deneme

29 Temmuz 2010 Perşembe

21. YÜZYILDA TÜRKİYE EKONOMİSİNDE KRİZ ÇEVRİMİ

Burjuva basında özellikle 2008'in son aylarında çıkan yazılarda tam bir karamsarlık hakimdi; her kriz döneminde olduğu gibi bu sefer de bir biçimde “battık, çöktük” edebiyatı yapıldı. Birkaç aydan bu yana da krizden çıkış üzerine yazılarda adeta umut dağıtılıyor. Burjuva basında her kriz başlangıcında ve ilerleyen seyri içinde bu türden yazılar çıkar. Ne de olsa 'çiklet satın alın, piyasa canlansın' türünden anlayışları savunan profesörlerimiz var!Ama ekonomide işler öyle niyete göre yapılan tespitler doğrultusunda gitmiyor. Kapitalist ekonomi kendi nesnel yasaları doğrultusunda hareket ediyor. Başbakan “teğet geçti” dediği için teğet geçmiyor veya büyük zorluklarla karşı karşıya kaldığı için dağılmıyor; kendi kendine çömüyor. Yaşanmakta olan krizin patlak vermesinden bu yana geçen süreç, kapitalist ekonominin nesnel yasalarını göz önünde tutmadan yapılan değerlendirmelerin ne denli yanlış olduğunu gösteriyor. Zaman zaman, gerekli olduğunda bunları ele alacağız.

Bu yazıda ekonominin seyri üzerine bir durum tespiti yapmaya çalışacağız; yaşanmakta olan krizin bazı açılardan seyrini ele alacağız, sonuçlardan bahsedeceğiz.

Önce bir açıklama: İstatistik veriler görüş kanıtlamak çabasıyla kullanılırsa belki bir şeyler kanıtlanmış olur, ama o kanıtların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı başka bir soru olarak kalır. Yani istatistik veriler alınan taban değere göre farklı sonuçlara götürebilir. Bu nedenle ayrıntıyı göze alarak birden fazla veri kullanmak ve çizilen çerçeve içinde kalarak değerlendirme yapmak nesnel durumu göstermeye yakınlaştırır. Örneğin, üretim değerinin en düşük olduğu ayı/yılı baz alarak sonraki aylarda ve yıllarda üretimin “büyük boyutlarda” arttığını kanıtlayabilirsiniz. Ama bunu kanıtladığınız için toplam üretim değeri ne bir dirhem artmış veya da eksilmiş olur. En fazlasıyla kendinizi ve okuru kandırmış olursunuz. En yüksek değer üzerinden (aylar bazında) kıyaslamak yaparken, örneğin 2001 krizinden ancak Temmuz 2003'te çıkılmış olduğu sonucuna varabilirsiniz. Ama bu seferde ekonominin bütünün 2002 yılında yüzde 9,5 oranında mutlak büyümüş olduğunu açıklayamazsınız. En doğrusu, salt maddi değerler üretimi bazında değerlendirme yapmaktır; yani toplam toplumsal üretim değerlerini hesap etmektir (Bzk: İ. Okçuoğlu, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, 3. kitap). Bu hesaplama istatistiklerde yok; ama hesaplanabilmesi için veriler var. Özellikle, spekülatif sermayeye artı değer ürettirenler veya hizmet sektörünün bütün bölümlerinde artı değer üretildiğini savunanlar veya da artı değer üretimi ve sömürüsünün kanallarını tıkayanlar bu hesabı mutlaka yapmalılar. Böyle bir yöntem izlenirse, hayali sermayeye, onda olmayan özellikler yükleyerek başka bir konjonktür hareketinden bahsetmenin, kapitalizm gerçekliğini reddetmek anlamına geldiği daha kolay anlaşılır.

1-Sanayi üretimin gelişmesi bakımından 2001 ve 2008 krizi

1.1-Her iki kriz yılının ilk ayından itibaren sanayi üretiminin aylık gelişme seyri:



Bu grafikten çıkartılması gereken sonuç: 1997=100 bazında aylık sanayi üretimi 2000 yılından 2001 yılına mutlak gerileme içinde giriyor; sanayi üretimi Ocakta yüzde 93,8'den Martta yüzde 88,1'e düşüyor. Ancak 2001'in Eylül ayında yüzde 101 ile mutlak büyüme düzeyine çıkıyor ve sonrasında Şubat 2002'de yüzde 14,6 oranında mutlak küçülecek kadar geriliyor; ancak bu tarihten sonra büyüme trendi içinde gelişiyor.

2005=100 bazında ise aylık sanayi üretimi Ocakta yüzde 112,6'dan Martta yüzde 123,9'a çıkıyor. 2008 yılında bu değer aylık bazda sanayi üretiminin doruk noktasını oluşturuyor. Sonraki aylarda üretim -Ağustos ayı hariç- sürekli düşüyor. Ama ancak Aralık aynıda mutlak küçülüyor (Yüzde 93,5). 2008 ve sonrası dönemde sanayi üretimi Şubat 2009'da yüzde 15,4 oranında mutlak küçülerek dibe vuruyor. Şubat 2009'dan sonra sanayi üretimi sürekli artış trendi içinde hareket ediyor.

Bu verilere göre aylık sanayi üretimi 2001'in Ocak ayından itibaren (Eylül 2001 hariç)15 ay (Mart 2002'ye kadar) boyunca dengesiz bir biçimde mutlak küçülme içinde hareket etmiş, ancak 15. aydan sonra mutlak büyümeye geçmiştir.

2008 krizinde ise başka bir kriz süreci izleniyor: Üretim Mayıs ayına kadar artıyor. Mayıs ayı sanayi üretiminin 2008 yılında doruk noktasını ve sonrası gelişme düşünülürse üretimin kırılma noktasını oluşturuyor. Mayıs ayından sonrası sanayi üretimin küçülme ve aynı zamanda krize girme sürecidir. 2005= 100 bazında aylık sanayi üretimi büyümesi ancak Aralık ayında yüzde 93,5'e düşerek mutlak küçülme sürecine giriyor. Mayıs 2008 değerine göre ise sanayi üretimi Şubat 2009'a kadar mutlak küçülüyor.

2008'in Ocak ayına göre sanayi üretimi hala mutlak küçülme içindedir.

1.2-Kriz öncesi en yüksek üretim değerine göre aylık sanayi üretiminin seyri:




Kriz öncesi dönemde mutlak büyüme bandı içinde en yüksek büyüme oranlarını esas aldığımızda aylık sanayi üretiminin gelişme seyri şöyle oluyor:

1) 2001 krizinden önce üretiminin en yüksek seviyesi olan Kasım 2000 değerine (1997= 100 bazında yüzde 113,2) göre aylık sanayi üretimi Mart 2001'de yüzde 88,1'e düşerek dibe vuruyor. Şubat 2002'de yüzde 85,8 ile ikinci kez dibe vuruyor. Ancak 33 ay sonra, Temmuz 2003'te yüzde 118'e çıkarak Kasım 2000'deki en yüksek üretim seviyesini aşıyor.

2) 2008'de aylık sanayi üretimi Mayıs ayında doruk noktasına ulaşıyor (2005= 100 bazında yüzde 123,9). Bu değer bazında sanayi üretimi Şubat 2009'da dibe vuruyor (yüzde 84,6). Mayıs 2008'den sonraki aylarda (toplam 25 ay) sanayi üretimi Mayıs 2008'deki seviyesine ulaşamıyor.

Verili dönemde en yüksek üretim değeri =100 olarak alındığında (yukarıdaki grafiğin başkalaştırılması) aşağıdaki grafik elde edilir: Bu hesaplamaya göre aylık sanayi üretimi Kasım 2000'den Mart 2001'e yüzde 22,2 ve Mayıs 2008'den Şubat 2009'a da yüzde 31,7 oranında mutlak gerilemiş oluyor.




Krizden önceki en yüksek üretim değeri (oransal) bakımından 2001 krizinden ancak 33 ay sonra (Temmuz 2003) çıkılıyor. 1997=100 bazında Kasım 2000'deki yüzde 113,2 oranındaki seviye Temmuz 2003'te yüzde 118 oranında büyümeyle aşılıyor. 2008 krizinde ise 2005=100 bazında 25 aydan beri (Mayıs 2008'deki yüzde 123,9 büyümeye göre) üretimde mutlak küçülme devam ediyor.

1.3-Bir ay öncesine göre aylık sanayi üretimin seyri:

Sanayi üretiminde bir ay öncesine göre üretim hareketi nasıldı sorusunun cevabını aşağıdaki grafikte görüyoruz.




İstatistik verilerin ne derece aldatıcı olabileceğini yukarıdaki verileri, daha öncekilerle karşılaştırdığımızda görüyoruz.

1997=100 bazında aylık sanayi üretimi Kasım 2000'deki seviyesini ancak 33 ay sonra Temmuz 2003'te aşıyor, ama toplam sanayi üretimi 2001'de yüzde 8,7 oranında mutlak küçülmesine rağmen 2002'de yüzde 9,5 ve 2003'te de 8,7 oranında mutlak büyüyor.

2008 yılı içinde Mayıs ayındaki değere göre sanayi üretimindeki gerileme dramatik, ama aynı yılda sanayi üretimindeki ortalama gerileme ancak yüzde 2,1 oranında.

Bu durumda 2001 krizi 2008 krizine göre oldukça ağır. Ama 2009 yılı ile karşılaştırıldığında 2001 krizi daha hafifte kalıyor; tahribatı 2009'a göre daha sınırlı. 2010'da durumun ne olacağı belli değil.

1.4-21 yüzyılda toplam sanayi üretiminin yıllık büyüme oranı:




Sanayi üretimi mutlak küçüldüğü ve başka göstergeler de kriz göstergeleri olduğu için yıllık ölçek bazında 2008 yılı bir kriz yılıdır. Ocak 2008'den sonra sanayi üretimi, 2005=100 bazında ancak aynı yılın Aralık ayında mutlak küçülüyor; yani Ocak-Kasım arasında büyüme oranları, mutlak gerileme olmaksızın sadece küçülüyor; büyümesi yavaşlıyor.

Yukarıdaki grafikte Türkiye ekonomisinin 21. yüzyılda ilk çevrimini tamamladığını görüyoruz. Bir krizden sonraki diğer krize kadar olan dönem; yani 2001-2008 arası, ekonominin 21. yüzyıldaki ilk çevrimini oluşturuyor. 2008 yılı 2. çevrimin başlangıcıdır; bu çevrimin kaç yılı krizle geçecek, bunu şimdiden bilemeyiz, ama en azından ilk iki yılı (2008 ve 2009) kriz yılı olmuştur.

2-Kriz yıllarında GHYİH'nın büyüme seyri (% olarak ve yılın çeyrekleri

GSYİH, ülke içinde üretilen maddi değerlerin ve hizmetlerin parasal ifadesidir. Yani tarım + sanayi + inşaat + ticaret + ulaştırma, haberleşme + mali kuruluşlar + konut + hizmetler toplamı (kamu ve özel) + ithalat vergisi toplam parasal değerini ele verir. Burada belirtilen sektörlerin bir kısmında yeni değer oluşumu gerçekleşmez. Ama sanki yeni değer oluşturulmuş gibi hesap edilerek bir ülkenin verili yılda ne kadar ekonomik büyüdüğü hesap edilir. Burjuvazi böyle hesap eder. Bir ülkenin ekonomik olarak ne kadar büyüdüğü sadece ve sadece yeni maddi değer oluşumuyla hesap edilebilir. Buna toplam toplumsal üretim hesaplaması denir. Bizi burada ilgilendiren mali sektörün, hani kendi başına konjonktür oluşturacak yeteneğe sahip olduğu; ekonominin seyrini belirleyecek derecede geliştiği iddia edilen sektörün sermaye hareketindeki yerini göstermektir. Bunu göstermek için de kriz döneminde ekonominin seyrinden daha önemli bir kıstas olamaz. Yani ekonomiyi krize sürükleyen veya krizden çıkartan mali sektör verileri mi yoksa sanayi üretimi mi? Soru bu. Bunu aşağıda iki grafikte vereceğiz. Birisinde yıllık bazda sanayi üretimi ve GSYİH hareketini, diğerinde de yılın çeyrekleri bazında sanayi üretimi ve HSYİH hareketini göstereceğiz. Bakalım, sanayi üretimi mi GSYİH'yı yönlendiriyor, yoksa mali sektör mü sanayi üretimi ve GSYİH'yı yönlendiriyor?

Aşağıdaki grafikte GSYİH'nın kriz yıllarında (2001, 2008 ve 2009) yılın çeyrekleri, krizden çıkıldığını göstermek için 2002'nin ilk iki çeyreği ve 2010'un ilk çeyreği bazında, diğer yıllarda da (2000, 2003-2007) yıllık ortalama bazında büyümesini görüyoruz.



Şimdi bu verilerle aynı dönemde sanayi üretiminin gelişime seyrini karşılaştıralım. Bu karşılaştırmayı da aşağıdaki grafikte görüyoruz.

3-Kriz döneminde sanayi üretimi ve GSYİH'nın seyri

3.1-Kriz yıllarında sanayi ve GSYİH büyüme oranları (yılın çeyreklerine göre):



Verili dönem içinde HSYİH'nın hareketini sanayi üretimi hareketi belirliyor; sanayi üretimi düşüyorsa bir biçimde GSYİH da düşüyor; sanayi üretimi artıyorsa GSYİH da artıyor. GSYİH'nın seyrini sanayi üretimin ne derece etkilediğini yıllık ortalama değer bazında daha açık bir biçimde görüyoruz. Aşağıdaki grafik bu durumu gösteriyor.

3.2-Kriz yıllarında sanayi ve GSYİH büyüme oranları (yıllık ortalama bazında):



Sanayi üretiminin yönü, GSYİH'nın yönünü de belirliyor. Büyüme-küçülme oranlarının tıpa tıp aynı olması beklenemez, ama her halükarda toplam ekonominin çevrimini belirleyen sanayi üretimidir.

Bunun böyle olması ve başka türlü olmaması, artı değer üretimi ve sömürünün kanallarının tıkanmadığını; bildiğimiz kapitalizmin bildiğimiz kapitalizm olarak devam ettiğini gösterir.

İstiyorsanız şöyle de diyebilirsiniz: 'Grafiklerden toplam ekonominin çevrimini belirleyen sanayi üretimi olduğu sonucu çıkartılabileceği gibi mali sektör de (hizmet sektörü de) olabilir sonucunu çıkartabiliriz'. Doğru böyle de düşünülebiliriz. Ama böyle düşünürsek, mali sektörde krizin patlak vermemesine rağmen; krizden dolayı bankaların, mali kurumların batmamasına, kredi sorunuyla karşılaşılmamasına rağmen ekonominin krizde oluşunu nasıl açıklayacağız?

4-Sanayi üretiminde kapasite kullanım oranının seyri


Üretim ile kapasite kullanımı arasında doğrudan bağ vardır; kapasite kullanımı, üretim arttıkça yükselir, üretimde gerileme kapasite kullanım oranında da gerileme anlamına gelir. Her iki kriz dönemini karşılaştırdığımızda (kriz öncesi yılda kapasite kullanım oranını 100 olarak alırsak) 2008 krizinin 2001'e nazaran daha ağır olduğunu görürüz. 2000'de ortalama kapasite kullanımı=100 bazında 2001'de bu oran yüzde 6,6 geriliyor; yüzde 75,9'dan yüzde 70,9'a düşüyor. 2002-2007 arasında kapasite kullanımı yüzde 75,4'ten yüzde 81,8'e çıkıyor. Bu oran 2008 kriz yılında yüzde 78,1'e düşerek, 2008'e göre yüzde 4,5 oranında (3,7 puan) geriliyor. 2009 kriz yılında ise imalat sanayinde kapasite kullanımı 68,9'a düşerek 2007'deki seviyesine göre yüzde 15,8 oranında (12,9 puan) gerilemiş oluyor.

Üretimin seyri hakkında önemli olan bu gösterge hareketine aylar bazında bakalım.

4.1-Kriz yıllarında aylar bazında imalat sanayinde kapasite kullanım oranı:



2001 ve 2008 yıllarında imalat sanayinde aylık kapasite kullanımı karşılaştırıldığında ancak Ekim ayında oranların birbirine yakınlaştığını görüyoruz. Ocak-Ekim 2008'de kapasite kullanım oranları Ocak-Ekim 2001'e göre oldukça yüksek. Bu dönemde kapasite kullanım oranı 2001 yılında yüzde 74'ün altında 2008 yılı için de yüzde 74'ün üstünde kalıyor. Ancak Ekim 2008'den itibaren durum değişiyor. Bu tarihten sonra kapasite kullanım oranı Mart 2009'da yüzde 59,2'ye kadar düşüyor ve Kasım 2008'den sonra yüzde 60 bandı içinde kalıyor.

5-Ekonomik kriz ve işsizlik



İşsizlikle ilgili verilerin gerçek durumu yansıtmadığını biliyoruz. Resmi veriler bazında durum tespiti yapacak olursak: Ekonominin gelişmesiyle işsizlik oranı arasındaki bağ, teknolojinin üretimde yoğun kullanılmasından dolayı artık pek anlamlı değildir; öyle ki işsizlik oranı bir kriz göstergesi olmaktan çıkmıştır. Şüphesiz ki, kriz döneminde daha çok sayıda işçi sokağa atılmakta ve işsizlik oranı yükselmektedir. Ama üretimde teknolojinin yoğun kullanımı krizsiz yıllarda da işsizlik oranının yükselmesine veya belli bir seviyede kronikleşmesine neden olmaktadır. Bu anlamda üretimde yoğun teknoloji kullanımıyla kitlesel kronikleşmiş işsizlik arasında diyalektik bağ vardır; kapitalizmin ilk evrelerinde -daha ziyade 1920'li yıllara kadar olan dönemde- ekonomik krizle artan işsizlik arasındaki yasanın yerini, o zamana kadar bir eğilim olan işsizliğin kitlesel kronikleşme yasası almıştır; günümüzde kronik kitlesel işsizlik artık kapitalist üretim biçiminin bir yasası olmuştur. Teknolojinin bu gelişme seviyesinden sonra kapitalizmin bu işsizlikten kurtulmasının olanağı yoktur. Kronik kitlesel işsizlik nesnel bir gerçekliktir. Bugün açısından kapitalist üretim için “normallik” , kronik kitlesel işsizliğin, Marks’ın deyimiyle eğilim olmaktan çıkarak kapitalist üretim biçiminin bir yasası olmasıdır.

Bunun ne anlama geldiğini yukarıdaki grafikte de görüyoruz: İşsizlik oranı kriz yılı 2001'de 2000'e göre artıyor; oran yüzde 6,6'dan yüzde 8,5'e çıkıyor. 2002 ve sonraki yıllarda, 2008'e kadar ekonomi krizde değil, ama işsizlik oranı buna rağmen artıyor. Ekonomi 2002'de krizden çıkıyor ama işsizlik oranı 2001'de yüzde 8,5'ten yüzde 10,3'e çıkıyor. 2003'te yüzde 10,8'e kadar çıkıyor, ancak sonrasında 2007'ye kadar yüzde 9,9'a düşüyor. 2008'de krizin etkisiyle yüzde 11'e ve 2009'da da yüzde 15,8'e çıkıyor. Ekonominin krizden çıkması durumunda işsizlik oranının çok gerileyeceğini, diyelim ki yüzde 5'lerin altına düşeceğini düşünmek bir hayaldir. Kriz döneminde kapitalistler „eskimiş“ sermayeyi yok ederler; yeni sermaye yatırımları yaparlar. Yatırım demek, rekabet edebilmek için üretimde modern teknoloji kullanmak demektir; modern teknoloji daha çok işçinin sokağa atılmasıdır. Bunun böyle olduğunu ve başka türlü olamayacağını önümüzdeki dönemde göreceğiz.

6- 2001 ve 2008'den beri devam eden krizlerinin kısa bir karşılaştırması

Yukarıda yazı içinde bazı karşılaştırmalar yapıldı. Karşılaştırma yapmak için birçok göstergeyi değerlendirmek gerekir. Sanayi üretiminde, GSYİH'da gerileme oranlarını hangi krizin daha ağır olduğunu göstermek için vermek yetmez.

Genel kanı 2001 krizinin daha ağır olduğu doğrultusundadır. Birçok açıdan da bu doğrudur. Ama bütün açısından baktığımızda başka bir durumla karşı karşıya kalırız.

2001 kriz döneminde yaşanan kur hareketliliğini şimdiki krizde görmüyoruz.

2001 kriz döneminde krizden kaynaklı yaşanan siyasi krizi şimdiki kriz döneminde yaşamadık; krizin burjuva siyasete yansıması sonucunda kimi siyasi partiler siyaset sahnesinde silinmişti. Böyle bir gelişme şimdi yaşanmıyor.

2001 krizinde toplam sanayi üretimi yüzde 8,7 ve HSYİH da yüzde 7,5 oranında mutlak gerilemişti. 2009'u esas alırsak şimdiki krizde toplam sanayi üretimi yüzde 9,6 ve GSYİH da yüzde 4,7 oranında mutlak geriledi. Şimdiki krizde sanayi üretimindeki gerileme daha büyük, ama GSYİH'daki gerileme daha az.

2001 yılında ekonomi nispeten kısa bir zaman içinde, bir senede toparlanmış ve mutlak büyümeye geçmişti (2002'de toplam sanayi üretiminde büyüme oranı yüzde 9,5 ve GSYİH'da da yüzde 8,4). Şimdiki kriz için bu söylenemez; bu kriz daha uzun sürmüştür; 2008'de başlamış (bu yılın son iki ayında sanayi üretimindeki mutlak düşüş sonucunda yıl ortalaması olarak sanayi üretiminin büyümesi -2,1'de kalmıştır. Bunun etkisi GSYİH'ya da yansımış ve GSYİH'nın 2008'deki büyüme oranı yüzde 0,9'da kalmıştır.

Açık ki yaşanmakta olan kriz 2001'e göre daha tahrip edici olmuş ve hala devam etmektedir.

2001 krizinden nispeten hızlı çıkışın nedeni 2000-2004 dünya ekonomik krizinin bazı ülkelerdeki etkisinin nispeten önemsiz kalmasında aranmalıdır; bundan dolayıdır ki, Türkiye'nin ihracatı o dönem hızlı bir artış göstermiş ve bu da krizden çıkışta önemli bir faktör olmuştur. Şimdi yaşanmakta olan dünya ekonomik krizinin ne denli ağır olduğunu göstermek için 1929-32 kriziyle karşılaştırıyoruz. Açık ki yaşanmakta olan dünya ekonomik krizi oldukça ağırdır ve bu da Türkiye'nin ihracat olanaklarını sınırlandırmaktadır; Türkiye'nin ihracatının çoğunlukla Avrupa ülkelerine yapıldığını ve bu ülkelerin de krizde oldukları düşünülürse bu dönemde ihracatın ekonominin toparlanmasında ölmeli bir faktör olamayacağı anlaşılır. Yani dış talep yetersiz.


Burada bizi ilgilendiren kriz yıllarında ihracat hareketidir. 2000'de 2001'e toplam ihracat olağanüstü artıyor; 2000'e göre 2001'de toplam ihracat 2,8 misli artıyor.

2007'den 2008'e ise toplam ihracat yaklaşık yüzde 8 geriliyor. 2007 ve 2009 değerlerini karşılaştırmaya gerek yok.

Bu durumda: 2001 krizinden çıkışta ihracat önemli bir faktör olmuştur. Şimdiki krizde ise ihracat 2001'deki rolünü oynayamamıştır. Türkiye'nin ihracatında önemli olan ülkelerde ekonomik kriz devam ettiği müddetçe de bu rolünü oynayamayacaktır.

2001 krizinde sanayi üretiminde rekor daralma Mart ayında (1997=100 bazında yüzde 88,1), yılın çeyreklerine göre ise yılın ilk çeyreğinde yaşanmıştır (- 8,6). Aynı dönemde GSYİH'da en büyük daralma yılın çeyrekleri bazında son çeyrekte yaşanmıştı (- 9,8). Şimdiki krizde sanayi üretiminde aylık bazda en büyük daralma Şubat 2009'da (2005= 100 bazında yüzde 84,6), yılın çeyreklerine göre ise -9,5 ile 2009'un ilk çeyreğinde yaşanmıştı. Şimdiki krizde GSYİH, yılın çeyreği bazında-14,5 ile 2008'in son çeyreğinde dibe vurmuştu.

2001 krizi sürecinde yılın çeyrekleri bazında sanayi ilk iki çeyrekte arka arkaya (1. çeyrek -8,6 ve 2. çeyrek -4,1) ve dördüncü çeyrekte (-2,4) mutlak küçülmüştü. GSYİH ise 2001 yılının son üç çeyreğinde (2. çeyrek= -6,3; 3. çeyrek= -6,5 ve 3. çeyrek= -9,8) mutlak küçülmüştü.

Şimdiki krizde ise sanayi üretimi yılın çeyrekleri bazında 2008'in 3. çeyreğinden 2009'un ilk çeyreğine kadar 4 çeyrek (1 sene) arka arkaya küçülmüştür. GSYİH'da ise küçülme 2008'in son çeyreğinden 2009'un 3. çeyreğine kadar arka arkaya 4 çeyrek (1 sene) devam etmiştir.

Bu veriler yaşanmakta olan krizin 2001 krizine göre daha uzun sürdüğünü göstermektedir.

2001 krizinde mali sektör resmen dağılmış, 21 banka batmış ve devlet bu batıkları ödemek için 40 milyar dolarlık bir yükün altına girmişti. Şimdiki krizde böyle bir sorun yaşanmamıştır. Ötesinde krizin en ağır olduğu yılda (2009) 10 büyük banka 18 milyar lira kar etmiştir. (Bu karda Ziraat Bankası'nın payı 3 milyar 511 milyon lira; Garanti Bankası'nın payı 3 milyar 100 milyon lira; İş Bankası'nın payı 2 milyar 752 milyon lira ve Akbank'ın payı da 2 milyar 722 milyon lira idi).

2001 krizine göre şimdiki krizde işsizlik oranı daha yüksektir; daha çok insan işsiz kalmıştır. 2001'de işsizlik oranı yüzde 8,5'ten 2008'de yüzde 11'e çıkarak 2,5 puan, 2009'da ise yüzde 15,8'e çıkarak 7,3 puan artmıştır.

2010 verileri ekonomide kıpırdanmanın canlanma trendine girdiğini göstermektedir; 2010'un verili aylarında bir yıl öncesi aynı aya göre Ocakta yüzde 12,3; Şubatta yüzde 18; Martta yüzde 21,2; Nisanda 17,3 ve Mayıs ayında da yüzde 15,6 oranında büyümüştür. Bu trendin devam etmesi durumunda 2010 yılı Türk ekonomisi açısından kriz yılı olmayacaktır.

7-Mali krizsiz fazla üretim krizi veya borsa, banka, kredi, para krizi olmaksızın fazla üretim krizi

Üzerinde durduğum sorun, Marksizmin sadece ve sadece fazla üretim krizlerini kapitalizme özgü krizler olarak tanımladığıdır. Diğer krizler kapitalizme özgü değildir; borsa banka, spekülasyon krizleri kapitalizmden önce de vardı. Bu krizlerin kapitalizm döneminde de patlak vermeleri onların kapitalizme özgü olduklarını göstermez. İkinci nokta, her spekülasyon, borsa, banka, para; bir bütün olarak her mali kriz mutlaka ve mutlaka fazla üretim krizi değildir; bazen fazla üretim krizinin habercisi, başlangıç aşamasındaki görünümü olurken bazen de olmayabilir. Bu kriz türlerini aynılaştırmanın ne anlama geldiği baş bir yazının konusudur. Türkiye ekonomisinde yaşanan son iki kriz bu ayrımı yapıyor: 2001 krizi mali sektörde başladı, hemen arkasından da sanayi üretimini vurdu ve böylece fazla üretim krizine dönüştü. 2008'de başlayan ve 2009'da derinleşen kriz ise doğrudan fazla üretim krizi olarak başladı. 2001 krizinde mali sektör tamamen çökmüş, toplam 21 banka iflas etmiş, ekonomi dışarıdan bakan olarak getirilen K. Derviş üzerinden başta IMF olmak üzere yabancı sermayeye teslim edilmişti. IMF'nin dayatmaları Mecliste arka arkaya çıkartılan yasalara dönüştürülmüştü. Şimdiki krizde ise tek bir banka batmamış, öyle ki hükümet IMF ile kriz programı oluşturmaya dahi yanaşmamıştır. Demek ki, mali kriz olmaksızın da fazla üretim krizi olabiliyormuş. Türkiye bunun tipik bir örneği. Şüphesiz ki, başka örnekler de vardır. 1987'de borsa krizini yeni bir dünya ekonomik krizi takip etmedi veya o kriz yeni bir dünya fazla üretim krizine dönüşmedi.

Salt spekülasyon, borsa, banka, para; bir bütün olarak mali sektör ile sınırlı kalan krizlerle başlangıçta görünümü mali kriz olarak; spekülasyon, borsa, para, banka krizleri olarak patlak veren fazla üretim krizleri arasındaki fark ekonominin seyri analiz edilerek anlaşılabilir. Sermaye ne denli uluslararasılaşırsa uluslararasılaşsın, spekülatif sermaye ne denli güçlenirse güçlensin sorunun özünde değişen bir şey yoktur. Ekonominin çelişkileri yeni bir fazla üretim krizinin patlak vermesine neden olacak kadar kesinleşmemişse, en ağır mali krizlerin etkisi en fazlasıyla ekonominin; maddi değerlerin üretimini olumuz etkilemekle sınırlı kalır. Ama yeni bir fazla üretim krizi için çelişkiler keskinleşmişse mali sektördeki gelişmeler patlak veren fazla üretim krizinin görünüm biçimleri olur.

Bu ayrımın yapılması iki nedenden dolayı önemlidir: Birincisi teorik nedenden dolayı. İkincisi ise, birincisine bağlı olarak, mali sektöre konjonktür oluşturacak yetenek verme çabasından dolayı. Kapitalizmi kendiliğinden çökertenler, işçi sınıfını önemsizleştirmek, onun tarihsel misyonunu reddetmek, toplumsal ilerlemeyi; altüst oluşu küreselleşmiş sermayenin aynılaştırdığı “çokluk”a havale etmek; böylece sınıf örgütlenmesi yerine “çokluk” örgütlenmesini koymak vb. için kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartmaya çalışıyorlar. Artı değer üretiminin, sömürünün kanallarını tıkamak; artık kapitalizm çökmüştür demek veya çökmek üzeredir demek, sermayenin konjonktür hareketinde fazla üretim krizlerinin -sanayinin- önemsizleştiğini; sanayi sermayesinin bütün sermayelerin anası olmaktan çıktığını, onun yerini spekülatif sermayenin; daha genel anlamda ifade edecek olursak maddi değerlerin üretiminden kopmuş sermayenin aldığını ve tam da bu sermayenin konjonktür oluşturduğunu -sermaye hareketi yasasını ifade ettiğini- savunmaktan başka bir anlam taşımaz.

Anlaşılması için basitleştirelim: Hizmet sektöründe faaliyet sürdürebilmek için, borsalarda kumar oynayabilmek için; kağıt üzerinde milyarlara milyarla katabilmek için; kısaca konjonktür oluşturma yeteneği verilen spekülatif sermayenin oluşabilmesi için bütün bunların çıkış noktası olan maddi değerlerin üretiminin gerçekleştiriliyor olması gerekir. Maddi değerlerin üretiminde tarım değil de sanayi belirleyici rol oynadığına göre bu alanda üretim gereklidir. Türkiye ekonomisinde sanayi üretiminin ağırlığı yüzde otuzdan biraz fazla. Yüzde 10 kadarı tarım kesiminde ve yüzde 60'ı da hizmetler sektöründen kaynaklanıyor. Yani görünüşte belirleyici olan hizmet sektörü. Ama gerçek durum tamamen farklıdır: Ekonomideki ağırlığı yüzde 60 olan hizmet sektörünün iş yapabilmesi için sanayi ve tarım sektörünün üretmesi gerekir; ürün olmazsa ticareti olmaz, üretim olmazsa borsada kumar oynanamaz. O halde, yönlendirici olan hizmet sektörü değil, sanayi sektörüdür. Üretim olmaksızın toplum var olamayacağına göre, kapitalizmde de var olabilmek için üretmek gerekecektir; bu durumda kapitalizmde üretim; sanayi sermayesi bütün sermaye türlerinin anası olmaya, konjonktür hareketini belirlemeye devam edecektir.

Kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartmaya çalışan çevre sayısı oldukça çoktur. Bunlar, umutsuzlar dünyasının temsilcileridir. Düzene küskündürler, umduklarını bulamamışlardır. Şimdi, daha doğrusu şu küreselleşme furyasından bu yana yeni bir çıkış yolu bulduklarını sanıyorlar. Dünyayı değiştirmek için kapitalizmi yok sayıyorlar, onun yerine emperyalizm ötesi bir evre koyuyorlar ve bu evreye tekabül eden toplumsal ögeleri oluşturuyorlar.

Bunlarla, Nelte'lerle işimiz henüz bitmedi.

16 Temmuz 2010 Cuma

NEOLİBERALİZM VE SOSYAL HAREKETLER-II*



(DÜNYA SOSYAL FORUMU - CENAZE II)

„Küreselleşme“ kavramı, özellikle Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana oldukça farklı yorumlanmış ve her bir yoruma göre de farklı siyasal, teorik, ideolojik sonuçlar çıkartılmıştır. Öyle ki, kapitalist toplumun uzlaşmaz iki sınıftan (proletarya ve burjuvazi) ve ara sosyal tabakalardan oluştuğu gerçeği bir kenara itilmiş ve sorun, küreselleşmeden yana olanlara ve küreselleşmeye karşı olanlara indirgenmiştir. Ya küreselleşmeden yanasın ya da küreselleşmeye karşısın. Yana ve karşı olmada sınıfsal köken, sınıfsal duruş önemsizleştirilmiştir veya kıstas olarak alınmamıştır. Bu da yetmiyormuş gibi “küreselleşme”, yeni bir düzenin, yeni bir dönemin ifadesi olarak yorumlanmaya başlanmıştır.

Emperyalist burjuvazinin ideologlarına göre “küreselleşme”, demokrasidir, özgürlüktür, refahtır. Ama uluslararası kitle hareketinin Dünya Sosyal Forumu (DSF) ve Avrupa Sosyal Forumu (ASF) kesimlerine göre de “sosyal devlet”in yıkımı demektir. Bazı küçük burjuva çevrelere göre de emperyalizmin gelişmesinin yeni, en son evresidir/aşamasıdır.
Marksist teori açısından küreselleşme kavramının içeriğinde herhangi niteliksel bir değişme olmamıştır. Küreselleşmenin ne anlama geldiğini Marks ve Engels daha Komünist Manifesto’da açıklarlar (1).

9 Ocak 1848’de Brüksel’de “Serbest Ticaret Sorunu” üzerine konuşmasında Marks, daha o zaman, neoliberalizmin ve küreselleşmenin ne anlama geldiğini şu sözlerle açıklıyordu:

“Öyleyse bugünkü toplum koşullarında serbest ticaret nedir? Sermayenin özgürlüğü. Sermayenin özgür gelişmesini hala sınırlayan (mevcut) birkaç engeli yıkarsanız, böylece onun faaliyetini tamamen zincirlerinden kurtarmış olursunuz…
Beyler, soyut kavram özgürlükten etkilenmeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, tekil bir bireyin başka bir birey karşısındaki özgürlüğü değildir. Bu, sermayenin, işçiyi ezmesi için özgürlüktür“(2).

Küreselleşme, kapitalist üretim biçiminin; sermayenin; kapitalist üretimin; bir bütün olarak sermaye hareketinin uluslararasılaşmasından başka bir anlam taşımaz. Marks’a göre küreselleşme, kapitalist üretim biçiminin genişleme zorunluluğudur, dünya pazarının oluşmasına özgüdür.

“Kapitalist üretim biçimi,… maddi üretici gücün gelişmesinin ve bu güce tekabül eden bir dünya pazarının yaratılmasının tarihsel bir aracıdır, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna tekabül eden kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır”(3).
“Bizzat dünya pazarı, bu üretim biçimi (kapitalist üretim biçimi kast ediliyor, çn.) için temel teşkil eder. Diğer taraftan, bu üretim biçiminin giderek büyüyen bir ölçekte üretimde bulunma yolunda kendi özünde bulunan zorunluluk, sürekli olarak dünya pazarını genişletme eğilimi yaratır ve burada sanayide devrimlere yol açan şey, ticaret olmaz, ticareti devamlı biçimde kökünden değiştiren sanayi olur” (4).

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında ise küreselleşme, dünya ekonomisinin oluşmasının ve bu ekonominin kapitalist üretimin henüz hakim olmadığı alanlarda/ülkelerde horizontal ve hakim olduğu alanlarda/ülkelerde ise vartikal gelişmesinin ifadesidir.

Demek ki, küreselleşme denen olgu hiç de yeni değildir, dünya ticaretinin oluşmaya başladığı 18.yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana yaşanmakta olan bir süreçtir; kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşma sürecidir. Emperyalist çağ ise, aynı zamanda, emperyalist küreselleşme çağı demektir. Bu anlamda yeni olan “küreselleşme” değil, en fazlasıyla onun gelişme derecesinin nicel boyutlarıdır.

Emperyalist küreselleşme ile neoliberalizm arasında bağ kuruluyor ve birbirlerinin doğrudan sonuçları ve nedenleri olarak gösteriliyor. Birçok aklı evvel küçük burjuva açısından neoliberalizm, küreselleşmenin kaçınılmaz politik/doktiriner sonucudur veya neoliberal politikalar uygulanmaya konduğu için, küreselleşme hızlı gelişmiştir. Yani burada bir tercih politikasından bahsediliyor.

Peki neoliberalizm nedir?
Neoliberalizmin formülü, her şeyi pazara bırak, refah içinde yaşamak istiyorsan kapitalizme sımsıkı sarıldır. Neoliberalizm, bütün yaşam alanlarını pazar mekanizmasına tabi kılar. Neoliberalizm açısından her şey; bütün yaşam alanları metalaşmalıdır; insan, doğa, bilim, ahlak vs. vs. metalaşmalıdır ve bu süreç, bütün dünyada sınırsız bir biçimde yaygınlaştırılmalıdır. Bu anlamda neoliberalizm, pazarın tam, her yönlü hakimiyeti (totalitarizmi) demektir.

Neoliberalizm, emperyalist burjuvazinin elinde bir hareket etme konseptidir, günümüz kapitalizminin iktidar yapılarının ideolojik üst yapısıdır. Bu anlamda neoliberalizm, varlıklı olanların; varlıklı ulusların, varlıklı sınıfların, fakirlerin; fakir ulusların ve sınıfların karşısında küresel hakimiyetinin meşrulaştırılmasıdır; emperyalist ülkelerin; uluslararası tekellerin, emperyalist burjuvazinin ezilen uluslar; emperyalizme bağımlı ülkeler, dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınları üzerinde küresel hakimiyetinin meşrulaştırılması demektir.

Neoliberalizm, bu içeriğini gizlemek için, sermayenin ekonomik ve siyasi çıkarlarının bütün toplumun çıkarları olarak meşrulaştırmaya önem verir. Burada da yeni olan bir şey yok. Çünkü sermaye bunu,üretim ve topluma hakim olduğundan bu yana yapmaktadır.
Neoliberalizm, bütün dünyanın (doğanın ve insanlığın) kapitalizmin yasallıklarına tabi kılınmasının bugünkü siyasi refakatçisidir.

Neoliberalizmin hakimiyeti nasıl açıklanabilir?
II. Dünya Savaşının beraberinde getirdiği dünya çapındaki yıkım; özellikle Avrupa’daki tahribat o denli büyüktü ki, üretim ve tüketim araçları açısından pazarların doyumu 1970’li yılların başına kadar sürdü. Bu dönemde önde gelen emperyalist ülke ekonomilerinin; bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisinin gelişme seyrine baktığımızda şu veya bu emperyalist ekonomide kapsamlı/derin olmayan ekonomik krizler, neredeyse tam istihdam, nispeten artan bir “refah” görüyoruz. Bu dönemde dünya ekonomik krizi de görülmüyor. 1970’li yılların başına kadar sermaye birikimi, pazarların doyumu bazında sağlanıyor. Pazarların doyuma ulaşması ise sermaye birikimi koşullarını değiştiriyor. Maddi değerlerin (sanayi) üretiminde gözle görülen durgunluk, hala devam eden eğilim oluyor. İşsizlik, çok belirgin bir şekilde kronik ve kitlesel oluyor. Maddi değerlerin üretimi alanında sermayenin kendisini değerlendirmesi (azami kar) olanakları daralıyor. Kapitalist dünya, yeterli azami kar getirmediği için maddi değerlerin üretimine akmayan devasa boyutlara varan bir sermaye birikimi ile karşı karşıya kalıyor (5).

Gelişmenin böyle olmasının ve başka türlü olmamasının ne neoliberal politikayla ve ne de küreselleşmeyle doğrudan birincil derecede ilgisi vardır. Sermaye hareketi (burada birikim süreci) kendi nesnel yasaları doğrultusunda gelişiyor ve bu gelişmede belirleyici olan, sermayenin politik tercihlere, bu durumda neoliberal veya başka politikalara göre değil, nesnel yasalarına göre hareket etmiş olmasıdır.

Kapitalist ekonominin bu durumu, burjuva ideologlar, iktisat bilimcileri tarafından yoğun olarak tartışılmıştır. Buna, monetaristlerin ve fiskalistlerin bilim dünyasındaki tartışmaları da diyebiliriz. Bu tartışmalarda neoliberalciler (monetaristler), kuralsızlaştırılmış, devletin müdahalesinin olmadığı, her şeyin metalaştırıldığı bir pazar sistemini savunurlarken Keynesçiler (fiskalistler), devlet müdahaleciliğini, “sosyal devleti” savunmuşlardır. Bu tartışmalar sonuçta, önce merkez bankalarına ve sonra da hükümetlere yansımıştır.

O zamana kadar sermaye hareketinin sosyal politik ifadesi olan Keynesçilik, artık sermaye hareketinin seyrine tekabül etmediği için reddedilmiş ve yerini neoliberalizm almıştır.
Keynesçilik, neokeynesçilik olarak monetarizm biçiminde hakim olmaya başlayan neoliberalizme karşı “savaşarak” geri çekilmeye başlamıştır.

İngiltere’de M. Thatcher’in, ABD’de R. Reagan’ın iktidarları döneminde neoliberalizm denen buyeni eski öğreti (pazar güçlerinin kendi kendini tedavi etmesi esprisi), pratikte uygulanmaya konmuştur. Artık sermaye hareketinin politik ifadesi neoliberalizm olmuştur. Bugünlerde bu kavram, “arz politikası” ile güçlendirilmiştir. Yani emperyalist küreselleşmenin birer öğesi olarak ifade edilen kuralsızlaştırma, özelleştirme, devletin geri püskürtülmesi, esnekleştirme vs. vs. “arz politikası”nın da birer öğesidir.

Neoliberalizm, 20. yüzyılın ‘30’lu yıllarından bu yana kavram olarak kullanılır olmuştur, ama ancak ‘80’li yıllardan itibaren etkili, hakim olmaya başlamıştır. 1970’li yıllar Keynesçilikten neoliberalizme geçiş yılları olmuştur. Emperyalist burjuvazinin Keynesçi toplum politikası, gerçek toplumsal gelişmeye artık ayak uyduramıyor, buna karşın zincirlerinden boşanmış kapitalizm savları daha çok taraftar buluyordu.

Kapitalizmin Keynesçi düzenlenmesinde sermayenin birikim dinamiği, toplumsal yeniden üretim ve buna bağlı olarak tam istihdam merkezde durur. Neoliberalizmde ise esas olan, “bütün iktidar pazarlara”dır. Ve böylece toplumsal açıdan tam istihdam değil, sermaye birikimi dinamiğinin sekteye uğratılması pahasına da olsa, en varlıklı, en zengin olanların öncelikli olmalarıdır.

Neoliberalizm yanlıları, kapitalist ülkelerdeki 1970’li yıllardan itibaren görülen olumsuz gelişmelerden Keynesçiliği; onun müdahaleciliğini sorumlu tuttular. Bunun yanı sıra, ne sosyal demokrat partilerde, sendikalarda ve var olduğu kadarıyla toplumsal harekette; yeni Keynesçiliği, “sosyal devleti” savunan kesimlerde neoliberalizme karşı yeterli bir ideolojik bilinç gelişmemişti. Ayrıca, II. Dünya Savaşından sonra, “refah devleti” koşullarında gelişen sosyal hareket, o “altın yıllar”ın etkisiyle olsa gerek, gevşemiş, dinamiğinden çok şey kaybetmiş ve parçalanmıştı.

O dönem teori tartışmaları, reel politikacılar açısından pratik-politik pragmatizm için faydalı olmayan tartışmalardı. Bugün küreselleşme şemsiyesi altında “tarihin sonu”nu getirenler o günlerde de“ideolojilerin sonu”ndan bahsediyorlardı. Burjuva medyanın da desteklediği neoliberalizm yanlısı propaganda ile neoliberalizmin dolduracağı bir siyasi, teorik boşluk oluşturulmuştu.

İşçi hareketinin ve partilerinin gelişmesi de Sovyet modern revizyonistleri tarafından, salt Sovyet propagandasının aracı olarak biçimlendirildiği için felce uğratılmıştı. Silahsızlanma, barış, çevre kirliliği sorunları çerçevesinde şekillenen kitlesel harekette, bugün neoliberal dayatmalar diye tanımladığımız sorunların oluşumuna pek ilgi yoktu. Neoliberalizm, sosyal hareketlerin zaaflarından da yararlanarak gelişiyordu ve 1990’lı yılların başında tarihin sonunun geldiğini açıklayacak kadar güçlenmişti.

Avrupa’da sosyal demokrat partilerin duruşları, “sosyal devlet” yanlılarını hayal kırıklığına uğrattı. Avrupa’da iktidarda olan bütün sosyal demokrat partiler, zincirlerinden boşanmış kapitalizmin siyasi temsilcileri oldular. Sermaye, bu partileri kendine hizmet edecek, neoliberal kararlar alacak ve uygulayacak kıvama getirdi.“Üçüncü yol”dan bahseden Almanya ve İngiltere buna tipik bir örnektir.

Neoliberalizm, tam hakimiyet kurabilmek için, fiilen ve potansiyel olarak kendisine karşı mücadele edecek toplumsal güçleri etkisizleştirmesi gerekir. Yani sendikaları, sivil toplum örgütlerini etkilemesi, örgütsel olarak bölmesi, dağıtması ve siyasal olarak yönlendirmesi gerekir. Dünyanın neresinde olursa olsun neoliberal dayatmaların sonuçlarından birisi de bu olmuştur. Özelleştirmelerin, pazarları kuralsızlaştırmanın, esnekliğin sonuç itibariyle sendikal mücadeleye darbe vurduğunu kim inkar edebilir.

Bugün bütün yönleriyle yaşanan neoliberalizmin ne türden ilişkileri geliştirdiği ve esas aldığı konusunda Engels’in şu sözleri çok anlamlıdır:
“İngiliz burjuvazisi kadar ahlaksız ve bencilliğiyle düzeltilemeyecek kadar yozlaşmış, herhangi bir ilerleme yeteneğinden yoksun bir sınıf görmedim. Burada her şeyden önce, kelimenin gerçek anlamıyla burjuvaziyi, özellikle liberal, Hububat Yasalarına karşı çıkan burjuvaziyi kastediyorum. Onun için yeryüzünde, kendisi de dahil para için var olmayan hiçbir şey yoktur. Para kazanmaktan başka hiçbir yaşamı yoktur. Hızla kazanmanın mutluluğundan başka mutluluk tanımaz, kaybetmekten başka da hiçbir acı tanımaz. Böylesine bir tamah ve kazanma hırsı karşısında, herhangi bir insanca duygunun yozlaşmadan kalması olanaksızdır... Sonuç olarak tek kesin amaç, kendi çıkarlarıdır ve özellikle para kazanmaktır. Bir keresinde Manchester'a böyle bir burjuvayla gittim ve ona işçilerin içinde bulunduğu korkunç durumu, yapıların sağlığa zararlı olduklarını ve hayatımda hiç bu denli kötü bir kente gitmemiş olduğumu söyledim.. Beni sonuna dek sessizce dinledi ve ayrılırken şöyle dedi: "Ama yine de burada iyi para kazanılıyor, iyi günler efendim". Para kazanırken işçilerinin aç olup olmadıkları, İngiliz burjuvalarının umurlarında bile değil. Yaşamın tüm koşulları parayla ölçülür ve para getirmeyen her şey saçma, pratik olmayan, idealist laflardır, işte bu yüzden Politik Ekonomi, para kazanma yollarını araştıran bilim, bu tefeci Yahudilerin en sevdikleri konudur. Herkes iktisatçıdır. Sanayiciyle işçiler arasındaki ilişkide insanca hiçbir yön yoktur ve bu ilişki tamamen ekonomiktir. Sanayici "sermaye", işçi ise "iş"tir. Eğer işçi bu soyutlamayı kabul etmezse, kendisinin iş değil, bir insan olduğunda diretirse, işgücüyle birlikte birçok duygulara sahip olduğunu belirtip "iş" olarak, meta olarak kendisinin piyasada satılıp alınmasına izin vermezse, burjuvanın mantığı durur. Burjuva, işçiyle alım satımdan başka bir ilişki bütünü içinde olduğunu kavrayamaz. Onları insan olarak değil, sık sık yüzüne karşı da söylediği gibi, sadece "el" olarak görür. Carlyle'ında dediği gibi, "nakdi ödeme”nin insanla insan arasındaki tek ilişki olduğunda ısrar eder. Hatta karısıyla kendisi arasındaki ilişki bile yüzde doksan dokuz, sadece bir "nakdi ödeme"dir. … Para insanın değerini belirler; o, "on bin sterlin değerindedir." Parası olan bir kişi, "iyi bir insandır", "nüfuzludur" ve onun yaptıkları çevresinde önemlidir. Pazarlık ruhu, dili etkisi altına alır, tüm ilişkiler iş terimleriyle ve ekonomik kategorilerle ifade edilir. Arz ve talep, İngiliz burjuvalarının tüm insan yaşantısını değerlendirirken kullandıkları formüllerdir. İşte böylece serbest rekabet, her konuda, laissez faire, laissez aller [bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler] her yerde, hükümette, tıpta, eğitimde ve devlet kilisesi çökmesine devam ettiği sürece de dinde ortaya çıkar. Serbest rekabetin hiçbir sınırlandırmaya, hiçbir devlet kontrolüne tahammülü yoktur. Devlet, onun için gereksiz bir yüktür. Serbest rekabet, herkesin herkesi istediği gibi sömürebileceği, tamamen devletsiz bir durumda tam mükemmel olur…”(6).

O gün olduğu gibi, bugün de her şeyin “değip değmediğinin” hesabı yapılıyor. Bütün toplumsal ilişkiler buna göre düzenleniyor. Bir taraftan toplumsal yaşamın bütün alanları üzerinde özel mülkiyetin hakimiyeti, diğer taraftan veya buna karşı olarak kontrol, ekonominin yönlendirilmesi. Yani bir lehte ve aleyhte oluşluk durumu söz konusu!

Bu leh ve aleyhte oluşluk, antiküresel denen hareketin doğmasının maddi koşulunu oluşturmuştur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlardan bahsetmiyoruz. Neoliberalizm ile “sosyal devlet” yanlılarının mücadelesinden bahsediyoruz. Bugünkü kapitalizmin hakim politikası neoliberalizmden ve ona karşı olan, “sosyal devlet”i talep eden, o toplumsal hareketi siyasi ve ideolojik olarak yönlendiren reformist ve pasifist güçlerden bahsediyoruz. Başlangıçta neoliberalist burjuvazi (kapitalizm) ile reformist, pasifist (Keynesçi kapitalizm, “sosyal devlet”) arasındaki çelişki, DSF’nin, uluslararasılaşmış sosyal hareketin doğmasını sağlayan çelişkidir.

Uluslararası protesto hareketinin (“Anteküresel Hareket”in) örgütsel bir yapısı yok. Bu hareket içinde reformizm ve pasifizmin örgütlenmesini, dolayısıyla neoliberalizme (IMF’ye, DB’ye, DTÖ’ye, Amerikan emperyalizmine, uluslararası tekellere) karşı reforme edilmiş kapitalizm için, “sosyal devlet” için mücadeleyi DSF ve aynı zamanda ASF temsil etmektedir. DSF ile neoliberalizm arasındaki çelişki, neoliberalizm ile Keynesçilik arasındaki çelişkidir. Bunun böyle olduğunu DSF’yi oluşturan temel güçlerin siyasal, teorik, ideolojik anlayışlarında görmekteyiz.

“Başka bir dünya mümkündür” sloganıyla geniş yığınları, “sosyal devleti” yeniden tesis etme mücadelesine koşmaya çalışan bu hareketin (DSF’nin) ne olup olmadığı sorusuna cevap vermek için bu forumun bileşenlerinin kimler olduğuna, örgütlenme anlayışına ve savunduğu düşüncelerin sınıfsal içeriğine veya farklı düşüncelere yaklaşımına bakmak gerekir. Bu yapılırsa onun “ne menem” bir enternasyonal kitle hareketi olduğu görülür.

Porto Alegre, Dünya Sosyal Forumu için eş anlamda kullanılan bir kavramdır ve Uluslararası Protesto Hareketinin Mekke’sidir. Floransa’da Avrupa Sosyal Forumu’nun Mekke’sidir. Bu “kutsal” yerlerde kapitalizme karşı nasıl mücadele ederiz değil, kapitalizmi nasıl sosyalleştirebilirizin, sınıf mücadelesinin önünü nasıl alabilir ve sosyalizmi alternatif olmaktan nasıl çıkartırızın tartışmaları yapılmıştır. On binlerle ifade edilen kalabalığı bir arada gören reformistler, “sosyal devlet” ve “demokratik” kapitalizm tapıcıları, “başka bir dünya mümkündür” sloganını, sosyalizmi alternatif olmaktan çıkartmak için kullanmışlardır. Şüphesiz, “neoliberalizme, militarizme ve savaşa karşı direniş” açıklaması olumludur. Ama bu kavramlar açıldıkça, sözel olumlu olan, olumsuzluğa dönüşüyor. Hele “barış ve sosyal adalet” talebine ne demeli! Bütün bunlar, ilk bakışta, her insanın kabul edebileceği, kabul etmesi gereken talepler. Neoliberalizmin, militarizmin, savaşın eleştirmenlerinin yoğun ifadesi olan DSF ve ASF, yüzünü neoliberalizm, militarizm savunucularına ve savaş yanlılarına dönerek, “ne olur” neoliberal uygulamalardan, militarizmden vazgeçin, savaş yanlısı değil, pasifist olun diyor.

Porto Alegre için “barış”, iki savaş arasındaki, silahların konuşmadığı durumdur. Porto Alegre, silahları konuşturmadan sömürün, talan edin deniyor. Öyle ya, kendi ülkelerinde militarizmi, ırkçılığı, asosyal politikaları, sömürgeciliği destekleyen, bu politikaların icrasında yer alan unsurların da katıldığı (örneğin Fransa ve Belçika’dan, Avrupa Parlamentosundan milletvekilleri) Porto Alegre kürsüsünden bundan daha “radikal” bir sonuç da beklenemezdi. Aynısı ASF için de geçerlidir.

Porto Alegre, DSF ve ASF, beklendiği gibi, “uluslararası veya çok uluslu tekellerin” “tamahkar”lığını reddediyor. Ama ulusal veya yerel tekellerin tamahkarlığı, tartışma konusu dahi edilmiyor.

DSF veya ESF, Uluslararası Protesto Hareketinin yoğunlaşmış ifadesidir. DSF, ASF veUluslararası Protesto Hareketi, bir ve aynıdır. DSF'de sahne alan figürler, ASF veya başka önemli toplantılarda da görülür.

MAI-Seattle, Davos ve DSF
1998 yılı başında „Multilateral Agreement of Investments“ (MAI) hazırlıklarının yapıldığı kamuoyu tarafından duyuldu. Bütün ülkelere kabul ettirilmek için planlanan bu anlaşma üzerine emperyalist ülkeler fikir birliği içindeydiler. Bu anlaşma, önce gizli olarak OECD çerçevesinde ele alındı. Anlaşma, uygulanması durumunda,geri kalmış ülkelerde yatırımcıların her türlü hakka sahip olmalarını öngörmekteydi. MAI, uluslararası tekellerin, bütün dünyayı talan etmeleri için hazırlanmıştı. Bu bir anayasaydı. Bütün ülkeler bu anayasanın kurallarına uymak zorunda kalacaklardı.

„Le Monde Diplomatique“, bu anlaşmanın ilk metnini yayımladı. Dünyanın başka yerlerinde de bu anlaşma üzerine görüşler açıklandı ve sonuçta bu anlaşma, yeni bir sosyal hareketin oluşması için itici güç, bir vesile oldu.

Dünyanın tamamen kapitalist çıkarlara tabi olmasını istemeyen insanlar, MAI oluşumuna, IMF’ye, DB’ye ve DTÖ’ye karşı çeşitli gösteriler örgütlemeye başladılar. Bu gösterilerin en tanınmışı Seattle’de gerçekleştirildi ve sonra başka ülkelerde de benzeri kitlesel gösteriler örgütlendi.

“Küreselleşme”nin neoliberal biçimine eleştirel tavır alan bir sosyal hareket, Davos olgusu karşısında tavırsız kalamazdı. Öyle de oldu. Dünyanın kendi mülkiyetlerinde olduğuna inananlar; tekelci sermayenin, hükümetlerinin ve uluslararası tekellerin temsilcileri 1971’den beri Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu (DEF) olarak her yıl toplanırlar ve dünyanın siyasi ve ekonomik geleceğini tartışırlar ve ticari ilişkilerini yürütürler.

Özellikle Brezilya’dan bazı “sivil toplum” örgütleri, dünya çapında oluşmaya başlayan protesto hareketinin Dovos’a, DEF’ye karşı, alternatif bir forum örgütleme düşüncesini geliştirirler. Başlangıçta amacın, bir anti-Davas forumu oluşturmak olmadığı, daha ziyade o güne kadar kitle protestoları örgütlemiş olan örgütlerin bir araya gelmelerini sağlamak ve sosyal öğelerin önplana çıkartıldığı bir oluşumu örgütlemek olduğu açıklanır. Ama sürecin de gösterdiği gibi, DSF, esas itibariyle bir ant-Davos Forumu olarak gelişmiştir. DSF’nin, Davos toplantısının düzenlendiği zaman diliminde gerçekleştirilmesi de bu niyeti göstermektedir.
Neoliberalizme karşı Dünya Sosyal Forumu anlayışı böyle doğar (7).

DSF’nin bileşenleri
DSF, bileşimini şöyle açıklıyor: “Oldukça çeşitliyiz: Kadınlar ve erkekler. Yetişkinler ve gençlik. Yerliler, köylüler ve şehirliler. İşçiler, işsizler ve evsizler. Yaşlılar ve öğrenciler. Her türden inançta olanlar, her renkten olanlar ve farklı seksüel eğilimleri olanlar. Bu çeşitliliğin ifadesi, bizim gücümüzdür ve birliğimizin temelidir“(DSF “İlkeler Şartı”ndan).
Yani kendisine “sol” diyenler, ekoloji grupları ve örgütleri, Attac gibi yeni tipten örgütler, sendikalar, küçük köylü örgütleri, insan hakları grupları, adaletli ticaret isteyen inisiyatifler, dini (kilise) gruplar vs.

Görüldüğü gibi, DSF’nin bileşenleri oldukça kalabalık, sayısal olarak çok. Çünkü her bir grup, her bir inisiyatif, her bir komite vb. kendini bu hareketin bir bileşeni olarak görmektedir. (Dünya çapında sayılarının 30 bin olduğu tahmin edilen Hükümet Dışı Örgütleri göz önüne getirelim).

DSF, sözde herkese açıktır. Genel olarak sosyal forum hareketinde ve dolayısıyla DSF’de de kilise „Global Player“dir. Dini çevrelere yer vardır, ama Marksist-leninistlerin, komünistlerin katılımı engellenir. Çünkü DSF bunları “saygı değer” ve “hoşgörülü” olarak görmüyor ve kabul etmiyor. Sadece devrimcilerin ve komünistlerin DSF’de yerleri yoktur.

Soruna sayısal açıdan değil de savunulan görüşler açısından baktığımızda, bu hareketin küçük burjuva, reformist, sosyal demokrat, anarşist, feminist, önemsiz de olsa troçkist çevrelerden, partilerden, sendikalardan, kitle örgütlerinden oluştuğunu görmekteyiz.

Yukarıdaki tanımlamayı sınıfsal çerçevede şöyle de ifade edebiliriz: DSF’de işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi,ulusal burjuvazi ve Avrupa menşeli emperyalist burjuvazinin reformist ve pasifist kesimleri yer almaktadır. Soruna siyasal yönelim ve savunulan düşünceler açısından baktığımızda DSF’de reformist ve pasifist düşünceler hakimdir.

DSF'nin veya Uluslararası Protesto Hareketinin başka bileşenleri
Hemen bütün NGO’lar bu hareketin içindedir- ve savunulan düşünceler bakımından gerçekten bir zenginlik kaynağıdır. Günümüz koşullarına ters düşen düşünceler yarışı düzenlense, Bu hareketin bazı bileşenleri mutlaka en önde olurlar. Bu egzotik görüşlerden bazıları şöyle:

Yerel “ekonomi” savunucuları: Başta Susan George olmak üzere bazıları, uluslararası tekellerin ve onların hizmetinde olan IMF, DB, DTÖ gibi kurumların reforme edilebileceklerine, demokratik kurallara göre hareket edebileceklerine ve ekolojik olabileceklerine artık inanmıyorlar. Bu nedenle emperyalizmin böl ve yönet mantığını boşa çıkartmak için yeni ittifakların oluşturulmasını öneriyorlar. Bunlara göre dünyanın her tarafından herkes birleşmelidir;

Genç, yaşlı, işçi köylü, üretici tüketici, emekli işçi, güneyden, doğudan, kuzeyden ve batıdan insanlar birleşmeliler. Bu insanların sürdürdükleri yerel (lokal) mücadeleler küreselleşmeli,küresel mücadeleler ile birleştirilmelidir.

İttifaklar oluşturmak, birleşmek zor değildir, çünkü insanlar uluslararası tekellerin zulmünü bizzat yaşıyorlar: (Çevreve iş yeri sorunları, yapısal ve dolaysız zor, insan onurunun çiğnenmesi, tecrit ve vatansızlık, yabancılaşma, güven ortamının olmaması, yoksulluk ve gıda yetersizliği vs.).

Bu sorunlara karşı mücadele içinde, küresel ekonominin zulmüne karşısı yerel ekonomiler alternatif olmalıdır. Emperyalist ekonomiye, küresel ekonomiye, bütün insanların katılacağı paralel ekonomiler alternatif olmalıdır.

Yerel ve ulusal demokrasiler güçlendirilmelidir. Uluslararası tekellerin, demokratik yapıların altını oymalarına müsaade edilmemelidir.

Bir “alternatif küreselleşme” gerçekleştirilmelidir. Bu, kooperatifsel birleşmiş çok sayıda yerel ekonomilerden oluşan “kooperatif küreselleşme”olmalıdır.

Uluslararası tekellerin, uluslararası işletmelerinde, çeşitli servislerinde çalışan işçilerin sendikal birlikleri bu tekellerin etkisini kırıcı rol oynar.

Bu anlayışın önde gelenlerinden S. George (ATTAC-Fransa), aynı zamanda “Tobin-Vergisi”ni de savunuyor. Hayal dağıtıcısı bu bayan, paranın nasıl harcanacağına, kadınlı-erkekli vatandaş örgütlerinin dünya çapında karar vermeleri gerektiğine inanır.

S. George, sınırların, sektörlerin ve çıkar birliklerinin ötesine geçen ve uluslararası zulme son vermeyi amaç edinen uluslararası ittifakların oluşturulmasını talep ediyor.

S. George, emperyalist burjuvaziye, ulusal ve uluslararası politikaya sadece talepler yöneltmekle yetinmiyor. İnsanlığa –abartmayalım!-,insanların çoğunluğuna hitap ediyor ve direktif veriyor: hemen, derhal “diğer ekonomi”yi kurmaya başlayın! Yani kendi başınıza bağımsız küçük üretime dönün!

Uluslararası Protesto Hareketi içinde reformist alternatif adımları yeterli bulmayan bir dizi başka gruplar da var. Bu gruplar, S. George gibilerinin taleplerini, reformist anlayışlarını oldukça yavaş ve oldukça uzlaşmacı adımlar olarak görüyorlar. Bu gruplar, böyle “yukarı”dan reformlarla yetinmek istemiyorlar vederhal “diğer ekonomi”nin inşasına başlamak istiyorlar. Anlayışları, her “anormal” insanın dahi anlayabileceği derecede basit: Nerede isen orada, günlük yaşamında “diğer ekonomi”nin inşasına koyul!Partilerin, parlamentoların politika değiştirip yeni politikalar uygulamalarını beklemene gerek yok! Böylece bu egzotik gruplar,kendilerini ve topluluklarını ilgilendiren ekonomi süreçleri üzerine kontrolü yeniden ele geçirmek, ekonomiyi değiştirmek istiyorlar.
Biraz anarşizm, biraz luddizm, biraz bireysellik (“her koyun kendi bacağında asılır!”) biraz nostalji, biraz da burjuva düzene küskünlük, böyle bir egzotizmi ortaya çıkartıyor.

Bu iktisadi ve siyasi egzotizm hafife alınmamalıdır, çünkü bu “diğer ekonomi” anlayışı, yeni değildir ve bütün dünyada sayısız inisiyatif gruplar tarafından kabul görmektedir.
ABD’de, Kanada’da ve Avrupa’da (özellikle emperyalist ülkelerinde) “aşağıdan ekonomi” kavramıyla ifade edilen bir dizi proje uygulanır; kapitalizme sırt çevirenler, bu düzenin ekonomik, ekolojik, sosyal sonuçlarına tahammül edemeyenler ve Robin Hood anlayışını ve Robinson yaşamını tercih edenler, kendi “yerel ekonomi”lerini kurarlar. Güya bu “diğer ekonomi” ile tekelci kapitalizme alternatif olduklarını veya olacaklarını sanırlar.

“Diğer ekonomi”, kendi başına üreten, ürettiği ile yetinen her bir ekonominin, kooperasyon içinde başka ekonomilerle birleşmesinden oluşur. Kendin üreteceksin, kendin örgütleyeceksin, dayanışma içinde olacaksın, yardım edeceksin, ama rekabet etmeyeceksin!
“Diğer ekonomi”nin ”politik ekonomisi” böyle!

Bu hareket dünya çapında yaygındır ve ideolojik bir birliği yoktur. Kapitalizme sırt çeviren bu gruplar, dünya tarihini bir kaç yüzyıl gerilere götürmeyi hedefliyorlar. Bu hareket, iki kutbu; ilkesel olarak kapitalizmi reddedenleri ve reddetmeyenleri egzotik görüşleriyle; “diğer ekonomi” anlayışıyla birleştiriyor.
Büyük tekellere, süper marketlere alternatif ekonomi, bizzat üreterek ve dağıtarak (sermaye ve üretimin dolaşımını örgütlemek) kurulmalı ve geliştirilmelidir! Şiarları da anlayışlarına oldukça uygundur:“küreselleşme” yerine “yerelleşme” (lokalleşme)!

Bu Robinson’lar, geriye dönmek istiyorlar; küreselleşmeden“yerelleşme”ye geçmek istiyorlar. “Yerelleşme”yi küreselleştirmek istediklerinden, “yerel olanı, küresel koruyalım” diyorlar. Bu Robinson’lar, ekonomiyi tamamen yeniden yapılandırarak küresellikten yerelliğe geçileceğine inanıyorlar: Siyasette söz sahibi olması gerekenler, yerel yönetimlerdir, ekonominin siyasi kontrolü yerel yönetimlerin (bu, bir ulusal devlet olabileceği gibi, bir bölge, şehir veya kaza da olabilir) elinde olmalıdır diyorlar. Metalar, yerel üretilir ve hizmet sektörü yerel hizmet verirse, çok uluslu tekeller isteklerini dayatamazlar vs. vs. diyorlar!

Maddi olanaklar olduğundan dolayı emperyalist ülkelerde devlet, yerel yönetimler bu Robinson projelerine göz yumuyor, destekliyor ve böylece potansiyel protesto öğelerini etkisizleştiriyor. Bu egzotikler de, emperyalist devletin desteğiyle “diğer ekonomi”lerini kurduklarını sanıyorlar.
AB parlamentosu üyesi Büyük Britanya yeşillerinden C. Lucas ve özellikle C. Hines bu anlayış üzerine çalışıyor.

Öze dönüşçüler, varoluşçular: Kendine dönüşçülük veya varoluşçuluk anlayışı, feminist M. Mies ve başka bir kaç yazar tarafından geliştirilmiştir. Bu anlayış öz itibariyle şunları içeriyor: Bağımsızlık, otonomi anlamında kendi başınalık, yayılmacılığın ve sermayenin büyüme mantığının reddi, tarih ve kültür kimliğinin muhafazası, doğrudan ve hakimiyetten arınmış ilişkilerde yaşam hazzı, insanlar arasında, insanla doğa arasında, çeşitli kültürler ve halklar arasında hakimiyetten arındırılmış işbirliği.

Via Campesina'da birleşen küçük ve orta köylüler buna “gıda hükümranlığı” diyorlar. Bu da M. Mies gibilerinin varoluşçuluk perspektifine tekabül ediyor. Bu anlayış temelinde kurulan pazarlar, insan gereksinimlerini daha iyi, daha etkili, daha hakimiyetten arındırılmış, daha doğasal ve kadın dostu biçiminde yerine getiriyorlarmış! Ama bunun koşulu daöncelikle pazarların kadınların elinde olmasıymış!

Kendine dönüşçülük veya varoluşçuluk anlayışı çok ilginçtir, çok egzotiktir. Şöyle:ekonominin merkezine kendine dönüşe, varoluşçuluğa yönelme konursa, ücretin belirleyiciliği son buluyormuş, onun yerini yaşamın garantisi ve sosyal bağlılığın muhafazası alıyormuş! Diğer bir ifadeyle; para, sosyal anlamda rolünü kaybediyormuş! Ücretli iş ve para, yok olmazmış, ama yaşam üretimine, varoluş üretimine tabi olurmuş! Kendi deyimleriyle, eko-feministler açısından bu ekonomiye yöneliş, asla ve asla kendine yeterliliğe geri dönüş değilmiş. Tam tersine, bu ekonomi perspektifi, gerçekten açık, dayanışmalı, eşitçi küreselleşmeyi,insanların ve kültürlerin çeşitlilik ve çekicilik içinde birbirlerini karşılıklı olarak zenginleştirdikleri bir küreselleşmeyi olası kılıyormuş!
M. Mies, kitabında Gandi’nin anlayışlarından da bahseder ve köy yönetimlerinin iktisadi küreselleşmeyi değil, iktisadi yerelleşmeyi teşvik ettiğini belirtir(8).
M. Mies, insanlığı, köy cemaatlerine dönüşe çağırıyor.
Asya Tipi Üretim Tarzının tarihe karıştığına inanıyorduk. Yanılmışız!

Anarşistler ve otonomcular açısından durum oldukça değişik. Bu çevreler, ilkesel olarak örgütlenmeye ve dolayısıyla örgütlü mücadeleye karşılar ve örgütlü kitlesel mücadele, "otoriterliğin”, “antidemokratikliğin” ifadesidir ve “birey” için zulümdür anlayışındalar. Bu güya radikaller, “özgür bireyciliği” savunuyorlar. Proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve kendi diktatörlüğünü kurması ile sermayenin/burjuvazinin hakimiyeti arasında fark görmüyorlar.

Bunlar, eleştirilerinde tutarsızlar veya eleştirilerinin darbe vurucu, öldürücü bir yanı yoktur. Eleştirileri gericidir. Çünkü bütün dünyayı soyan, talan eden güçlere; kâr ve daha fazla kârdan başka bir düşünceleri olmayan ve yaptıklarından başka türlü yapamayacak olan; insanlığı ve doğayı felakete sürükleyen güçlere hitap ediyorlar. Emperyalist burjuvaziye, uluslararası tekellere adeta yalvarıyorlar, sorumlu hareket edin, insanlığın çıkarlarını düşünün, aksi taktirde alternatif ekonomilerle sizi buna zorlarız demeye getiriyorlar.

Bunların eleştirileri tamamen gericidir, çünkü anlayışlarında da görüldüğü gibi, insanlığa gelecek değil, geçmişi vaat ediyorlar. Kapitalist gelişmenin ilk aşaması olan küçük üretim dönemini, alternatif ekonomi olarak sunuyorlar. Hayal dünyası geniş olan küçük burjuvazi, küçük üretimi hakim kılacağını ve uluslararası tekellerin küreselleşmesine karşı tabandan bir küreselleşme ile cevap vereceğini sanıyor.

Küçük burjuvazi;
·         Küresel kurumlardan (IMF, DB, DTÖ), uluslararası tekellerden ve bunların denetlenemeyen iktidarından nefret ediyor, ama mülkiyete ve pazara tapıyor!
·         Küçük (yerel) pazara, küçük üretici mülkiyetine, yerel politikaya, bir bütün olarak cemaatler ekonomisine ve politikasına tapıyor.
·         Büyük (küresel) üretim ve ticaretten nefret ediyor, ama küçük (yerel) üretim ve ticarete tapıyor.

Uluslararası Protesto Hareketinin bu önemli bileşenleri, emperyalizmin küçük burjuva eleştiricileri, küçük üretimin ilk aşamasının hakim olduğu ekonomik ve politik ilişkilere dönmek istiyorlar.

Emperyalizmin bu eleştirmenlerinin ekonomi ve toplum anlayışı, insana -ister istemez- Dühring’in hayali komün anlayışını hatırlatıyor. Bu konuda Engels şöyle diyor:

“Bay Dühring, ... mevcut toplumun temel yasasını, kendi fantezi toplumunun temel yasası yapıyor. O,hataları olmaksızın mevcut toplumu istiyor. Bu arada o, Proudhon gibi aynı zeminde hareket ediyor. Proudhon gibi o da, meta üretiminin kapitalist üretime doğru gelişmesinden doğan olumsuzlukların, onların karşısına meta üretimi temel yasasını koyarak -tam da bu yasanın etkinliğiyle (söz konusu) bu olumsuzluklar doğmuştur- yok etmek istiyor. Aynen Proudhon gibi, değer yasasının gerçek sonuçlarını fantastik olanla bertaraf etmek istiyor” (9).

Uluslararası Protesto Hareketinin gelişmesine ve siyasi şekillenmesine ilişkin yaptıkları önerilerde bu gruplar, aynen Dühring ve Proudhon’un dünyasını hayal etmiyorlar mı?

Emperyalizmin çelişkileri, emperyalist talan ve baskıyı istemiyorlar. Ama bu “kötülük”lerden kurtulmak için, ileriye doğru, bu “kötülük”lerin nedeni olan çelişkileri ortadan kaldırmaya yönelik adım atmak istemiyorlar. Tam tersine, kurtuluşu geriye dönüşte, bu “kötülük”lerin çıkış noktası olan küçük üretimde arıyorlar. Luddizm, ancak böyle savunulabilir!

Bu baylar “ilgili… dönemin ekonomisini” anlamıyorlar:
“Materyalist tarih anlayışı, üretimin ve üretimin yanında onun ürünlerinin değişiminin, her toplumsal düzenin temeli olduğu; tarihte ortaya çıkan her toplumda, ürünlerin paylaşımının ve onunla birlikte sınıflar ya da zümreler biçimindeki toplumsal bölünmenin, neyin ve nasıl üretildiğine ve üretilenlerin nasıl değiştirildiğine bağlı olduğu önermesinden hareket eder. Buna göre, tüm toplumsal değişiklerin ve tüm siyasal alt üst oluşların son nedenleri, insanların kafasında, ebedi doğru ve adalet konusunda artan kavrayışlarında değil, üretim ve değişim tarzındaki değişiklerde aranmalıdır; ilgili dönemin felsefesinde değil, bilakis ekonomisinde aranmalıdır. Mevcut toplumsal kurumların sağduyuya aykırı ve adaletsiz oldukları, sağduyunun saçmalık ve iyiliğin kötülük haline geldiği sonucuna varılırsa, bu, üretim yöntemleri ve değişim biçimlerinde, daha önce ekonomik koşullara uyarılmış toplumsal rejimin artık uyuşmadığı gizli dönüşümler olduğunun bir göstergesinden başka bir şey değildir. Bu, aynı zamanda ortaya çıkarılan uyumsuzlukları ortadan kaldırma araçlarının da -az çok gelişmiş halde- bizzat değişmiş üretim ilişkileri içinde mevcut olması gerektiği anlamına gelir. Bu araçlar kafadan uydurulmamalı, tersine kafanın yardımıyla üretiminin mevcut maddi olgularında keşfedilmelidir” (10).
Marksizmin dünyayı sarsan bu anlayışı; sosyal bilimlerde devrim anlamına gelen bir anlayışı, Marks, 1859’da “Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı, Önsöz” de şöyle formüle eder :

“Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim biçimi, genel olarak toplumsal, siyasal, entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimi olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar” (11).

Uluslararası Protesto Hareketinin, DSF'nin ve ASF'nin bu bileşenleri geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği, niçin anlayamadıklarını gerçekten anlamak istiyorlarsa; işsizliğin, yoksulluğun, talanın, insanın kendine ve doğaya yabancılaşmasının nedenlerini ortadan kaldırmanın yol ve yöntemini neden kavrayamadıklarını anlamak istiyorlarsa, mevcut toplumu gerçekten değiştirmeyi ve emperyalizmi tarihin çöplüğüne atmayı mücadele anlayışlarının esası yapmayı neden kavrayamadıklarını anlamak istiyorlarsa, her şeyden önce yapmaları gereken, toplumu tarihsel materyalist açıdan değerlendirmektir.

Emperyalizmin bu küçük burjuva eleştiricileri, bu uluslararası protestocular, sınıfsal anlayışlarından dolayı toplumu, tarihsel materyalist açıdan değerlendiremezler. Marksist yöntem yerine; sosyal dönüşümün nedenlerini arama yerine, üretim biçimindeki değişimlerin kapsamlı araştırması yerine; çelişkileri ortadan kaldırmanın araçlarını arama ve bulma yerine, bu küçük burjuva hayalciler, içinde yaşadıkları dünya koşullarına teslim oluyorlar, kendilerini rahatsız eden sorunlara sırtlarını çeviriyorlar, ama aynı koşullar içinde kendi küçük burjuva hayalci dünyalarını kurmaya çalışıyorlar,insanların toplumsal varlığını bilinçten hareketle açıklamaya çalışıyorlar ve öne sürdükleri saçmalıklarla emperyalist gerçekliğin “kötülük”lerini, hastalıklarını iyileştireceklerini sanıyorlar.

İnsanları, mevcut kapitalist ilişkileri, bir bütün olarak toplumu, emperyalist çağdan küçük üretim ilişkilerine ve toplumsal ilişkilere, yani 200-300 sene öncesine götürmek, insanların toplumsal varlığını bilinçle açıklamaktan başka ne olabilir ki? Küreselleşmenin, emperyalizmin bu küçük burjuva eleştiricileri, bu halleriyle en kötü, en berbat idealist geleneğin savunucuları konumundalar. Bu baylar, tekellere alternatif olarak, küreselleşmeye alternatif olarak, “yerel ekonomi”leri, aile ekonomilerini, küçük üretimi, küçük kooperasyonu, dayanışmayı, kar amacı olmayan üretimi, kendine yeterli üretimi, paranın öneminin azaldığı ilişkileri, cemaatler dünyasını öne sürüyorlar. Gerçekten, bazı ülkelerde 500-600, bazılarında 300 sene önce var olan koşulları, insanlığın geleceği olarak görüyorlar.

Ütopyacılık çoktan tarihe karıştı:Yaklaşık olarak tanımlayacak olursak, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist üretim biçimi ve buna bağlı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki temel çelişki, tam anlamıyla henüz gelişmemişti. O dönemde ütopik sosyalizmi ifade eden teoriler gelişmişti. Bu teorilere tarihsel haklılık veren, kapitalist üretim biçiminin olgunluk aşamasında olmamasıydı. Bu konuda Engels:
“Kapitalist üretimin olgunlaşmamış düzeyine, olgunlaşmamış sınıf kavramına, olgunlaşmamış teoriler denk düşüyordu. Gelişmemiş ekonomik ilişkiler içinde henüz saklı durumda olan toplumsal görevlerin çözümü kafadan üretilmek zorundaydı. Toplum uyumsuzluklardan başka bir şey sunmuyordu; Bunları ortadan kaldırmak, düşünen sağduyunun göreviydi. Yeni, daha mükemmel bir toplumsal düzen sistemini kurmak ve bunu dışarıdan, propaganda yoluyla mümkün olduğu yerde model deneyler örneğiyle tabana zorla dayatmak gerekiyordu. Bu yeni toplumsal sistemler daha başından itibaren ütopyaya mahdumdu” (12).

O dönemde ütopik sosyalizmin teorileri; üç büyük ütopyacı olan Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen’in teorileri, yine Engels’in deyimiyle “fantastik örtünün her tarafında ortaya çıkan dahiyane düşüncelerin embriyonlarını” içeriyorlardı(13).

Böylesi teorileri bugün savunmak, insanlığa alternatif olarak sunmak Donkişotluktan başka bir anlam taşımaz. Bu, David’in Goliath’a karşı mücadelesine benzer. Ama bu mücadelede David, Goliath’ı öldürmüştü. Bu baylarda bu cüret de yok. Çünkü amaçsız eylemciliği, takvimsel eylemi esas alıyorlar, yakınıyorlar, sızlanıyorlar. Onlar, küçük üretimin önemsizleşmiş olmasından; ortaç ağda hakim olan üretim ilişkilerinin yok almasından şikayetçiler. Onlar, kapitalizmin bu bağlamda oynağı tarihsel, ilerici rolü görmüyorlar. Tam tersine bunu bir felaket olarak tanımlıyorlar ve bu felaketten kurtulmak için insanlığı orta çağ ilişkilerine dönmeye çağırıyorlar.

Bu baylar, -bunlardan birisi de İmparatorluk'un kurucusu Negri'dir- kafalarında ‘yeni’ bir düzen oluşturuyorlar. Bu düzeni gerçekleştirmek için insanları "sağduyu" doğrultusunda hareket etmeye çağırıyorlar ve tabii onların bu düzeninde para, ücret, kar vb. önemsizleşeceği için, kendine yeterli üretim olacağı için, her bir cemaat, üretimi, dağıtımı ve politikayı belirleyeceği için, haksızlık da olmayacak, yani “ebedi adalet” hakim kılınacak.

Onların düşüncelerinde ve teorilerinde devrimci olan bir yan yok.
Küreselleşme eleştirisinde Uluslararası Protesto Hareketi, küçük burjuva siyasal körlüğün ifadesidir.
Uluslar arası Protesto Hareketi, kapitalizmin “kontrol edilmesi” hayalini yayıyor.
Uluslararası Protesto Hareketi,“demokratikleştirilmiş”,“uysallaştırılmış”,“medenileştirilmiş” bir kapitalizm talep ediyor.
Mevcut anlayışıyla Uluslararası Protesto Hareketi hareketi, reformisttir, pasifisttir.
Bu hareket, ideolojik olarak karşı devrimcidir.

DSF niçin mücadele ediyor?
Porto Alegre, daha baştan, bir protesto hareketi olmakla sınırlı kalmak istemedi. Amaç, bir protesto hareketi sınırlarını aşmaktı. DSF veya Porto Alegre, amacın,“başka bir dünya mümkün”dürü sloganlaştırmak ve gerçekleştirmek olduğunu açıkladı. Aslında bu, siyasal olarak emperyalist küreselleşmeye, neoliberalizme ve aynı zamanda da Marksizm-leninizme bir meydan okumaydı. Emperyalist küreselleşme ve neoliberalizm savunucularına, dünyadaki mevcut “kötülüklerin”, yoksulluğun, işsizliğin vb. sorumlusu sizlersiniz. Bu düzeninizin yerine başka bir dünya getireceğiz. Bu dünya da “sosyal devlet” dünyasıdır diye meydan okuyorlar. Komünistleri de sınıf düşmanı olarak görüyorlar ve ilişki ve mücadelelerine de bu açıdan bakıyorlar. Bu anlamda DSF’nin siyasal duruşu oldukça açıktır, kime karşı niçin mücadele ettiği konusunda bilinmeyen bir yanı yoktur.
Peki gerçeklik olması istenen bu dünya veya o „başka dünya“, nasıl bir dünyadır veya nasıl bir dünya hayali kuruluyor?
DSF, aslan payına emperyalist ülkelerin sahip olduğu dünya pazarının örgütlenme biçiminden/ilkelerinden dolayı dünya çapında yoksulluğun yaygınlaştığı ve derinleştiği anlayışında. Tam da bu nedenle bu pazarın işleyiş mekanizmalarının, örgütlenme biçiminin değiştirilmesini talep etmektedir. DSF, ne dünya pazarının kendisine ne de bu pazarda sürdürülen rekabete karşıdır. Onun karşı olduğu nokta, bu rekabetin sürdürülüş biçimidir. Dolayısıyla onun talebi, dünya pazarının kendisine yönelik değildir. DSF’nin talebi, dünya pazarının sadece ve sadece yeniden düzenlemesi, yana “adaletli” olması ile sınırlıdır. Sorunun esas yönü; dünya çapındaki yoksulluğun, dünya pazarlarında sürdürülen rekabetin sürdürülüş biçiminden kaynaklanmadığı, pazar mekanizmasının yasalarından, kapitalist üretim biçiminden kaynaklandığı bu forumu hiç ilgilendirmiyor.
DSF, pazar ilişkilerinin düzenlenmesi ve kontrol altına alınması ile dünya çapında yoksulluğa karşı mücadele edilebileceğini ve bu temelde söz konusu edilen o „başka bir dünya mümkün“dürün gerçekleşebileceğini savunmaktadır. DSF, kapitalizmin, yığınların ihtiyacını giderme veya yaşam koşullarını kolaylaştırma diye bir amacının olmadığını anlamak istemiyor.
DSF, azami karın amaç olduğu bir dünyada insanların ihtiyacının, ancak, bu kar amacına uygun düştüğü oranda giderilebileceğini bir türlü kavramak istemiyor.
DSF, kapitalist sistem çerçevesi içinde yoksulluğun yok edilebileceğine inanıyor ve özellikle bu doğrultuda konuşan politikacıları ve kurumları baş tacı ediyor.
DSF, tekeller, kar dürtüsüne göre hareket etmezlerse ve devletler de tekellerin bu yönelimi doğrultusunda politika geliştirmez ve uygulamazlarsa, reforme edilmiş, dizginlenmiş kapitalizmin mümkün olacağına inanmaktadır.
DSF, bu inançlarını güçlendirmek için 40-50 sene öncesine, en azından II. Dünya Savaşından 1970’li yıllara kadar olan döneme bakıyor ve orada bir „sosyal devlet“ olgusu keşfediyor. Sanılıyor ki bu devlet, iyi niyetli politikacılar tarafından yönetilmiş ve yoksulluğu yok etmek için bir dizi adımlar atmıştır.
DSF, üçüncü bir yol peşinde: Emperyalist küreselleşmenin “haksız yönleri”ne karşı mücadele ediyor. Ancak „sosyal devlet“in gerçekleştirilmesiyle işçi sınıfı ve emekçi yığınların sosyalizme yönelmelerinin önünün alınacağı bilinciyle hareket ediyor. Dolayısıyla DSF, küresel emperyalizm ile sosyalizm arasında kalan ve üçüncü yolu ifade eden reforme edilmiş kapitalizm için mücadele ediyor. DSF’nin literatüründe bu kapitalizme „insancıl, dayanışmacı“ kapitalizm deniyor. Ancak böylece emperyalist küreselleşme„sivil ve insancıl“ oluyormuş. DSF’nin kastettiği o „başka dünya“,„insancıl ve dayanışmacı kapitalizm“in hakim olduğu dünyadır.
DSF, böyle bir dünyayı, sınıf ayrımı; kapitalist-işçi ayrımı yapmaksızın, ama devrimcileri, sosyalistleri ve komünistleri, o „başka dünya“nın olasılığını gerçekliğe dönüştürmeye çağırmaksızın, onları, Plaza de Mayo Analarını dışlayarak, ama Fransız bakan ve milletvekillerini davet ederek gerçekleştirme bilinciyle hareket ve mücadele ediyor.
II. DSF çerçevesinde sosyal hareketlerin yapmış oldukları „Neoliberalizme, militarizme ve savaşa karşı direnç. Barış ve sosyal adalet için“ açıklamaları amacın ne olduğunu yeteri kadar göstermektedir:

“Neoliberalizme ve savaşa karşı mücadelelerimizi devam ettirmek, geçen yılda varılan kararları onamak ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu bir daha göstermek için buraya geldik.…Mücadelelerimiz ve direniş eylemlerimiz, seksizme, ırkçılığa ve zora dayanan sisteme karşı. DSF, sermayeyi… sistematik olarak halkların gereksinimleri karşısında imtiyazlı yapan sisteme karşı geniş bir birliktir…

ABD ve müttefiklerinin hakimiyetini amaçlayan sürekli küresel bir savaşın başındayız…
Savaşa (Afganistan savaşı kastediliyor) muhalefet, hareketimizin yapıcı unsurlarıdır.. Filistin halkıyla dayanışma… IMF, mali kriz… Çevre sorunları…G-8’lerin toplantıları…Küresel ekonomik kriz, neoliberal iktisat modeli…Barış ve kolektif güvenlik için mücadele… Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi… Suyun, toprağın, gıdanın, tohumun, kültürlerin korunması…DTÖ’ye karşı mücadele…Sosyal adalet,vatandaş ve özgürlük haklarının muhafazası, eşitlik için mücadele…Yurt dışı borçlarının silinmesi… Spekülasyona karşı mücadele, „Tobin-Vergisi“nin uygulanması için mücadele (14). „Vergi cennetleri“nin yok edilmesi…

Hükümetler, halklar karşısında sorumludur. Çünkü biz bütün dünyada seçimli ve katılımlı bir demokrasi için mücadele ediyoruz. Devletin ve toplumun demokratikleştirilmesi ve diktatörlere karşı mücadele zorunludur…Enformasyon hakkı için mücadele…Gençlik için ücretsiz eğitim hakkı…Askere alınma zorunluluğunun kaldırılması…İndigen halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı…”.

 DSF’nin „İlkeler Şartı“nda şunlara da yer verilmekte (15):

“Bundan sonra, Porto Alegre’de açıklanan „başka bir dünya mumkündür“den sonra DSF, alternatifleri aramanın ve inşa etmenin daimi bir süreci olacaktır

DSF’de önerilen alternatifler, uluslararası tekeller, hükümetler ve o tekellerin çıkarlarına hizmet eden uluslararası kurumlar tarafından emredilen küreselleşme sürecine muhalif alternatiflerdir. Bu alternatifler, küreselleşmenin, dünya tarihinde hakim yeni bir aşama olarak dayanışma içinde mümkün olması olarak şekillenmektedir…

Demokrasi, barış, insanlar arasında hiç ayrım yapmaksızın barışçıl, dayanışmacı ilişkiler… Her türlü zora ve insanlar üzerindeki her türlü hakimiyet anlayışına karşı mücadele…” .

DSF’nin iddiası açık: Bu forum, kapitalizme, emperyalizme veya küreselleşmeye karşı değil. Sadece ve sadece, emperyalizmin neoliberal dayatmalarının bazı sonuçlarına karşı. Sanılıyor ki, bu sonuçlar, birtakım düzenlemelerle, politikacıların iyi niyetiyle ortadan kaldırılabilir. Ortaya konan, emperyalist küreselleşmeye karşı olan bir alternatiftir. Öne sürülen alternatif, dünya tarihinin yeni bir aşaması olarak görülüyor. Bu anlamda “başka bir dünya mümkündür”, insanlık tarihinin emperyalist küreselleşme ötesini temsil eden bir aşaması oluyor.

Demek ki DSF, “İlkeler Şartı”nda açıklandığı gibi, herhangi bir kulüp, Mevlanavari bir tekke değildir. Tam tersine orada sabırla ve bilinçli olarak belli bir anlayış kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. DSF örgütçüleri, propagandacıları, teorisyenleri, evet politikacıları niçin mücadele ettiklerini çok iyi biliyorlar. Önemli olan, bu anlayışlarının “yeni” bir dünya görüşü olarak milyonlarca işçi ve emekçi yığınlara kabul ettirilmesidir. DSF’nin elinde olağanüstü imkanlar vardır. Her taraftan destek görmektedir (16). Kimileri kendi çizgisine çekmek için, kimileri eritmek için, ama genel olarak da işçi sınıfı ve emekçi yığınları alternatif olarak sosyalizmden uzaklaştırmak için maddi manevi imkanlar sunmaktalar.

Bu hareket, Le Monde Diplomatique gibi basınıyla, ATTAC gibi kitle örgütleriyle, troçkistleriyle, anarşistleriyle, feministleriyle, hayalcileriyle, Chiapas (Meksika), Porto Alegre (Brezilya), Floransa (İtalya) gibi kutsal yerleriyle, J. M. Keynes, J. Tobin gibi fikir babalarıyla,I. Ramonet gibi önderleriyle, S. George, P. Bourdieo, M. Mies, T. Negri, R. Konten, V. Forrester gibi teorisyenleriyle, B. Cassen gibi örgütleyicileriyle, Alman, İngiliz, Fransız parlamentolarında, Avrupa Parlamentosunda, Fransız Senatosunda milletvekili, senatör olan üyeleri ve temsilcileriyle, listesini verdiğimiz vakıflarla, emperyalist-gelişmiş ülke (daha ziyade AB) dış işleri bakanlıklarıyla, neoliberalizm, “sosyal forum”, “sosyal devlet”, “sivil toplum”, “Tobin-Vergisi” gibi kavramlarıyla, “mali pazarların silahsızlandırılması”, kapitalizmin, emperyalizmin “demokratikleştirilmesi”, “dizginlenmesi”, “uluslararası tekellerin iktidarının sınırlandırılması”, “başka bir dünya mümkündür” gibi sloganlarıyla ve nihayetinde her şeyin sorumlusu olarak görülen IMF’yle, DB’yle ve DTO’yle “başka bir dünya mümkündür”ü gerçekliğe dönüştürmeye çalışmaktadır.

Şüphesiz ki, bu hareket proleter karakterli değildir. Ne siyasi, teorik, ideolojik ne de örgütsel açıdan böyle değildir. DSF, küçük burjuva kendiliğindencidir ve orada burjuva ve küçük burjuva düşünce tarzı hakimdir. Sadece önderliğinde değil, tabanında da bu böyledir. Bu hareketin önderliği, geniş bir tabanı, siyasi olarak doğrudan yönlendirmekte ve ideolojik şekillenmesini derinleştirmektedir. Hem ATTAC ve hem de dünyanın her köşesinde bu harekete bileşen olarak, taban olarak katılanların çoğunluğu proleter menşeden ve düşünce tarzından kopuktur. Bu unsurların sosyalizme, dünya proletaryasının önderlerine, devrime bakış tarzları bunu göstermektedir. Hareketin önderliği, bu gerçeğin bilincinde ve bundan dolayı da ortak nokta reformist taleplerde birleşildiği ve takvim eylemciliği esas alındığı için, siyasi açıdan gök kuşağı olma özelliğini özenle korumaya çalışıyor.

Hareketin önderliği, -bırakalım sınıf bilinci taşımayı- antiemperyalist bilincin taşınması ve tabanın antiemperyalist düşüncelerle şekillenmesi önünde de engeldir. Hareketin literatüründe emperyalizm, antiemperyalizm kavramlarının yeri yoktur. Devrim asla yoktur.

DSF’nun, emperyalizm-neoliberalizm ve ”küreselleşme” eleştirisi küçük burjuva eleştiridir ve tutucudur.

DSF, hangi görüşleri hangi perspektifle pompalıyor?
Kendini, “küreselleşme”nin aşırılıklarının törpülenmesiyle sınırlıyor. DSF için sorun, kapitalizmin kendisi değildir.
DSF için sorun olan, spekülasyondur, kar, azami kar değildir.
DSF, emperyalist burjuvazinin enjekte ettiği ve avanak küçük burjuvazinin kabullendiği “küreselleşme dönemi”nin adil ve demokratik olmasını talep ediyor.
DSF, “sosyal devlet” kavramını çarpıtıyor ve demokrasi kavramını olduğundan farklı gösteriyor.
DSF, devlete odaklanmıştır ve burjuva devlet ile pazar arasında bir farklılık oluşturmaya çalışıyor.
DSF,esas itibariyle mali sermayeyi eleştiriyor ve IMF, DB ve DTÖ’nden oluşan “üçlü kutsal ittifak”ı hedef alıyor.
DSF, bırakalım kapitalist sistemi, emperyalizmi dahi bütünlüğü içinde hedef almıyor ve “başka bir dünya olasıdır” anlayışıyla kapitalizmin demokratikleştirilebileceğini, kontrol edilebileceğini, medenileştirileceğini savunuyor.
DSF için sorun olan, genel anlamda savaştır, haklı-haksız savaş ayrımı değildir.
DSF için sorun olan, diktatörlüktür, ama sermayenin diktatörlüğü değildir.
DSF için sorun olan, adaletsizliktir, ama onun kaynağı olan burjuva düzen, burjuva mülkiyet ilişkileri değildir.
DSF için, üretim araçlarının özel mülkiyette olması asla sorun değildir, ama bu mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan ve uçurumlaşan yoksulluk-zenginlik ayrımı sorundur.
DSF, bu ve benzeri temel düşünceleriyle ideolojik olarak, antikomünisttir, gericidir, hayalcidir ve siyasi olarak da reformist ve pasifisttir.

DSF’nin siyasi yönünü belirleyen küçük burjuva avanaklar ve aklı evveller, sistem olarak kapitalizme, mevcut “demokratik” düzene dokunulmamalı anlayışını savunuyorlar. Bu baylar, “küreselleşme”nin eleştiri konusu edilen yansımalarını bazı tekellerin, kapitalistlerin, spekülatörlerin “hırs”ına, doymazlığına, bir bütün olarak yanlış politikalara veya doğru politikaların yanlış uygulanmasına indirgiyorlar. Önemli olan, bu yanlışlardan dönmektir, yanlış olanı reddetmektir, ama bunu yaparken bu yanlışlarla kapitalist sistem arasında bağ kurmamaktır. Sistem, temizdir. Esas olan, bu temiz sistemi kirleten bazı unsurlarının yanlış politikalarını hedef almaktır.

Neoliberalizmin bu eleştirmenleri neoliberalizmi nasıl görüyorlar? Açık ki neoliberalizmi, yanlış politikanın bir ürünü/sonucu olarak görüyorlar. DSF, neoliberalizmden, yıllardan beri uygulanan özelleştirmeyi ve kuralsızlaştırmayı anlıyor (Yanlış değil, ama oldukça eksik bir kavrayış). Porto Alegre’nin, Floransa’nın, Attac’ın, bir bütün olarak DSF ve ASF’nin önde gelenleri, dünya proletaryasının ve emekçi yığınların, ezilen ulusların, emperyalizm tarafından işgal edilmiş, borç batağına, iflasa sürüklenmiş ülkelerin gözünün içine baka baka, emperyalist burjuvaziye, politikanız yanlıştır, uygulamalarınız yanlıştır diyor. Yani “bu dünyanın lanetlileri”ni, işte peşimize takılan bu milyonları, doğru politikalarla sömürün, talan edin diyor. Onlara göre neoliberalizm, yanlış politikanın bir ürünüdür!

Bu anlayışlarından dolayı DSF,dünyası yıkılanların hareketidir. Bu hareketin siyasal içeriğini belirleyen güçler, yaşanan talanın, bütün “kötülükler”in, “adaletsizliğin”, “ahlaksızlığın” sorumlusu olarak “küreselleşme”yi gösteriyorlar. Sanki, aniden, görünmeyen, anonim olan bir güç doğmuş ve bütün bu “kötülükler”in nedeni olmuş! Sanki kapitalizm, kapitalizm olduğundan buyana böyle şeyler olmuyormuş havası uyandırılıyor. Daha önce talan, “haksızlık”, haklardan mahrum kılınma yok muydu? Tabii ki vardı, ama o zaman; yakın geçmişte bir “sosyal devlet” olgusu vardı ve her şey, “demokrasi” kılıfı ve çerçevesi içinde gerçekleştiriliyordu. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve yeniden örgütlenmesi, “sosyal devlet” olgusunu param parça edince, bugünün antiküreselciliği, küresellik eleştirmeni küçük burjuva çevreler, Keynesçiler,o derin uykularından uyandılar. Böyle olmaz, eskiye dönelim, frenleyelim, demokratikleştirelim, (adaletli talan, adaletli sömürü) demeye başladılar. Öyle ki bazıları hızını alamayıp, 200-300 sene öncesinin üretim ilişkilerine dönelim demeye başladı.

DSF’nin örgütlenme anlayışı
DSF, 2001’de kabul ettiği „İlkeler Şartı“nda nasıl bir örgütlenme anlayışına sahip olduğunu açıklamaktadır. Orada şöyle deniyor:

“DSF, yansıtılan düşüncenin, düşüncelerin demokratik tartışmasının, önerileri formüle etmenin, tecrübeleri özgürce teati etmenin ve neoliberalizme, sermayenin dünya hakimiyetine ve emperyalizmin mümkün bütün biçimlerine karşı direnen grupların ve sivil toplum hareketlerinin etkili faaliyetlerini koordine etmenin açık bir birleşme yeridir…

DSF, dünyanın bütün ülkelerinde sivil toplum hareketlerini ve örgütlerini bir araya getirmekte ve onları, dünya sivil toplumunu temsil eden bir kurum olma niyetinde olmaksızın birleştirmektedir.

Karşılıklı ilişkiler bağlamında DSF, toplumun örgütleri ve hareketleri arasında ulusal ve uluslararası ilişkileri kurmaya ve güçlendirmeye çalışmaktadır…

“DSF’nin toplantıları, bir kurum olarak DSF adına müzakerelerde bulunmamaktadır. Dolayısıyla hiç kimse,Forumun münferit toplantıları adına, katılımcıları bağlama iddiasında olan duruşlar dile getirmekle görevlendirilmemiştir. Forum katılımcıları, hiçbir biçimde (çoğunluğu bağlayan seçim, sözlü evet deme, eylemler için öneriler ve açıklamalar yoluyla Forum’un yerleşmiş tavırları olarak kabul edilmesi için) kurum olarak kararlar almaya çağrılmamaktadır. Dolayısıyla Forum, ne katılımcıların Forumun toplantılarında tartışmak zorunda oldukları iktidar yeri olma iddiasındadır ne de katılımcı örgütlerin ve hareketlerin faaliyetlerinin ve karşılıklı ilişkilerinin tespit edildiği bir yerdir” ( Madde 6).

“Buna rağmen, Forumun toplantılarına katılan örgütlere ve örgüt gruplarına, bu toplantılar esnasında tek başlarına ve başka katılımcılarla koordinasyon içinde açıklamalarda bulunma ve eylemler yapma hakkı tanır. DSF, böylesi kararları, yönlendirmeksizin, hiyerarşiye tabi kılmaksızın, eleştirmeksizin veya sınırlandırmaksızın, bilakis, kararları alan örgütlerin veya örgüt gruplarının sonuçları olarak elindeki dağıtım olanaklarıyla yaygınlaştırmaya çalışır” (madde 7).

“DSF, çoğulcu, geniş yelpazeli,mezhepsel olmayan, devletle bağı olmayan ve taraflı olmayan bir bağlantıdır. Bu bağlantı, ademi merkeziyetçi bir tarzda yerel ve uluslararası somut eylemlerle başka bir dünyayı inşa eden örgütleri ve hareketleri birbirine bağlar” (madde 8).

“DSF, sürekli, çoğulculuğa, eylemlerin çeşitliliğine,kendine katılmak isteyen örgütlerin ve hareketlerin faaliyetlerinin türlerine, cinsiyetlerin, etnik kökenin, kültürlerin, nesillerin çeşitliliğine açık olacaktır. Tabii bunların Şartın İlkelerine uymaları ön koşuldur. Ne partilerin ve ne de askeri örgütlerin temsilcileri Foruma katılamazlar. Bu Şartın yükümlülüklerini kabul eden hükümet üyeleri ve devlet memurları, bireyler olarak davet edilebilirler“ (madde 9).

Böylece DSF, “başka bir dünya”yı gerçekleştirmek için nasıl bir örgütlenmeye ihtiyaç duyduğunu açıklıyor. Söylenmek istenenleri kısaca açıklayalım:

1- DSF, düşünce bakımında da gerçek anlamda tam bir gök kuşağı. Konuşmanın, tartışmanın, önermenin, tecrübeleri aktarmanın bir yeri. DSF, 'benim çizgime uyuyorsan, yani benim açımdan kabul edilebilirliğin varsa; yani devrimci, sosyalist ve komünist değilsen, kürsülerimizi kullanabilirsin. Aksi taktirde kapımız kapalıdır' diyor. Demek ki DSF, Mao Zedong’un deyimiyle “yüz çiçeğin açtığı, bin fikrin yarıştığı” bir alan!

2-DSF, “başka bir dünya mümkündür'ü gerçekleştirmek amacıyla, özellikle sivil toplum örgütlerini ve hareketlerini bir araya getirmeye çalışıyor. Amaç, her bir örgütün aynı görüşte olmalarını sağlamak olmadığı için, bu çabasında fazla zorlanmıyor. Çünkü çağrılan örgüt ve hareketlerin hepsi, kendi görüşlerini, herkesi, dolayısıyla DSF’yi de bağlayan reformizm ve pasifizm çatısı altında birleşmiş durumdalar (Buna “entrizm” yapan, yani sızarak DSF’yi ele geçireceğini sanan ve bundan dolayı da DSF’nin her dediğini kabul eden bir kısım troçkistler de dahildir). DSF açısından şu veya bu örgüt veya hareketin şu veya bu konuyu farklı reformist açılardan yorumlaması hiç önemli değildir. Önemli olan, reformizmin ve pasifizmin ilke olarak kabul edilmesidir.

3-DSF, sivil toplum örgütleri ve hareketleri arasındaki ulusal ve uluslararası ilişkileri de bu çerçevede kurmaya ve güçlü kılmaya çalışmaktadır. Her ulusal ve uluslararası örgüt veya hareket, istediği gibi düşünebilir, önemli olan, düşüncelerin ve örgütlenmesinin reformizm çerçevesinde olmasıdır.

4- DSF, bir kurum değildir. Bu nedenle DSF’nin adına hiç kimse açıklama yapamaz veya DSF’yi bağlayan bir açıklamanın, karar almanın mekanizması yoktur. DSF toplantılarında, toplantıya katılanların çoğunluğunun görüşü de olsa, DSF’yi bağlayıcı karar alınamaz. DSF, bir iktidar odağı değildir. Ama bizzat DSF, “İlkeler Şartı”nı kabul etmekle pekala bir kurum olduğunu göstermektedir. DSF, her şeyden önce, çağırdığı örgüt ve hareketlerin ”İlkeler Şartı”na uymalarını önkoşul yapmaktadır. Demek ki, belli bir ayırım yapılmakta, belli koşullar getirilmekte ve böylece siyasi duruş konusunda sınırlar çizilmektedir.

5- DSF’nin mezhepsel olmayan, ama çoğulcu, geniş yelpazeli ve ademi merkeziyetçi bir bağlantı veya “ağ” olması doğrudur. Ama, iddiasının aksine DSF, devletle bağı olmayan, taraflı olmayan bir “bağlantı” değildir.
DSF, örgütsel bir yapımız, hiyerarşimiz yok demek için kendisini örgüt olarak değil, “bağlantı”, “ağ” olarak tanımlıyor. Ama onun devlet bağı ve taraflılığı esastır. Bunun en basit örneğini, davet edilen hükümet temsilcileri ve milletvekilleri ve yardım kaynakları göstermektedir. DSF, işine gelen hükümet temsilcilerini ve milletvekillerini (devletin ve partilerin temsilcilerini) davet etmekte, ama işine gelmeyenleri davet etmemekte.

DSF, katılımcı örgütlerin ve hareketlerin eylemlerini, merkezi olarak yukarıdan yönlendirmediğini, tersine sadece koordine ettiğini savunuyor. Ama düzenlenen sosyal forumların programı, kimin hangi konuda konuşacağı nasıl tespit ediliyor? Madem ki öyle, neden her isteyen örgüt veya hareket, istediği konuda konuşma yapamıyor? Demek ki, belli bir örgütlenme, belli bir hiyerarşi yapısı var ve forumlara katılanlar, konmuş olan kurallara uymak zorundalar.

DSF’nin gelişme yönü
DSF’nin önde gelenlerinin açıklamaları, alınan kararlara bizzat kendilerinin uymadığını göstermektedir. Veya her şey bizim düşüncelerimiz çerçevesinde olursa sorun yok anlayışı kabul ettirilmeye çalışılıyor. Örnek: Attac’ın önde gelenlerinden Ignacio Ramonet, “Le Monde Diplomatique”te yayımlanan (Ocak 2001) bir makalesinde DSF’nin amacını şöyle açıklıyordu:

“…I. Dünya Sosyal Forumu’ndan dolayı Porto Alegre’de neoliberal küreselleşmeyi şu veya bu tarzda eleştiren güçler ve gruplar toplandılar. Bu, insanların sosyal haksızlığı ve eşitsizliği protesto ettikleri Seattle’de, Washington’da ve Prag’da olduğu gibi… olmayacak. Porto Alegre de, yeni tipte bir küreselleşme taslağı için teorik ve pratik çerçevenin yapıcı denemesidir. Burada söz konusu olan,başka, dayanışmacı ve insancıl bir dünyanın olasılığı konusunda bir kanata sahip olmamızdır”(17).


Demek oluyor ki, uluslararası protesto hareketi, teorik ve pratik olarak bir gök kuşağı olmaktan çıkartılmalıdır: Zora başvuran bir hareket olmamalıdır: Susan George, Porto Alegre’de, DSF’de siyasi konumunu şöyle dile getiriyordu: “İtiraf etmekle üzgünüm. 21. yüzyılın başında 'kapitalizmi yıkmanın’ ne anlama geldiği üzerine hiçbir fikrim yok. Belki de filozof Paul Virilio’nun dediği gibi ‘küresel bir kaza’ yaşayacağız. Tabii bu gerçekleşirse, ona mutlaka ki devasa bir acı eşlik edecek. Bütün mali pazarlar ve borsalar bir anda çökerlerse, milyonlarca insan sokağa atılır, büyük ve küçük firmalar iflas ederler, bankaların kapanması, hükümetlerin felaketleri engelleme yeteneğini geride bırakır, güvensizlik ve polisiye olaylar yaygınlaşır ve herkesin herkese karşı mücadele ettiği Hobbes’in savaşın cehenneminde buluşuruz... İstiyorsanız beni reformist olarak tanımlayabilirsiniz. Ama böyle bir gelecekten kaçınmak istiyorum. Önceden programlanmış neoliberal gelecekten de kaçınmak istiyorum. Analizim doğruysa, söz konusu olan, karşıtın programını durdurmaktır, şimdiki, vahşi kapitalist sistemin yerini kooperatif bir sistemin alması için tedbirler almaktır; bu sistemde pazarlar, olması gereken yerde olacaktır ve onların yasası bütün topluma dayatılmayacaktır”.

DSF, aynı zamanda sosyalizmin alternatif olmasını engelleme temel göreviyle de karşı karşıyadır: Sağcı ekonomist Thomas L. Friedman ile bir tartışmasında I. Ramonet, ATTAC’ın, gelişen memnuniyetsizlik karşısında supap rolünü şöyle açıklıyor:

“Temel ihtiyaçlarını gidermek için dünya çapında milyonlarca insan, şüphesiz ki,barikatlar oluşturmaya, zora baş vurmaya hazırlar. Böyle bir çözüm beni üzmektedir. Eğer akıllı olursak, bu durma gelinmez. Dünya zenginliğinin cüzi bir kısmını neden ‘dünyanın lanetlilerine’ vermeyelim?....Ne yapabiliriz? Ayaklanmaktan ve zora başvurmaktan insanlığın yarısını nasıl alı koruz?”.

Zora başvurmak zorunda kalanları, yani kapitalist sistemi yıkmak isteyenleri dışlayacaksın, “dünyanın lahitlilerini” birtakım kırıntılarla avutup, devrim-sosyalizm konusunda “aklını çeleceksin” ve yegane yol olarak Keynesçiliği, o “sosyal devleti”ve onun için mücadeleyi göstereceksin! DSF bunu istiyor, bu doğrultuda mücadele ediyor. I. Ramonet, “başka ve dayanışmacı bir dünyanın olasılığı”“yeni tipte bir küreselleşme taslağı için teorik ve pratik çerçevenin yapıcı denemesi”nde ararken, DSF’nin belli bir dünya görüşü için örgütlenmesi ve mücadele etmesi gerektiğini dile getiriyor.

Bu oluşumun geleceği var mıdır? Kendisine göre vardır! O da bugünkü anlayışıyla hiçbir yere varamayacağıdır. Hindistan’da, IV. DSF’de bu açığa çıktı. Bütün çabalara rağmen “küreselleşme”ye, günümüz kapitalizmine insancıl bir çehre verilemedi. İleri sürülen talepler, neoliberal uygulamalar tarafından boşa çıkartıldı. Dolayısıyla DSF’nin bilinen talepleriyle yol almasının nesnel nedenleri pek kalmadı. Bu taleplerin, milyonları sürüklemek için çekici bir yanı artık yok. Bu nedenledir ki DSF, yeni bir teori aramaya koyulmuştur. Asya’da DSF’nin önde gelen örgütçülerinden W. Bello, bunu şu sözlerle açıklıyor:
”Şimdi yeni bir teoriye ve emperyalizmin yeni bir eleştirisine ihtiyacımız var. Hareketimiz, bu işe süratle el atmalıdır”.

Sadece bu sözler, şimdiye kadarki emperyalizm eleştirisinin işe yaramadığını ve milyonları sürükleyebilmek için yeni bir şeylerin bulunması gerektiğini göstermeye yeter. DSF’nin emperyalizm eleştirisi; emperyalist küreselleşmeyi eleştirisi reformist, pasifist; küçük burjuva açıdan eleştiridir. Yeni bir teori, nasıl bir teori olabilir? En fazlasıyla daha ileri bir teori olabilir. Daha ileri bir teori de emperyalizmin leninist analizi temelinde olabilir. DSF, bir bütün olarak bu noktaya gelemez, sınıfsal yapısından dolayı gelemez. Daha şimdiden, en azından Maoculuk temelinde radikal küçük burjuva akımların DSF’ye alternatif olarak ortaya çıkmaları, yarın DSF içinde ne türden gelişmelerin olabileceğine bir işaret olarak görülmelidir.

Her şeyden önce DSF, küçük burjuva ve Avrupa emperyalist burjuva reformizmi ve pasifizmi önderliğinde olan bir oluşumdur. Amacı oldukça açıktır: Amerikan emperyalizmi karşısında veya deyimleriyle Amerikan emperyalizminin neoliberalizmine, küreselleşmesine karşı Avrupa’nın “sosyal” karakterli emperyalizmini “yeni bir dünya mümkündür”, “başka bir Avrupa mümkündür” diye savunmaktır. Özellikle Attac üzerinden AB’nin,örneğin Irak savaşı dönemindeki tutumunun savunulması bunu açıkça göstermektedir. Özellikle IMF’nin, DB’nin, DTÖ’nün önplana çıkartılması, saldırı oklarının ABD’ye çevrilmesi ve bu anlamda AB’nin koruma altına alınması (Hindistan’da, IV. DSF) tartışma götürmez gerçekliktir.
Walden Bello, IV. DSF’de şunları dile getiriyordu:

“’80’li ve ‘90’lı yıllarda söz konusu olan, bölgesel pazarları bir dünya pazarı olarak birleştirmekti. Bu nedenden dolayı küresel kapitalist sınıfın çıkarı ortaktı…Şimdi küreselleşmenin, daha güçlü bir şekilde tek taraflı olarak ABD’nin siyasi çıkarları ve Amerikan işletmelerinin çıkarları tarafından belirlenen bir biçimiyle karşı karşıyayız”.

Burada önemli olan, ‘80’li ve ‘90’lı yıllarla ilgili bölgesel ve dünya pazarı değerlendirmesi değildir (Açıklanması gereken, bu haliyle doğru olmayan bir değerlendirme). Burada esas olan, DSF’nin anlayışıdır. Bu sözler açıkça göstermektedir ki DSF, esas itibariyle Amerikan emperyalizmine karşı mücadele etmektedir. Dünya çapında sömürü, talan, emperyalist savaş ve tahakküm dendiğinde sadece ve sadece Amerikan emperyalizmi görülmektedir. Diğer bir ifadeyle: Aslında, “küreselleşmeye” birtakım sınırlamalar getirilirse, “Tobin-Vergisi” uygulanırsa, neoliberalizm geriletilirse, kapitalizm demokratikleştirilirse mesele kalmaz. Her türlü “kötülük” Amerikan emperyalizminden kaynaklanmaktadır. O halde esas olan, Amerikan emperyalizmine karşı mücadeledir. Bu, sistem olarak kapitalizmi temize çıkartmanın yöntemidir. Demek ki, listesini verdiğimiz kurumlar, DSF’yi boşuna desteklemiyorlarmış!

1970’li yılların sonunda ve 1980’li yıllarda gündemde olan barış ve silahsızlanma hareketinin, çevre sorunları temelinde yükselen hareketin başına gelen DSF’nin geleceğini göstermektedir. Ya “olmazsa olmaz” aşamasına gelen bir durumda açıkça tavır belirleyecek ve siyasal konumunu açıklamak zorunda kalacak ya da bu oluşumun çeşitli ulusal bileşenleri, örneğin Attac gibi örgütlenmeleri, parlamenter yaşama katılacaklardır. Geriye kalan NGO’ların “bağımsız” olanları hayal kırıklığına uğrayacaklar ve hükümetler tarafından görevlendirilmiş olanları ise, hiçbir şey olmamış gibi görevlerini yerine getirmeye devam edecekler.

DSF, dünya görüşü bakımından belli bir bütünlüğün ifadesi değildir ve olamaz da. Orada iki dünya görüşü var. Birincisi: Önderliği, inisiyatifi elinde tutanların dünya görüşü. Bunlar küçük burjuva ve bir kısım emperyalist reformistlerden ve pasifistlerden oluşmaktadır. Bunların amaçlarını yukarıda belirttik. İkincisi: Özellikle Revizyonist Bloğun ve sosyal emperyalist SB’nin dağılmasından sonra umudu kırılan milyonlarca işçi ve emekçi yığınların arayışlarıdır. Bunlar, DSF’nin “başka bir dünya mümkündür” anlayışını bir alternatif olarak görüyorlar ve bu oluşuma umutla bakıyorlar.

Sonuç itibariyle:
Bu harekete kulak veren her insan, mücadeleye hazır insan demektir ve bu yığınların nezdinde, önünde, yanında bu hareketin pratik, siyasi, teorik, ideolojik, örgütsel tutarsızlığını, düzen yanlı karakterini teşhir etmeksizin, bu hareket teşhir edilemez.

Daha önce de bu türden hareketler görülmüştü. Örneğin ‘50’li yılların başında demokrasi hareketi. Komünist partilerin önderliğinde bu hareket, geniş yığınları harekete geçiriyordu (Bu hareket,daha sonra gelişenlerden tamamen farklıydı. Benzerlik kitlesellikteydi). ‘70’li yılların ikinci yarısıyla ‘80’li yılların ilk yarısı arasında gelişen kitlesel silahsızlanma ve barış hareketi dönemi yaşandı. Yeni olan, ‘90’lı yıllardan, özellikle de ‘90’lı yılların ikinci yarısından sonra yeniden bir kitlesel hareketin uluslararası gelişmesi değildir. Yeni olan, bu sefer, hareketin gelişme nedeninin emperyalist küreselleşme olmasıdır. Yani “küreselleşme”ye karşı mücadele.

Bu hareketin formüle edilmiş talepleri değil, hareketin doğuş nedeni antiemperyalisttir. Antiemperyalistliğin IMF, DB ve DTÖ’nden oluşan “üçlü kutsal ittifak” ile sınırlandırılması yanıltıcı olmamalıdır. Hareketin önderliği ve etkilediği kesimler bununla yetiniyorlar. Açık ki sınıfsal duruşlarının gereğini yapıyorlar. Bizim görevimiz ise, dayatılan bu sınırları aşmaktır. Bu sınırları aşabilmek içinde dünya çapında devrimci ve komünist güçlerin ortak hareket etmeleri gerekir. Ama olmadı.

DSF, reformizmi ve pasifizmi örgütlüyor.
Bir taraftan ezenlerin, talan edenlerin dünyası, diğer taraftan da ezilenlerin ve talan edilenlerin dünyası.
Bir taraftan neoliberalizmin savunucuları ve uygulayıcıları, diğer taraftan buna karşı direnenler.
Bir taraftan, hizmetindeki uluslararası siyasi, askeri ve iktisadi örgütleri ve devletleriyle uluslararası tekeller, diğer taraftan buna karşı gelen milyonlar.
Bir taraftan uluslararası sermayenin ve üretimin yeniden örgütlenmesi, diğer taraftan bu örgütlenmenin zulmünü çeken yığınlar.
DSF, bu kavganın ortasında yer almıyor, “arabuluculuk” yapmıyor. Taraflı hareket ediyor. Bıçağın kemiğe dayandığına inanan işçi ve emekçi yığınlarını kapitalist düzenle, emperyalist küreselleşmeyle barıştırmaya çalışıyor.

DSF, bir taraftır. Emperyalizmin, reformizm ve pasifizm kılığına büründürdüğü bir truva atıdır. Henüz örgütsel olarak oluşmamış uluslararası işçi ve emekçi cephesini içten fethetmek görevini üstlenmiş faaliyettir.

Mevcut yapısıyla DSF,„sosyal devlet“i, devlet kapitalizmini savunanların; bir kısım sosyal demokratların, reformistlerin, „sol“ların geriye çekiliş muharebesidir. Neoliberalizmle güya “çarpışarak” geri çekiliyorlar!

DSF, örgütsüz emekçi yığınların reformist, pasifist, karşı devrimci düşünce ve akımların peşine nasıl takılırın açık ifadesidir.

DSF, devrimin önünde bir engeldir. İlericilik adına dünya emperyalist sisteminin en güncel, en modern savunucularıdır. Bu örgütlenmelerin bu karakteri, bu misyonları açığa çıkartılmadıkça, teşhir edilmedikçe, bunların peşine takılan dünya çapında milyonlarca işçi ve emekçi yığınları etkileme durumumuz söz konusu olamaz.

Evet, bu hareketi hiç bir şekilde göz ardı edemeyiz. Hareketin kendisi, öz itibariyle muazzam bir antiemperyalist potansiyel taşımaktadır. Bu potansiyeli, gerçekten antiemperyalistleştirmek, devrimcileştirmek bizim elimizdedir. Daha doğrusu elimizdeydi. Çünkü DSF süreci sonlanma aşamasına girmiştir.

Bu hareketin Seattle’de bugüne kadarki gerçekliğine bakalım:
Eksik ve sığ da olsa, neredeyse salt IMF, DB ve DTÖ ile sınırlı da olsa bu hareket, antikapitalist değil, antiemperyalist içerik taşıyor. Önemli olan, bu içeriği ön plana çıkartılmasıydı.

Bu hareket, küçük burjuva reformist anlamda da olsa örgütlülükten uzaktır. Uluslararası planda eylemden eyleme örgütlenmektedir. Ona uluslararası koordine etmenin ötesine geçen, süreklilik arz eden ve yönlendirici olan bir örgütsel yapı vermek için mücadele etmeliydi.

DSF, tamamen kendiliğindenci bir harekettir. Kendiliğindencilik, bilinçsizlik olarak tanımlanamaz. Ne kadar yanlış olursa olsun vardığı kararda insan, belli bir bilinç ve amaçla hareket eder. Kendiliğindencilik, eylemin nihai sosyal etkilerinin ne olabileceğini kavramaya dayanabileceği gibi, bu etkilerin ütopik tasavvuruna da dayanabilir. Yani her iki durumda da nihai sonuç üzerine yeteri kadar düşünmemek söz konusudur.

Bu hareket, son yılların en güçlü uluslararası kitle hareketidir. DSF, enternasyonal bir hareket midir? Uluslararasılık bakımından enternasyonal bir harekettir. DSF, dünya reformizmi ve pasifizminin enternasyonal hareketidir. Bu anlamda çürümüş II. Enternasyonal’den de geri bir enternasyonaldir.

Enternasyonalizmin ideolojik anlamı vardır. Hangi sınıfın ideolojisi ve politikası temelinde yükselen bir enternasyonal sorusuna cevap verilmeksizin DSF’nin nasıl bir enternasyonal hareket olduğu açıklanamaz. Kimin adına konuşuluyor, kimin politikası formüle ediliyor, örgütleniyor? Soru bu. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sınıfsal çıkarları bakımından bu hareket, enternasyonalist değildir. Olsa olsa küçük burjuvazinin, reformizmin, pasifizmin enternasyonalidir. Bu hareket, transnasyonaldir. Enternasyonalizmi değil, transnasyonalizmi savunmaktadır. DSF, kelimenin gerçek anlamıyla transnasyonaldir. Küreselleşme döneminin adil ve demokratik olmasını savunan bunlardır. Bu nedenle enternasyonal olamaz.

DSF’nin uluslararası kurumlara (IMF, DB, DTÖ, BM) ve emperyalist devletlere daha fazla “governance“ çağrısı, bu kurumların ve emperyalist devletlerin eline daha çok iktidar/yetki vermekten öte bir anlam taşımamaktadır. Dünyayı talan edenlere ve bu talanı örgütleyenlere yapılan daha fazla “governance“çağrısının başka bir anlamı olamaz. Böyle enternasyonal olunamaz.

DSF, dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınları adına konuşmuyor, bu sınıfları temsil etmiyor. Bir kısım taleplerin ortaklaşması, bu gerçeği ortadan kaldırmaz. DSF, emperyalist küreselleşmenin, kendi deyimiyle “aşırılıkları”na karşı; Amerikan emperyalizminin neoliberalizmine karşı, IMF’ye, DB’na, DTÖ’ne karşı “sosyal devlet”i yeniden tesis etmek için uluslararası mücadele etmektedir. 

DSF’nin veya genel anlamda ifade edersek, uluslararası protesto hareketinin (“Antiküresel Hareket”in) enternasyonalliğiyle işçi sınıfının enternasyonalliği birbirine karıştırılmamalıdır. her şeyden önce ortada bir sınıf farklılığı vardır. Birbirleriyle antagonist çelişki içinde olan sınıfların karşı karşıya olmaları söz konusudur. Birisi kapitalist düzeni kurtarmak istiyor, reforme etmek istiyor ve bu nedenle kitle hareketini baskı aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Diğeri iste sistemi yıkmak istiyor. Aradaki fark budur. Bu fark görülmeksizin de DSF, ASF veya Attac gibi oluşumların sınıfsal karakteri anlaşılamaz ve taleplerin görünüşteki ortaklığından dolayı reformizm ve pasifizmin kuyruğuna takılmak kolaylaşır.

I. (2001 Porto Alegre), II. 2002 Porto Alegre) veIII. (2003 porto Alegre) forumları DSF'nin yükseliş dönemini gösterir. IV. forumda (2004, Mumbai, Hindistan) DFS bölünür, aynı şehirde başka bir DSF düzenlenir. V. forum da (2005) yine Porto Alegre'de Brezilya) düzenlenir. VI. forum (2006) eş zamanlı olarak üç mekanda (Afrika, Asya ve Latin Amerika) gerçekleştirilir. Nedeni ne olursa olsun bu, güçlenmenin değil, güç kaybetmenin ifadesidir. VII. Forum (2007 Kenya) sonun başlangıcı olur. VIII. DSF (2008), daha öncekilerden farklı olarak , “küresel eylem günü” ile sonlanan “dünya çapında eylem haftası” biçimine dönüştürülür. IX. DSF (2009) yeniden Brezilya'da (Belem) gerçekleştirilir. X. DSF (2010), bütün yıl boyunca devam eden toplantı ve eylemlere dönüştürülür.

Sonuç itibariyle: Daha öncekiler gibi bu hareket de -DSF de- reformist ve pasifist emperyalist burjuvazinin kendine yüklediği tarihi misyonu yerine getirmiştir. Artık inandırıcılığı kalmamıştır. O, bitme, dağılma sürecindedir.
--
*) Bu yazı Şubat 2004'te hazırlandığı için daha sonraki DSF toplantılarını ele almıyor. 2004'ten sonraki DSF'nin gelişmesi buna pek de gerek olmadığını göstermiştir.

Kaynaklar:
1) “Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.

Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor.

Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla, büyük ölçüde artırdı, ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı-barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğuyu Batıya bağımlı kıldı.

Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş, ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler” (Marks/Engels;C.4, s. 466). .

2)Marks/Engels; C. 4, s. 455/456.

3)Marks/Engels; C. 25, s. 260.

4) Marks/Engels; C.25, s. 345/346.

5)Ogün ve bugün kapitalist üretimin reel üretim bazındaki durgunluğundan, üretim artışının düşük oranlı olmasından; inişli-çıkışlı durgunluktan, kronik kitlesel işsizlikten kurtulması, sermayenin kendini tam olarak değerlendirme olanağına yeniden kavuşması ancak ve ancak doymak bilmeyen yeni bir pazarla olabilir. Yani olağanüstü bir nüfus artışı veya yeni bir dünya savaşı!

6)Marks/Engels; C; 2, s. 486-488 (“İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu”).

7)2000 yılının Ocak ayında sosyal forum düşüncesinde olan Brezilyalılar “Le Monde Diplomatique”in direktörü Bernard Cassen ve Fransa-Attac başkanıyla, bu düşüncenin Brezilya’da nasıl bir ilgi göreceği üzerine kaygılarını paylaşırlar. Cassen, bu düşünceye yakın ilgi duyar ve Brezilya’da bir forumun düzenlenmesi önerisinde bulunur. Forumun bir “üçüncü dünya” ülkesinde gerçekleştirilmesinin sembolik bir değeri olacağından ve Brezilya’da da Porto Alegre’nin neoliberalizme karşı mücadelede öne çıkmasından dolayı, bu forumun bu şehirde düzenlenmesinin doğru olacağı anlayışına varılır.

Attac, Brezilyalılara, böyle bir forum örgütlerseniz, sizi her yönlü destekleriz güvencesi verir. Sonuçta 28 Şubat 2000’de Sao Paolo’da bir araya gelen 8 Brezilya örgütü (ABONG; Brezilya NGO’su, ATTAC, CBJP; Barış ve Adalet İçin Brezilya Komitesi, CIVES; Vatandaş Hakları için Brezilya Müteşebbis Örgütü, CUT; İşçilerin Merkezi Birleşmeleri, IBASE; Sosyo-Ekonomik Analizler İçin Brezilya Enstitüsü, CJB; Adalet İçin Küresel Merkez, MST; Topraksız İşçiler Hareketi) Porto Alegre’de 25-28 Ocak 2001’de ilk dünya sosyal forumunu düzenlemek için karar alırlar.
           
Brezilyalılar ve Attac önde gelenleri, Porto Alegre belediyesiyle, eyalet yönetimiyle ve Cenevre’de de BM sorumlularıyla konuşurlar ve destek alırlar.
           
Porto Alegre, DSF için eş anlamda kullanılan bir kavramdır ve onun Mekke’sidir. Floransa da Avrupa Sosyal Forumu’nun Mekke’sidir. Bu “kutsal” yerlerde kapitalizme karşı nasıl mücadele ederimin değil, kapitalizmi nasıl sosyalleştirebilirimin, sınıf mücadelesinin önünü nasıl alabilir ve sosyalizmi alternatif olmaktan nasıl çıkartırımın tartışmaları yapılmaktadır. Neoliberalizmin, militarizmin, savaşın eleştirmenlerinin yoğun ifadesi olan Porto Alegre, yüzünü neoliberalizm, militarizm savunucularına ve bellizistlere dönerek, “ne olur” neoliberal uygulamalardan,militarizmden vazgeçin, bellizist değil, pasifist olun diyenlerin kutsal yeridir.

8)Bu görüşler için bkz.: M. Mies; “Globalisierung von unten. Der Kampf gegen die Herrschaft der Konzerne”, Hamburg, 2001, s. 181-215. Anlayışları M. Mies’in anlatımından özetledik.

9)Friedrich Engels; METE, C.20, s.291, (“Anti-Dühring”).

10)Friedrich Engels; METE, C. 20,s. 248/249, (“Anti-Dühring”).

11)Karl Mark; METE, C. 13, s.8/9.

12)Friedrich Engels; METE,C. 20, s. 241, (“Anti-Dühring”).

13)Agy.).
14)Le Monde Diplomatique’in Aralık 1997 sayısında Ignacio Ramonetçok kızgın ve ateşli bir şekilde “pazarlar silahsızlandırılmalı”, “mali pazarlar silahsızlandırılmalı”, “dayanışma vergisi” uygulanmaya konmalı şiarlarıyla start vermişti. Yani yeni bir dünyanın olası yapılmasına Tobin-Vergisi ile başlanacaktır. Ramonet, “21. Yüzyılda dünyanın nihai olarak, haydutların söz sahibi olduğu bir balta girmemiş ormana dönüştürülmesi engellenmek isteniyorsa, mali pazarların silahsızlandırılması ilk yurttaşlık görevidir” diye yazıyordu (Bkz.: Ruth Jung;“Attac: Sand im Getriebe”, 2002, s. 18).
           
“Küreselleşme” ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalar“çerçevesinde James Tobin’in 1972’den kalma önerisi giderek sempati toplamaya başladı. Nobel ödülü sahibi (J. Tobin), döviz transaksiyonlarının cüzi bir vergiye tabi tutulmasını öneriyordu. Tobin’e göre, kısa vadeli yatırımlar mali pazarlar üzerinde istikrar bozucu etkide bulunuyorlardı ve orada süreklilik arz eden kur dalgalanmalarına neden oluyorlardı. Her borsa gününde mali merkezler arasında gidip gelen 1,5 trilyon doların yüzde 80’i iki aydan daha az, hatta sadece 2 saatlik kısa vadeli yatırımlardır” (Peter Wahl; “Tobin Steuer”, “Besteuert die fünfte Gewalt!”, taz, 29.1.2001, s. 11) .

15) 9 Nisan 2001’de Sao Paulo’da DSF’nun örgütleme komitesini oluşturan örgütler tarafından kabul edilen ve 10 Haziran 2001’de DSF’nun Uluslararası Konseyi tarafından bir kısım değişikliklerle onanan metinden (Serbest çevri).

16) DSF ve ASF destekçilerinin resmi listesi (http://web.inter.nl.net/users/Paul.Treanor/esf.html):

1) Droits et Démocratie; Kanada Dışişleri Bakanlığına bağlı bir kuruluş;
2) FordVakfı; Alman Yeşiller Partisiyle ilişki içinde. Bu parti, Alman Başbakanı Schröder’in partisi (SPD) ile koalisyon yapmakta ve parti başkanı Fischer de Dışişleri Bakanıdır;
3)ICCO; bir kiliseler arası örgüt; Hollanda hükümeti ve AB tarafından finanse edilmektedir;
4) Le Monde Diplomatique;
5) Oxfam;
6) RITS;
7) Rede de Informações para o Terceiro Setor;
8) Rio Grande do Sul. Eyaleti;
9) Porto AlegreValisi.

DSF’nun destekleyen medya merkezleri:
 Le Monde Diplomatique ve IPS tarafından desteklenen “bağımsız” Medya Merkezi Ciranda. Inter Press Servisi. IPS’i destekleyenler:
-Kanada Uluslararası Gelişme Ajansı (Canadian International Development Agency CIDA)
-Carl-Duisberg Cemiyeti (Almanya) (Carl-Duisberg-Gesellschaft - CDG)
-Charles Stewart Mott Vakfı (ABD),Charles Stewart Mott Foundation
-Danimarka Dışişleri Bakanlığı (Danish Ministry of Foreign Affairs)
-Avripa Komisyonu (European Commission)
-Finlandiya Dışişleri Bakanlığı (Finnish Ministry of Foreign Affairs)
-BM Gıda ve Tarım Örgütü (Food and Agriculture Organization of the United Nations FAO)
-Ford Vakfı (ABD), (Ford Foundation)
-Friedrich-Ebert-Vakfı (Almanya), (Friedrich-Ebert-Stiftung - FES)
-Almanya İktisadi Kalkınma ve İşbirliği Bakanlığı (German Ministry for Economic Development and Cooperation, BMZ)
-G-77 Grubu (Group of 77, G77)
-Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organisation – ILO)
-İtalya Dışişleri Bakanlığı (Italian Ministry of Foreign Affairs)
-John D. & Catherine T. MacArthur Vakfı (ABD), (John D. & Catherine T. MacArthur Foundation )
-Hollanda Dışişleri Bakanlığı (Netherlands Ministry of Foreign Affairs)
-Hollanda Uluslararası Kalkınma İşbirliği Örgütü (Netherlands Organization for International Development Cooperation, Novib)
-Güney-Kuzey Merkezi (Avrupa Konseyi), (North-South Centre (Council of Europe)
-Norveç Gelişme Ajansı (Norwegian Agency for Development – NORAD)
-Norveç Dışişleri Bakanlığı (Norwegian Ministry of Foreign Affairs)
-Helsinki Üniversitesi Öğrenci Birliği (Student Union, Helsinki University)
-İsveç Uluslararası Gelişme (Swedish International Development)
-İşbirliği Ajansı (Cooperation Agency – SIDA)
- BM, Çocuk Fonu (UNICEF (U.N. Children´s Fund)
- BM, Kadınlar İçin Kalkınma Fonu (UNIFEM (U.N. Development Fund for Women)
-BM, Kalkınma Programları (U.N. Development Programme – UNDP)
-UNESCO
-BM, Çevre Programları (U.N. Environment Programme – UNEP)
-BM, Nüfus Fonu (U.N. Population Fund – UNFPA)
-W. Alton Jones Vakfı (ABD), ( W. Alton Jones Foundation)

17)Le monde diplomatique; Ocak 2001, “Warum Porto Alegre”, s. 1.