deneme

17 Ocak 2010 Pazar

Kriz Karşılaştırması ve Krizden Çıkış Senaryoları (2)

(AYNEN KİTAPLARDA YAZILDIĞI GİBİ KLASİK BİR EKONOMİK KRİZ SÜRECİ)


2009'un Mart-Nisan aylarında başlayan sanayi üretimindeki artış, burjuva ekonomistleri „krizden çıkılıyor“ doğrultusunda değerlendirmeler yapmaya yöneltti; öyle ki konjonktür yükselişinin başladığından da bahsedenler oldu. Şüphesiz söz konusu dönemde sanayi üretiminde belli bir kıpırdanma olmuştur ve bu kısmen hala devam etmektedir. Ama bu, dünya ekonomisinin krizden çıktığı anlamına asla gelmez. 2008 krizinin çelişkili bir konjonktür seyri sergilediği ve bunun da kapitalist ekonominin öyle kolay kolay krizden çıkamayacağını gösterdiği açıktır; bir dizi gösterge, sanayi üretiminin dibe vurduğunu gösterirken, bir dizi gösterge de konjonktürün durgunluk aşamasında belli bir süre kalacağını göstermektedir. Konjonktür gelişmesinin zikzaklar çizerek; bazen mutlak küçülerek, bazen büyüyerek ilerleyeceği bir sürece girilmiştir. Bu süreçte ekonominin mevcut dibe vurmasını; en derin gerileme noktasını da geçen, daha da düşen bir gelişme de yaşanabilir. Her halükarda bunlar olasılıklar olarak görülmelidir.
Mayıs 1931'de E. Varga 1929-32 dünya krizini değerlendirirken şu tespiti de yapıyordu: „Şu kadarı açık ki, bu sene de kapitalist dünya için bir kriz yılı olacaktır...Kapitalizmin genel krizinden en çok etkilenen ülkelerde durgunluk kronik bir karakter alacaktır... Diğer ülkelerde durgunluk canlanmaya ve iyi bir konjonktüre geçebilir. Önemli olan, akut kriz aşamasının geride kalmasından sonra bütün ülkeleri ve bütün sektörleri kapsamına alan bir canlanmanın, aynı biçimde kapitalizmin yeni bir istikrarlaşmasının asla gerçekleşmeyeceğidir...Tam tersine: Durgunluk aşaması derin ve uzun süreli olacaktır; yükselişin olabileceği ülkelerde -şayet yükselme durumu olursa- bu, kısa, görece olacaktır ve yüksek olmayacaktır; takip eden kriz aşaması şimdikinden daha derin ve daha ağır olacaktır” (Eugen Varga; “Die Krisentheorie von Marx und die Probleme der Weltwirtschaftskrise” -”Marks'ın Kriz Teorisi ve Dünya Ekonomik Krizi Sorunları”. Yayımlandığı yer; Wirtschaft und Wirtschaftspolitik, 1. Vierteljahr 1931, internationale Pressekorrespondenz, 11. Jg. 1931, Nr. 43, 9. Mai 1931, Reprint Westberlin 1977).
Varga bu değerlendirmeyi yaptığında kriz yaklaşık iki seneden beri kapitalist dünya ekonomisini kasıp kavuruyordu. İki senelik bir kriz tecrübesine; bu anlamda veri bolluğuna rağmen Varga'nın değerlendirmesi oldukça temkinli. Bazı ülkelerin, örneğin dinamik yapısından, yükselen dünya gücü olma özelliğinden dolayı ABD'nin kısa zamanda kendini toparlayacağı ve çöküş sürecinde olan İngiltere'de krizin kronik bir karakter alacağı tespitini yapıyordu. Varga'nın söz konusu dünya kriziyle ilgili çoğu tespitinin doğruluğu yaşam tarafından kanıtlanıştır.
Yaşanan kriz sürecinde de böyle bir benzerlik oluşur mu burası bilinmez, ama oluşması için nedenler yok değil; Çin yükselen bir ülke ve üstelik krize de girmedi. Hindistan da yükselen bir ülke ve o da krize girmedi. Buna karşın ABD, çöküş sürecinde olan hegenom güç. İngiltere, Fransa, Japonya da bu kategoride ele alınabilir.
Benzerlikler ve benzemezlikler ortada. 2008 krizinin şimdiye kadarki aylarında görülen gelişme bu krizin, 1929-32 krizi kadar derin olmayacağını, ama en azından 1929-32 krizi ve sonrasında yaşanan uzun bir durgunluk dönemi yaşanmasına yol açacak kadar derin olabileceğini göstermektedir.
Bunun böyle olmasında başta Çin ve Hindistan olmak üzere Brezilya vb. ülkelerin önemli bir rolü olacaktır. Bu ülke ekonomileri krizde değil ve mevcut halleriyle, açık ki, dünya ekonomik krizinin daha da derinleşmesini engelleyen bir rol oynamaktalar. Ama mevcut güçleriyle dünya ekonomisini krizden çekip çıkartacak durumda da değiller.

1929=100 ve 2005=100 bazındaki karşılaştırmalar Japonya hariç diğer ülkelerde sanayi üretiminin (Bkz.: İlk makaledeki tek tek ülkelerle ilgili grafikler) 2008 krizi sürecinde 1929-32 krizi sürecinde olduğundan daha geriye düşmediğini göstermektedir. (Bunun değişebileceğinin bir olasılık olduğunu bir daha belirtelim).
Bütün veriler; göstergeler, tarihsel benzerlikler/paralellikler, 2008 krizinin başladığı gibi bitmeyeceğini; bu krizin ekonomik, siyasi ve toplumsal etkileri 2007 öncesinin koşullarına, “normalliğine“ kolay kolay geri dönülemeyeceğini göstermektedir. Dünya ekonomisi, yıllarca sürebilecek küçük ölçekli bir ekonomik büyüme (inişli-çıkışlı durgunluk), yüksek oranda işsizlik, düşük seviyede ücret; dünya çapında artan bir yoksulluk ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu kriz aynı zamanda Amerikan emperyalizminin çöküşünü ve Çin emperyalizminin yeni dünya hegemon gücü olarak yükselişini de hızlandıracaktır.

Başta Çin olmak üzere Asya'nın „yükselen“ ekonomileri dünyanın yeni büyüme merkezi olmuşlardır. Hindistan ve Brezilya da dahil bu ülkelerde ekonomilerin krizde olmamasından, başta Avrupa'nın emperyalist ülkeleri olmak üzere ekonomisi krizde olan ülkeler de yararlanmaktalar; Örneğin Almanya geçen yaz döneminde, bir önceki çeyreğe göre ihracatını yaklaşık yüzde 5 oranında arttırdı. Bir önceki yılın seviyesine uzaşılamamasına rağmen Avrupa Alanı ihracatı genel olarak arttı.
Ekonomideki kıpırdanmada şüphesiz ki teşvik paketlerinin de bir rolü olmuştur; ama alınan sonuçlar, bu kıpırdanmanın önemli boyutlarda olmadığını, evet yapay bir kıpırdanma olduğunu göstermektedir. Buna rağmen sanayi üretiminde dibe vurma gerçekleşmiş ve üretimde yeniden canlanma başlamış gözükmektedir.
Kriz sürecinde işletmeler sipariş üzerine üretimi durdurmuşlar, stokları eritmişlerdi. Şimdi stok olmadığı için üretime geçiliyor.
Bu durum, burjuva ekonomistlerin ve kurumlarının gelecek üzerine tahminlerinin de farklı olmasını beraberinde getiriyor. Bazılarına göre düşük oranlarda büyüme, 2010'un kışına kadar sürecek; bu dönem içinde ancak yüzde 0,75 oranında bir büyüme olacak.

Kapitalist ekonominin önümüzdeki birkaç yılı için yapılan tahminler neyi gösteriyor?
IMF, OECD, Dünya Bankası gibi kapitalist dünyanın uluslararası kurumları dünya ve ülke ekonomilerinin gelişmesi üzerine sürekli tahminler yapıyorlar. Son bir-iki yıl içinde yapılan tahminleri sürekli düzeltmek zorunda kaldılar; kriz koşulları düzeltmeyi kaçınılmaz kılıyor. Bu kurumların güncel tahmin verileri dünya ekonomisinin naslı bir süreçten geçeceğini göstermektedir. Burada önemli olan, yapılan tahminlerin aynen gerçekleşmesinden ziyade yaklaşık oranlarda gerçekleşmesidir veya konunun uzmanlarının nasıl bir ekonomik büyümeyi kafalarında canlandırdıklarıdır. Biz ilgilendiren meselenin bu yönüdür.

Temmuz 2009 itibariyle yaptığı değerlendirmesinde IMF, “dünya ekonomisi II. Dünya Savaşından bu yana emsali görülmemiş bir kriz içinde hareket etmektedir“. 'Ekonomide belli bir istikrara doğru gidilmekte, ama bu „bütünlüklü değil“, ağır, zor oluşan bir istikrar. Bunun ötesinde riskler de var' diyor.
İstanbul'daki toplantısında IMF, krizde çıkıldığından bahsediyor, 2009 yılında dünya ekonomisinin yüzde 1,1 oranında küçüleceğini 2010 yılında ise yüzde 2,5 oranında büyüyeceğini açıklıyordu (Daha önceki tahmin yüzde 2,5 idi).
Ekim 2009 itibariyle burjuva basında yer alan IMF'nin yeni bir değerlendirmesinde „küresel ekonomi yeniden büyümeye başlamıştır“ tespiti yapılıyor. Öyle ki, krizden beklenildiğinden daha hızlı çıkıldığı anlayışı dile getiriliyor; yeni değerlendirmede Temmuzdaki değerlendirmeden daha cüretli tahminler yapılıyor; Kötümserliğini yerini iyimserlik alıyor. Kriz sonlanıyor, ama ekonomide yükseliş zayıf olacak ve riskler taşıyacak deniyor.

Yapılan tahmine göre örneğin Japon ekonomisi 2009 yılında yüzde 5,4 mutlak küçülecek, ama 2010 yılında ancak yüzde 1,7 oranında büyüyecek. Rus ekonomisi 2009'da yüzde 7,5 oranında mutlak küçülecek, 2010'da ise ancak yüzde 1,5 oranında büyüyecek. Amerikan ekonomisi 2009 yılında yüzde 2,7 oranında mutlak küçülecek, 2010'da ise ancak yüzde 1,5 oranında büyüyecek. 2009 yılında Fransız ekonomisi yüzde 2,4 ve İngiliz ekonomisi de yüzde 4,4 oranında mutlak küçülmüş olacak, ama her ikisi 2010 yılında ancak yüzde 0,9 oranında büyümüş olacak. Alman ekonomisi 2009'da yüzde 5,3 oranında mutlak küçülecek, 2010'da ise yüzde 0,3 oranında büyümüş olacak. İtalyan ekonomisi 2009'da yüzde 5,1 oranında mutlak küçülecek ve 2010 yılında da yüzde 0,2 oranında büyümüş olacak.

OECD'ye göre de sanayi ülkeleri, „olağanüstü güçlü“ konjonktür programları sayesinde ağır krizden çıkmıştır. „En kötü olan artık geride kaldı“. Bu iyimser değerlendirmeler tahminlere de yansımaktadır:
Sanayi üretimindeki kıpırdanma OECD'nin de tahminlerinde düzeltme yapmasına neden oldu; birkaç ay öncesinin kötümserlik dolu tahminlerinin yerini şimdi iyimserlik dolu tahminler alıyor. OECD, dünya ekonomisinin büyüme tahminini 2010 için yüzde 3,4 oranına çekti; Haziran ayındaki tahmini yüzde 2,3 idi. Yine Haziran ayında dünya ekonomisinin 2009 yılında yüzde 2,2 oranında büyüyeceğini tahmin ediyordu, şimdiki tahmin yüzde 1,7. 2011 yılı için yüzde 2,8 oranında bir büyüme tahmin ediliyor.
OECD'ye göre Avro Alanı ekonomisi 2009'da yüzde 4 oranında daralacak, ama 2010 yılında yüzde 0,9 ve 2011'de de yüzde 1,7 oranında büyüyecek.





Tahmin olarak belirtilen büyüme oranlarına dikkat edelim. Bu oranların hepsi yüzde 0,2 ila yüzde 2,8 arasında bir bantta yer alıyor; yani en fazla yüksek-büyüme tahmini yüzde 2,8 oranıyla 2011 yılında Amerikan ekonomisi için yapılıyor. Bu tahminlerin hiçbirisi ekonominin krizden güçlü bir çıkışına işaret etmiyor; tersine 0 (sıfır) büyüme ekseninin biraz altında ve biraz üstünde zikzaklar çizerek seyreden bir ekonomik hareketlilik söz konusu. Konjonktürün yükseliş aşaması, bu büyüme oranları göz önünde tutulursa yok olmuş. Gerçekten de öyle. Aşağıda ele alacağımız gibi bu büyüme oranları çoğu ülke ekonomisinin ve dünya ekonomisinin krizden sonra inişli-çıkışlı bir durgunluk içinde kalacağını göstermektedir.

Ekonomide son aylarda görülen kıpırdanmada konjonktür programlarının bir rolü olmuştur. İradi tedbirler; hükümetlerin politikaları ekonominin seyrinde etkili olabilir, ama ekonominin nesnel yasalarını etkisiz kılamaz, ortadan kaldıramaz. Uygulanan konjonktür programları da dünya ekonomisinin daha şiddetli bir düşüşünü frenlemiş ve üretimde kıpırdanmaya yol açmıştır. Ama hepsi bu kadar. Ekonomi kendi dinamiğiyle değil de bu tedbirlerin etkisinden dolayı yönlendiği için son aylarda görülen üretimdeki kıpırdanma yapaydır; gerçek durumu yansıtmamaktadır. Mevcut kıpırdanmayı sağlamak için devletlerin yaptıkları harcamalar -konjonktür programları- trilyon dolarla ifade edilmektedir. “Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü” verilerine göre dünya çapında destekleme paketleri yaklaşık 3 trilyon dolar tutmaktadır; bu miktar dünya gelirinin yüzde 4,7'ne tekabül ediyor. Sadece Amerikan emperyalizminin harcadığı teşvik miktarı toplamın yüzde 35'ine, Amerikan brüt yurt içi üretiminin de yüzde 7,1'ine dek düşüyor (972 milyar dolar). Çin emperyalizmi ise konjonktür teşviki için toplam 586 milyar dolar harcamış; bu miktar Çin brüt yurt içi üretiminin yüzde 14'üne, dünya çapında toplam teşvik miktarının da yüzde 20'sine tekabül ediyor. AB ve Japonya'nın bu türden harcamaları ise her biri açısından dünya çapında toplam miktarın yüzde 15'ine denk düşüyor. Yani devasa boyutlarda harcamalar yapılarak ekonomi yapay olarak ayakta tutulmaya, canlandırılmaya çalışılıyor.
Bu yapaylığı da göz önünde tutarak dünya ekonomisinin ne türden gelişmelerle karşı karşıya olduğunu açıklamaya çalışalım. Önce borsalardaki olası gelişmeye bakalım.(Dow Jones-İndeksini esas alıyoruz).
Borsalardaki olası gelişme üzerine:
Dow Jones-İndeksinin 1900'den bu yana gelişmesine baktığımızda söz konusu bu 110 sene içinde indeksin belli aralıklarla basamaklı bir büyüme, yükselme içinde olduğunu görürüz: İndeks belli dönemlerde dik yükseliyor, belli dönemlerde de basamaklar çizerek; inişli-çıkışlı bir süreçte ilerliyor.




Dow Jones-İndeksinin bu gelişmesi nasıl yorumlanabilir? İndeks ortalama her 20 senede bir basamak yapıyor; dik yükselmiyor, bu yıllarda inişli-çıkışlı ama yaklaşık aynı düzeyde kalan bir seyir izliyor. Bu basamaklar içinde bazen -1919-1946 döneminde olduğu gibi- dik düşüyor veya yükseliyor. Ama yine de bir basamaklı seyir söz konusu oluyor. Yani 15-20 sene nispeten dik bir yükseliş, sonrasında da yine 15-20 sene boyunca yaklaşık aynı seviyede inişli-çıkışlı bir seyir içinde oluyor.
Örneğin 1920'li ve 1940'lı yıllarda -her iki dünya savaşı döneminde basamak oluşumunun biçimsel bozukluğu dikkate alınmazsa borsa değerinin şu veya bu biçimde aynı seviyede kalan inişli-çıkışlı bir gelişme sergilediği görülür. II. Dünya Savaşından sonra 1960'lı yılların başına kadar devam eden bir yükseliş gerçekleşiyor. Bu yükselişi 1980'li yıllara kadar devam eden yeni bir yaklaşık aynı seviyede kalan gelişme izliyor. Sonrasında, 2000 yılında sonlanan yeni bir yükseliş yaşanıyor. Şimdi yaklaşık aynı seviyede kalan yeni bir inişli-çıkışlı büyüme ile karşı karşıyayız. 1996'dan 2015'e veya 2016'ya kadar süren bir dönem yaşanacak gibi bir gelişme içindeyiz.
Borsa değerlerinin grafikte görüldüğü gibi basamaklı gelişmesi; inişleri-çıkışları da içererek yaklaşık aynı seviyede kalarak 2015'lere kadar gelişmesi ve sonrasında dik bir yükselişe geçmesi, bir ihtimaldir. Bu ihtimal maddi değerlerin üretimindeki gelişmeden; en kaba hatlarıyla inişli-çıkışlı durgunluk seyrinden pek bağımsız olarak ele alınamaz. Öyleyse sorun maddi değerlerin (sanayi) üretiminin nasıl gelişeceğidir, diğer bir ifadeyle krizden nasıl çıkılacağıdır. Bu konuda birden çok ihtimal vardır ve her ihtimal kaçınılmaz olarak beraberinde toplumsal sorunları ve politikaları da getirecektir. Örneğin, krizden üretimin hızlı büyüyerek, dik yükselerek çıkılmasıyla, birkaç sene süren, üretimin büyüme oranlarının küçük olduğu çıkış arasında burjuvazinin uygulayacağı politikalar, toplumsal sorunlar, işsizlik vb. konularda ve bunların ele alınışında mutlaka önemli farklar olacaktır. Şimdi söz konusu olabilecek politikalara maddi zemin teşkil edecek ihtimaller bakalım:

1-Gerçek durum:
(2005=100 bazında dünya/OECD-toplam sanayi üretimi-Ocak 2008'den Eylül 2009'a toplam 23 ay).
Sanayi üretimi Mart 2009'a gelindiğinde yüzde 10,2 oranında mutlak gerilemiş. OECD-Toplam ülkeler bazında dünya sanayi üretimi mevcut gelişmeye/verilere göre Mart 2009'da dibe vurmuş oluyor. Sonraki aylarda üretimde süreklilik arz eden bir artış söz konusu. Bu atış, krizden çıkmanın değil, en fazlasıyla mutlak büyümeye doğru gidişin bir ifadesi olarak görülmelidir.





2-Sanayi üretiminin V biçiminde gelişme seyri (olasılık I):





Böyle bir gelişmeyi; üretimin dibe vurmasından sonra -kısa zamanda- dik bir yükselişe geçmesini öncelikle dünya mali piyasası (mali sektör) kapitalistleri; mali kurumlar, spekülatörler vb. ummaktalar. Böyle bir gelişme, onların en kısa zamanda kumara kaldıkları yerden devam etmelerini mümkün kılacaktır. Ama nesnel durum; sanayi üretiminin seyri, mali piyasalardaki karamsarlık böyle bir gelişmenin olmayacağını; V biçiminde bir üretim artışının ve dolayısıyla kısa zamanda krizden çıkışın olanaksız olduğunu göstermektedir.

3-Sanayi üretiminin W biçiminde gelişme seyri (olasılık II):





Genel olarak sanayi kapitalistleri üretimin W biçiminde bir seyir izleyerek artacağı-yükselişe geçeceği ve krizden çıkılacağı beklentisi içindeler. Böyle bir gelişme mümkündür. Bu durumda Mart 2009 dünya sanayi üretiminin bu kriz sürecinde ilk dibe vuruş dönemi olur. Marttan sonra artan üretim mutlak büyüme sınırına varmadan yeniden düşer; Mart ayındaki seviyesinin gerisine de düşebilir ve sonra üretim yükselişe geçer ve krizden çıkılır. Dünya sanayi üretiminin mevcut seyri böyle bir olasılığın gerçeklik olmasına uygundur.

4-Sanayi üretiminin durgunluk içinde gelişme seyri (olasılık III)-Durgunluk (I):
Üretimde durgunluğun üç biçimi var. Burada I. durgunluk olarak tanımladığımız durgunluğu L durgunluğu olarak da tanımlayabiliriz. Japon ekonomisinin genellikle 1990-1994 dünya krizinden bu yana gösterdiği gelişme tam da bu durgunluğu ifade eder. Dolayısıyla ekonominin L biçimindeki seyrinin ne anlama geldiğini anlatmak için, Japon ekonomisinin 1990-1994 dünya krizinden bu yana gelişmesini anlatmak yeterlidir.

Japon sanayi üretiminin son 50 yılına (1960-2009 arası) baktığımızda şunu görüyoruz: 1960'dan 1991'e üretim 1974/75 dünya krizindeki önemli gerilemenin ötesinde önemsiz iniş-çıkış sürecinde sürekli artmıştır; yükselmiştir. 1991'de doruk noktasına varan sanayi üretiminin sonraki gelişme seyriyle 1991 öncesi gelişme seyri tamamen farklı olmuştur: 1991-2005 arasında sanayi üretimi yüzde 10 küçülme ila mutlak büyüne sınırı arasındaki bantta kalmıştır. Ama 2005'ten 2007'ye yüzde 7,2 oranında mutlak büyümüştür. Böylece 1991'den bu yana Japon sanayi üretiminin 1991'e kadarki yüksek büyüme oranları yerini, yüzde 10 küçülme ve yüzde 7 mutlak büyüme bandı içinde hareket eden; bazen mutlak büyüyen, bazen mutlak küçülen; ama her halükarda büyüme oranlarının küçük olduğu bir sürece bırakmıştır.

OECD-Toplamı bazında dünya sanayi üretimi Şubat 2008'deki en yüksek seviyesinden (2005= 100 bazında yüzde 8,9 oranında mutlak büyüme) Mart 2009'da yüzde 10,2 oranında mutlak gerileyerek dibe vuruyor. Şimdi üretimin bu seviyesinden yavaş yavaş; inişli-çıkışlı bir gelişmeyle; mutlak küçülerek ve mutlak büyüyerek yıllarca süren bir süreçten sonra çıkacağı bir ihtimal olarak kabul edilmektedir. Bu durumda “Japon hastalığı”, dünya sanayi üretimi hastalığına dönüşmüş olacaktır. Böyle bir gelişme de gerçekleşebilir bir olasılıktır.




-Sanayi üretiminin mutlak küçülme eğilimli durgunluk içinde gelişme seyri (olasılık IV)-Durgunluk (II):






Dünya ekonomisinin böyle bir durgunluk sürecinden geçmesi de olasıdır. Böyle bir gelişme 1929-32 krizi ve sonrasında yaşanmıştır. 1925/29=100 bazında kapitalist dünya üretimi ancak1936 yılında mutlak büyümeye geçebilmişti; yani krizden 3-4 yıl sonrasında da belli bir durgunluk aşaması yaşanmıştı. 1929'dan 1936'ya üretim aşama aşama gerilemiş ve sonra da artmaya başlamıştı. Bu kriz sürecinde üretim ancak 3 sene sonra dibe vurmuş ve sonra yükselişe geçmiştir.

6-Sanayi üretiminin inişli-çıkışlı durgunluk içinde gelişme seyri (olasılık V)-Durgunluk (III):


Yukarıdaki grafik üçüncü durgunluk biçimini göstermektedir. Burada söz konusu olan, konjonktür çevriminde (kriz-durgunluk-canlanma-yükseliş) yükseliş aşamasının çevrimin bir aşaması olmaktan çıkması ve yerini inişli-çıkışlı durgunluğun almasıyla konjonktür çevriminin üç aşamalı olmasıdır. Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinden bu yana emperyalist ülkelerde konjonktür çevrimindeki bu değişim görülmektedir. Şu veya bu ülkede, örneğin bazen Japonya'da, Almanya'da veya ABD'de üretimin yüksek artışı bu değişim gerçeğini ortadan kaldırmaz. (Bu konuyu ileride ayrıca ele alabiliriz).
Dünya ekonomisinin mevcut durumu; özellikleri, şu veya bu faktörün karakteri üretimde bu türden bir seyir izleneceğini; dünya üretiminin muhtemelen 20011 yılından sonra konjonktür çevriminin inişli-çıkışlı durgunluk aşamasına varacağını göstermektedir. Yani veriler, dünya ekonomisinin bu türden bir durgunluğa girme olasılığının çok yüksek olduğunu göstermektedir.

Konjonktür, dünya ekonomisi nasıl gelişecek; mevcut durum hangi olasılıkların gerçeklik olmasına maddi zemin oluşturacak? Bu ve benzeri sorular, geniş bir yelpazede yer alan uzmanlar, iktisat kurumları vb. tarafından taraşılmaktadır. Birçok olasılık sıralanmaktadır. Ekonomi dergisi “Capital”de (Almanya) dört senaryodan bahsedilmektedir.(www. capital.de, 27.12.2009). Tabii bu senaryoların gerçekleşmesine maddi zemin oluşturabilecek gelişmelerin yanı sıra gerçekleşme olasılığını azaltan olgular da var.
Birinci senaryoya göre ekonomi hızla toparlanıyor ve yükselişe geçiyor ve buna paralel olarak da enflasyon artıyor; kredi muslukları açılıyor, yatırımlar yapılıyor, tüketim harcamaları artıyor, ama aynı zaman tüketici fiyatları da yükseliyor. Tekelci sermayenin sözcüsü bu dergiye göre böyle bir senaryonun gerçekleşme olasılığı yüzde 50.

Böyle bir gelişmenin olabilmesi için ön koşul olarak, bankaların bilançolarında temizliği tam yapmış olmaları gerekiyor.
Amerikan ekonomisinin 2009'un 3. çeyreğinde yüzde 3,5 oranında, Çin ekonomisinin yüzde 8,9 oranında büyümesi, bankaların yeniden kar yapmaya başlamaları, işletmelerin zorlukla karşılaşmadan borç para (kredi) bulabilmeleri böyle bir olasılığın gerçekleşmesi için maddi faktörler olarak görülüyor.
Yukarıda grafiklerle gösterdiğimiz I. ve II. olasılıklar (V ve W biçiminde büyüme) şu veya bu biçimde bu senaryoya tekabül etmektedir.
İkinci senaryonun adı „durgunluk“ veya „Japon ilişkileri“. Banka bilançolarında kara delikler var. Tüketiciler tüketmemek; satın almamak için adeta ortak karar almışlar. Söz konusu dergiye göre böyle bir senaryonun gerçekleşme olasılığı yüzde 15.
Bu „banka krizinden sonraki uzun dönem dermansızlığının nedenleri her şeyden önce iş piyasasındadır“ tespitini yapıyor söz konusu dergi; kriz uzun sürüyor, krizden sonra birçok işçi yeniden iş bulamıyor. Böylece iktisadi büyüme düşüyor. Diğer taraftan iş yerini kaybetme korkusu harcamaları (tüketimi) frenleyici bir rol oynuyor. Böyle bir süreç şu veya bu ölçüde deflasyona da zemin hazırlıyor; fiyatlar düşüyor, tüketiciler gereksinimlerini temin etmeyi erteliyorlar.
Diğer bir neden de krizin geriye bıraktığı yüksek borçlar. Bu borçları ödemek yılları alıyor, kredi muslukları açılmıyor ve devlet ekonomiyi sürekli, konjonktür paketleriyle desteklemek zorunda kalıyor.
Japon ekonomisi böyle bir senaryo için örnek olarak gösteriliyor (Yukarıda bahsettiğimiz III. olasılık -L biçiminde gelişme). 1980'li yılların sonunda spekülasyon balonunun patlamasından sonra Japonya, ağır bir banka kriziyle karşı karşıya kaldı Hisse senedi ve gayrimenkul fiyatlarının çökmesinden sonra bankalar ve başkaca mali kurumlar yığılmış batık kredilerle karşı karşıya kaldılar. Bilançoları temizlemek on seneden fazla bir zaman aldı ve Japon ekonomisi bu sorunla boğuşmaya hala deva etmektedir. Japonya bu süreçte olağanüstü borçlanmıştır; Borç miktarı 2008'de yurt içi brüt üretimin yüzde 172,1'ine ve 2009'da da yüzde 185,3'üne tekabül etmektedir.
Üçüncü senaryo derinleşen kriz; „krizden sonra kriz“. Önce ekonomide dibin görüldüğü sanılıyor; üretimde yeniden bir kıpırdanma, hatta yükseliş başlıyor ve belli bir noktadan sonra yeniden küçülüyor ve ilk küçülme noktasından da geriye düşüyor. Yukarıda bahsettiğimiz IV. olasılık böyle bir gelişmeye tekabül ediyor. 1929-32 krizinde bu türden kriz gelişmesi yaşanmıştır. Söz konusu dergiye göre böyle bir senaryonun gerçekleşme olasılığı yüzde 30.

Dördüncü senaryon hiper enflasyon (yüksek enflasyon). Bütçe açıkları daha da artar, para bolluğundan geçilmez olur. Söz konusu dergiye göre böyle bir senaryonun gerçeklik olma olasılığı ancak yüzde 5.
Bir ihtimale göre ekonomi beklenenden daha hızlı büyür. Bu süreçte açılmış kredi musluklarını kapatmak; piyasadaki parayı yeniden toplamak ekonominin büyüme süresinden zamansal olarak daha yavaş gerçekleşirse, piyasalardaki dolaşan para yükselen enflasyona neden olabilir; sendikalar yüksek ücret talep ederler, tekeller fiyatları yükseltirler, hammadde fiyatları artar, yatırımcılar/spekülatörler maddi değerler alanına kayarlar; böylece enflasyon kendi kendini ateşler (Capital).
Başka bir ihtimal de ekonomi dibi gördü, krizden çıkıyoruz diye iyimserlik havasının yayıldığı dönemde ekonominin ilkinden daha da geriye düşmesi; daha derin bir dibe yuvarlanmasıdır. Yani 1929-32 krizinde yaşanan durum. Böyle bir ihtimal düzene, alınan kararlara güveni sarsar. Devlet kötüye gidişi durdurmak için kapsamlı teşvik paketleri hazırlar; ekonomiye devasa miktarlarda para pompalar; devlet iflasları, paradan kaçış (değerli madenlere -örneğin altın- yöneliş), kağıt para krizi gündeme gelir.
Amerikan hükümetinin sadece 2009 yılında piyasaya 2,5 trilyon dolar sürdüğü göz önünde tutulursa böyle bir gelişmenin maddi koşulları hiç yok denemez.
(III. (son) makalede “Marksist kriz teorisine göre kriz çevriminde sabit sermayenin yenilenmesinin ve genişletilmesinin anlamı-krizden çıkış” konusunu ele alacağız).

1 Ocak 2010 Cuma

İŞÇİ SINIFININ DURUMU VE OLASI GELİŞMELER


İŞÇİ SINIFININ DURUMU VE OLASI GELİŞMELER

Marks ve Engels kapitalizmin değişmeyen bir yapı olmadığını, burjuva toplumun sürekli tarihsel bir akış içinde olduğunu vurgulamışlardır. Önemli olan bu akış içinde kapitalist üretim biçiminin yasallıklarını; değişenin ve değişmeyenin neye göre değiştiğini veya neden değişime uğramadığını görebilmektir. Buna da ancak ve ancak somut durumun somut analizi ile ulaşılabilir. Bu anlamda sermaye ilişkisinin seyri doğru analiz edilmezse ne işçi sınıfı içindeki değişim ve ne de yeni koşulların beraberinde getirdiği mücadele olanakları kavranmış olur.

Dünya ölçeğinde kapitalizmin gelişmesi, uğramış olduğu değişim; yeni olguların ortaya çıkması kaçınılmaz olarak bir taraftan işçi sınıfının yapısını etkilerken, diğer taraftan da örgütlenmesini ve mücadele anlayışını da etkilemektedir. Bütün bu değişim ve etkilenme ülkemiz işçi sınıfına da yansımaktadır.

II. Dünya Savaşı sonrasının “sosyal” özellikleri olan kapitalizmi, yerini geçen yüzyılın '80'li yıllarından itibaren neoliberal özellikleri belirleyici olan kapitalizme bırakmıştır. Sosyalizmin yükselen prestijinin etkisiyle de kaçınılmaz olan birtakım sosyal hak-kurallarına bağlı olan kapitalizm, neoliberal döneminde sosyal haklar sistemini yıkmış, kuralın yerini kuralsızlaştırma almıştır. Kapitalizmin asalaklığı ve çürümüşlüğü her zamankinden daha açık bir biçimde açığa çıkmış; çürüyen kapitalizm neoliberal dayatmalarıyla insanlığı ve de doğayı yıkıma sürüklemiştir. Buna karşı koyacak dinamiklerin, her şeyden önce de işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlenmesindeki yetersizlik, zaaf ve bu konuda önderlik etmesi gereken komünist partilerin olmaması, olduğu kadarıyla da güçsüzlüğü kapitalizmin dizginsiz hareket etmesini kolaylaştırmıştır.

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de işçi sınıfı neoliberalizmin, emperyalist küreselleşmenin özellikle üretim sürecinde beraberinde getirdiği yeniden yapılanmanın en ağır sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Toplumu mülksüzleştirme, insanların birbirine yabancılaştırılması, halk sınıf ve sosyal tabakalarının, özellikle de işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi devam etmektedir. Son yıllarda, diyelim ki 2000 yılından bu yana iş yasasında yapılan değişiklikler, çıkartılan yasalarla iş güvencesinin tamamen kuşa çevrilmesi hesaba katılmaksızın sınıfı örgütlemek için atılan adımlar yanlış, en azından eksik olur.

Özelde söz konusu yasalar ve genel olarak da sınıfın yapısındaki değişmeler -hizmet sektörünün giderek artan ağırlığı, fabrika gerçekliğindeki değişme (çok sayıda işçi esprisi)- işçi sınıfını birleştiren değil parçalarına ayrıştıran bir görünümün ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Tabii bu durumdan yararlanmak isteyen burjuvazi ve küçük burjuva çevreler, yok olan işçi sınıfından; sınıfın sınıfsal özelliklerini kaybetmesinden bahsetmekteler.

Önümüzdeki dönemin sorunlarına ışık tutan bazı gerçekleri belli bir tasnife tabi tutmadan sıralarsak:

Taşeronluk, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de başlı başına bir sistem olmuştur (4857 sayılı iş yasası).

Standartlaşmamış istihdam teşvik edilmekte, daha doğrusu dayatılmakta, esnek çalışma kural haline getirilmektedir (4857 sayılı iş yasasının 9. maddesi, 1475 sayılı iş yasası).

Büyük iş yerlerinde; fabrikalarda üretim süreci parçalanmakta ve parçalar başka alanlara kaydırılmakta veya küçük işletmelere devredilmektedir. Böylece belli bir iş yerinde işçi yoğunlaşması önlenmekte ve onun beraberinde getirdiği mücadele olanakları yok edilmektedir.

Bu yöntem büyük sermayeyi, arz-talep sorunundan dolayı belli dönemlerde fazla işçi birikiminden kurtarmakta, sorun taşeron firmaların sırtına yıkılmaktadır. Bu firmalar, yasal olanaklara da dayanarak (örneğin 4857 sayılı iş yasası) işlerine geldiği gibi işçi almaktalar ve çıkartmaktalar.

Taşeron sistemi işçi sınıfının örgütlenmesini oldukça zorlaştırmaktadır; aynı üretim alanında patronların değişik olması, örneğin sendikal faaliyette örgütlenme önünde önemli yasal engeller çıkartabilmekte ve emek yoğun sektörlerde oldukça yaygın olan taşeronluk (örneğin tekstil sektörü), büyük fabrikaların yerini atölyevari üretim birimlerinin aldığını göstermektedir. Bu da işçi sınıfını örgütlemede işçilerin yoğunlaştığı büyük fabrikaların olmadığı koşullarda başka yöntemler geliştirilmesi gerektiği anlamına gelmektedir; alan/havza örgütlemesi.

Üretim sürecinin parçalanması kaçınılmaz olarak işçi sınıfının da küçük parçalara bölünmesini; birbirinden kopuk olmasını, dağınıklaşmasını beraberinde getirmektedir. Bu bir taraftan işçi sınıfının örgütlenme kolaylığını elinden alırken, diğer taraftan da çalışma konusunda yasal denetimi zorlaştırmakta; yani taşeronlar kolaylıkla kaçak işçi, çocuk çalıştırma olanağına sahip olmaktalar.

Taşeronculuk sistemine göre bir iş yerinde az sayıda işçi bulunuyor; bu durum bir taraftan işçi-patron ilişkilerinde, örneğin işgücü pazarlığında işçinin konumunu zayıflatırken, örgütlenme olanağını da daraltıyor. Sendikal alandaki örgütlenmede görülen gerilemenin bir nedeni de budur.

Kamu sektöründe de özel sektördeki gelişmeyi görüyoruz: Devlet, kamuya ait iş yerlerinde esnek çalışma/üretim uyguluyor; ücretli-sözleşmeli gibi ayrımlarla; yeni iş ve işçi tanımlamalarıyla sınıfın yapısında ve çalışma koşullarında etkili olan değişimlere yol açıyor.

Uluslararası sermayenin IMF ve Dünya Bankası üzerinden neoliberal dayatmaları da, var olduğu kadarıyla “sosyal devlet”i, birtakım kamu hizmet-yardım olanaklarını, elde edilmiş hakları tasfiye etmekte önemli bir rol oynamıştır ve oynamaktadır; yani özelleştirme işçi sınıfının güç kaybında, sendikal örgütlenmesinin gerilemesinde önemli bir rol oynamıştır.

Sınıfsal ayrışma işçi sınıfına adeta unutturulmuş; sınıf milliyetçi, şovenist, faşist politikalarla, mezhep ayrımcılığıyla, laiklik-antilaiklik ayrımıyla burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının aracı haline getirilmiş durumdadır.

Bunun böyle olmasını devrimci ve komünist hareketin sınıfla ilişkilenişi de kolaylaştırmaktadır; işçi sınıfıyla bağların oldukça zayıf olması, sınıfı ideolojik, siyasi, ahlaki, örgütsel vb. alanlarda dirençsiz kılmakta, burjuvazi tarafından yönlendirilir hale getirmektedir.

Devrimci ve komünist hareketin işçi sınıfıyla bağının zayıflığı, sınıfın sendikal örgütlenmesinde muhafazakar, sarı sendikalara alanın terk edilmiş olduğu anlamına gelmektedir; bu türden konfederasyonlar ve tekil sendikalar, işçi sınıfını kolaylıkla düzen sınırları içinde tutabilmekteler.

İşçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde oldukça önemli boyutlara varan gerilemede sendikaların oynadığı rol de küçümsenmemelidir; günümüz koşullarında hiçbir konfederasyon, hiçbir sendika eylem ve politik gelişmeler, en azından işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren konularda işçi sınıfının çıkarlarını tutarlı bir biçimde savunmamaktadır. DİSK, Türk-İş ve başka konfederasyonlar ve bunlara bağlı sendikalar aralarında şüphesiz ki belli farklılıklar vardır, son kertede gerici, muhafazakar, genellikle “sarı sendika” diye tanımlanan burjuva sendikal anlayışın temsilcileri konumundalar. Onlar bu hal ve hareketleriyle işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktan ve örgütsüz olan bölüklerini örgütlemekten çok uzaktır.

Son yıllarda işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde büyük kan kaybı yaşandığı bilinen bir gerçektir; öyle ki işçi sınıfının 1980'li yılların sonu, 1990'lı yılların başı döneminden kalma; işçi hareketinin o yükseliş döneminden kalma birikimlerinin özellikle 1990'lı yılların ikinci yarısından bu yana özelleştirme saldırısıyla elinden alındığı bir sürece girildi. Şüphesiz ki, özelleştirme; örneğin KİT'lerin özelleştirilmesi, sendikal harekete/örgütlülüğe darbe vurmak için yapılmamıştır, ama son kertede böyle bir etkisi de olmuştur.
Bu saldırıda sendika bürokrasisi de sermayeye sunması gereken hizmeti sunmakta kusur etmemiş, sendikal örgütlülüğün tasfiyesine adeta doğrudan katılmıştır. Amaç, sendikal mücadelenin etkisiz kılınması için sendikal örgütlülüğün eritilerek “kabul edilebilir” bir seviyeye indirilmesiydi. Bunda sermaye-sendika bürokrasisi ortaklığı başarılı olmuştur.

Devrimci ve komünist hareket işçi sınıfıyla bağ kurmak için her dönem çaba harcamıştır; işçi hareketi ve komünist hareketin ayrı ayrı kulvarlarda yürümesini parçalamak ve bu iki hareketi birleştirmek komünist hareketin sınıf bağının olduğunu ve sınıfı etkilediğini; yönlendirdiğini; örgütlediğini gösteren en önemli kıstastır. Bu mücadelenin; sınıfı kazanma mücadelesinin neresinde olduğumuzu kendimize sormamıza gerek yok. Bazı olumlu deneyimlere sahip olsak da ve bir zamanlar, şimdi olduğumuz yerden çok çok ileride olmuş olsak da henüz işçin başındayız.

Sendika konfederasyonlarının işçi sınıfına vereceği bir şey kalmamıştır; bu kurumlar mevcut politikalarıyla iflas etmelerine rağmen, tasfiyeci rollerinin işçi sınıfının hiç de küçümsenemeyecek bir bölümü tarafından görülmesine rağmen hala etkili olabiliyorlarsa bu, alternatiflerinin olmamasından kaynaklanmaktadır; dolayısıyla devrimci ve komünist hareketin bu alandaki yokluğundan kaynaklanmaktadır.

Bir taraftan burjuvazi ve diğer taraftan da sendika konfederasyonları, işçi sınıfının devrimci kimyasını bozmak, yok etmek ve düzenin uysal kölesi yapmak için elinden geleni yapmaktadır. O halde devrimci ve komünist hareket de işçi sınıfının mevcut kendine yabancı kimyasını bozmak için mücadele etmelidir. Sınıf bu mücadeleye hazır olduğunu ve bu doğrultuda mücadele edeceğini her zaman göstermiştir.

Devrimci hareketin işçi sınıfıyla bağı oldukça zayıftır. Bunun böyle olduğunu dönem dönem söylüyoruz. Bu anlamda da gerçeği tekrardan öteye geçmiyoruz. Devrimci hareketin işçi sınıfından kopuk olmasının tek nedeni yoktur. Ama ne kadar çok nedeni olursa olsun, esasta sorunun bizde olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Sınıf ile bağın kurulmasında ve geliştirilmesinde zaaflı olan işçi sınıf değil, biziz ve bunu anlamamakta da adeta direniyoruz.

Sendikaların oynadığı rol ve somut veri olarak üretim sürecinin parçalanması, şüphesiz ki işçi sınıfı ile bağ kurmayı ve geliştirmeyi engelleyici, zorlaştırıcı bir rol oynamaktadır. İşçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanmak, bu gücü harekete geçirmek kaçınılmaz olarak örgütlenmenin üretim sürecinde olması gerektiğini beraberinde getirir; sınıf ancak ve ancak iş alanında, üretim alanında örgütlenebilir. Bu da hücre örgütlenmesinden geçer.

İşçi sınıfının burjuva ideolojinin etkisinde olması; faşizm, şovenizm, din tarafından düşüncesinin köreltilmesi, var olduğu kadarıyla burjuva sendikal anlayışın etkisinde kalması, bir biçimde kendi ideolojisinden uzak olması; sınıf olarak kendine yabancılaştırılmış olması, bu sınıfın mücadeleci olmadığını, mücadele dinamiklerinin yok olduğunu göstermez. En azından 1 Mayıs için Taksim mücadelesi, son olarak Tekel işçilerinin direnişi bu sınıfın ne denli mücadele potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir. O halde sorun, sınıfın mücadele isteğinden ziyade bizim sınıfa yaklaşışımızdadır.

Salt ekonomik haklar doğrultusunda yapılan propaganda ve ajitasyon ile işçi sınıfının bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi ve mücadeleye seferber edilmesi imkansızdır. Sermayenin her alanda saldırısına karşı sınıfın her alanda eğitilmesi gerekir; bu eğitimin bir ayağı da sokaktır. Ekonomik taleplerle sınırlı bir eğitim ve örgütleme anlayışı, işçi sınıfının bilinçlenmesini sınırlandırmak demektir. Ekonomik taleplerde amaca ulaşılması durumunda birlikte hareket etmenin nedeni ortadan kalkacağı için sınıfın örgütlenmesi, bağların kopmasıyla dağılmış olur.
Bu konuda Lenin'in uyarısı unutulmamalıdır (1).
Yaşanan ekonomik krizden ve temel gıda maddeleri fiyatlarının astronomik artışından dolayı dünyanın birçok ülkesinde yükselen protestoları da göz önünde tutan dünya burjuvazisi adeta teyakkuzda. Doğal olarak Türk burjuvazisi de işçi sınıfı ve emekçi yığınlardan gelebilecek tehlikenin farkında. Bu nedenle sınıftan gelebilecek ve tehlike olarak gördüğü gelişmelere hazırlıklıdır. Ama işçi sınıfının sendikal çerçeveyi geçmeyen örgütlenmesi; siyasal öznesinden ayrı yürüyor olması gelişebilecek eylemlerin etkisini kırıcı olabilir.

Açık ki, işçi sınıfı bir bütün olarak sınıf bilincinden yoksun ve onun bu hali mücadelesinin kitlesel ve kalıcı olması önündeki en büyük engeldir.

İşçi hareketinin ve komünist hareketin ayrı ayrı kulvarlarda yürüdüğü dönemlerde bu durum “normal” karşılanabilir, ama coğrafyamızda bu ayrı yürüyüşün uzun zamandan bu yana söz konusu olması komünist hareketin soruna bakışı bakımından düşündürücü olmalıdır; niye böyle olduğu sorusu, işçi sınıf ile bağların zayıf olduğu ve giderek daha da zayıfladığı konusu üzerine düşünmek zorundayız.

Burjuvazi işçi eylemleri karşısında ne denli tahammülsüz olduğunu her seferinde göstermiştir; bu durumda mücadele biçim ve yöntemleri ve araçları konusunda sadece komünistlerin kafasının açık olması yetmiyor; işçi sınıfının sorunu mevcut düzeni yıkarak siyasi iktidarı ele geçirmek ise bu amaca uygun örgütlenmek ve mücadele araçları geliştirmek ve kullanmak zorundadır. Bu anlayışın yaygınlaştırılmadığı koşullarda burjuvazi sınıfın direncini kolay kırar.
Temel gıda maddeleri fiyatlarında spekülasyon sonucu astronomik artışa karşı dünyanın birçok ülkesinde yer yer sokak çatışmaları biçiminde sürdürülen kendiliğinden mücadeleden korkan dünya burjuvazisi, aynı dönemde patlak veren ekonomik krizden dolayı tüm korkuya kapılmıştır; emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde ve kapitalizmin merkezlerinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların talana, yoğunlaştırılmış sömürüye, sosyal hakların yok edilmesine, işsizliğe karşı düzeni tehdit eden mücadelelere girişeceğinden korkmaktadır. Tam da bu nedenle iç savaşa karşı hazırlanmaktadır. Başta ABD olmak üzere birçok ülkede polisin ötesinde ordu birlikleri sokak çatışmaları için eğitilmektedir. Burjuvazi tehlikenin büyüklüğünü ve olasılık oranının yüksek olduğunu göstermek; korku salarak hazırlıklarını haklı çıkartmak için sürekli, kalkışma riski olan ve olmayan ülkeler diye dünya siyasi haritası yayımlamaktadır. “Economist” dergisinin arka arkaya yayımladığı harita buna hizmet etmektedir. Şu veya bu ülke konusunda risk tespitlerine derece doğru veya yanlış olursa olsun, emperyalist burjuvazinin korkusunun maddi nedeni vardır. 2010 yılı açlığın, sefaletin, işsizliğin doruk noktaya çıkacağı yıl olacaktır. Bu da sermaye düzenine karşı mücadeleye davetten başka bir anlam taşımamaktadır.


*
1)“... teşhirler, sadece belirli bir sanayi kolunda işçilerle işverenler arasındaki ilişkileri kapsıyordu ve bunların sağladığı tek şey işgücü satıcılarının “metalarını” daha iyi koşullarda satmayı ve salt ticari alışveriş konusunda alıcılarla savaşmayı öğrenmeleri oldu. ... Sosyal-demokrasi sadece iş gücünün daha uygun koşullarda satılması için değil, aynı zamanda mülksüzlerin kendilerini zenginlere satmaya zorlayan toplumsal düzenin kalkması için de işçi sınıfı mücadelesine önderlik eder. Sosyal-demokrasi, sadece belirli bir işverenler grubuyla ilişkilerde değil, modern toplumun bütün sınıflarıyla ve örgütlenmiş bir siyasal güç olarak devletle de ilişkilerde işçi sınıfını temsil eder. Demek ki sosyal-demokratlar, kendilerini sadece ekonomik mücadele ile sınırlamakla kalmamalı, iktisadi teşhirlerin örgütlendirilmesi işinin başlıca eylemleri haline gelmesine de izin vermemelidirler” (Lenin, Ne Yapmalı, Cilt 5, s. 412. Alm.).


12 Ocak 2010