deneme

30 Nisan 2010 Cuma

KRİZ CEPHESİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK

Ekonomik kriz, aynı zamanda burjuva bilimin de krizidir; en azından ekonomiyle ilgili biliminin krizidir. Kriz dönemlerinde burjuvazi yeni ideologlarını da medyatikleştirerek tanıtır. Yaşanmakta olan krizle ilgili olarak burjuva ekonomistlerin, IMF, Dünya Bankası vb. birtakım kurumların değerlendirmeleri saçmalamanın hangi boyutlara vardığını da göstermektedir. Krize karşı mücadelede çaresizlik, alınan tedbirlerin sonuç vermemesi, gelişmelerin burjuva ekonomi bilimi öğretilerini bir kez daha çürütmesi önde gelen burjuva ekonomistlerin koro halinde „bilmiyoruz“ açıklaması yapmaya zorlamıştır. Örneğin burjuva ekonomi biliminin ağır toplarından Ken Rogoff „bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum, kimse bilmiyor“ cevabı veriyorsa, burada burjuva ekonomi biliminin çaresizliği açıklanıyor demektir. Ken Rogoff yalnız değil; buna dünyanın gelmiş geçmiş en büyük borsa kumarcısı Soros, Nobel ödülü almış J. Stiglitz ve daha niceleri de dahildir.

Ekonomi konusunda burjuvazinin profesyonel peygamberleri, Cambrdge'deki („Yeni Ekonomik Düşüne Enstitüsü“ konferansı) toplantıda çaresizliklerini sergilemekten öte bir şey yapamadılar. Belki de King's College'in salonlarında dolaşırken Keynes'in ruhuyla karşılaşmayı umanlar da olmuştur. Ne de olsa Keynes, 1930'lu yıllarda şimdi bu çaresizlerin dolaştığı yerde kapitalizmi yeni bir teoriyle kurtarmak için yanlış teorilere ve pratiğe karşı adeta meydan okuyordu. O zamanda kapitalist dünya en ağır ekonomik krizini yaşıyordu; 1929-1932 krizi; etkileri II. Dünya Savaşına kadar süren kriz. Şimdikiler arasında kendini yeni Keynes yerine koyanlar veya Keynes gibi kurtarıcı olabileceğini sananlar da olabilir. Ama her halükarda fırsatı değerlendirmek ve kapitalizm kurtarıcısı olarak tarihe geçmek var. Keynes de kapitalizmi, kapitalizmden kurtarmamış mıydı? Şimdi de kapitalizmi kapitalizmden kurtaracak birisi niçin çıkmasın?

Yeni olarak ne diyebilirler, neyi yeni diye savunabilirler, bilmiyoruz. 1970'li yılların başına kadar kapitalist dünya ekonomisinde keynescilik hakimdi. 1970'li yıllardan; ama özellikle de 1980'li yıllardan (ABD, İngiltere) neoliberalizm „dövüşe dövüşe“ keynesciliği yendi; keynescilik „meydan muharebesi vererek“ neoliberalizamin saldırıları karşısında geri çekildi. Şimdi tersi bir durum mu söz konusu olacak, bunu bilmiyoruz. Ama yeni keynescilere bakılırsa, yeniden gelmekte olduklarına, teorilerinin ne denli doğru olduğunun kanıtlandığına inanmak gerekir.

Diğer taraftan da veya teori aşanında keynescilik-neoliberalizm çatışması şöyle bir algılamaya da neden olmaktadır: Keynescilik kendine özgü bir model dünya yaratmıştı. Sonra neoliberalizm kendine özgü bir model dünya yarattı. Her iki model dünyada da belli bir dönem her şey yolunda gitti, ama sonra her şey değişmeye başladı; model dünya model dünya olmaktan çıktı. Zavallı burjuvazi, model dünyasının neden model dünya olmaktan çıktığına ne dün ne de bugün bir türlü akıl erdiremedi. Her şeyin yolunda gittiğini düşünüyordu. Hatta her şey sürekli yolunda gitsin diye yaratıcı da oluyordu; sadece düşüncede, teoride değil ekonomi pratiğinde de yenilikçiydi. Ne güzel, sermayenin, ürünlerin veya sermaye ve üretimin önündeki ulusal engeller adım adım kaldırılmıştı; sermaye yeryüzünde cirit atıyordu. Dün keynesci mali piyasa, şimdi de neoliberal mali piyasa „rasyonel“di, modeldi. Ama keynesci model dünyayı esas itibariyle 1974/75 dünya ekonomik krizi, neoliberal model dünyayı da 2008 dünya krizi yıktı. Bu işten anlaması gerekenlerin bu işten bihaber oldukları açıktı. Örneğin IMF. „Türevler ve yapısallaştırılmış kredi piyasaları mali istikrarı daha da iyileştiriyor ve bankacılık sistemini şoklara karşı daha dayanıklı yapıyor“ değerlendirmesini yapıyordu Amerikan konut piyasasında spekülasyon kokusu hissedilmeye başladığı dönemde.

IMF'nin ekonomiden anladığı bu kadardı; sonra da itfaiyecilik yapmaya başladı.
Yaşanmakta olan kriz, burjuvazinin düşünce fukaralığını bir kez daha sergiledi.
Burjuva cephede değişen bir şey yok; hem hiçbir şey eskisi gibi değil, hem de her şey eskisi gibi!

Küçük burjuva cephede duruma gelince:
Bu cephede de değişen bir şey yok. Söylenmesi gerekeni söylemişler. Yaşamın söylediklerini doğrulamaması pek önemli değil. Gerekirse irade ile doğrulatırlar. Öyle de oluyor.

Önceki yazılarda üzerinde durduğumuz için burada anlayışlarını sıralamakla yetiniyoruz:
1-Küreselleşme sürecinde ulus-devleti yok olduğu, en azından etkisizleştiği üzerine teoriler geliştirdiler, ama sonunda ulus-devlet teorilerini yıktı. En azıdan ekonomiyi teşvik paketleri bunun böyle olduğunu göstermektedir.
2-Yok olmaya yüz tutmuş, etkisizleşmiş devlet, sermaye hareketine müdahale edemez dediler, ama devlet müdahale etti.
3-Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını kavramadıkları için bu süreçten çıkartılmaması sonuçları çıkardılar:
-Sermayenin uluslararasılaşmasının geriye dönüşümü olmayan ve sonuçlanabilecek bir süreç olarak algıladılar. Ama sadece bir ekonomik kriz bu anlayışın ne denli yanlış olduğunu göstermeye yetti.
-Sermayenin uluslararasılaşması ile kar oranı, azami kar ve ekonomik kriz arasındaki diyalektik bağı göremediler.
4-Kapsamlı ve derin de olsa yaşanmakta olan ekonomik krizin, aynen kitaplarda yazıldığı gibi kapitalizmin dönemsel bir krizi olduğunu göremediler.
5-Sınıf mücadelesine güvensizliğin; işçi sınıfına inançsızlığın; kapitalizmin ancak ve ancak sınıf mücadelesi sonucunda yıkılabileceğinden umudu kesmenin açık bir ifadesi olarak kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunmaya başladılar. Bu unsurlar, bu teorik anlayışlarını her kriz döneminde savunagelmişlerdir. Savlarını güçlendirmek için sermayenin artı değer elde etme, genişletilmiş yeniden üretimini devam ettirme olanağının kalmadığını açık seçik savundular. Öyle ki Nelte gibi bazıları 2009'un Mart ayında kapitalizmi çökertmişti bile.
6-Sermayenin uluslararasılaşmasından sermaye hareketinin maddi değerlerin üretimine dayanmadığı, artık mali sermayenin belirleyici olduğu anlayışına vardılar. Ama sadece yaşanmakta olan ekonomik kriz bu anlayışın ne deli saçma olduğunu gösterdi vs. vs.
Bu cephede teori adına savunulan ne varsa hepsi yaşanmakta olan kriz tarafından çöpe atıldı.

Şimdi bir de bu krizi borçlanma krizi perspektifiyle ve genel seyri içinde kısaca ele alalım.

Burjuva basında kriz hakkında karamsar düşünceler dile getirenlere “kıyamet günü tellalları” deniyor. Bir taraftan medyatiklendirilen bu unsurlar diğer taraftan da adeta lanetleniyorlar. Emperyalist burjuvazinin bazı gözde ekonomistleri sermayenin yakın geleceği; krizin seyri hakkında hiç de “iyi” şeyler söylemiyorlar. Birkaç örnek verecek olursak:

James Chanos'a göre „Çinliler cehennemin yolundalar“. Bu Hedge-Fon menajerine göre bu görüşünü geçen birkaç yıllık zaman diliminde devasa boyutlara varan kredi artışıyla bağlam içinde söylüyor. Bu borsa kumarbazı, gayrimenkul sektörüne çok miktarda ucuz para aktığını ve belli bir köpük oluştuğunu bunun da er veya geç patlayacağını dile getiriyor. Bu anlamda Çin'in Dubai'den çok çok kötü olduğu anlayışında.

Burjuva ekonomistlerin çoğunluğu, hükümetlerin ve merkez bankalarının teşvik paketleri krizin daha da derinleşmesini engellediği anlayışında. Onlara göre kriz, ucuz atlatılmıştır. Ama F. Biancheri (Leab/2020 kurucusu) bu anlayışta değil; bu baya göre tüketici kredileri son on yıllardaki ekonomik büyümenin akaryakıtıydı. Yani kredi erimesi toplumu, 1930'dakinden daha derinden etkileyecektir. Bu nedenle bu krizin o krizden daha felaket olduğunu bütün dünya görecektir. Bu ise bir paniğe neden olabilir.

Kenneth Rogoff'a göre AB'nin yardımı Yunanistan için yeterli olabilir, ama sorun sadece bu ülke ile sınırlı değildir. Ülkelerin çoğu kemerleri daha da sıkacak. Avrupa dibe vuracak; yere serilecek. Sırada İrlanda, Portekiz, İspanya, Ukrayna, Letonya ve başka ülkeler var.

En büyük borsa kumarbazı G. Soros'a göre „Avro Alanı en büyük sorunuyla henüz karşı karşıya kalmadı. Yunanistan için zorunlu yardım yeterli olabilir. Ama İspanya, Portekiz ve İrlanda 'da var. Bunların hepsinin toplamı yardım edilemeyecek kadar büyüktür“.

Casey Research'in kurucusu Douglas Casey, „çoğu hükümetler iflas etmişlerdir. Açıklar sık sık merkez bankalarının sırtına yıkılıyor. Gelecek yıllarda dünya çapında süper enflasyon bekliyorum“ görüşünde.

Marc Faber, „krizin finali daha önümüzde. İpotek krizi sadece bir başlangıçtı. Krizin nedeni kredidir. Krediler zengin yapsaydı, Zimbabve dünyanın en zengin ülkesi olurdu“ diyor.

Dünya ekonomisinin krizden çıkmadığını bir biçimde ifade edenlerin listesi uzun.

Devlet borçlanması-devlet iflasları olasılığı:
Yunanistan'da devlet borcu krizi, burjuvazinin krizden çıkıyor umuduna vurulmuş olan en büyük darbe olmuştur. Mali ve sanayi sektörününü kırıp-geçiren ekonomik kriz 2009'un son aylarından bu yana daha ziyade devlet borçlanması krizi olarak devam etmektedir. 2009 yılının, ülkelere göre değişse de genellikle I. çeyreği sonundan itibaren sanayi üretiminde belli bir kıpırdanmanın olması ve buna bağlı olarak üretimin artması krizden çıkılıyor umudunu yeşertmişti. Ama aynı dönemde ve giderek gündemleşen devlet borçları kriz konusunda yeni tartışmaları beraberinde getirmiştir. Açık ki, iyimserleri bile kötümser yapacak derecede etkili olan bu kriz, henüz sonlanmamıştır; şimdi onu daha ziyade borçlanma krizi biçiminde yaşıyoruz. Aslında böyle bir gelişmenin olacağı bilinmeliydi. Çünkü ülkelerin kendi bankasını, kendi sanayisini kurtarmak için yapmış olduğu harcamalar bilinmiyor değildi.

Neoliberalizmin kendi ilkesini nasıl ayaklar altına aldığını bizzat yaşayanlardanız. Trilyon dolarlarla ifade edilen miktarlar, batan bankaları ve işletmeleri kurtarmak için merkez bankaları tarafından adeta dağıtılmadı mı? Tabii giderek daha çok sayıda devletin borçlanma kriziyle karşı karşıya kalmasının tek nedeni bu değildir. Öyle ki, en önemli nedeni de bu değildir. Ekonomik kriz döneminde devlet gelirleri azalır. Devlet gelirlerinin azaldığı süreçte batan işletmeleri kurtarmak için yapılan harcamalar, borçlanmanın artması demektir.

Kapitalist ekonomi işlerliğinde bir tuhaflık var. Devlet istikrazları için sigorta var; ödenmeyen kredileri sigorta eden sigortalar (die notorischen Credit Default Swaps (CDS)). BU CDS sigortalar, örneğin sadece Yunanistan devlet istikrazlarıyla ilgili değil. Almanya'nın, ABD'nin, İtalya'nın çıkarmış olduğu istikrazlar da sigortalı. Bu durumda şu gariplik ortaya çıkıyor: Devlet istikrazlarını satın alan, CDS ile kendini, devletin ödeyememe durumuna karşı güven altına almış oluyor ve bunu bir banka üzerinden yapıyor. Yani, varlığı devlet tarafından güven altına alınmış bir banka, kendini güven altına alan kurumun -devletin- ödeyememe durumunda sigorta olarak ödemeyi üstlenmiş oluyor. Devlet, bankanın sigortası, banka da devletin sigortası oluyor. Böyle bir sigortalamanın hiçi bir değeri yoktur. Çünkü devlet, çıkardığı istikrazları ödeyecek durumda değilse, bankayı da destekleyemez.

Devletlerin ödeme yeteneğini kaybetmeye doğru bir yuvarlanma içinde olduklarını en iyimser burjuva ekonomistleri dahi kabul etmekteler. Tabii sorun burada sadece, şu veya bu uluslararası konuda karar verme gücü olmayan, etkilemeyen küçük devletlerin (örneğin Yunanistan, İzlanda vb.) iflas etmesi değildir; bu durumda IMF'ye çok iş düşer ve bolca para bulmak zorunda kalır. Ama İngiltere, Japonya, ABD gibi devletlerin; bir bütün olarak Avro Alanı, Japonya ve ABD'nin iflası söz konusu olduğunda ne olur bilmiyorum, ama paranın değerini düşürerek; birbirinin sırtına binerek ekonomiyi yeniden düzeltmek mümkün olamayacağı için ortaya önü her türden siyasal gelişmeye açık bir uluslararası kriz çıkar.

Görünen ve görünmeyen borçlar:
Yunanistan krizi yaşanmakta olan dünya krizinin bir yansımasıdır; bu anlamda bazı bankaların ve başkaca mali kurumların yıllarca Yunanistan hükumetlerine para vermeleri ve karşılığında da faiz almaları kapitalist işlerliğin bir görünümüdür. Sorun bununla sınırlandırılırsa, kriz de sadece Yunanistan'la sınırlı bir kriz olur. Oysa Yunanistan devlet borçları konusunda dünya çapında buzdağının sadece görünen kısmının bir parçasıdır.

Neredeyse hemen bütün devletlerin harcamaları gelirlerinden daha çok. Ortaya çıkan açık, iç ve dış borçlanma ile kapatılıyor. Belli bir zaman sonra ana paranın ödenmesi yerine faizlerin ödenmesi için borç alınıyor. Borçlanmanın kapsamını daraltmak veya olduğu gibi göstermemek için hükümetler hileye baş vuruyorlar.

Aşağıdaki grafikte bazı devletlerin açık ve örtülü ödeme yükümlülüklerini görüyoruz. Açık olan borçlar, para piyasalarından alınan borçlardır. Bu borçlar bilançolarda yer alır. Ama örtülü yükümlülüklerin durumu farklıdır; bunlar her devletin vatandaşları karşısında taşıdığı yükümlülüğü ifade ederler; sosyal harcamalar, emeklilik fonları, sübvansiyonlar vs. Bu türden yükümlülükler örtülü tutulu ve bilançolarda yer almazlar.



Sermaye piyasalarından alınan borçlar örtülü borçların yanında “devede kulak” kalmaktadır, örtülü yükümlülükler açık olanların birkaç mislidir: Almanya'da 8; İspanya'da 10; Fransa'da 22; İtalya'da 3,7; İngiltere'de 8,2; AB'de 8,2; ABD'de 11 ve Yunanistan'da da 7,9 mislidir.

Grafik, söz konusu bu devletlerin -sorun sadece bu devletlerle sınırlı değildir- “ayağını yorganına göre uzatmadan” yaşadıklarını göstermektedir. Bu ve başkaca borçlu ülkeler, vatandaşlarına sürekli, ülkenin ekonomik gücünü aşan ekonomik ve sosyal hizmet sözü vermişler ve vermekteler. Bu sözlerin sonuçları ortada.


Şimdiye kadar kapitalizmin tarihinde savaşlardan dolayı devlet iflasları ve hiper enflasyon görülmüştü. Örneğin I. Dünya Savaşından sonra Almanya'da yaşanan hiper enflasyon, II. Dünya Savaşından sonra yine Almanya'da uygulanan para reformu buna bir örnektir. Devlet iflasları için artık savaşlara da gerek yok. Çığ gibi artan borçlar da aynı sonucu vermektedir.

Turbo hızıyla borçlanma:
Yaşanmakta olan ekonomik krizin başlangıç aşamasında borçlanma ve ödenmesiyle ilgili olarak oldukça yaygın olan anlayış, başta ABD olmak üzeren hızla ve çok borçlanan devletlerin yüksek enflasyonla borçlanma sorununu çözmeye çalışacaklarıydı. Bu sav iki faktöre bağlı olarak şöyle savunuluyordu: Birinci faktör: Merkez bankalarının yoğun para arttırımı kaçınılmaz olarak kendiliğinden enflasyona neden olacaktır. İkinci faktör: Özellikle ABD enflasyonu teşvik edecektir.
Birinci faktör bağlamından bir gelişme olmadı, en azından şimdiye kadar olmadı; fiyatlarda dikkate değer bir artış görülmedi. Sadece para bolluğundan dolayı hammadde fiyatlarında belli bir artış oldu.

İkinci faktörle bağlam içinde ABD'de enflasyonu teşvik eden bir gelişme olmadı; ne ekonomide oldu ne de politik olarak bu teşvikin önünü açacak kararlar alındı.
Bundan sonra ne olacağından bağımsız olarak devletler hızlı borçlanmayı devam ettiriyorlar. Öçyle ki, borçlanan devletler dayanacakları bir güvence varmışcasına borçlanıyorlar. Belki de ekonominin aniden yükselişe geçeceğine inanıyorlardır. Bu, gerçekleşmesi hemen hemen imkansız gözüken bir ihtimaldir. Geriye başka çareleri kalmadığı için nasıl geri ödeneceği hesaplanmadan borçlanma kalmaktadır.
Belki de borçları silecekler...

Her halükarda BIZ (Uluslararası Ödeme Bankası) devletleri borçlanma konusunda uyarıyor.

Sanayileşmiş ülkeleri yüksek borçlanma konusunda uyaran BIZ, OECD ülkelerinin borçlarının
GSYİH'nın yüzde yüzünü aşacağını ve borçlanmanın önünü almak için dramatik tedbirlerin alınması gerektiği görüşünde.

Borçların bu hızla artması durumunda yatırımcılar, daha yüksek faiz talep edecekler, bu da devlet iflaslarını olasılığını yükseltecektir.

Banka devlet borçlarını patlamaya hazır bomba olarak değerlendiriyor. Bunun böyle olduğunu devlet borçlarının 2007'den 2011'e GSYİH'ya oranının değişiminde de görmekteyiz. Örneğin bu oran Almanya'da yüzde 65'ten yüzde 85'e; Avusturya'da yüzde 62'den yüzde 82'ye; Yunanistan'da yüzde 104'ten yüzde 130'a; İtalya'da yüzde 112'den yüzde 130'a; ABD'de yüzde 62'den yüzde 100'e; İngiltere'de yüzde 47'den yüzde 94'e; Japonya'da yüzde 167'den yüzde 204'e çıkacak.

Bu durumda örneğin ABD ve İngiltere GSYİH'nın yaklaşık yüzde 10'unu faizler, ödemek için ayırmak zorunda kalacaklar. AB'de yüzde 3'lük Maastricht kriterini (yıllık net yeni borçlanma GSYİH'nın yüzde 3'ünü geçemez) hiç bir üye ülke yerine getiremeyecek. Bırakalım yüzde 3'ü bütün üyeler bu kriteri 2-3 misli aşmış durumda. Örneğin İngiltere'de bu oran yüzde 12,5'e varıyor.
Durumu felaket olan ülke Japonya'dır. İç borçlanmaya; Japon vatandaşlarının bankalardaki tasarruflarına dayandığı için şimdilik idare ediyor.

IMF'nin hesaplamasına göre, devlet borçlarının GSYİH'ya oranı 67 ülkede 2007'de yüzde 80'den 2014'de yüzde125'e çıkacaktır. Sanayi ülkelerinde devlet borçlanması on üç yıl içinde yüzde 20 ila yüzde 30 arasında artmıştır (Uluslararası Ödeme Bankası). 2001'de ortalama borçlanma GSYİH'nın yüzde yüzünü geçecek. Kapitalizm böyle bir durumla kısa bir süre için ilk defa II. Dünya Savaşı sonrasında karşı karşıya kalmıştı.

Devlet borçlarındaki artış, her fırsatta sık sık dile getirildiğinin aksine ekonomik krizden çıkılmadığını; krizin dünya çapında sürdüğünü, ama bir sanayide kriz biçiminde değil, borçlanma krizi biçiminde devam ettiğini göstermektedir. Dünya ekonomisi en ufak bir mali dalgalanmadan dahi etkilenecek kadar kırılgandır. Yunanistan borçlanma krizi bunu göstermiştir.

Teşvikler, geçici iyileştirmenin ötesinde bir işe yaramamış; krizle bağlam içinde hiçbir sorun çözülmemiştir. Batan bankaların kurtarılması operasyonu devletlerin olağanüstü borçlanmasına neden olmuştur.

Dünya çapında küresel bütünleşmeye de gidilmemektedir; uluslararası sermayenin uluslararasılaşmasıyla uluslararası bütünleşmesinin bir ve aynı şey olmadığını dar kafalı küçük burjuva anlamaz. Anlayacağına dair bir beklentimiz de yok. Bir taraftan geriye dönüşümü olmayan uluslararasılaşmadan bahsederken, diğer taraftan da yaşanmakta olan krizin de gösterdiği gibi, uluslararasılaşan sermaye krize karşı ortak tavır alamamıştır; kriz, uluslararasılaşmış sermayenin ulus-devlete bağımlılığını, ulusal limanının olduğunu bir kez daha göstermiştir. En azından AB içinde Almanya'nın tavrı, üye ülkeler arasındaki görüş ayrılıkları bu entegrasyonda ortak bir politikanın değil, her bir ülkenin kendi çıkarları doğrultusundaki politikanın geçerli olduğunu göstermiştir.

16 Nisan 2010 Cuma

DÜNYAYI „BİRAZ DAHA GÜVENLİ“ YAPMAK İSTEYENLERE BAKIN!

13 Nisanda sonlanan „atom zirvesi“nde 47 ülkeden hükümet temsilcileri dünyayı „biraz daha güvenli“ yapmak için iki gün boyunca ter döktüler. Barack Obama'nın inisiyatifi üzerine toplanan zirvede beklenen oldu ve „teröristlerin“ ve „kötü niyetli olanların“ eline geçmesin diye „dört sene içinde bütün parçalanabilir materyali güven altına almaya“ hazır olduklarını açıklayan devletler, böyle bir adım atmaya hazır olmadıklarını gösterdiler. Hiçbir bağlayıcılığı olmayan sözde anlaşmalar, aslında önde gelen emperyalist ülkeler açısından nükleer silah teknolojisini modernleştirmek ve yeni nükleer silahlara dayanarak yeni nükleer tehdit politikası oluşturmak için zaman kazanmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Hep böyle hareket etmişlerdir. Dünyayı ekonomik krizden kurtarmak için ortak adım atacaklarını açıklamışlar, ama kendi sermayelerini kurtarmak için teşvik paketleri hazırlamış ve uygulamışlardır. Nükleer silahlarla ilgili anlayışlarında da aynı demagoji geçerli. „Atom silahlarını yasaklama anlaşması“ bu demagojiye hizmet etmedi mi? Bir zamanlar iki süper güç (ABD ve Sovyetler Birliği) aralarında nükleer silahlarla ilgili görüşmeleri sürdürürken kıyasıya nükleer silah geliştirmediler mi?

Nükleer silahsızlanma görüşmelerinin başlamasından bu yana; '60'lı yılların sonundan bu yana atom silahlarına, nükleer tesislere, atom materyaline ve atom silahı teknolojisine sahip olan ülke sayısı azalmadı, tam tersine arttı. Zirvedeki bu gayretkeşlik niye? Açık ki, ortada bir tekel var; nükleer silah tekeli ve tekelci konumun devam etmesi isteniyor. Bunu ABD ve Rusya istiyor. Bu zirvede Obama, adeta her iki ülke adına konuştu. Obama, toplantıya katılan devletleri, emperyalist atom güçleriyle işbirliğine hazır olmayan nükleer silaha sahip ülkelere ve bu silahı geliştirme yeteneğine sahip ülkelere karşı ortak hareket etmeye zorluyor. Açık ki burada Amerikan emperyalizmi karşısında boyun eğmeyen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve İran kast edilmektedir.

Hakim rejimi karakteri bakımından bu ülkelerin savunulacak bir yanı yoktur. Ama bundan dolayı özellikle Amerikan emperyalizminin dünyayı „biraz daha güvenli“ yapmak için çabasının ciddi olduğuna inanmak zorunda da değiliz. ABD'nin yaptığı gerçek anlamda ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Şu hale bakın: Bildik ABD, dünyayı kana bulayan, bulamaya da devam eden ABD „nükleer terörizme“ karşı dünyanın koruyucusu rolünü oynuyor. Şu hale bakın: Şimdiye kadar dünyayı atom silahıyla terörize eden yegane ülke ABD'dir ve bu ABD, insanlığı „nükleer terörizm“den korumak için kolları sıvamış! Nagazaki ve Hiroşima'ya, savaşın seyrine göre hiç de gerekli olmadığı halde, atom bombası atan ABD değil miydi? 1962'de dünyayı atom silahlarının kullanıldığı bir dünya savaşı eşiğine getirenler ABD ve sosyal emperyalist Sovyetler Birliği değil miydi? Sovyetler Birliği'ne karşı, bu ülkeyi atom silahlarıyla da çembere alacak şekilde stratejik ülkelere nükleer silahlar konuşlandıran ülke ABD değil miydi?

ABD tarihine bakarsanız, savaşmadığı, kan dökmediği, kitlesel katliamlar yapmadığı hiçbir dönemi yoktur. ABD, kurulduğundan beri hep savaşmış, hep katletmiştir, hep işgal etmiştir. Monreo doktrininden (1823) bu yana ABD, Latin Amerika'dan başlayarak bütün dünya üzerinde hakimiyetinin stratejisini geliştirmiştir. Bugün bunun adı Avrasya jeopolitikasıdır; 21. yüzyılda dünya hakimiyetidir. Bu nedenle Irak işgal edildi; bu nedenle Afganistan işgal edildi.
ABD, bütün dünyada emperyalist saldırganlığın, işgal ve katliamın en önde gelen temsilcisidir. Binlerce sivil insanı, askeri öldüren uranyumla örtülenmiş mermileri kullanan ABD'dir. Bu silahlar Balkanlar'da Irak'ta, Lübnan'da kullanılmadı mı, Afganistan'da kullanılmıyor mu?

Bu “kirli bombaları” bütün dünyaya yayanlar ve kullananlar, şimdi o dünyayı yaydıkları o “kirli bombalara” karşı korumak istiyorlar. Radyoaktif materyal dünya çapında daha sıkı kontrol edilecekmiş. Madem ki kontrol edecektiniz de niçin yaydınız?

Bu “barış sever” atom güçlerinin cephaneliğinde 23.300 atom silahı var (SIPRI, Ocak 2009). Bunlardan 8.392'si her an kullanılmaya hazır bekletiliyor. Bırakalım bunların hepsinin kullanılmasını, Hiroşima'ya atılan bomba kapasitesinde 100 atom bombasının kullanılması dünyayı yaşanamaz hale getirmeye yetiyor.

Aşağıdaki haritada yüksek derecede zenginleştirilmiş uranyumun kg bazında ne kadar yaygın olduğunu görüyoruz. Temizleyin de görelim.

Yüksek derecede zenginleştirilmiş uranyum haritası:



Amerikan emperyalizmi, silahsızlanma ve “terörizme karşı mücadele” adı altında kendi çıkarlarına uymayan, boyun eğmeyen ülkeleri dize getirmeyi amaçlamaktadır. “Nükleer zirve”de bu politika, İran ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyetine karşı mümkün olan en geniş cephe kurmak biçiminde yansımıştır.
Amerikan emperyalizmi amacına ulaşmak için bütün dünyayı sistematik olarak yeni bir Amerikan askeri saldırganlığına hazırlamaktadır. Hedef ülke İran'dır. Bu saldırganlık mutlaka askeri saldırı biçiminde yorumlanmamalıdır. Çok sayıda ülkenin katıldığı ve İran'ı zorlayacak sıkı yaptırımlar da aynı amaca hizmet edebilir.

Obama'nın bu zirvede, Amerikan çıkarlarına uymayan ülkelere karşı tavrı, Bush döneminin saldırgan tavrının devam ettiğini göstermektedir. Aralarındaki tek fark, Obama'nın Bush gibi provokatif girişimde bulunmaması, bunun yerine soruna taraf olanları kendi yanına çekmeye çalışması; belli bir toplantı, tartışma kültürünü önplana çıkartmasıdır. Yanılmıyorsam, BM'in kuruluş toplantısından (1945) bu yana ilk defa 45 hükümet başkanı “nükleer zirve” vesilesiyle ABD'de bir araya getirilmiştir. Obama'nın, Bush döneminden farklı yönetim tarzından dolayı Amerikan emperyalizmi dünya hakimiyeti için mücadelesinden; rakipleriyle rekabetinden vazgeçmiş olmuyor.

Amerikan hükümeti İran, Suriye ve K. Kore'yi “nükleer zirve”ye, “Atom Silahlarını Yasaklama Anlaşması”na güya uymadıkları için davet etmemiştir. Bu doğru değil; İran ve Suriye bu anlaşmayı imzalamışlar ve IAEA ile işbirliği yapmaktalar. K. Kore de bu anlaşmayı imzalamıştır, ama 2006'da anlaşmadan çekilmiştir.

Zirvenin gündemi, insanlığın nükleer tehdit altında olduğu gerçekliği üzerine her türlü ima ve tartışmayı dışlayacak bir biçimde hazırlanmıştır. Aksi taktirde öncelikle ABD ve Rusya'nın korkunç boyutlara varan nükleer cephaneliği tartışmaya açılmış olurdu. Engellenmek istenen tam da buydu. Bu konunun tartışılmamasında tabii ki nükleer silaha sahip olan diğer ülkelerin de çıkarı var (İngiltere, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, İsrail).

Nükleer silaha ve atom teknolojisine sahip olan ülkelerin elinde 2100 ton nükleer materyal var. Bu materyalle 120.000 atom silahı üretilebilir ve bu kadar silahla dünya yüzlerce kez yok edilebilir. Açık ki nükleer silaha sahip olan devletler, başta da ABD ve Rusya açısından önemli olan, nükleer silahsızlanmak, atom silahlarını yok etmek değildir. Bu ülkeler için başta da ABD ve Rusya için önemli olan, nükleer silah ve teknoloji tekelinin korunmasıdır. Her halükarda ulaşılmak istenen amaç, konvansiyonel ve nükleer silah ve silah teknolojisindeki tekelci konumun devam ettirilmesidir.