deneme

26 Ocak 2006 Perşembe

YA SOSYALİZM YA BARBARLIK (III)



KAPİTALİZMİN KRİZ ÇÖZME ÇABALARI

Karl Marks, kar oranını „sermayenin asıl dürtü (sevk, çn.) mekanizması“ olarak tanımlar.

Ekonomist M. Friedman, „Bir kapitalistin yegâne sosyal sorumluluğu, karını arttırmaktan ibarettir“ der.

Sermaye ise en yüksek karın olduğu yerde her türlü cinayeti işler: “…Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır: yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular.” (T. J. Dunning. Aktaran; Marks, Kapital, C. I, s., 788).

Sermaye veya bir tekel için esas olan, kar oranıdır; yatırmış olduğu sermayenin toplamıyla karşılaştırıldığında elde edeceği kar kütlesi veya kar oranıdır. Bu oranın düşük olması, sermaye açısından iç açıcı bir durumun olmadığını gösterir.

Ölçü, kar olduğundan dolayı kapitalizm kar hareketine doğrudan tepki verir. Sermaye açısından, hammaddeler, başka yatırımlar ve ücretler için harcanan sermaye karşılığında elde edilen karın, yatırılan sermayeye oranı oldukça önemlidir. Kapitalist üretim biçimi bakımından bu oldukça önemlidir ve bu nedenle, kar oranı hareketine bakarak sermayenin devrevi gelişmesinin nasıl olduğunu görebiliriz:

1929-1932 dünya ekonomik krizi döneminde ABD’de karlar, 1930’da 1929’a ve 1932’de de 1931’e göre yaklaşık yüzde 40 oranında düşmüştü. Almanya’da sanayide toplam karlar 1929’da 315 milyon marktan 1931’de 116 marka düşmüştü. 1932’de ise zarar miktarı 73 milyon marktı. 1932’de sonra karların artmaya başlaması bu ülkelerde üretimde belli bir canlanmanın olduğuna işaretti.

1974/1975 dünya ekonomik krizinde karlar dünya çapında yeniden düşmüştür. Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrasında anonim şirketlerinin karları ilk defa 1974 ve 1975’te arka arkaya iki yıl boyunca yüzde 15 oranında düşmüştür. Ama 1976’da da yüzde 64 oranında artmıştır.

„Dünyanın en büyük 500 işletmesi“ istatistiklerini hazırlayan Fortune dergisi 2000 yılı değerlendirmesinde işletmeleri „sağlıklı, mutlu ve semiz“ diye tanımlar.

Aynı dergi 2002 değerlendirmesinde şu sözlere yer verir: “2001 yılı zarar için rekor yılıydı. Dünya çapında 500 en büyük tekelden 297’inde karlar düşüyordu. 2001’in toplam karları, bir sene öncesinin karlarının yarısından biraz daha azdı. Bu, Fortune’nın Statistk Global 500’ü ilk defa açıklamasından bu yana karlarda görülen en büyük düşüştü“.

Aynı dergi 2004’te de şöyle yazıyordu: „Geri döndüler. Üç sene kötü haberlerden sonra dünyanın en büyük işletmeleri, bütün zamanların en yüksek karlarını ve cirosunu elde ederek geçen yıl devasa bir dönüm yaptılar“.

Bu tekellerin karları, 1998’e göre 1999’da yüzde 25,6 oranında artıyor. 2001’de 1999’a göre yüzde 44,8 oranında düşüyor. 2001’e göre 2003’te karlar yüzde 139 oranında artıyor. 1998’e göre 2003’te kar artış oranı yüzde 65,8’e varıyor.

Her üç dünya ekonomik kriziyle ilgili bu veriler, kar hareketiyle sermayenin devrevi hareketi arasındaki sıkı bağı göstermektedir. Bunun ötesinde kar hareketi, cironun gelişmesi, çalışanların sayısı ve kar miktarı bakımından ele alındığında şunu görmekteyiz: 500 en büyük tekelin toplam cirosu, 1998’den 2003’e, yıllara göre farklı boyutlarda olsa da, toplam olarak sürekli artmıştır. Ortalama artış oranı, yüzde 29,6. Çalışanların sayısı kriz yıllarında mutlak olarak gerilemiş, ama 1998-2003 arasında ortalama olarak yüzde 15,6 oranında artmıştır. Bu, oldukça az bir artıştır. Bu demektir ki, 1998-2003 arasında yüzde 66 oranındaki kar artışı, yaklaşık aynı sayıdaki (veya sayısı az artmış) işçilerin sömürülmeleriyle gerçekleştirilmiştir. Yani bu işletmeler, sermayenin organik bileşimini değişmeyen sermaye lehine değiştirerek; makinelere, yeni fabrikalara, teknolojiye, hammaddelere yatırım yaparak ve işgücü için harcamaları kısarak veya aynı seviyede tutarak veya da önemsiz oranda arttırarak üretim yapmışlar ve bu yüzde 66 oranındaki karı elde etmişlerdir.

Düşen kar oranı ne anlama gelir?

Artı değer ve kar, nihayetinde insan çalışmasının; soyut „emeğin“ sonucudur. Şöyle de diyebiliriz: Kar veya artı değer, kapitalistin iş güçü için yaptığı ödemenin ötesinde elde ettiği değerdir. Bu artı değer, iş gücü sömürüsü sonucunda elde edilir. Ama kapitalist açısından elde ettiği artı değerin veya karın miktarı önemli değildir. Kapitalist açısından önemli olan, „kar marjı“dır. Burjuva politik ekonomide bunun farklı tanımlamaları vardır. Marksist-Leninist politik ekonomide „kar marjı“na kar oranı denir. Bu oran (p¹), değişen sermayenin (v); yani iş gücü için yapılan harcamaların toplam değişmeyen sermayeye(C); yani hammaddeler, teknoloji, makineler, binalar için yapılan toplam harcamalara (yatırımlara) olan oranı hesaplaması sonucunda bulunur.

Bu oranı sürekli değiştiren iki faktör vardır:

Birinci faktör: Rekabetten dolayı işletmeler, işgücü için harcamalarını kısarlar; Yani bir taraftan işçi sayısını azaltırken, diğer taraftan da ücretleri düşürürler.

İkinci faktör: Değişmeyen sermayenin kapsamı büyür. Demek oluyor ki, işletmeler bir taraftan işgücü için harcamaları düşürürken, diğer taraftan değişmeyen sermaye için harcamaları arttıralar ve böylece sermayenin organik bileşimi (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı)değişir. Bu durum, işletmelerin, giderek daha az sayıda işgücü çalıştırarak (sömürerek), daha çok/kapsamlı değişmeyen sermaye kullanarak ürettiklerini gösteriri.

Kapitalist üretim sürecinde sermayenin organik bileşimi sürekli artar (Savaş ve başka nedenlerden dolayı aksamaları dikkate almıyoruz). Yani toplam sermayede değişmeyen sermayenin payı, değişene oranla sürekli artar ve kapitalist, rekabet gücüne sahip olmak istiyorsa sermayesinin değişmeyen kısmını sürekli arttırmak zorundadır; sürekli yeni makineler, yeni teknoloji, yeni fabrikalar vs. için yatırım yapmak zorundadır. Bu gelişme nereye kadar gider; sermayenin bileşiminde değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranı ne kadar düşer, bu bilinmez. Şimdilik bilinmez. Ama işgücü harcamaksızın üretim yapmanın olanaklı olduğu, teori olmaktan çıkmıştır. Son yıllarda, iş gücüne ihtiyaç duymadan motorlu araç ve yonga üretimi yapan fabrikalar kuruldu. Bu, bu fabrikalarda otomasyonun bugünkü teknolojiye göre en üst seviyeye çıkartıldığı anlamına gelir. Biliyoruz ki, sadece ve sadece işgücü; insan çalışması değer ve artı değer yaratır. Bu nedenden dolayı kar oranı sürekli düşüş eğilimi içindedir. Kapitalizmde kar kütlesi, sürekli giderek artan bir sermaye yatırımı; özellikle de değişmeyen sermaye yatırımı sonucunda elde edilmektedir.

Kar oranının düşme eğilimine karşı etkide bulunan faktörler de vardır:

Burada krizler çok önemli bir rol oynarlar. Marks’ın dediği gibi, „daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleri,.. bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalar“ olarak krizlerin, kar oranını yeniden yükseltmek gibi nesnel bir görevleri vardır. (Marks; Kapital, C. III, s., 259).

Bu nasıl olur?

Birincisi: Kriz sürecinde devasa hacimde sermaye yok edilir; makineler, iş aletleri „eski”diği için atılır. Tesisler yıkılır. İflaslar birbirini kovalar ve böylece mevcut kapasite fazlalığı yok edilir. 2002 yılında dünya çapında iflaslarda rekor kırılmıştı. Öyle ki, sermaye kıyımı/yok edimi faaliyeti modern kapitalizmde bir iş kolu olmuştur.

Sermaye kıyımının doğrudan bir sonucu olarak kar kütlesi, hacmi az sermaye ile elde edilir. Sermaye kıyımından dolayı yatırılan sermayenin değeri de düştüğü için, yatırılan toplam sermayenin değeri, sadece teknik kapsamı bakımından (kullanım değeri) değil, yatırılan her bir sermaye biriminin pazar fiyatı bakımından da düşer. Bu gelişmelerin yanı sıra, özellikle değişmeyen sermayeye dâhil olan mallarda fiyatlar düşer (kriz dönemi böyledir). Öyle ki, çoğu ürünlerde fiyatlar, üretim fiyatının altına düşer. Örneğin 2001/2002’de (2000-2003 krizi döneminde) enformasyon ve telekomünikasyon teknolojisi sektörlerinde dünya pazarlarında fiyat savaşı yaşanmış ve bilgisayar vb. ürünlerin fiyatları düşmüştür. Bunun ötesinde kriz dönemlerinde hammadde fiyatları da düşer ve böylece bu da yatırılan sermayede belli bir ucuzlamaya neden olur.

İkincisi: Kriz döneminde çalışan işçiler üzerinde baskı olağanüstü arttırılır ve böylece artı değer oranı (sömürü derecesi) yükletilir; işçiler, sokağa atarım tehdidi ile karşı karşıya kalırlar ve daha fazla çalışmaya zorlanırlar.

İşgücünün artan sömürüsü; çalışma süresinin sürekli artan, artı değer yaratan ve kapitalist tarafından el konulan bölümü ile işçilere ücret olarak verilen bölümü arasındaki fark, düşen kar oranı karşısında belirleyici karşı faktörü oluşturur. Marks, bu ilişkiyi şöyle açıklar:

„Kâr oranında düşme eğilimi, artı değer oranında bir yükselme eğilimi ve dolayısıyla işin („emeğin“, çn.) sömürü oranında bir büyüme eğilimi ile iç içedir. …Kâr oranı, iş („emek“, çn.) daha az üretken hale geldiği için değil, daha çok üretken hale geldiği için düşer. Artı değer oranındaki yükselme de, kâr oranındaki düşme de, işin („emeğin“, çn.) büyüyen üretkenliğinin kapitalizm altında ifadesini bulan özgül biçimlerden başka bir şey değildir“. (Kapital; C. III, s. 250).

Sömürü oranı artmasına rağmen kar oranı düşüyor, çünkü burada; bu süreçte sermayenin organik bileşimi, artı değer oranının artışından (sömürü oranının artışından) daha hızlı büyümektedir.

Üçüncüsü: Kriz dönemlerinde, yani kar oranlarının düştüğü dönemlerde, devlet sermayesinin değil, özel sermayenin yatırım alanları genişletilmeye çalışılır. Böylelikle sınırsız üretim ile sınırlı tüketim arasındaki çelişki yumuşatılır. Bu nedenden dolayıdır ki, özellikle böylesi dönemlerde özelleştirmeye hız verilir. Devletin elindeki (kamu) işletmeler özel sermayeye peşkeş çekilir. Bu sürecin etkili olması için dünya çapında ticareti ve dolayısıyla ihracat yoğunlaştırılır. Örneğin AB’nin doğu genişlemesiyle tekelci sermayeye bu olanak sağlanmış ve böylece AB’de tekeller, daha geniş bir ihracat alanına sahip olmuşlardır. Bundan da en çok Alman ekonomisi yararlanmıştır. Alman ihracatının 1998’de 550 milyar Avrodan 2005’te 900 milyar Avroya çıkmasında bunun küçümsenemeyecek bir payı vardır.

İhracatın, dolayısıyla pazar alanının genişletilmesinin krizden geçici çıkışın bir yolu olduğunu Marks şöyle anlatır:

„Piyasanın bu nedenle sürekli genişlemesi… zorunludur… Bu iç çelişki, kendisini, üretimin dışa dönük alanlara doğru yayılması ile çözümlemeye çalışır. .. Bu, ayrıca, kapitalist üretimin gelişmediği ülkelerin kapitalist üretimde bulunan ülkelere uyacak oranlarda tüketimde ve üretimde bulunmaları gerektiğini istemeye varır“. (Kapital; C. III, s. 255 ve 267).

Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da, güya çözüm olan krizlerin daha derin ve kapsamlı krizlere bir hazırlık olduğunu şöyle anlatırlar:

„Peki, burjuvazi bu krizleri nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yok ederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha yaygın ve daha yıkıcı krizler hazırlayarak ve krizleri önleyen araçları azaltarak“. (C. 4, s. 468)

Kapitalizmin; barbarlığın güncel durumu üzerine:

Ekonomist P. A. Samuelson, 2005 yılı sonunda bir söyleşide şöyle diyordu: „Pazarın kalbi yoktur. Pazarın beyni yoktur. Pazar, ne yapıyorsa, onu yapıyor. Her sefer, bir gazeteyi açıp baktığımda şunu okuyorum; emeklilik yükümlülüğünü yerine getirmeyen işletmeler. Önceleri böyle bir şey yoktu. … Ben, ben, ben ve şimdi toplumu olduk. Başkalarını ve yarını düşünmüyoruz“.

90’lık Samuelson, hem doğru hem de yanlış söylüyor. „Önceleri böyle bir şey yoktu“ demekle o, kapitalizme neredeyse hakaret ediyor. Önceleri de böyle şeyler vardı, bay Samuelson. „Önceleri böyle şey yoktu“ demek, şimdiki kapitalizm pratiğini „özel“ bir pratik olarak açıklamak veya kapitalizmi, kapitalizm olmaktan çıkartmak anlamına gelir. Bu konuda Samuelson yalnız değil. „Küreselleşme“yi kapitalizm ötesi veya kapitalizmin bir aşaması olarak tanımlayan „avanak ve dar kafalı küçük burjuva“ (Lenin) saymakla bitmez. Bunların asli görevi, daha önceki kapitalizmin, Samuelson’un deyimiyle *önceleri böyle şey yoktu“ denilen dönemdeki kapitalizmin özlenilir olduğu imajını işçi sınıfı ve emekçi yığınların beynine işlemek ve onları o dönem kapitalizmi için mücadeleye çağırmaktır. Dünya Sosyal Forumu, Avrupa Sosyal Forumu bunu yapıyor.

Samuelson, doğru söylüyor, çünkü kapitalizm „Ben, ben, ben ve şimdi toplumu“dur, “başkalarını ve yarını düşünmez“. Yani kapitalizm, dün olduğu gibi bugün de geleceği düşünmez. Kapitalizmde pazar her şeydir ve pazarın her şey olması düşünmeyi dışlar. Kapitalizmde üretimde anarşi yasası, düşünmeyi dışlama yasasıdır.

Gelişmiş kapitalizm, barbarlığının olgunlaşmış olduğu, bütün şiddetiyle etkili olduğu kapitalizmdir. Samuelson için şaşırtıcı olmaması gereken bir gerçeklik.

Üretici güçler, geçmişle karşılaştırılamayacak derecede gelişmiştir. Dolayısıyla çalışma süresinin bütün dünyada kısaltılmasının maddi olanakları vardır. Nesnel olarak, her bir insanın daha az çalışarak bütün gereksinimlerini sağlaması olanağı vardır. Ama kapitalizm “sosyal” değildir. Onu ilgilendiren, insanların gereksinimleri değil, sömürülmesidir.

Üretici güçlerin gelişme seviyesi göz önünde tutularak çalışma süresinin kısaltılması kitlesel kronik işsizliği ortadan kaldırabilir. Ama bu, kapitalisti ilgilendirmez.

Kapitalizm, krizi atlatma ve yeni boyutlarda kar elde etme adına gerekirse üretimi yok eder: „Sonunda tarım ürünlerinin sistematik kütlesel yok edilmesine geçmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı. 1933 yılında ABD’de 10 milyon hektarlık alanda ekili pamuk –toplam pamuk ekme alanının yaklaşık yüzde 25’i- sürülerek toprağa gömüldü. Brezilya’da yıllık 10 milyon çuval kahve – dünyanın yaklaşık bir yıllık ihtiyacı- denize döküldü veya yol yapımında kullanıldı. Artık çay üretimi yapılmıyor. Gemilerdeki portakallar Londra’da denize dökülüyor. 1931 güzünde beş milyon domuz Amerikan hükümeti tarafından satın alındı ve yok edildi. Danimarka’da haftada 1500 inek kesiliyor ve etinden yapay gübre yapılıyor. Genç nesil koyunlara alan açmak için Arjantin’de yüz binlerce koyun boğazlandı. Onları mezbahaya taşıma masrafı, getireceği kardan daha fazla olacaktı“ (E. S. Varga; C. 2 -İktisadi Krizler. „Büyük Kriz ve Siyasal Sonuçları. 1928-1934’te İktisat ve Politika“, s. 304).

İşte kapitalizm budur. Dün de buydu, bugün de.

„Küreselleşme“ ve siyasal erk olgusu: Sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması oldukça gelişmiş; sermaye bütün dünyayı üretim, araştırma ve dağıtım ağıyla örmüş durumda. Sermaye ve üretim, uluslararası örgütlenebileceği en son aşamasına gelmiş durumda. Yani uluslararası alanda gerçek anlamda toplumsallaşmış durumda. Ama iktidar, sayıları giderek azalan belli tekellerin ve kişilerin elinde.

Dünyanın en büyük 500 tekeli ‚60’lı yıllarda dünya üretiminin yaklaşık yüzde 17’ni kontrol ediyordu. Bu oran bugünlerde yüzde 30’a çıkmıştır. Bu en büyük 500 tekeli elinde tutan büyük hissedarlar ve tekel başkanları dünya çapında yaklaşık 50 milyon insan üzerinde komutaya sahipler ve yüz milyonlarca insanın geleceği üzerinde belirleyici kararlar alıyorlar. Bunlar Davos’ta (Dünya Ekonomik Forumu) ve başka “seçkin” kulüplerde bir araya geliyorlar. Örneğin ERT’de „European Round Table“- „Avrupa Yuvarlak Masası“) en büyük 49 tekelin sadece başkanları bir araya geliyor. Bu beyler, AB kararlarında etkili oluyoruz diye böbürleniyorlar.

Tabii ki bunda da yeni olan bir şey yok. Daha 1909’da AEG tekelinin kurucularından W. Rathenau şöyle diyordu: „Birbirini tanıyan 300 adam kıtanın iktisadi geleceğini yönlendiriyor“.

Marks, Kapital’de toplumsallaşmış dünya üretimi ile yoğunlaşmış ekonomik gücün özel elde olması arasındaki çelişkide belli bir gelişmeye, kapitalizmin sonunun geldiğini gösteren bir gelişmeye işaret ediyordu:

„Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. Çalışma sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, iş araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir iş araçlarına dönüştürülmesi, bütün iş araçlarının bileşik toplumsal işin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve çalışmanın toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler“.(Kapital; C. I, s. 790/791).

Kapitalizm ve savaş: Savaşsız, silahlanmasız bir kapitalizm düşünülemez. Kapitalizm, militarizm, savaş ve silahlanma diyalektik bir bağ içinde olan kavramlardır. Bu diyalektik bağı, dünya pazarı, sermayenin uluslararasılaşması, dünya pazarları üzerine rekabet, hegemonya alanlarının askeri olarak korunması veya başka güçlerin elinde olan pazar ve hammadde alanlarının askeri güç kullanılarak alınması, yani savaş bağlamında da görmekteyiz. Bunun ötesinde, sürekli yeni yatırım alanları arayan sermaye, özellikle silahlanma sektörüne akar. Çünkü bu sektörde devletler, yüksek ve uzun vadeli kar garantisi verirler. Silahlanma alanında en büyük 100 tekelin cirosunun 2001-2005 arasında 160 milyar dolardan 300 milyar dolara fırlamasının bir nedeni de budur.

1998’den 2005’e dünya çapında silahlanma harcamaları 765 milyar dolardan 1 050 milyar dolara çıkmıştır. Aynı dönemde ABD’nin bu alanda yaptığı harcamalar 200 milyar dolardan 400 milyar dolara çıkarken Avrupa’da NATO üyesi ülkelerin –dolayısıyla AB’nin- bu alandaki harcamaları 150 milyar dolardan 230 milyar dolara çıkmıştır.

„Lekelenmiş, kan içinde bata çıka yürüyerek, kirden çapaklanmış olarak burjuva toplum (karşımızda) duruyor. Burjuva toplum işte böyledir. Yalandığında ve alçakgönüllülüğü, kültürü, felsefeyi, etiği, … barışı ve hukuku temsile kalkıştığında değil, yırtıcı canavar olarak, anarşinin karmakarışıklığı olarak, kültür ve insanlık için felaket olarak o kendini gerçek, çıplak biçiminde böyle gösteriyor“. (Rosa Luxemburg; C. 4. „Sosyal Demokrasinin Krizi“, s. 53).

I. Dünya Savaşıyla ilgili olarak Rosa böyle diyordu. O günden bugüne geçen zaman kapitalizmin giderek barbarlaştığını göstermektedir. Alman faşistlerinin yaptıklarını dün Vietnam’da ve bugün de Irak’ta Amerika aratmadı, aratmıyor.

Kapitalizmde „medeniyet“ barbarlıkla eş anlamlıdır.

Ne kadar gelişmiş, ne kadar küreselleşmiş olursa olsun kapitalizm, insanlığın en doğal gereksinimlerini yerine getirecek durumda değildir. Onun böyle bir amacı da yoktur. Marks’ın dediği gibi, „bu nedenle kapitalist üretim, ,teknolojiyi geliştirir ve ancak bütün zenginliğin asıl kaynağını, yani toprağı ve işçiyi kurutarak çeşitli süreçleri toplumsal bir bütün içinde bileştirir“ (Kapital; C. I, s., 529/530).

Kapitalizmin insanlığa barbarlıktan başka vereceği hiçbir şey kalmamıştır. Kapitalizm, insanlığın elinden düşünmeyi, “insanı insan yapan işi” (Engels) alacak derecede gelişmiştir.

22 Ocak 2006 Pazar

Rosa ve Karl’ı Anmak


 
15 Ocakta on binlerce insan, R. Luxemburg, K. Liebknecht ve Lenin’i anmak için sokakları doldurdu. Gelenekselleşen bu anma, aynı zamanda enternasyonal bir gösteridir de. Çünkü bütün Alma örgütlerinin yanı sıra başka ülkelerden de bir çok parti ve örgüt bu gösteriye katılmaktadır.

Katledilmelerinden 87 yıl sonra da yığınlar tarafından anılmak, tarihte belli bir iz bırakmak demektir. Rosa ve Karl, II. Enternasyonal revizyonizmine karşı Lenin önderliğinde Bolşevik Partinin açtığı mücadele sürecinde ideolojik olarak çelikleştiler. Emperyalist savaşa, sosyal pasifistlere ve sosyal şövenlere karşı mücadelede Karl ve Rosa, hem ulusal hem de enternasyonal alanda ön planda yer aldılar. Onların bu alandaki mücadelesi Alman proletaryasının, sosyal demokratlaşan, burjuva düzen partisine dönüşen, karşı devrimci rol oynamaya başlayan SPD’den kopmasında ve sosyalizm için mücadeleye yönelmesinde çok önemli, evet belirleyici bir rol oynamıştır. Onların bu mücadelesinin hem Alman proletaryası hem de Avrupa proletaryası bakımından ne denli önemli olduğu Lenin tarafından sürekli vurgulanmıştır.

Rusya’da Bolşevik Parti önderliğinde Ekim Devrimi gerçekleştirildiğinde sosyalizm ve Marksizm adına Menşeviklerin, Kautskiciler başta olmak üzere II. Enternasyonal döneklerinin; I. Dünya Savaşının da gösterdiği gibi burjuvazilerine karşı devrim için savaşacaklarına burjuvazilerinin yanında yer alan hainlerin Marksizm’e ve onun pratiği olan Ekim Devrimine karşı saldırıları, oluşmakta olan Sovyet düzenini yıkmak için silahlı saldırıya girişen dünya burjuvazisinin eyleminden daha önemsiz değildi. İşte böylesi bir süreçte Karl ve Rosa, yalnız kalma pahasına da olsa burjuvaziye karşı her alanda ön cephede mücadele etmişlerdi. Onlara bu mücadelelerinde, bu korku tanımayan atılımlarında yol gösteren Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti olmuştu.

II. Enternasyonal oportünizmi, devrimci partileri örgütsel olarak da tasfiye etmişti. Partilerin ezici çoğunluğunda devrimci mücadelenin yerini pasifleşmek, dağılmak, etkisizleşmek ve nihayetinde bir kısmında da burjuvazinin maşası olmak almıştı. Bu süreç, en acı bir şekilde Almanya’da yaşanmıştır. Bu süreci bizzat yaşayanlar olarak Rosa ve Karl, SPD içinde, SPD içinden hareketle yeni bir örgütlenmeye gitmeye; Alman proletaryasının devrimci örgütünü kurmaya yönelmişlerdi. Spartakist örgütlenmesi, bu çıkışın doğrudan sonucudur. Spartakist, KPD’nin kurulması demektir.

Onlardan öğrenilmesi gereken çok şey var. Avrupa Konseyi komünizmi suç saymak için hazırlık içinde. Emperyalist küreselleşmenin etkisi sonucunda Avrupa’da örgütlü mücadele anlayışı neredeyse dibe vurmuş durumda. Devrim fikri, ideolojik mücadele anlayışı yerini reformlar için mücadeleye ve sınıf uzlaşmacılığına bırakmış. Sosyal hareketlerin tepesine çöreklenmiş olan reformist ve pasifist burjuvazi, “başka bir dünya mümkündür”ü, inatla “sosyal devlet” için mücadele olarak kavramamızı istiyor.
Avrupa’da emperyalist burjuvazi, bir taraftan reformistleriyle ve pasifistleriyle işçi sınıfını sosyalizm için mücadeleden, devrimci mücadeleden uzaklaştırmaya çalışırken, diğer taraftan da Avrupa Konseyi’nde komünizmi “suç” sayarak burjuva düzene karşı her tepkimizi yasaklamaya çalışıyor. Bu koşullarda; sosyalizm, devrim, örgütlü mücadele vb. kavramların içinin boşaltıldığı koşullarda Rosa ve Karl’ın mücadele anlayışları daha da önemli oluyor. Onlar, bir avuç komünist olarak göğü fethetme ruhuyla hareket etmişlerdi. İdeolojisini tanımayan, kavramayan bir işçi sınıfının tarihsel misyonunu da kavramayacağını ve başka sınıfların; başka güya Marksist akımların peşine takılacağının kaçınılmaz olduğunu; neye karşı niçin mücadele ettiğini bilmeyen bir işçi sınıfının devrim için mücadeleyi kavramayacağını; kendi siyasal örgütlenmesine; Marksist-Leninist partisine sahip olmaya bir işçi sınıfının düzen sınırlarını zorlayamayacağını çok iyi gördükleri için, ideoloji, teori, siyasal pratik ve örgütlenme alanlarında mücadelelerinde taviz vermemişlerdir. İlkeli olmak budur. Avrupa işçi sınıfı, her bir ülkede onun siyasal önderi olma iddiasında olan örgütler, Rosa ve Karl’ın bu özelliklerini özümsemeden yol alamazlar.

Her yıl düzenlenen bu anmanın, revizyonistler ve reformistler tarafından “cenaze töreni”ne dönüştürülmesine karşı mücadele edilmelidir. Şöyle bir karşılaştırma yapabiliriz: Türkiye’de Taksim’e çıkmak ne kadar önemliyse, Almanya’da da bu anmanın reformistlerin ve revizyonistlerin etkisinden kurtarılması o kadar önemlidir. Bu anma yürüyüşü, her katılana belli bir coşku vermekte, onda belli bir ruh uyandırmakta, evet geçici de olsa katılanı militanlaştırmakta. Alman burjuvazisi ve revizyonistler anmanın bu özelliklerini yok etmek için büyük çaba harcamaktalar. Bunun bilincinde olmalıyız.

Lenin, Rosa ve Karl’ı revizyonistler, onların düşüncelerindeki, eserlerindeki devrimci ruhu fosilleştirmek, öldürmek için anıyorlar. Onların düşüncelerinin ve eylemlerinin burjuva düzene hapsedilebileceğini göstermek için anıyorlar. Bunun ötesinde işçi sınıfının tepkisini yönlendirmek için anıyorlar. Almanya’da devrimci hareket bunun bilincinde olmalıdır.
Bu önderlerimizin mirası bu unsurlara bırakılamaz.

15 Ocak 2006 Pazar

YA SOSYALİZM YA BARBARLIK (II)



SERMAYE HAREKETİ VE KRİZ DEVREVİLİĞİ

Kapitalizmde üretim toplumsaldır; Kapitalist üretim biçimi toplumsal üretim demektir. Ama bu üretim bireysel ve birbirinden tecrit işletmeler tarafından plansız bir şekilde örgütlenir. Yani her bir işletme, diğerlerinden bağımsız olarak üretir. Üretilen ürünlerin satılıp satılmayacağı; alıcı bulup bulamayacağı ancak pazarda belli olur. Metanın metaya karşı değiştirildiği koşullarda (M-M) kriz olmaz. Marks’ın deyişiyle: „İnsanların kendisi için ürettikleri koşullarda krizler olmaz, ama bu durumlarda kapitalist üretim de olmaz“ (Artı Değer Üzerine Teoriler“. C. 26/2, s., 503).

Kapitalist üretim, insanların kendisi için üretimi değildir; kapitalist üretimde esas olan, kullanım değeri üretimi değil, mübadele değeri üretimidir. Esas olan, artı değerin çoğaltılmasıdır. Kapitalizmde üretim, kar için, azami kar için üretimdir.

Kapitalizmin birkaç asırlık tarihinde sayısız ekonomik ve mali krizler yaşanmıştır. 19.yüzyılı ilk çeyreğine kadar olan dönemdeki bütün krizlerin patlak verme nedeni çoğunlukla siyasiydi. Bu dönemde krizler, bir savaş nedeniyle, siyasi bir karar nedeniyle veya doğrunda spekülasyon nedeniyle patlak verebiliyorlardı. O dönemde krizlerin esas nedeni, bugün yaşanan spekülasyon sürecinde yaşananlardan öz itibariyle pek farklı değildi.

Bazı ülkelerde gayrimenkullerde değer artışının veya düşüşünün gerçek değerle ilişkisi yoktur. Örneğin: 2002-2005 döneminde ABD ve İspanya’da gayrimenkul değerleri neredeyse bir misli artmıştır. Ama bu artışı karşılayan, bu artışa denk düşen bir değer yok. Spekülatif bir artış. Şöyle de diyebiliriz: Olmayan “değer”lerin alım ve satımı. Bu durum sadece gayrimenkul pazarında görülmez. Borsanın kendisi olmayan “değer”lerin işlem gördüğü alandır. Örnek: General Electric’in borsa değeri 377 milyar dolardır. Bu miktar bu tekelin gerçek değerini ifade etmez. Bu, bu tekelin hisse senetlerinin alım ve satımında kar elde etme umuduyla borsada işlem gören “değer”ini ifade eder. Yani, olmayan “değer”in kar umuduyla pazarlanması. Burada satılan, tekelin değeri değil, kar umududur. Bu nedenle: kar umudu fazla olan tekellerin borsa değerleri yüksek olur. Kar umudu vermeyen tekellerin borsa değerleri sürekli düşer.

Kriz olgusu bazında kapitalizmin tarihinde 1825’ten itibaren hala devam eden yeni bir dönem başladı. Bu tarihten itibaren tesadüfî ve dolayısıyla dönemsel olmayan krizlerin yerini dönemsel patlak veren krizler aldı. Kapitalist üretim biçiminde kriz devreviliğinin ifadesi olan bu krizlere ekonomik krizler veya fazla üretim krizleri diyoruz. Marks’ın sözleriyle ifade edersek: “ … büyük sanayi, 1825 krizi ile modern yaşamının devresel çevrimini ilk kez açarak… çocukluk çağından kurtulmaktaydı…” (Kapital; C. I, s., 20)

Teknolojinin gelişmesi ve kazanımlarının üretimde kullanılması sermayenin “değişmeyen” kısmının (makineler, iş aletleri, hammaddeler vs.) değişen kısmına (işgücü) nazaran daha hızlı büyümesini beraberinde getirdi. Üretim araçlarından oluşan sermayenin değişmeyen kısmı (sabit sermaye) belli bir dönem içinde (devrevilik) aşınır ve değeri de bu dönem içinde üretilen ürünlere aktarılır (Amortisman).

Sabit sermaye, her kriz sonunda önemli oranda yenilenir. Sermayenin devreviliği; aşınması ile yenilenmesi arasındaki dönem, devreviliğin süresini de belirler. Her dervrevliğin sonunda makinelerin ve başka aletlerin eskimiş olması gerekir.

Bugün sermayenin değişmeyen bölümünün fiziki açınmasından ziyade moral aşınması söz konusudur. Üretim sürecine dâhil edilen sabit sermaye, yeni teknoloji ile karşılaştırıldığında yeterli derecede verimli olmamaya başladığı anda “moral aşınma”ya uğramış olur ve değiştirilir. Böylece işletmenin rekabet gücü korunmuş olur. Marks, bu devreviliğin giderek kısaldığından bahseder.

Kapitalist üretim biçimi 1825’ten bu yana devrevi krizlerinden kurtulamamıştır. Canlanma, yükseliş, durgunluk ve kriz aşamalarından oluşan kapitalist devrevilik, son birkaç on yılda, daha ziyade 1970’lerden bu yana farklılaşmış ve devreviliğin yükseliş aşaması yerini küçük/düşük oranlarda büyüme; durgunluğa yakın bir büyüme; inişler/çıkışlar gösteren bir büyüme almıştır.

Her bir devreviliğin başlangıç noktasını kriz aşaması oluşturur. Kriz, ulusal ve enternasyonal alanda yeteri derecede “temizlik” yaptıktan; yeteri derecede sabit sermaye yok ettikten sonra, ekonomide yeni bir canlanma süreci başlar.

Kriz süreci Marks ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da şöyle anlatılır:

“Sanayin ve ticaretin tarihi, on yıllardan beri, modern üretici güçlerin, modern üretim koşullarına karşı, burjuvazinin ve onun egemenliğinin varlık koşulu mülkiyet ilişkilerine karşı isyanının tarihinden başka bir şey değildir. Bu konuda, tüm burjuva toplumunun varlığını dönemsel yinelenmeleriyle her keresinde daha tehdit edici bir biçimde sorguya çeken ticari krizlerin sözünü etmek yeterlidir. Bu krizler sırasında yalnızca mevcut ürünlerin değil, daha önceleri yaratılmış üretici güçlerin de büyük bir kısmı dönemsel olarak tahrip ediliyor. Bu krizler sırasında, daha önceki bütün çağlarda anlamsız görülecek bir salgın baş gösteriyor —aşırı üretim salgını. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye, geçici bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı, bütün geçim araçları ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama neden? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan. Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli dardır”. (Komünist Manifesto. C. 4, s., 467/468).

Bugün de geçerli olan bir saptama. Burjuvazi, her bir kriz sonrasında, bir daha krizin olmayacağını, önceden tedbirlerin alınacağını; ekonominin yıkıma uğramayacağını, işçilerin sokağa atılmayacaklarını söyler, ama her seferinde sermaye kendi yasaları doğrultusunda hareket eder.

II. Dünya Savaşından sonra savaşın beraberinde getirdiği yıkımdan ve üretim araçlarına ve tüketim araçlarına duyulan ihtiyacın büyük boyutlarda olmasından dolayı kapitalist ekonomide devrevilik hem bazı ülkeler açısından ulusal olarak ve hem de uluslararası çapta 1970’li yıların ortasına kadar kesintiye uğramıştır: Yani II. Dünya Savaşı sonrasından 1974/’75 dünya ekonomik krizine kadar dünya çapında etkili bir kriz olmamış ve sadece bazı ülkelere (örneğin ABD, İngiltere) ekonomik krizler görülmüştür. 1974/’75 dünya ekonomik kriziyle birlikte kapitalist ekonomi “normal” devreviliğine dönmüştür.

Tabii bu “krizsiz” dönem burjuva ekonomistlere “artık krizler tarihe karıştı” tespitini yapma fırsatı vermiştir. Ama 1974/’75 kriz patlak verince kapitalizmin bu devrevi krizi “1973 petrol krizi” ile açıklanmıştır. Ekonomik gelişmeleri değerlendirmede bihaber avanak küçük burjuvazi de 1974/’75 krizinin ne anlama geldiğini değerlendirme yerine burjuva ekonomistlerin “1973 petrol krizi” korosuna katılmışlar ve böylece burjuvazinin çarpıtmalarına katkıda bulunmuşlardır. Her halükarda 1974/’75 dünya ekonomik krizini 1980-1983, 1990-1994 ve 2000-2003 dünya ekonomik krizleri izlemiştir.

Marks’ın “Dünya pazarları krizleri, burjuva ekonominin bütün çelişkilerinin gerçek özeti ve şiddete dayanan denkleştirilmesi olarak kavranmalıdır” (Artı Değer Üzerine Teoriler. C. 26/2, s., 510) tespiti bu krizlerle bir kez daha doğrulanmıştır.

Ekonomik krizlerin ne zaman patlak vereceğini önceden tespit etmek olanaklı değildir. Bunun nedeni kapitalist üretime özgü olan çok çeşitli antagonist çelişkilerde aranmalıdır. Şüphesiz ki, ekonomik devreviliğin kaç yılda oluştuğu baz alınarak tahminde bulunmak mümkündür. Ama bu da „şu yıl kriz patlak verecek“ tespitini yapmamız için yeterli değildir. Nitekim, krizlerin ne zaman patlak vereceğini tahmin etme konusunda en çok yanılanlardan birisi de Marks olmuştur (Bkz.:Marks’ın Engels’e yazdığı 8 Aralık 1857 tarihli mektup. C. 29, s., 225). Ama kriz başladığında onun gelişme seyrini tamı tamına belirlemek mümkündür.

Üretici güçlerin ve üretimin gelişmesiyle/artışıyla sınırlı tüketim arasındaki çelişki günümüz kapitalizminde; “neoliberal kapitalizmde eski dönemlerde olduğundan daha büyük ve yıkıcı bir rol oynamaktadır. Bu çelişki Marks tarafından kapitalizmde fazla üretim krizleri için belirleyici çelişki olarak tespit edilir. Marks, konuya ilişkin olarak Kapital’in III. Cildinde şu tespiti yapar:

“Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile bu sömürünün gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnız yer ve zaman olarak değil, mantıken de birbirinden farklıdır. Birincisi yalnız, toplumun üretici gücü ile ikincisi ise, çeşitli üretim kollarının aralarındaki orantılı bağıntı ve toplumun tüketim gücü ile sınırlıdır. Ama bu son sözü edilen güç, ne mutlak üretim gücü ile ve ne de mutlak tüketim gücü ile belirlenmeyip, toplumun büyük bir kesiminin tüketimini, az çok dar sınırlar içersinde değişen bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz karşıtlık halindeki bölüşüm koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir“ (s., 254). Yani;İçerdikleri değeri ve artı değeri, kapitalist üretime özgü bölüşüm ve tüketim koşulları altında gerçekleştirebilmek ve yeni sermayeye çevirebilmek, yani bu süreci durmadan yinelenen patlamalara meydan vermeksizin sürdürebilmek için gereğinden fazla meta üretilir“ (Agk., s., 268).

Genel olarak ücretlerin gerilemesi, işsizlerin sayısındaki artış veya reel olarak gerileyen ücretler ve kitlesel kronik işsizlik, kişisel/özel tüketimi sınırlandırmaktadır. Yığınların geliri, yani talep geriledikçe (yoksulluk) tekellerin karı da artar. Paradoks gözükebilir ama kapitalizmde tekellerin karı arttıkça yoksulluk da artar. Dolayısıyla sermaye birikimi yoksulluğun birikimidir.

Kapitalizmin bir tarafta zenginlik, diğer tarafta da yoksulluk ürettiği kriz dönemlerinde daha belirgin olarak görülür. Bu, ülkeler ve uluslararası çapta görülen bir gelişmedir.

Nakit para sahiplerinin; dünya çapında dolar milyarderlerinin parasal varlıkları 2004 yılında 30 800 milyar dolar tutarındadır. Bir sene önceki miktara göre yüzde 8,2 oranında bir artış. Dünya çapında 8,3 milyon milyoner bu servetin sahibidir. Sadece 2003’ten 2004’e milyoner sayısı 600 bin artmıştır. Bu oranda bir mutlak artış şimdiye kadar görülmemişti. Dolar milyonerlerinin sayısı en hızlı olarak Afrika’da artar; 2004’te yüzde 13,7 oranında; Kuzey Amerika’da yüzde 9,7; Ortadoğu’da yüzde 9,5 ve Asya/Pasifik alanında yüzde 8,2 oranında.

Dolar milyonerlerinin toplam parasal varlığı, dünya ulusal brüt üretimine denk düşmektedir.

Burada, dolar milyonerlerinin elinde birikmiş olan 30 800 milyar dolarlık nakit miktara daha az zengin olanların ve işletmelerin elindeki nakit miktarı eklersek yaklaşık 60 trilyon dolarlık bir miktar elde ederiz. Yani 60000 milyar dolarlık nakit para, az sayıda milyarderin elinde toplanmıştır.

Buradaki fark; zenginlik ve yoksulluk arasındaki giderek büyüyen fark, politik ekonomide oldukça önemli bir gelişmenin ifadesidir. Sorun sadece, parasal zenginliklerin belli ellerde birikmesiyle sınırlı değildir. Sorun, bu birikimin beraberinde getirdiği etkidir. Bu konuda Marks şöyle der:

„Dolaşımdaki genişlemeyle birlikte paranın gücü, her an kullanılmaya hazır bu mutlak toplumsal servet biçiminin gücü de artar. .. Ne var ki, paranın kendisi de bir metadır, dışsal bir nesnedir, herkesin özel malı olabilecek bir şeydir. Böylece toplumsal güç, özel kişilerin özel güçleri halini alır“ (Kapital; C. I, s. 145/146).

Servet-yoksulluk bağlamında Marks’ın üretim ile tüketim arasındaki çelişkiye ilişkin tespitini göz önünde tutalım:

„Bütün gerçek krizlerin son nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir“ (Kapital; C. III, s. 501).

Zenginlik ve yoksulluk arasındaki sürekli büyüyen farkın; yüksek karlar ve gerçek ücretlerin düşmesinin arka planında etkili olan bir kaç sürecin olduğunu görmekteyiz:

Birinci süreç:

Her ülkede farklı görünümler alsa da genel olarak neoliberal saldırılar sonucunda işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadele sonucu elde etmiş oldukları ekonomik ve demokratik haklar tırpanlanmış ve bu saldırıların sonucu bir taraftan ücretler düşerken, diğer taraftan tekellerin karları olağanüstü artmıştır.

İkinci süreç:

Ücretlerin düşmesi ve kronik kitlesel işsizlik, tüketimi ve dolayısıyla ülke içi konjonktürü olumsuz etkilemektedir. Bunun sonucu olarak; sınırlı tüketim (gücü) ve yüksek artışlı üretim arasındaki çelişki keskinleşmekte ve dolayısıyla ekonomik büyümede durgunluğa, krizsel gelişmeye ve nihayetinde de krizlere neden olmaktadır

Üçüncü süreç:

İç pazarın daralması, daha güçlü bir şekilde dış pazara yönelmeye neden olmakta ve bu da dış pazarlardaki rekabeti keskinleştirmekte ve aynı zamanda dünya pazarlarında rekabet askeri olanakların kullanılmasıyla teminat altına alınmaya çalışılmaktadır.

Dördüncü süreç:

Devasa miktarlardaki kar ve parasal birikim, iç pazarda kar beklentisine tekabül eden yatırım alanları bulamadığı için dünya pazarlarına kaymaktadır.

„Küreselleşme“, sermayenin uluslararasılaşmasıdır. Bunu en iyi parasal sermaye hareketinde görmekteyiz. Parasal sermaye sahipleri iç pazarda değerlendiremedikleri paralarını, en fazla kar getiren alanlara yatırmak için dünyanın dört bir bucağına göndermekteler. Bugün açısından dünya çapında serseri mayın gibi dolaşan ve en karlı yatırım alanı arayışı içinde olan sermaye miktarı 60 bilyon Avrodur. Bu hırsı Marks şöyle anlatır:

“Para yığma hırsı, doğası gereği doymak bilmez. Nitelik ya da biçim açısından paranın yararlılığının sınırı yoktur, yani her metaya doğrudan doğruya çevrilebildiği için maddî servetin evrensel temsilcisidir. Ama aynı zamanda, her fiilî para toplamı miktar olarak sınırlıdır, dolayısıyla, satın alma aracı olarak sınırlı bir yararlılığı vardır. Paranın nicel sınırlılığı ile nitel sınırsızlığı arasındaki bu karşıtlık, istifçi için, Sisyphus-benzeri emek biriktirmesinde, para yığıcısı için, sürekli bir mahmuz olur. Bu, tıpkı, aldığı her yeni ülkede,yalnızca yeni bir sınır gören bir fatihi andırır“ (Kapital; C. I, s., 147).

Bir taraftan artan yoksulluk, diğer taraftan devasa miktarlarda birikim. Modern zaman barbarlığı, bu sürecin sosyal sonuçlarında ifadesini bulmaktadır.

8 Ocak 2006 Pazar

YA SOSYALİZM YA BARBARLIK (I)



Kapitalizm ve “Küreselleşme”

Bir söyleşisinde M. Friedman sosyalizmi şöyle tanımlar:

„Geleneksel anlamda sosyalizm, bir hükümetin ve bir devletin toprak da dahil üretim araçlarını kendi tasarrufunda tutmasıdır. Kuzey Kore dışında bugün hiç kimse sosyalizmi böyle tanımlamaz. Böyle bir şey bir daha asla olmayacaktır. Berlin Duvarının yıkılması, özgürlüğün zaferi için benim, Hayek’ın ve diğerlerinin yazdığı bütün kitaplardan daha çok yararlı olmuştur. Bugün sosyalizm sadece, hükümetin, varlıklı olanların gelirlerinden alması ve hiçbir şeyi olmayanlara biraz vermesidir. Burada söz konusu olan, mülkiyet değil, gelir transferidir. Sosyalizmin bu biçimi tabii ki hala var“.

Ekonomist Friedman anlattığının sosyalizm olmadığını pekala biliyor. Ama henüz özelleştirilmemiş sermayeyi ve “sosyal devlet”i, “sosyalizm” olarak göstermek ve bu “sosyalizm”in de yıkılması gerektiğini vurgulamak için böyle bir tanımlama yapıyor. Onun bu niyeti „21. yüzyılda özgürlükte ve serbest pazarlarda ilerleme olacak mı“ sorusuna verdiği cevapta da anlaşılmaktadır:

“Evet, bir bütün olarak dünya şu veya bu biçimde özgürlük kavramını benimsedi… Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ve Çin’in değişimiyle dünya daha da özgür oldu. Bu her iki dönüşümün sonucu olarak kurtarılan bütün bağımlı ülkelerde demokratik hükümetler işbaşında… Serbest pazarın temeli, henüz tam özgür olmayan ülkelere doğru genişleyecektir. Bugün herkes bilmektedir ki, geri kalmış ülkeler için başarının yolu, sadece, daha özgür pazarlardır ve küreselleşmedir”.

M. Friedman, M. Thatcher’ın B. Britanya’da uyguladığı neoliberal modeli, 21. yüzyıl için örnek olarak görmektedir. Bahsettiği özgürlük ve serbest pazar, Friedman açısından günümüzdeki kapitalizmin medeniyetçi eğilimlerinin ifadesidir.

Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana (1989/1991) yaşanmakta olan sürecin iki temel özelliği dikkati çekmektedir: Dünya çapında her şeyi sermayenin kendisini değerlendirmesine ve azami kara bağımlı kılma süreci hızlanmış ve yaygınlaşmıştır. Burada söz konusu olan, sermayenin uluslararasılaşmasıdır, yani burjuvazinin tanımlamasıyla “küreselleşme”. Sermayenin uluslararasılaşması, kaçınılmaz olarak “vahşi” kapitalizmi gündeme getirmiştir. Yani, kapitalist üretim biçimi tarihinde “sosyal devlet” diye tanımlanan süreç dışında kalan bütün dönemlerde hâkim olan kapitalizmi.

Güya yeni olan bu “küreselleşme” hakkında Marks ve Engels “Komünist Manifesto”da (1848) şöyle derler:

“Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.

Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi… Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor…

Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor… Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor”.

Marks ve Engels aynı yerde devamla şöyle derler:

„Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler”.

Tabii ki, kapitalist üretim biçimi, Marks ve Engels’in „küreselleşme“ tanımlamasından bu yana, dolayısıyla Revizyonist Bloğun çökmesinden bu yana da sadece horizontal gelişmemiş, aynı zamanda vartikal da gelişmiştir. Yani sadece bütün dünya çapında yaygınlaşmamış, aynı zamanda derinlemesine de gelişmiştir.

1987-2005 arasında dünya ticareti (ihracat+ithalat) yıllık ortalama olarak yüzde 6,6 oranında artarken, aynı dönemde dünya üretimi yıllık ortalama olarak ancak yüzde 3,4 oranında büyümüştür. Bu veriler, dünya ekonomisinin dünya ticareti üzerinden iç içe geçmişliğinin ne derece yaygın ve güçlü olduğunu göstermektedir. Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi, “ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler,… tek bir hukuk düzenine, … tek bir gümrük tarifesine” tabi kılınarak çeşitli iktisadi birliklerde (AB, NAFTA vs.) bir araya getirildiler. Bunun ötesinde IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumlar da dünya ekonomisini; meta ve sermaye dolaşımında serbestliği (özgürlüğü) teşvik etmek için sürekli güçlendirildiler.

Emperyalist burjuvazinin propagandasını yaptığı küreselleşme, öyle söylendiği gibi dünya çapında eşit bir gelişmeyi beraberinde getiriyor mu? Yani herkes daha da özgürleşiyor mu, iş bulabiliyor mu?

Hayır. Burjuvazinin küreselleşmesi, sınıflar arası çelişkileri derinleştirdiği gibi, bölgesel eşitsizliği de derinleştirmektedir. Toplumsal zenginliğin belli kapitalist ve emperyalist merkezlerde; ülkelerde ve bölgelerde toplanmışlığının daha da güçlendiği tartışa götürmez bir gerçekliktir.

ABD ve Kanada’nın, Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin, Japonya ve Avustralya’nın dünya brüt üretimindeki toplam payı 1993’te yüzde 80’den 2003’te 76’ya düşer. Bu ülkelerde dünya nüfusunun yüzde 14’ü yaşamaktadır. Amerikan emperyalizmi dünya üretimindeki payı 1993’te yüzde 27’den 2003’te yüzde 32’ye çıkar. İsviçre, Norveç ve İzlanda dâhil AB’nin (15 ülke) payı da 32,5’ten yüzde 27,9’a düşer. En çok güç kaybeden ülke Japonya’dır. Bu emperyalist ülkenin dünya üretimindeki payı 1992’de yüzde 16,7’den 2002’de yüzde 12,7’ye düşer.

Dünyanın geriye kalan kısmında durum nasıl?

820 milyon insan; dünya nüfusunun yüzde 13,4’ü, Afrika kıtasında yaşıyor. Bu kıtanın dünya üretimindeki payı ise 2003’te ancak yüzde 1,6 oranındaydı.

Bunun ötesinde “Asya Kaplanları” denen devletlerle birlikte 13 “yükselen” ülkenin dünya üretimindeki payı ancak yüzde 10 oranındadır. Bu ülkelerde dünya nüfusunun yüzde 18,1’i yaşamaktadır.

Çin’in dünya üretimindeki payı ise 1993’te yüzde 3’ten 2003’te yüzde 4,6’ya çıkar. Dünya nüfusunun yüzde 21’i bu ülkede yaşamaktadır.

Dünya pazarlarındaki pay durumuna gelince:

Sadece beş emperyalist ülkenin (ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve B. Britanya) 2004’te dünya meta ihracatındaki toplam payı yüzde 35 idi. Sadece Avro alanında 12 ülkenin 2004’te dünya ihracatındaki payı yüzde 31,3 oranındaydı. IMF’nin “önde gelen” veya “ilerleyen ekonomiler” kavramıyla tanımladığı 29 ülkenin (ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, İsviçre, Norveç, Kıbrıs, İzlanda, Hongkong, Güney Kore, Singapur, İsrail, Tayvan ve AB (15 ülke) dünya ticaretindeki payı 2004’te yüzde 76,6 oranındaydı. Bu ülkelerde toplam dünya nüfusunun ancak yüzde 15,4’ yaşamaktadır.

Dünya ticaretinde payı en hızlı artan ülke Çin’dir. Bu ülkenin payı 2004’te Japonya’nın payını aşmıştır. 2004 itibariyle Çin, dünyanın üçüncü büyük ihracatçı ülkesiydi.

Tekeller açısından:

Dünya pazarına belli ülkelerden az sayıda uluslararası tekel hâkimdir. 2003 yılı itibariyle dünyanın en güçlü 200 tekelinin “ulusal” limanı 13 ülkeydi: Bu tekellerden 77’nin merkezi ABD’de; 28’nin Japonya’da; 20’nin Almanya’da; keza 20’nin Fransa’da; 16’nın B. Britanya’da (Buna iki Britanya-Hollanda tekeli de dâhil); 7’nin Hollanda’da; 6’nın İsviçre’de; 5’nin İtalya’da; 3’ünün İspanya’da; 2’nin Norveç’tedir. Merkezi Finlandiya’da, Belçika’da ve Luksemburg’da olan birer tekel var. Geriye kalan 13 tekelin merkezi de bu ülkeler dışında kalan yedi ülkededir.

Bu 200 en güçlü tekel arasında iki Çin petrol tekeli de yer almaktadır (Sinopec; sıralamadaki yeri 53 ve Çin Ulusal Petrolü; sıralamadaki yeri 73).

Kapitalist ekonomide gücün kıstası tekellerin fiyatıdır veya „borsa değeri“dir. (Borsa değeri, hisse senedi değeri, çıkartılan hisse senedi sayısıyla çarpılarak elde ediliyor).

Bu açıdan güç dengesi şöyle: Dünyanın en güçlü 200 tekeli arasında Amerikan tekellerinin pazar payı yüzde 50. NAFTA’dakilerin toplam payı ise yüzde 52,5. AB’deki bu türden tekellerin pazar payı yüzde 30 ve Japonya’dakilerin payı da yüzde 10. Bu üç bölgenin; NAFTA (ABD, Kanada ve Meksika), AB ve Japonya’nın dünyanın en büyük 1 200 tekelinin “borsa değeri”ndeki toplam payı yüzde 90.

Artı Değer Üzerine Teoriler’de Marks şöyle der:

“Filozof düşünceler üretir. Bir şair şiir üretir…. Bir cani, suç üretir…Bir cani sadece suç üretmez, aynı zamanda polisiye hukuku da üretir…Bunun ötesinde bir cani, bütün polisi,..hakimleri, cellatları da üretir…Ulusal cinayet (suç, çn.) olmasaydı, dünya pazarı doğar mıydı?” (Artı Değer Üzerine Teoriler: Marks/Engels; C. 26/1, s. 363/364).

Mevcut dünya pazarının, burjuvazinin küreselleşmesinin; emperyalist küreselleşmenin bir cinayet olduğunu, canilik olduğunu kanıtlamaya gerek var mı?

Bir taraftan maddi zenginlikler az sayıda tekelde toplanırken, yüz milyonlarca insanın işsiz olarak sokağa atılmaları medeniyet adına bir cinayet değil mi?

Dünya çapında yüz milyonlarca insan günde bir dolarla veya daha az bir miktarla geçinmeye mahkûm edilirken, maddi zenginliklerin bir avuç milyarderin elinde toplanması cinayet değil mi?

Milton Friedman, işin daha başında olduğumuzu söylüyor: “Bugün bütün zamanların en özgür dünya ekonomisini mi yaşıyoruz” sorusuna bu bay, söz konusu söyleşide şöyle cevap veriri: “Hayır, 19. yüzyılda oldukça serbest bir ekonomiye sahiptik. Bugün, o günkünden daha az bir küreselleşmeye sahibiz”. 19. yüzyılın bu özgürlüğüne doğru gelişecek miyiz, bunu bilmiyorum?”

M. Friedman, yeterli değildir, Avrupa, “Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ı taklit etmelidir. Gerçekten de söz konusu olan, serbest pazarlardır” diyor.

Bir bakıma haklı da: Emperyalist küreselleşme ne denli derinleşmiş olursa olsun, hala “sosyal devlet” kalıntıları var ve birtakım koruyucu mekanizmalar geçerli. 19. yüzyılda ne “sosyal devlet” vardı ne de koruyuculuk (protektiyonizm). Neoliberal saldırıların bütün şiddetiyle devam etmesi, 19. yüzyıl kapitalizmine henüz dönülmediğin göstermektedir.

Küreselleşme savunucuları, “Manchester kapitalizmi” uygulaması istiyorlar. Neoliberal saldırıların altında yatan budur. İstiyorlar ki, günlük 12, 13 saat çalışılsın. Sağlık, eğitim veya toplumsal yaşamın şu veya bu alanında mücadele sonucu elde edilen haklar tamamen kaldırılsın.

M. Friedman, 1973’te Şili’de faşist darbeyle iktidara gelen A. Pinochet’in ekonomi alanında gözde danışmanıydı. Bu ülkede neoliberal kapitalizm terörle, işkenceyle, yoksullaştırmayla uygulandı. Sonra ABD’de R. Reagan ve B. Britanya’da da M. Thatcher önderliğinde geliştirildi. Şimdilerde ise yüz milyonları işsizliğe mahkûm ederek, başka ülkeleri işgal ederek, kazanılmış hakları yok ederek bütün dünyada uygulanmaktadır.

Emperyalist küreselleşme savunucuları, kapitalizmin geleceğini 19. yüzyıldaki kapitalizmde; “Manchester kapitalizmi” özgürlüklerinde görmekteler.