kabbah’ın yanında yer alıyorlar. Bu, belli emperyalist güçler tarafından ayakta tutulan ve “meşru” görülen bir “hükümet”tir. Bu hükümetin Kanada, Belçika, Amerikan, İngiliz ve Güney Afrika şirketleriyle anlaşmalar yapması, arkasında hangi güçlerin durduğunu gösterir.
Sierra Leone, şimdi santimetre santimetre paylaşıldı. Yani imtiyaz biçiminde, elmas, boksit, rutil madenlerinin çıkartılması için tekellere peşkeş çekildi. Bu paylaşımda aslan payını dört şirket kaptı: Global Exploration Corporation, Rex Mining Corporation, Diamond Works ve Sierra Rutil-Nord Ressources. Bu her bir şirket, yerel ajanları üzerinden kurdukları ağ ile işlerini yürütüyor.
Cepheleşmenin ve uzlaşmaya yanaşmamanın nedeni hiç de önemsiz değil; savaş, yıllık cirosu bir milyar dolar tutarında olan ziynet elması için, dünyanın ikinci büyük rutil (titan dioksit, boya ve cila imalinde kullanılıyor) ve dünya piyasasını etkileyecek derecede önemli boksit kaynakları için sürdürülüyor.
Hangi emperyalist ülke böyle önemli hammadde kaynaklarından vazgeçebilir? Nitekim İngiltere, gelişmeleri arkadan yönlendirme pozisyonundan çıkarak Sierra Leone hükümetini desteklemek için bir askeri kontenjan gösterdi.
Bu it ve çıkar dalaşından dolayı halkın katledilmesi yabancı sermaye açısından hiç de önemli değil. Ülke, insansız kalabilir. Önemli olan, yabancı sermayenin madenlere sahip olmasıdır.
Elmas savaşı henüz sonuçlanmadı ve yakın gelecekte sonuçlanacağa da hiç benzemiyor. İngiliz askeri orada, BM askeri orada ve Fransa, kıyıda köşede, kendi nüfuz alanlarına “tecavüz” edilip edilmeyeceğini gözlüyor.
Sierra Leone’de, Liberya’da veya Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde veya bunlara sınırdaş ve yer altı zenginliğine sahip, stratejik önemi olan başka bir ülkede güçler dengesindeki herhangi bir değişme, emperyalist ülkelerin doğrudan devreye girmelerini beraberinde getirecektir. Ama onlar, nüfuz sahası için birbirleriyle doğrudan savaşa tutuşmayacaklardır –en azından şimdilik-, ama yerel işbirlikçilerini güçlendirerek, silahlandırarak kendi adlarına savaştıracaklardır.
Kara Afrika halkı uyanmadığı ve emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerini kıtadan kovmadığı müddetçe soygun ve talan sürüp gidecektir.

14 Haziran 2000 Çarşamba

HAFIZ ESAD


 
Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın geçen Cumartesi günü yaşayanlar dünyasından ayrılması, dünya kamu oyunun ilgisini yeniden Ortadoğu’ya çekti. Önde gelen emperyalist devletlerin, Esad’ın ölümünden “üzüntü” duyduklarını (Ürdün kralı Hüseyin’in ölümünden dolayı duydukları “üzüntü” kadar olmasa da) açıklamaları, gerçekte H. Esad’ın, hayallerini gerçekleştiremeden bu dünyadan göçüp gitmesine duydukları “üzüntü”nün değil, Ortadoğu’daki çıkarlarının bir gereğiydi.

Yoğun işinden (!) dolayı İran’a gidemeyen A. N. Sezer, cenaze törenine katılmak için Suriye’ye gitti. AB başkanı ve Fransa Cumhurbaşkanı da oradalar. ABD, Dışişleri bakanını gönderiyor.

H. Esad’ı önemli yapan ne? 1930’da Kardağı köyünde doğan H. Esad, daha 16 yaşındayken Baath Partisi’ne katılır. Askeri Akademide eğitim görür ve “Birleşik Arap Cumhuriyeti” (Mısır-Suriye birliği) döneminde Mısır’da pilot görevini ifa ederken Nasır’ın görüşlerinden etkilenir. Mart 1963’te Baath Partisi’nin siyasi iktidarı ele geçirmesiyle Esad’ın kariyer yolu da açılır. 1972’de iktidarı ele geçiren H. Esad, alevi azınlığın Sünni çoğunluk üzerindeki hakimiyetini, orduya, polise, gizli istihbarata ve Sünni aşiret liderlerine dayanan diktatörlüğünü kurar.

H. Esad, Suriye halkına baskı ve yoksulluktan başka bir şey vermemiştir. O, sadece, diktatörlüğünü 29 sene boyunca sürdürme mücadelesinde başarılı olmuştur. Onun iktidar dönemi, içte muhalefeti bastırmakla ve dışta da esasen İsrail’e karşı mücadele ile geçmiştir. İsrail’e karşı 1967 savaşında Golan Tepelerini kaybetmiş ve 1973 savaşı da keza yenilgiyle sonuçlanmıştır. İsrail’in, FKÖ’yü siyasi olarak devre dışı bırakmak için 1982’de Lübnan’a saldırısı ve bu ülkenin güney kesimini işgal etmesi karşısında çembere alınma korkusuyla Suriye, Lübnan’ın geriye kalan kısmını kendi kontrolüne almıştır.

İki kutuplu, iki süper güçlü dünyada Esad, Sovyetler Birliği yanında yer almış ve bu ülkenin Ortadoğu politikasının maşalarından birisi olmuştur. Suriye’nin çıkarı için sosyal emperyalist S. Birliği’nin desteği sınırlı kalırken, Esad, bu emperyalist ülkenin genel/global politikasına koşulmuştur. Örneğin 1967 ve 1973 savaşlarında S. Birliği, Suriye’nin savaş yardımı isteği yüzünden ABD ile ilişkilerini tırmandırmak istememiş ve desteği sınırlı tutmuştur.

Revizyonist blokun, sonra da S. Birliği’nin dağılması ve soğuk savaş dönemi koşullarının ortadan kalkmasıyla Suriye, en önemli müttefikini kaybetmiş ve yalnız kalmıştır.
Gelişmenin yönünü daha Gorbaçov döneminde gören reel politikacı Esad, 1987’de Amerikan emperyalizmine yakınlaşmaya başladı. Ağustos 1990’da Körfez Savaşında Irak’a karşı emperyalist savaş koalisyonunda yer aldı ve bu tavrından dolayı da Kuveyt ve diğer Emerlikler tarafından para ile mükafatlandırıldı. Arap dünyasına önderlik sorunundan dolayı Esad, S. Hüseyin’i en önemli düşmanı olarak gördü.

Amerikan emperyalizmine yanaşmak İsrail’e karşı politikanın gözden geçirilmesini kaçınılmaz kılıyordu. Öyle de oldu. H. Esad, Amerikan güdümlü olarak Ekim 1991’de Madrid’de gerçekleştirilen Arap-İsrail Barış konferansına kayıtsız kalamadı ve katıldı. Arap ülkeleri, tek tek, İsrail ile anlaşma yolunu seçtiler. Mısır’dan sonra Ürdün, aynı dönemde Arafat önderliğinde FKÖ, İsrail ile önce gizli, sonra da açıktan görüşmeler sürdürdüler. Böylece Esad’ın, İsrail’e karşı Arap birliği hayali de yıkıldı. H. Esad, İsrail’in devlet olarak varlığını tanımak zorunda kaldı ve karşılıklı görüşmelerin yolu açıldı. Amerikan emperyalizmi kendi “barış” anlayışını gerçekleştirmek ve Ortadoğu’daki hegemonyasını pekiştirmek amacıyla Suriye’ye “önem” vererek, İsrail-Suriye görüşmelerini en üst seviyede hızlandırmak için çaba harcadı. Suriye, ABD’nin Ortadoğu “barışı” açısından bir çıban başıydı. Bunun böyle olduğunu Esad da görüyordu. Bundan dolayı H. Esad, Suriye-İsrail görüşmelerini kendini ağıra satarak geliştirmekten yanaydı.

H. Esad, Suriye’de yaşayan, Suriyeli olan yaklaşık bir milyon Kürdü kendi vatandaşı olarak görmemesine rağmen, PKK nezdinde Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini, Türkiye’ye karşı destekler göründü. PKK'ye maddi ve lojistik destek sundu. Esad’ın amacı Türkiye’yi sıkıştırmak ve güç durumda bırakarak, özellikle su sorununda taviz koparmaktı. Olmadı. Amerikan emperyalizminin bastırması ve faşist diktatörlüğün savaş tehdidi sonucunda A. Öcalan’ı emperyalist dünyaya, dolayısıyla da Türkiye’ye teslim etti. Kürt “dostu”, Kürt düşmanı yüzünü açığa çıkardı. Kendi Kürdünü vatandaş saymayanın Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine “katkı”sı ancak bu kadar olurdu.

H. Esad, arkasında, orduya dayanan bir polis-istihbarat devleti bıraktı. Ekonomisi dökülen, işsizliğin, sefaletin, baskının, ölümün, korkunun, muhbirciliğin kol gezdiği, her köşede bir muhabaratçının dikildiği bir rejim bıraktı. O, muhalefeti susturmuştu, ama teslim alamamıştı. 1982’de Ham’daki ayaklanmaya (20 ila 40 bin insan öldürüldü, şehir tamamen yakılıp-yıkıldı) önderlik eden “Müslüman Kardeşler” örgütü, iktidar mücadelesinden vazgeçmiş değil. Ayrıca Esad sülalesi içindeki iktidar kavgası şiddetleneceğe benziyor. Tecrübesiz Beşar’ın, siyasi olarak ne denli babasının oğlu olduğunu zaman gösterecek.

12 Haziran 2000 Pazartesi

BUĞDAY FİYATI, IMF’NİN FİYATIDIR

IMF ile yapılan “destekleme” anlaşmasının koşullarından birisi de tarımda fiyat ve sübvansiyon sorununun IMF’nin istediği gibi çözümlenmesiydi. Anlaşma yapıldıktan sonra IMF, ekonominin, alınan kararlar doğrultusunda yönlendirilip yönlendirilmediğini; kararların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmeye başladı. Geçenlerde Türkiye’ye rutin kontrol ziyareti yapan IMF’nin Türkiye Masası şefi C. Cotterelli, diğer şeylerin yanı sıra hububat fiyatlarındaki artışın da enflasyonla mücadele programına göre olması gerektiği uyarısını yaptı. Bu uyarıdan birkaç gün sonra açıklanan buğday fiyatlarıyla IMF’nin öngördüğü fiyatlar arasında pek fazla farkın olmadığı görüldü. Tarım ve Köy İşleri Bakanı H. Y. Gökalp, hükümetin, IMF’nin emirlerini yerine getirmediğini kanıtlamak için olsa, “IMF’nin öngördüğü aynen uygulansaydı, fiyatlar bunun çok altında olacaktı. Dikkat edilirse artış yüzde 36’ya kadar çıkan bir artıştır” açıklamasını yaptı. Bakan, yalan söylüyor; IMF’ye verilen niyet mektubunda 2000 yılında hububata verilecek taban fiyatının, dünya fiyatından en fazla yüzde 35 sapacağı belirtiliyordu. Niyet mektubunda belirtilen olası sapma ile Bakanın açıkladığı artış arasındaki fark sadece bir puandır.
1999’da hububat taban fiyatları 1998’e göre yüzde 50 artmıştı. Aynı dönemde enflasyon ise yüzde 67 olarak gerçekleşti. Demek oluyor ki 1999’da hububat fiyatları reel olarak düştü. Bu, 1999’da üretici köylünün reel olarak fakirleştiğini gösterir. Bu sene hububat taban fiyatları yüzde 27,5 ila yüzde 36 arasında arttı. Mevcut enflasyon ise yüzde 60. Bu durumda bu sene hububat taban fiyatları yüzde 33 ila yüzde 24 arasında reel olarak gerilemiş oluyor. Bu gelişmeyi bir tablo ile gösterelim:

Bakan Gökalp’e göre “bütün bütçe imkânları zorlanarak geçen yıla göre alım fiyatlarında %27,5-36,6 arasında değişen oranda artış sağlanabil”miş! Bunun Türkçesi, üretici köylü geçen yıla göre bu yıl yüzde 24 ila yüzde 32,5 arasında reel olarak fakirleşti anlamına gelir.
Yeni tarım politikası, sadece enflasyonla ilgili değildir. Bu politikanın uygulanması için enflasyonu indirme çabası, bir vesile olmuştur. Eskiden dünya fiyatının neredeyse iki misli olan destekleme taban fiyatı, artık verilmiyor. “İstikrar programı”nın; IMF reçetesinin bir parçası olarak tarım kesimine verilen sübvansiyonlar azaltılıyor. Güya, enflasyonu indirmek, istikrar sağlamak için bu kesime verilen sübvansiyonlar, azaltılıyor ve tarım fiyatları, dünya fiyatları seviyesine çekiliyor. Devlet, üretici köylüye şunu diyor: artık seni fiyat yoluyla desteklemiyorum!
Yeni tarım politikası, üretici köylüyü bir ikilem ile karşı karşıya bırakıyor; ya dünya fiyatlarıyla rekabet edecek güce sahip olacaksın, ya da tarımcılığı bırakacaksın.
Emperyalist çıkarlar gereği bölgesinde istikrarlı bir Türkiye isteyen IMF; bir bütün olarak emperyalizm ve mali kuruluşları/tekelci sermaye, Türkiye’ye yapılan “yardım“ların ve açılan kredilerin çarçur edilmesini önlemek istiyor. Sübvansiyonlarla, yarı aç yarı tok beslenen ve oy küpü olarak ayakta tutulan üretici köylülüğü, kendi olanaklarıyla baş başa bırakıyor. Diğer taraftan AB de, Türkiye’nin, geleneksel tarım politikasını terk etmeden AB’ye giremeyeceğini açıklıyor. Türkiye’de istihdam edilebilir nüfusun yüzde 45’ini (tarım) sübvanse etmek istemiyor. Tarımın ulusal gelirdeki payı, yüzde 14, ihracattaki payı yüzde 11, ama istihdam edilebilir nüfus içindeki payı yüzde 45. Bu veriler; tarımın ulusal gelirdeki payının düşüklüğü, bir taraftan tarım sektöründe ezici çoğunluğun açlık ve sefalet içinde yüzdüğünü gösterirken, diğer taraftan da bu potansiyelin, yeni tarım politikasının uygulanması durumunda, mücadeleye yönelebileceğini, şehirlere akın edebileceğini, en azından tarımı bırakmak zorunda kalacağını göstermektedir.
Hükümetin yeni tarım politikası, hangi nedenin ve amacın sonucu olursa olsun, uygulanması durumunda, kırsal alanda sübvansiyonla adeta dondurulmuş olan tarımsal yapıların parçalanmasına neden olacaktır ve bu ayrışma sonucunda kırdan kente yeni bir göç başlayacak ve aynı zamanda toprakta tekelcilik güçlenecek ve yaygınlaşacaktır. Tarımda geçim olanağı kalmayan köylü, toprağını bir şekilde zengin köylülere bırakacaktır.
Sözlü tepkilerini ne derece eyleme dönüştürürler, bunu bilmiyoruz, ama üretici köylü ve örgütleri, açıklanan fiyatları, yıkım fiyatları olarak görüyorlar. Üretici köylülüğün, hububat taban fiyatları sorunundan kaynaklanan tepkisi ve olası eylemi, IMF nezdinde emperyalizme ve onun işbirlikçisi olan hükümete karşı olma içeriği taşıyor. Sorun, tarımsal alanda emperyalist talana ve büyük sermayeye karşı mücadeledir. Bu mücadele güçlü antiemperyalist, demokratik karakterlidir. Bu mücadele, aslında köylülüğün demokrasi için mücadelesinin tipik bir görünümüdür. Kırsal alanda feodal mülkiyet/üretim ilişkilerinin olmadığı Türkiye’de köylü, toprak devrimine katılmaz. Bir bütün olarak üretici köylünün her kesimi, sosyalist devrime de katılmaz. Ama hepsi, demokrasi için, demokratik devrim için mücadele potansiyelini oluşturur. Önemli olan, bu potansiyeli harekete geçirebilmektir.

7 Haziran 2000 Çarşamba

ABD-RUSYA İLİŞKİLERİ


 
Amerikan emperyalizminin baş siyasi temsilcisi Clinton, “21. Yüzyılda Modern Hükümet Etme” toplantısından sonra Rusya’ya gitti. Aslında bu ziyaretin sembolik olmaktan öte pek bir anlamı da yok. Başkanlık koltuğunda zamanını dolduran Clinton ile koltuğuna yeni oturmuş Putin’in uzun vadeli ABD-Rusya ilişkileri üzerine konuşacakları fazla bir şey yoktu. Ama bu ziyaret her iki tarafın bazı konulardaki düşüncelerini ve iki ülke arasındaki ilişkilerin durumunu bir kez daha göstermesi bakımından önemliydi.

Anlaşma sağlanan yegane nokta, her iki tarafın elindeki silaha dönüştürülme yeteneği olan 34 ton plütonyumun yok edilmesiydi. Bu miktardaki plütonyumla on binlerce atom silahı üretilebilir. Bu miktardaki plütonyumu yok etmek için 6 milyar dolarlık bir harcama gerekli ve yok etme süresi de 20 yılı alıyor.

ABD’nin üzerinde en çok durduğu konu, 1972’den kalma füze savunma sisteminin değiştirilmesiydi. ABD, kurmak istediği ulusal füze savunma sisteminin Rusya’ya karşı olmadığını, ABM anlaşmasını ortadan kaldırmaya yönelik olmadığını, sadece üçüncü güçlere karşı, somutta da füze üretme ve kullanma yeteneğine sahip ülkelere, örneğin İran’a, Kuzey Kore’ye karşı kendini korumak istediğini açıklasa da Rusya yönetimi bura yanaşmadı. Amerikan emperyalizminin bu isteği karşısında Rusya, şaşırtan ve beklenilmeyen bir öneride bulundu. Putin, ABD ve Rusya, üçüncü güçlerden gelebilecek olası bir tehlike ve tehdide karşı ortak bir füze savunma sistemi kurabilir ve bu konu üzerine bakanlar seviyesindeki toplantılarda konuşulabilir önerisini yaptı. Rusya’nın, Amerika’nın tek başına kurmayı amaçladığı füze şemsiyesi sistemine katılma isteği Amerikan delegasyonunda şaşkınlığa neden oldu. Bu öneri, yeni başkan seçildikten sonra ele alınmalıdır dendi ve konu kapatıldı. Aslında bu füze savunma sisteminin; ABM anlaşmasının öyle pek geçerli yanı da yok. Gücü yeten bolca füze yapıyor ve bunların bir gün kullanılacağından hareket ediyor. Kullanmanın önünde ABM anlaşması engel teşkil etmiyor. Buna rağmen Amerikan emperyalizmi, anlaşmayı imzalayan Rusya’nın da onayını alarak bu alanda üstünlük sağlamayı, İran, K. Kore gibi ülkeleri uzaktan vurmayı düşünüyor.

Clinton, Duma’da yaptığı konuşmada Rusya yönetimine, adalet, hukuk, sermaye hareketi, kriminalite, mafya vb. konularında bir dizi “ders” verdikten sonra Çeçenistan savaşı konusunda bu ülkeyi eleştirdi. Şimdiye kadar Rusya’yı Çeçenistan savaşı konusunda AB’ye nazaran daha geri planda eleştiren ABD, bu sefer daha açık konuşarak, çok sayıda sivil kurbanın verildiği bir savaşın kazanılıp kazanılmayacağından bahsetti.

Clinton-Putin görüşmesi, Yelzin ve Bush döneminin senli-benli günlerinin artık tarihe karıştığını göstermektedir. “Arkadaş Boris” ile “arkadaş Bill”in yerini bay Clinton ve bay Putin aldı. Bush’tan sonra Clinton’ın da Yelzin ile devam ettirdiği “dost” ilişkiler, taktiksel yakınlık yerini soğuk, tam hesaplanmış, amaç ve çıkarın çok iyi belirlendiği ilişkilere bıraktı. Artık hiç kimse “stratejik ortaklığı” ağzına almıyor.

Rus emperyalizmi Putin diktatörlüğü ile toparlanma, dünya politikasında yeniden söz sahibi olma sürecine girdiğine inanıyor. Bütün adımlarını bu anlayışa göre atıyor ve politikasını da o doğrultuda inşa ediyor. Rus emperyalizmi, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra geçen on senede kaybettiğini yeniden elde etme mücadelesi veriyor. Bu mücadelede, rekabette, şimdilik Çin ile karşı karşıya gelmek istemiyor ve bu nedenle bu ezeli rakibiyle sıcak ilişkilerden yana olduğu izlenimini uyandırıyor. Tabii aynı taktiksel yaklaşım Çin için de geçerli. Putin önderliğinde Rusya, AB ile de iyi geçinmenin, sorunsuz olmanın yollarını arıyor. Rus emperyalizminin bütün amacı Amerikan emperyalizmidir. Bu nedenle öncelikle onu, “arka bahçe”, doğal nüfuz alanı olarak gördüğü Kafkasya’dan, Hazar Havzası ve Orta Asya’dan kovmaya, bu alanları yeniden kendi hegemonyasına almaya çalışıyor. Bu anlamda ABD-Rusya ilişkileri, on yıllık aradan sonra yeniden eski rayına oturuyor: Rusya, iki kutuplu, iki süper güçlü dünya istiyor. Bu kutuplardan, süper güçlerden birisi tabii ki kendisi. Rusya, bu anlayışını ne derece gerçekleştirir, bu ayrı bir sorun. Ama dünyamız artık soğuk savaş döneminin dünyası değil. Artık ‘60’lı, ‘70’li ve ‘80’li yıllarda yaşamıyoruz. Dünya çok merkezli, çok kutuplu oldu ve bunların her biri, tek başına veya çıkar ortaklığı içinde hakimiyetlerini koruma veya dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi veriyor. Bu mücadele, emperyalistler arası çelişkilerin derinleşmesinden ve kapsamlaşmasından başka bir anlam taşımıyor. ABD-Rusya ilişkilerine yön veren ve yakın gelecekte yön verecek olan, en azından bugün için bölgemizdeki (Kafkasya, Hazar Havzası, Orta Asya ve de Ortadoğu) emperyalist hegemonya ve çıkar kavgasıdır.

“21. YÜZYILDA MODERN YÖNETİM”


 
Bu ayın (Haziran) ilk günlerinde Almanya’nın yeni başkenti Berlin’de 15 devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla düzenlenmiş olan toplantıda “21. Yüzyılda modern hükümet etme”nin sorunları ele alındı. G. Afrika Devlet Başkanı Mbeki, Yeni Zelanda Başbakanı Clark, Arjantin Devlet Başkanı de la Rua, Brezilya Devlet Başkanı Cardoso, Şili Devlet Başkanı Lagos, Kanada başkanı Chretien, Avrupa’dan Jospin, Amato, Smitis, Kok, Persson, Guterres, Schröder gibi başbakanlar ve tabii Clinton, podyumu renklendiren şahsiyetlerdi. Sadece B. Britanya Başbakanı Blair, çocuk bakıcılığı yapmak zorunda olduğu için toplantıya katılamayacağını bildirmişti.