deneme

26 Nisan 2008 Cumartesi

DEDEM DUYSAYDI “DEVİRİN ‘NAMISSIZLARI” DERDİ!




Tarım ürünleri bolluğu içinde açlık!
İnsanlık tarihinde şimdiye kadar görülmemiş bir gelişmeyle karşı karşıyayız. Gıda maddeleri pazarı gıda maddeleriyle dolup taşıyor, ama bir milyara yakın insan açlık tehlikesiyle karşı karşıya ve milyonlar açlığa karşı isyan ediyor.

Bu durum kapitalist sistemin ömrünü doldurduğunu göstermektedir. Maoculara göre her ne kadar dünyanın yarısı feodal veya yarı feodal olsa da, tarım tekniği,  nakliyat kapasitesi,  depolama ve sorunla ilgili başkaca teknolojiler bütün insanlığın beslenme ihtiyacını karşılayacak derecede gelişmiş olmasına rağmen milyonlarca insan bir ekmek alamayacak durumda bırakılmış,  açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Gıda maddeleri kıtlığı yoktur. Bu, burjuva basının, spekülatörler dünyasının düpedüz bir yalandır.

Dünya nüfusu 6 milyardan biraz fazladır. Yaklaşık 5 milyar insanın temel gıda maddesi pirinçtir. Son iki ay içinde pirincin dünya fiyatı yüzde 75 oranında artmıştır. Bu fiyat artışından kimin kazandığı, kimin kaybettiği bilinmiyor değil. BM’in hesaplamasına göre yerküre, daha bugünden 12 milyar insanı besleyebilecek kapasiteye sahiptir. Ama kapitalizm koşullarında insanların gıda gereksinimlerini karşılamak için değil, azami kar için üretim yapılır ve tarım sektöründe de uluslararası tekeller, var olabilmek için tek kural, tek amaç tanırlar: Rekabet ve azami kar.

Azami kar hırsı uluslararası mali sermayeyi, kaçınılmaz olarak sürekli, yeni karlı yatırım alanları aramaya zorlamaktadır. Azami kar alanını ele geçirmek için sermayenin işlemeyeceği hiçbir cinayet yoktur. İnsanlığın dolaysız yaşamı kar alanına dönüştürülmüştür: Ulaşım, su, sağlık özelleştirilerek tekelci sermayeye azami kar alanı olarak sunulmuştur. Şehirlerde konut yapımı da sermayeye kar alanı olarak sunulmuştur. Şimdi sıra gıda maddelerine gelmiştir.

Ulusal devletler, uluslararası sermayenin emrindeler ve ne talep edilirse yerine getiriyorlar; vergi, özelleştirme ve başkaca politikalarla spekülasyon için ortam hazırlıyorlar ve böylece dünya çapında işçi sınıfı ve emekçi yığınların yaşamlarını spekülasyon konusu yapıyorlar. Uluslararası sermaye adına IMF’nin dayatması sonunda Türkiye’de dâhil bağımlı, yeni sömürge ülke tarımın geldiği hal ortada.  AB, tarım alanında sübvansiyonları asgarileştirmekle, örneğin bir taraftan hayvancılık alanında küçük üreticiyi iflasa sürüklerken, büyük üreticilerin et ürünleri fiyatını artırmalarına zemin hazırlıyor.

Gıda maddeleri üretimi uluslararası tekellerin çıkarlarına tabi kılınıyor: Genel anlamda bağımlı, yeni sömürge ülkelerin çoğunda tarım 1990’lı yılların başında kadar ulusal pazar için üretiyordu. ‘90’lı yıllardan itibaren durum değişmeye başladı ve uluslararası sermaye bu ülkelerde tarımı da kendine tabi kıldı. Bunda IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası sermayenin hizmetinde olan kuruluşlar belirleyici bir rol oynadılar. Kredi almanın karşılığı olarak dayatılan “yapısal uyumluluk programı”nı Anadolu köylüsü de çok iyi tanımaktadır. Birkaç milyon dolarlık kredi veya borç ertelemesi için neoliberal dayatmaların somut ifadesi olarak ulusal pazarlar uluslararası sermayeye, tekellerin sübvanse edilmiş ucuz ithal tarım ürünlerine açıldı ve böylece bu ülkelerde daha ziyade ihracat için üretim yapan tarım yıkıma uğratıldı. Vergileri, tarım destekleme programlarının rafa kaldırılmasını, patentli tohum kullanma zorunluluğu takip etti. Tarım alanında yaşama olanağı kalmayan küçük üretici köylü şehirleri doldurmaya başladı. Dünün üreticisi köylü, artık gıda maddeleri satın alan tüketici olmuştu.

Tarım tekellerinin uygun gördükleri fiyatları dayatması sonucunda bu ürünler üzerinden spekülasyonun koşulları oluşturuldu. Tarım ürünlerindeki fiyat artışlarının, spekülasyonun asıl nedeni budur, yoksa burjuva uzmanların iddia ettiği gibi örneğin Çin’de ve Brezilya’da süt, et vb. ürün tüketiminin artması veya kuraklık değildir.

Unilever, Nestle, Montanto gibi uluslararası tekellerin dünya çapında tarım sektörünü kontrol etmeleri, fiyatları belirlemelerinin ötesinde neyin ne kadar üretilmesi gerektiğini de belirlemelerini beraberinde getirdi. En çok kar getiren neyse o üretilmeliydi. Bu da fiyatların artmasına neden oldu. Bir taraftan en çok kar getiren maddeler, örneğin bio-yakıt için üretim yapılırken, diğer taraftan başka tarım ürünleri için ekim alanlarının azalması ve bio-yakıt üretiminden dolayı örneğin mısırın gıda tüketimi için azalması da tali olarak fiyat patlamasına neden oldu.

Açlık üzerine spekülasyon ve “balıkçı kadınlar”:    
1789’da o Büyük Fransız Devriminin patlak vermesinde ekmek fiyatları da önemli bir rol oynamıştı. Kötü hasat tahıl kıtlığına neden olmuş, küçük üretici köylü yıkıma uğramıştı. Şehirlerde yaşayanlar da fiyatı birkaç misli artan ekmeği satın alacak durumda değillerdi. Temmuz ayında Bastille ‘nin ele geçirilmesinden sonra kralın iktidardan vazgeçtiğinin açıklandığı belgeyi imzalaması gerekiyordu. Ama imzalamak istemiyordu. Bunun üzerine balıkçı bıçaklarıyla silahlanan balıkçı kadınlar –“Poissardes”- , ayaklanan Ulusal Muhafızlar ile birlikte Versay Sarayına yürüdüler. İçeride kral yandaşlarıyla birlikte ziyafet yapıyordu. Bu kadınlar – o balıkçı kadınlar- monarşinin sonunu getirmişlerdi. Ortaya çıkan gerçeği ise bir türlü hazmedememişlerdi: Ekmek fiyatlarının birkaç misli artması için bir neden yoktu. Çünkü ortada tahıl kıtlığı yoktu. Sadece spekülatörler tahılı istif ederek ekmek fiyatlarının astronomik olarak artmasını sağlamışlardı. Bugün de aynı durumla karşı karşıyayız. Tahıl fiyatlarının astronomik artışında esas sorumlu olan uluslararası tarım tekellerdir, spekülatörlerdir.

Köylünün ürünü değil de ekini önceden satması yeni bir “ticaret” değildir. Bugün bu “ticaret”in sadece adı değişti. Şimdilerde bu işe “Gelecek Üzerine Ticaret” deniyor. Bu, bir beklenti kumarıdır, beklentinin alınıp satılmasıdır, bağlayıcı özelliği olan bir borsa anlaşmasıdır. Yani iki taraf, belli bir metanın belli bir zamanda, tespit edilmiş fiyat üzerinden teslim edilmesi için anlaşıyorlar. Ama modern spekülatörler bir alış-veriş işlemiyle asla ve asla yetinmezler. Aynen Amerikan konut spekülasyonunda bankaların kredi alacaklarını paketleyip başkalarına satmaları gibi, bu alanda da spekülatörler ilk anlaşmayı spekülasyon konusu yaparlar ve paketleyip satarlar. Her spekülatör, satın alığı anlaşmayı, başka bir spekülatöre “makul” bir kar payını ekleyerek satar. Ve bu böyle gider ve her seferinde fiyatlar artar. Sadece 2002 yılında derivatlar borsası Eurex’de yarım milyardan fazla bu türden anlaşma alınıp satılmıştır. Tabii burada söz konusu olan reel değerler değildir, reel karşılığı olan değerlerin alınıp-satılması değildir. Bugün açısından reel, gerçek değerler, beklenti kumarının oynandığı pazarlarındaki (borsalardaki) alış—verişin ancak yüzde 3’ünü oluşturmaktadır. Yani bu pazarlarda, örneğin her 100 Avronun sadece 3 Avrosu gerçektir, karşılığı vardır, geriye kalan 97 Avro sadece ve sadece yazılı olduğu kâğıt üzerinde vardır.

Tarım sektöründe spekülasyon, açlık üzerine spekülasyon için yıllarca süren bir hazırlık yapılmıştır. Ancak Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizinden sonra o alandan kaçan spekülatif sermaye tarım alanında büyük oyunu başlatmıştır. Zaten artmakta olan fiyatların 2006’da “birden bire” astronomik artışının –temel gıda maddelerinde fiyatların aynı anda, aynı süre içinde artışının bir nedeni olmalıydı. Bu, temel gıda maddelerinde aynı anda ortaya çıkan bir kıtlıkla açıklanamaz. BM’e bağlı Dünya Beslenme Örgütünün (FAO) Nisan ayında yayımladığı bir tahıl istatistiğinde şu verilere yer veriliyor: Tahıl fiyatları 2000’de yüzde 87; 2001’de yüzde 89; 2000’ de yüzde 97; 2003’de yüzde 101; 2004’de yüzde 111; 2005’te yüzde 106; 2006’da yüzde 124; 2007’de yüzde 192; 2007’nin Mart ayında yüzde 151; Nisan ayında yüzde 148; Mayıs ayında yüzde 150; Haziran ayında yüzde 159; Temmuz ayında yüzde 160; Ağustos ayında yüzde 171;  Eylül ayında yüzde 195; Ekim ayında yüzde 201; Kasım ayında yüzde 203; Aralık ayında yüzde 224 ve 2008 yılının Ocak ayında yüzde 239; Şubat ayında yüzde 282 ve Mart ayında da yüzde 284 oranında artıyor.
Dünya tahıl fiyatlarındaki astronomik artışla, Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizi ve spekülatif sermayenin tarım sektörüne yönelişi arasında açık bir bağ vardır. Sorun sadece bununla sınırlı değildir.

Dünya tahıl depolarının boşaltılması için yıllarca uğraşılmıştır. AB, “süt denizi”ni kurutmak ve “tereyağı dağı”nı eritmek için üretici köylülere üretim yapmaması için ödeme yapmıştır, yapmaktadır. Bu da yetmemiş ve sübvanse edilmiş tahıl ürünlerini bağımlı, yeni sömürge ülkelere “açlık yardımı” adı altında pompalamıştır. Ortaklaşa çaba sonucunda dünya tahıl rezervleri 2007 yılında 405 milyon tona düşürülmüştür. Buna ve artan dünya nüfusuna rağmen tahıl kıtlığı yaratılamamıştır. 2007 yılında tahıl üretimi yüzde 4,6 oranında artarak 2,1 milyon tona çıkmıştır.

Hedge Fonlarının; spekülatörlerin fiyat artışındaki rolleri:
BM sözcüsü Josette Sheeran, 22 Nisandaki açıklamasında “açlığın sessiz tsunami”sinden, “altı ay önce açlar kategorisinde yer almayan milyonların şimdi açlar kategorisinde yer aldıklarından” bahsediyordu.

New Statesman gazetesinin (İngiltere)   „Fiyatları yükselten ticaret çılgınlığı“ başlığını taşıyan bir makalesinde açlık sorunu için önce dünya nüfusunun ve bio-yakıtın artması en önemli neden olarak gösterildi. Ama sonra “bu uzun vadeli faktörler önemlidir, ama gerçek nedenler değildir… Gerçek neden kredi krizidir”, ‘gıda maddeleri kıtlığı’nın nedeni, mali derivatlar (mali bahis pazarı, İ.O.) pazarının çökmesinden sonra meta spekülasyonudur” sonucuna varıldı. Gerçekten de insanlığın son altı ay içinde bu denli bir açlıkla karşı karşıya kalmasının, bir anda dünyanın hemen her yerinde gıda maddeleri fiyatlarının sözleşmişçesine fırlamasının, ne doğrudan kuraklıkla ne de bio-yakıtıyla birincil derecede ilişkisi vardı. Amerikan konut piyasasında patlak veren spekülasyon krizinden dolayı, azami kar peşinde koşan spekülatörlerin milyarları tarım alanına yönlendirmelerinin ve fiyatlarla oynayarak para kazanma hırslarının sonucudur bugün yaşanan durum. Buna Wall Street’te “meta süper çevrimi” deniyor.

Amerikan konut sektöründeki krizden dolayı geri gelmesi artık beklenmeyen kredilerin artmasına paralel olarak spekülatörler ve Hedge-Fonlar, yatırımlarını oldukça riskli “paketlenmiş” değerli kâğıtlardan çekerek  “değer ambarı” denen altına, petrole, “yumuşak meta” denen tarım ürünlerine kaydırdılar. Ve şimdi de su üzerine spekülasyon yapmaya başladılar.

Gıda maddeleri üzerine spekülasyonun oldukça önemli bir bölümü Chicago Borsasında (CHX) yapılmaktadır. Son iki sene içinde çok sayıda Hedge Fon, yatırım bankaları aktivitelerini bu borsada oldukça yoğunlaştırdılar ve bunun sonucu olarak da Ocak ayından bu yana bu borsada tarım sektöründeki yatırım aktiviteleri yüzde 25 oranında arttı. Öyle ki, Hedge Fonların hammaddelere yatırımları son iki sene içinde 55 milyar dolara çıkarak üç misli artmış oldu.

Hedge Fonlar, büyük yatırımcılar vb. gelecekteki beklentiyi satın alıyorlar. Bu, gelecekte belli bir zamanda teslim edilmesi gereken temel gıda maddeleri üzerinde ticarettir, kumardır. Bu arada, teslim tarihine kadar geçen zaman içinde söz konusu maddelerin fiyatları artmışsa yatırımcı da kar etmiş oluyor. Yani önemli olan, teslim tarihine kadar fiyatların artmasıdır, artmıyorsa artmasını sağlamaktır.  

Chicago borsasında yenilebilir ve içilebilir her şey üzerine spekülasyon yapılmaktadır. Satan gelecekte belli bir tarihte malı teslim etmek zorundadır. Üretici, beklenti, gelecek ticareti üzerinden hasatını çok önceden, daha ekim döneminde, miktar, fiyat ve teslim tarihinin belirlenmesiyle satabilir. Satın alan spekülatör, örneğin buğdayın fiyatının teslim tarihinde yükselmiş olacağı üzerine oynamıştır ve spekülatörlerin kar etmesi için fiyatlar yükselmemişse veya beklendiği gibi yükselmemişse yükseltilmesi gerekir, aynen son birkaç seneden, ama özellikle de birkaç aydan bu yana yapıldığı gibi.

Sonuç itibariyle:
Dünya çapında fiyatların astronomik artışının esas nedeni tahıl kıtlığı değildir. Bu konuda burjuva medya utanmazca yalan söylüyor.
BM’in Beslenme ve Tarım Örgütü (FAO) 2007 yılında dünya çapında tahıl üretiminin 2006’ya göre yüzde 5 oranında arttığını bildiriyor. 2008 yılında da tahıl üretiminin artacağı hesabı yapılıyor. (Bkz.: “Junge Welt" , 13 Nisan 2008. “Bolluk içinde Açlık” makalesinden). Dünya nüfusu ise şimdilik yıllık olarak yüzde 1,2 oranında artıyor. Açık ki, fiyat artışlarının nedeni nüfus artışı da değil. 
Burjuva medya fiyat artışlarından iklim değişikliğini de sorumlu tuttu. Doğru, dünyanın şu veya bu bölgesinde tarım üretimini olumsuz etkileyen iklim değişikliği olmuştur. Ama 2007 yılında tahıl üretimi daha öncesine göre yüzde 5 oranında fazlaydı. Yani iklim değişikliği de fiyat artışları için esas neden değildir.  

Fao’nun beslenme endeksine göre Mart 2007’den Mart 2008’e, yani bire sene içinde gıda maddeleri fiyatı yüzde 57 oranında artmış. Dünya çapında alım gücünün düşmesi göz önünde tutulursa bu gelişme, dünya çapında bir tarım krizinin patlak vermesine neden olabilir. 

Dünya Gıda Programı (BM) direktörü Sheehan, sorunun “pazar koşulları”ndan kaynaklandığı tespitini yapıyor. Haklı. Onun “pazar koşulları” dediği kapitalist sistemin kar etme zorunluluğudur. Kapitalist sistem, süreklilik arz eden bir kar sorunuyla karşı karşıyadır. Kar oranları oldukça düşmüştür. Sermaye, adeta ne yapacağını bilemez durumdadır. Azami kar için dünyayı “kısa günde kırk defa dolaşmaktadır”. Sanayi sektörüne yatırımın karşılığı, değmeyecek derecede bir kardır. Konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizi o alandaki beklentiyi de düşürmüştür. Geriye belli alanlar kalmıştır: Ancak savaşlarla, hammaddelerle, gıda maddeleriyle spekülasyon yapılarak kazanılmaktadır. Amerikan dergisi “Money Week”e göre 2007 yılında gıda maddeleri spekülasyonuna akan sermaye miktarı 142 milyar dolardı. 1998’de ise bu miktar sadece 10 milyar dolar kadardı. (Aktaran: „Junge Welt" , 5-6 Nisan 2008, „Gıda Kıtlaşıyor“ makalesinden).

IMF ve Dünya Bankasının tarımda neoliberal dayatmalarının yanı sıra ABD ve EU kökenli büyük tarım tekellerinin tek ürüne dayalı tarım yapmaları ve sübvanse fiyatlarla ürünleri pazara sürmeleri, bölgesel talebe göre üretim yapan üreticileri rekabet edemez hale getirmektedir.

Uluslararası tarım tekelleri, insanlığı gen teknolojisi temelinde üretilen tarım ürünlerini tüketmeye zorlamaktadır. Öne sürülen kuraklık, dünya nüfusunun artışı, iklimde değişme, biyo yakıt gibi tali nedenlerle gen teknolojisine göre tarımın kaçınılmaz olduğu kabul ettirilmeye çalışılıyor. 

Neoliberalizm tarım alanında da iflas etmiştir. Yaşanan bir tarım krizi değildir. Amerikan konut pazarında patlak veren spekülasyon krizinin gıda maddeleri piyasasında tekrarıdır. Bir tarım ürünleri spekülasyonu krizidir. Evet, 1634-1637 arasında Hollanda’da patlak veren lale spekülasyonu krizinden[1] hiçbir farkı yoktur. Sadece lalenin yerini tahıl almıştır.

Kapitalizm iyice köşeye sıkışmıştır. Ömrünü çoktan doldurmuştur. Ama kendiliğinden tarih sahnesinden çekilmeyecektir. Bu, bütün dünyada balıkçı kadınların; dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınlarının eseri olacaktır.  

Dedem duysaydı  “namıssızlar” demekle yetinmezdi,  “devirin onları” derdi! 







[1] Hollanda’da Lale Spekülasyonu (1634-1637):Busbeck adında bir doğa araştırmacısı 1554 yılında Edirne’den Avrupa’ya Lale getirir. Lale Hollanda’da ekilir, yaygınlaşır ve lale bir spekülasyon aracı olur. Bu yüzyılın ‘30’lu yıllarında laleye olan sevginin genişlemesi, lale tohumu (soğan) ticaretini geliştirmiştir. Laleye talebin artması,  fiyatını da yükseltmiştir. Böylelikle lale soğanı karlı bir ticaret olmuştur. Öyle ki bugün satın alınan lale soğanı, yarın daha yüksek fiyatla satıla biliyor ve yüksek karlar elde ediliyordu. Bu, bütün Hollanda’da lale soğanı üzerine ateşli bir spekülasyonun gelişmesine neden olmuştur. Ülkenin her tarafında lale soğanının alınıp-satıldığı borsalar kurulmuştur, daha doğrusu birahaneler, lokantalar lale borsalarına dönüştürülmüştür. Hollanda’da lale soğanı fiyatı giderek daha da yükselir, bir kısım tüccar da fiyatların yükselmesi için uğraşır.    

22 Nisan 2008 Salı

„DEDEM DUYSAYDI ‚’NAMISSIZLAR’ DERDİ“!



Uluslararası alanda tarım sektöründeki gelişmelerin ne türden sonuçlar vereceği bilinmiyor değildi. Açlık ve ona karşı protestolar adeta programlanmıştı. IMF, Dünya Banksı, emperyalist devletler ve tüm bunların ötesinde bazı Hükümet Dışı Örgütler, yıllardan beri bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde tarım sektörünü uluslararası tarım, tohum, patent, gen tekniği kurum ve tekellerinin çıkarlarına göre şekillendirmek için elele vererek çalıştılar. Bunun; IMF dayatmasının, neoliberal dayatmaların ne anlama geldiğini en azından 1999 yılından bu yana bizzat biliyoruz.

Bugün dünya tarımın, daha doğrusu bağımlı, yeni sömürge ülkelerde tarımın geldiği sefil durum iklim değişimiyle, kuraklıkla veya bazı tarım ürünlerinin bio-yakıt için kullanılmasıyla açıklanamaz. Tarımın bu hale getirilmesi IMF ve Dünya Bankasının, üç-beş milyon dolarlık kredi karşılığında bağımlı, yeni sömürge ülkelere yaptığı dayatmaların doğrudan bir sonucudur. Neler talep edildiğine bakalım:

1999’da IMF, birkaç yüz milyonluk kredi vermek için şunları dayatmıştı:
—Çiftçi ürün bazında desteklenmeyecek. Arazisini ekip biçsin biçmesin, çiftçiye sahip olduğu araziye dönüm başına her yıl (bütçeden) Doğrudan Gelir Desteği ödemesi yapılacak.
—Çiftçiye ucuz kredi verilmeyecek. Kredi desteği yapılmayacak.
—Gübrede ve diğer girdilerde destekler azaltılarak sabit tutulacak.
—Tarımdaki diğer tüm destek politikalarına son verilecek.
—Buğdaya en fazla dünya fiyatının yüzde 20 üzerinde fiyat verilebilecek.
—Desteklenecek ürünlere ödemeler tek seferde değil, yılda 2 taksitte yapılacak.
—Şeker fabrikaları ve Tekel özelleştirilecek. Şeker kanunu, alkollü içkiler kanunu, tütün kanunu çıkarılarak pancar, tütün, üzüm üretimi azaltılacak.

2002’de ise Dünya Bankası ile “ARIP Tarımsal Destekleme ve Tarım Reformu Uygulama
Projesi” adında bir anlaşma imzalandı. Toplamı 600 milyon dolar olan kredinin karşılığında Dünya Bankası şunları talep etmişti:
—Tarımda destekleme politikasına son verilecek.
—Tarım kredilerine ve girdilere verilen sübvansiyonlar kaldırılacak.
—IMF’nin istediği şekilde arazi büyüklüğüne dayalı Doğrudan Gelir Desteği (arazide tarım yapılsın yapılmasın) uygulanacak.
—Destekleme alım fiyatları enflasyonun altında belirlenecek. Desteklenen ürün sayısı ve ürün miktarı azaltılacak.
—Tarım satış kooperatifleri kaderlerine terk edilecek. Yaşayamayan kapanacak.
—Tarım sektörüne destek veren devlet kurumları (Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Devlet Üretme Çiftlikleri, Türkiye Zirai Donatım Kurumu, Orman Ürünleri Sanayi Kurumu, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı çiftlikler ve işletmeler) kapatılacak. Varlıkları özel sektöre satılacak. (Güngör Uras, 17.04.2008 tarihli Milliyet gazetesinden).

Tarımın geldiği yer belli. Tarım üretimi 2007 yılı itibariyle yüzde 9’un üzerinde mutlak geriledi.

Türkiye tarımında yaşanan bu gelişme hemen bütün emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülke tarımında da yaşanmaktadır. IMF ve Dünya Bankası bu ülkelerde tarımı uluslararası tarım tekellerinin çıkarlarına göre biçimlendirdi. Şimdi utanmazca “açlık ayaklanması”ndan, bunun bütün dünyaya yayılacağından, gülünç “yardım” paketleriyle insanların açlık ızdırabı”nı bir nebze de dindirmekten bahsediyorlar.
Dedem duysaydı bunlara “namısszılar” derdi!

Dünya çapında gıda maddelerinin fiyatı yıllarca görece olarak istikrarlı kaldı. Öyle ki 1991–2001 arasında önemli gıda maddeleri dünya fiyatı artmadı, aksine bazı maddelerde fiyatlar düştü. Ancak 2006 yılından itibaren güçlü bir şekilde artmaya başladı. Örneğin buğday, pirinç, mısır yüzde 180 oranında –iki misli- pahalandı. Son birkaç ay içinde ise gıda maddeleri fiyatında gerçek anlamda bir patlama yaşandı. Son birkaç ay içinde örneğin buğday fiyatı yüzde 120 oranında artarken, pirincin fiyatı da yüzde 75 oranında arttı. Gıda maddeleri fiyatı son üç yıl içinde ortalama yüzde 83 oranında arttı.

Dünya Bankası, aralarında protestoların yükseldiği Mısır, Arjantin, Burkina Faso, Fildişi, Haiti,   Honduras, Hindistan,   Endonezya,  Kamerun, Fas, Mauretanya, Mozambik, Peru, Senegal gibi ülkelerin de bulunduğu 33 ülkeden oluşan bir liste oluşturmuş. Bu listede yer alan ülkeler açlıktan dolayı “huzursuzluklar”ın patlak vereceği ülkeler olarak görülmektedir. 
Dünya çapında açlık sorununun baş sorumlularından olan IMF şefi, birçok ülkede istikrarsızlığın oluşacağından, sorunun sadece insani ve iktisadi sorun olmadığından, bunun demokrasiyi de ilgilendiren bir soru olduğundan, yüksek fiyatların sadece ekonomiye değil, bu ülkelerdeki politik yapılanmalara da zarar vereceğinden bahsediyor. Yani ayaklanmaların olacağından korkuyor.

Sorunun nedeni yanlış yerde aranıyor:
Burjuvazinin tarım uzmanları, tarımın dünya çapında yeniden şekillendirilmesini, ekim yöntemlerinin değiştirilmesini talep ediyorlar. Bunun somut anlamı, geleneksel ekim yöntemlerine geri dönülmesidir; geleneksel üretim tarzı, o bölgede kullanılan tohum, doğal gübre vb.

Biyo yakıt gıda maddeleri üretimini olumsuz etkileyen önemli bir neden olarak görülüyor. IWF-Şefi Dominique Strauß-Kahn bBiyo yakıtı insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak görüyor.

Sorunun baş sorumlularından IMF ve Dünya Bankası, en hafif deyimiyle açlığın dindirilebilmesi için BM’e kullanılması için 500 milyon dolarlık bir kredi açtı.  Bunlar, açlıktan ölenler ve sürünenlerle adeta dalga geçiyorlar.

Başka bir neden olarak da dünya çapında iklim değişimi öne sürülmektedir. Kuraklık vb. 
 
Dünya nüfusunun artışı başka bir neden olarak gösteriliyor (Dünya nüfusu yıllık olarak 75 milyon artıyor) ve gıda maddeleri üretimi bu nüfus artışı karşısında yeterli olmuyor deniyor.

Gıda Maddeleri ve Tarım Örgütü Başkanı Jacques Diouf, Çin ve Hindistan’ın artan ihtiyacını da bir neden olarak gösteriyor.

Endonezya ve Brezilya’da daha fazla et ve süt tüketimi de bir neden olarak gösteriliyor. (Burjuvazinin fazla üretim krizlerinin patlak vermesinin nedeni olarak güneşte tespit edilen bir lekeden bahsettiğini ve ayrıca 230’dan fazla ve gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan neden sıraladığını da biliyoruz!). Hayvan yetiştirimi için mısır kullanıldığı için bu madde giderek daha az miktarda gıda maddesi olarak pazarlanıyormuş vs.

Bunların hiçbirisi yaşanan gelişmelerin, tarım ürünlerindeki, özellikle de en geniş yığınlar tarafından sürekli tüketilen gıda maddelerinde fiyatların astronomik artışının nedeni değildir veya oldukça tali nedenidir. Esas nedeni başka yerde aramak gerekir.

Esas nedenlerden birisi tarım ürünleri üzerine spekülasyondur.
İkinci neden, gen teknolojisini insanlığa zorla kabul ettirme çabasıdır.
Üçüncü neden AB’de tarım krizinin sorunlarının başka ülkelere; bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin sırtına yıkılmasıdır.

Birinci neden üzerine: 
Borsalardaki spekülasyonu düşünelim. Amerikan konut alanında spekülasyon köpüğü patladıktan sonra spekülatif sermaye, yeni yatırım alanları; spekülasyon yapacak alan aramaya başladı. Ve bu alanı buldu da. Bu alan bütün dünyayı doğrudan ilgilendiren gıda maddeleriydi. Oluşturulan gıda maddeleri darlığı –gıda maddeleri kıtlığı sonucunda fiyatlar fırladı. 
Gıda maddeleri fiyatlarındaki gelişmelere baktığımızda et, yağ, süt, tahıl vb. temel ürünlerin fiyatı 2005’dan itibaren oldukça hızlı artmaya başlamıştır. Bu hız, daha önceki yıllarla karşılaştırılamayacak derecededir. Bu temel maddelerdeki 2006 itibariyle böyle astronomik derecedeki fiyat artışının spekülatif nedenlerden bağımsız olduğu düşünülemez. 2007’de ise temel gıda maddelerindeki fiyat artışı astronomik artış olarak devam etmiştir. Aşağıdaki grafikte bu gelişmeyi görüyoruz.




İkinci neden üzerine:
Gen teknoloji kullanılarak üretilen gıda maddelerinin yaygınlaştırılması için bu alanda faal olan tekeller, istedikleri sonucu şimdiye kadar pek alamadılar. ABD gibi bazı sayılı ülke dışında bu teknoloji sonucu üretilen ürünlerin sürümü pek mümkün olmadı. En azından açıktan olmadı. Şimdi tarım tekelleri dünyanın gıda sorununun çözümü için geliştirdikleri gen teknolojisini öne sürmekteler. Yani onlara göre gen teknolojisi kullanılarak tarım ürünleri üretilirse açlık diye bir sorun kalmaz, bu sorun tarihe karışır. Son gelişmeleri kullanarak tarım üretiminde bu teknolojinin kullanılmasının yaygınlaştırılması amaçlanmaktadır. Yüksek fiyatlarla tahıl ithal etmek zorunda bırakılan bağımlı, yeni sömürge ülkeler gen tekniğinin kullanıldığı tarımı geliştirmeye veya gen tekniğine göre üretilmiş tarım ürünleri ithal etmeye zorlanmaktalar. Bu, bu teknolojiye, bu teknoloji bazında tohum patentine bağımlılığı, bu alanda faal olan tekellerin dayatmasına boyun eğmeyi beraberinde getirmektedir.

Üçüncü neden üzerine:
AB’de tarım krizi yaşanmaktadır. AB’nin tarım ürünleri depoları tıka basa doludur; bazı gıda maddelerinde bir fazla üretim söz konusudur. AB, bu ürünleri düşük fiyatlarla geri bıraktırılmış ülkelere satmaktadır. Örneğin Afrika’da tarımın sefil durumunda AB’nin bu politikası önemli derecede sorumludur. Afrika pazarlarında Alman, Fransız, Hollanda veya Belçika tarım ürünlerinin, örneğin sebzenin, aynı kalitede yerli ürünlerin yarı fiyatına veya üçte birine satılması herhalde Afrika tarımında bir katkı değildir. (Güney Avrupa üreticileri bir tüp salçayı Gana’da 29 sente satıyorlar. Ganalı üretici ise en azından 35 sente satmak zorunda. AB, domates üretimini 380 milyon Avro ve AB dışı ülkelere ihracatını kilo başına 15 sent ile sübvanse ediyor). Şimdi bu türden düşürülmüş fiyatlarla AB tarım ürünlerinin, gıda sıkıntısı çeken ülkelerde daha yoğun satışı başlarsa bunda şaşmamak gerekir. AB, tarım ürünleri fazlasını; tarım krizini başka ülkelerin; bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin sırtına yıkarak aşmaya çalışmaktadır.

Gıda maddeleri yetersizliği düpedüz bir yalandır. İnsanlığın açlık sorununu ortadan kaldıracak kadar gıda maddeleri vardır. Sadece AB’nin depolarının boşaltılması yeter. Ama bu maddeler tarım tekellerinin, spekülatörlerin elindedir. İstiflenmiştir, spekülasyon konusu yapılmıştır.  Spekülasyon, gen teknolojisi kullanmaya zorlama, AB’nin tarım krizini bağımlı, yeni sömürge ülkelerin sırtına yıkmaya çalışması, açlık sorununun temel nedenleridir.

Gelişen protesto hareketi üzerine:
Sağlıklı bir değerlendirme yapmak için biraz zamana ihtiyaç var. Ama yapılan açıklamalara, yorumlara ve sorunun içeriğine bakarak şunu söyleyebiliriz:

Protestolara iki ana sosyal grup/sınıf katılmıştır: Şehirlerde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar ve kırsal alanda kır yoksulları ve küçük üretici köylü.

Şehirlerde:
Şehirlerde oturanlar ve çalışanlar; işçiler, küçük burjuvazi, küçük üreticiler, gıda maddeleri üretmedikleri ve sadece satın alan durumunda oldukları için bu gıda maddelerinin fiyat artışından doğrudan etkilenmişlerdir. Fiyat artışından en çok etkilenen ve protestolara katılanlar, bu sınıf ve sosyal tabakaların en yoksul kesimlerini oluşturanlardır.    

Kırsal alanda:
Küçük köylüler:
Küçük köylüler bu durumdan katmerli etkilenmişlerdir. Kendi tüketimi veya yerel pazarlar için üreten küçük köylü, tarımsal alandaki sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasından dolayı; yani uluslararası tarım tekellerinin ürünleriyle rekabet edecek durumda olamadıklarından dolayı olumsuz etkilenmekteler.

Dünya pazarı için üreten köylüler:
Dünya pazarları için; ihracat için üreten köylülerin pek sorunu yok. Gıda maddelerindeki fiyat artışı bu köylülerin çıkarınadır. Bunlar, çıkarlarına ters düşen hükümet kararlarını sembolik eylemlerle protesto etmekteler ve çoğu zaman da sonuç almaktalar.

Eylemlerin karakteri:
Burkina Faso, Haiti, Yemen, Kamerun, Mozambik ve Senegal gibi ülkelerde şehirlerde marjinal planlanmamış, spontan eylemler gerçekleşmiştir.

Honduras, Meksika, Peru, Arjantin, Endonezya, Fas, Mauretanya ve Fildişi gibi ülkelerde planlı ve örgütlü eylemler gerçekleştirilmiştir.

Tabii daha karmaşık durumlar da olmuştur. Örneğin Kamerun, Senegal, Mısır, Haiti, Meksika gibi ülkelerde örgütlü ve örgütlü olmayanların ortak eylemleri de olmuştur. Yani bu ülkelerde sivil örgütler, sendikalar, partiler örgütlü güç olarak, örgütsüz olanların eylemlerine katılmışlardır.

Burkina Faso, Mısır, Kamerun ve Haiti gibi ülkelerde dükkânların, işyerlerinin talan edilmesi görülmüştür.
Senegal ve Haiti’de arabaların yakılması gibi eylemler de olmuştur.
Meksika, Arjantin, Peru, Honduras, Haiti, Burkina Faso, Fas ve Mozambik gibi ülkelerde taleplerin kabul edilmesi için ve yanı zamanda silahlı devlet gücünün müdahalesinin engellenmesi için sokaklara barikatlar kurulmuştur. 
Burkina Faso, Mısır, Fildişi, Kamerun, Endonezya ve Kamerun gibi ülkelerde grev, yürüyüş gibi “klasik eylemler” de gerçekleştirilmiştir.

Uluslar arası örgütlü gerçekleştirilmeyen bu kendiliğindenci eylemler, emperyalist burjuvaziyi korkutmuştur. Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri,  tarımda neoliberal dayatmalarının, uluslararası tarım tekellerinin çıkarları için bağımlı, yeni sömürge ülkelerde tarımı yıkmalarının siyasal sonuçlarıyla karşı karşıyalar.
 
Mali krizden sonra sıkça sorgulanan neoliberalizm, şimdi daha çok, daha kapsamlı sorgulanmaktadır. Sorgulayanlar da bizzat kendileridir. Mali krizden dolayı, bu krizden etkilenenlerin protestoları pek yaşanmadı. Ama gıda sorununda, açlıkla karşı karşıya kalanlar seslerini yükselttiler. Ekonomik krizin patlak vermesi ve buna karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınların eylemlerinin gıda sorunundan kaynaklanan eylemlerle birleşmesi durumunda dünya biraz daha “güzel” olacaktır!

16 Nisan 2008 Çarşamba

AÇLIK EYLEMLERİ VE NEDENLERİ




Gıda maddeleri fiyatlarının olağanüstü artması, milyonlarca insanı açlık ve sefaletle, bunun ötesinde açlıktan ölümle karşı karşıya bırakmıştır.  Her gün 25 milyon insan açlıktan ve yoksulluktan kaynaklanan hastalıklardan dolayı ölmektedir. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu için temel gıda maddeleri olan mısır, buğday, soya, pirinç gibi tarımsal ürünleri fiyatı son birkaç yıl içinde iki mislinden fazla artmıştır.

Almanya’da gıda maddelerinde fiyat artışı Mart ayında (2008) yüzde 7,8 ila yüzde 9,6 oranlarında; Çin’de yüzde 18 ve Hindistan’da yüzde 11 oranında; Meksika’da mısır fiyatı yüzde 150 oranında; Burkino Faso’da yüzde 65 oranında; Türkiye’de pirinç fiyatı son üç ayda yüzde 130 oranında artmıştır.

Buğday, mısır, pirinç, süt veya yağlı tohumlar ve başkaca tarım ürünleri fiyatları geçen birkaç ay içinde genel olarak yüzde 20 ila yüzde 30 arasında, bazı yerlerde de yüzde 100 oranında artmıştır. Bu durumdan büyük ölçüde gıda maddeleri; tarım ürünleri ithal eden ülkeler etkilenmektedir.
Son bir sene içinde sadece yazlık buğdayda fiyat artışı yüzde 400; 2005’ten bu yana gıda maddelerinde fiyat artışı yüzde 75 oranlarında gerçekleşti. ABD’de 2008’de üretilecek olan mısırın yüzde 33’ü bio-yakıt için kullanılacak.
BM’e göre fiyat artışlarının sonu geleceğe pek benzemiyor.

Tarımsal Gelişme Uluslararası Fonu’nun açıklamasına göre temel gıda maddelerinde yüzde bir oranlık bir artışın açlıkla karşı karşıya kalan insan sayısını 16 milyon daha artırmaktadır. Yani yüzde birlik bir oran ek olarak 16 milyon insanın aç kalmasına neden olabilecektir. Aynı kurumun yaptığı hesaplamaya göre bu böyle giderse 2025 yılında 1,2 milyar insan kronik açlıkla karşı karşıya kalacaktır.

Geçen hafta gıda maddeleri fiyatının artışı nedeniyle dünya çapında yaygınlaşan „açlık ayaklanması“ndan bahseden ve yoksul ülkelerin mali olarak desteklenmesini talep eden BM-Dünya Gıda Programı, aksi taktirde gıda maddeleri yardımlarının tayına bağlanacağını açıkladı.

IMF de temel gıda maddelerinde fiyat artışından tedirgin olmuştur. IMF Başkanı D. Strauss-Kahn, gıda maddelerindeki fiyat artışını mali sektördeki güncel kriz kadar sorunlu olduğunu, fiyat artışlarından dolayı dünya çapında 100 milyon insanın “derin sefalet”le karşı karşıya kalacağını açıklıyor. Bu baya göre fiyat artışları çok sayıda ülkede „iktisadi altüst oluşlara ve kişisel acı çekmeye“ neden olacakmış! Birçok ülkede temel gıda maddelerinde fiyat artışından dolayı patlak veren protestolar, genel grevler Strauss-Kahn’ın ne denli haklı (!) olduğunu gösteriyor. Ama insanlığın açlıkla karşı karşıya kalmasında IMF dayatmalarının, tarım alanında çok uluslu veya tek uluslu tarım tekelleri lehine öne sürülen „reform“ taleplerinin hiç payı yok mu?

BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Genel Sekreteri J. Diouf, artan gıda maddeleri fiyatı bağlamında „ağır sosyal huzursuzluğun“ patlak vereceğinden bahsediyor. Onun huzursuzluk dediği dünya çapında milyonların katıldığı protestolardır. J. Diouf, dünya çapında „huzursuzluk“tan, biyo yakıt üretiminden bahsediyor, ama fiyat artışlarında bağlayıcı sorumluluğu olan spekülatörleri anmıyor bile.

Açlık protestoları Haiti’de hükümeti devirdi, Tunus’ta açlık protestoları düzenlenmesini beraberinde getirdi (Bu ülkede gıda maddeleri fiyat artışı Şubat ayında yüzde 8,6 oranındaydı). Burkino Faso’da fiyat patlamasına karşı iki günlük genel greve gidildi. Mısır’da halk tarım ürünlerindeki fiyat artışını protesto etmek için kitlesel olarak sokağa döküldü. Fas’ta, Senegal’de, Mauretanya’da, Bangladeş’te, Pakistan’da, Endonezya’da, Meksika’da, Arjantin’de, Gine’de, Kamerun’da, Yemen’de, BAE’inde; kısaca dünyanın hemen her yerinde milyonlarca insan temel gıda maddelerindeki hızlı ve olağanüstü artışı protesto etmek için çatışmayı da göze alarak sokakları doldurdular.

Gıda maddelerindeki fiyat artışı bazı burjuva yorumcular tarafından kötü hasatın bir sonucu olarak gösterilmektedir. Ayrıca, beslenme alışkanlıklarınızdaki değişim, doğa koşullarındaki değişme; kapitalizmin doğayı tahribinden dolayı kuraklık ve aşırı yağışlar vb. de fiyat artışlarının   nedenleri olarak sayılıyor.  Bu tali nedenleri önplana çıkartmak gerçek nedeni gizlemenin bir yoludur. Boşuna bir çaba, tam bir demagoji.

Temel gıda maddelerindeki fiyat artışının nedeni kapitalizmdir. Gıda maddeleri de aynen diğer metalar gibi dünya pazar koşullarından; bu pazardaki gelişmelerden, arz ve talepten bağımsız olarak ele alınamaz. Artan fiyatlar yoğun ve yaygın satın almaya neden olur. Bu da fiyatları artırır. Salt bu nedenden dolayı, örneğin buğday fiyatları Şubat sonu itibariyle yüzde 25 oranında artmıştır. Fiyatların böyle gelişmesinde kışkırtıcı olan ve kazanan spekülatörlerdir. FAO’nun hesaplamalarına göre örneğin 2007-2008 döneminde dünyanın en yoksul ülkesi tahıl ithalatı için yüzde 56 oranında daha fazla bir miktarı ödemek zorunda kalmışlardı. Öyle ki, bazı Afrika ülkeleri yüzde 74 oranında daha fazla ödemek zorunda kalmışlardı. Daha önceki dönemde; 2006-2007’de ise gıda maddeleri ithalatında fiyat artışları yüzde 37 oranındaydı. Bundan kazançlı çıkanlar, küçük tarım üreticileri değil, uygun koşulları kollayan veya yaratan spekülatörlerdir.  

Dünya çapında gıda maddeleri rezervlerinin yetersiz kalmasında bazı tarım ürünlerinin biyo yakıt üretimi için kullanılmasının da bir rolü vardır. Ama şimdiki haliyle ekim alanları ve üretim, gıda maddelerinde bir yetersizliğe neden olmamaktadır. Tarımsal alanda gıda maddeleri üretiminden bio-yakıt üretimine geçiş, başlangıç aşamasında olan bir süreçtir, yoğun olarak son 5 senede yaşanan bir süreçtir ve bu sürecin ilerlemesi durumunda tarımda yapısal bir krizin patlak vermesi büyük bir olasılık olur. Ama belirttiğimiz gibi,  sürecin böyle bir aşamasına henüz gelinmemiştir. Örneğin ABD’de 40 milyon ton mısırın gıda maddesi olarak değil de, bio-yakıt hammaddesi olarak kullanılması, mısır fiyatlarındaki fiyat artışının tali bir nedeni olabilir. Esas neden olarak Chicago spekülatörleri görülmelidir. Yani bio-yakıt meselesi tali bir nedendir. Söz konusu maddelerde fiyat artışlarının nedeni esas itibariyle spekülasyon kaynaklıdır.
 
Tarım alanındaki spekülasyon, fiyat artışları, tarım sanayini pek fazla zorlamıyor. Bu sektör, bir taraftan ürün stoku yaparken –ki bu da fiyatları artırıyor- diğer taraftan da gıda pazarlarını kontrol ediyor.

Tartışama götürmez gerçek şu ki, bugün söz konusu olan dünya çapındaki açlık, gıda maddeleri eksikliğinden, gıda maddelerinin yetersiz üretiminden kaynaklanmamaktadır, tam tersine dünyada bütün insanlığı doyuracak kadar gıda maddeleri vardır. Sorun, bu maddelerin kimin mülkiyetinde olduğudur. Burada sorun, neyin ne kadar üretileceğinde ve paylaşılacağındadır. Milyonların aç kalması ve açlıktan ölmesi, mülkiyetin kapitalist işletmelerin elinde olduğu koşullarda, azami kar peşinde koşan sermayenin umurunda değildir. İnsanlığı açlıkla yüz yüze getiren kapitalist sistemdir.

Unutmamak gerekir ki kapitalizm koşullarında gıda maddeleri de, aynen başka metalar; sanayi ürünleri gibi metadır ve pazarlarda yapılan spekülasyona tabidir. Ekonomik ve mali krizden dolayı yeterli kar elde edemeyen sermaye kaçınılmaz olarak başka alanlarda spekülasyona yönelmekte; hammaddeler, gıda maddeleri üzerinde spekülasyon yapmaktadır. Bu anlamda gıda maddelerinde fiyat artışının nedeni, dünya çapında devam eden mali kriz olgusundan ve patlak vermesi zaman meselesi olan ekonomik krizden bağımsız olarak düşünülemez. Altın fiyatlarının, petrol fiyatlarının veya başka madenlerde fiyatların olağanüstü arttığı koşullarda gıda maddeleri üzerinde spekülasyon niçin yapılmasın?

Sermaye açısından önemeli olan, azami kardır. Bu olanağı tarım alanında görüyorsa orda yapacağını yapar. Son zamanlarda uluslararası alanda spekülatif sermayenin gıda maddelerinde yatırıma duyduğu ilgi bilinmiyor değil. Bu sermaye büyük ölçekte gıda maddeleri satın alıyor, istifliyor ve böylece fiyatların artmasını bilerek kamçılıyor. Tam da bu nedenden dolayı dünya ölçeğinde bir ton pirincin fiyatı 500 dolardan 1000 dolara fırlamıştır. Sonuçları ortada.

Temel gıda maddelerinin görünüşteki yetmezliğine; arzın talebi karşılayamamasına ve patlak veren ve dünya çapında yaygınlaşan protestolara bakarak bir tarım kriziyle karşı karşıya olduğumuz sonucuna varmak yanlış olur.
Sanayi sektöründe olduğu gibi tarım sektöründe de fazla/aşırı üretim krizleri söz konusudur. Nasıl ki pazarların sanayi ürünleriyle dolup taştığı dönemlerde periyodik olarak ekonomik kriz/fazla üretim krizleri patlak veriyorsa, pazarların tarımsal ürünlerle de dolup taştığı dönemlerde tarımda ekonomik kriz/fazla üretim krizi patlak verir. Ama bu krizlerin devreviliği, periyodikliği yoktur.  Şüphesiz ki, tarım krizlerinin de temelini kapitalizmin temel çelişkisi –üretimin toplumsal karakteri ve ona özel mülkiyet temelinde el koyuş- oluşturur. Bu, sanayi krizlerinde de böyledir. Tarım krizinin olasılığı da meta üretiminde aranmalıdır.

Bugün açısında tarım krizi AB için geçerlidir. Gerçekten de AB depoları tıka basa tarım ürünleriyle doludur. AB tarımında bir fazla üretim krizi söz konusudur ama diğer taraftan da yaşadığımız gibi milyonlarca insan açlığa, açlıktan ölüme mahkûm edilmektedir.

Günümüzde dünya çapında çalışabilir nüfuzun sadece yüzde 20’sinin çalışmasıyla bütün insanlığın tüketimi karşılanabiliyor. Keza tarım alanındaki üretimle de 8 milyardan fazla insanın beslenmesini sağlanabilir. Ama üretim araçlarının ve ürünün mülkiyeti kapitalistlerin elinde olduğu ve onlar da ihtiyaç amaçlı değil, kar amaçlı üretim yaptıkları için –başka türlü de olamaz- insanlık sanayide belli dönemlerle patlak veren, tarımda da belli dönemlere bağlı olmadan patlak veren fazla üretim krizleriyle, kronikleşmiş kitlesel işsizlikle karşı karşıya kalmaktadır. İnsanlığı yoksulluğa, sefalete, işsizliğe, açlığa mahkûm eden kapitalizmdir. Milyonlarca insanı açlıktan öldüren kapitalizmdir. Sorunun çözümü kapitalizmde aranamaz, aranmamalıdır. Sorunun çözümü, yegâne alternatifi sosyalizmdir.
Başka bir yazıda tarım krizini ela alabilir ve sanayide ekonomik krizle karşılaştırmasını yapabiliriz.


14 Nisan 2008 Pazartesi

Konjonktür devreviliğinin devrimci dönüşümler üzerindeki etkisi


Konjonktür devreviliğinin devrimci dönüşümler üzerindeki etkisi

İşçi sınıfının yaşam koşulları üzerindeki olumsuz etkisinden ve üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkileri açığa çıkarmasından dolayı ekonomik krizler, siyasi altüst oluşun önemli bir kaldıracı olurlar (Marks; Grundrisse, s. 139).

Marks’a göre, “ücretlerin birbirini takip eden yükselmesi ve düşmesi ve bundan kaynaklanan üretimin mevcut örgütlenmesindeki işçiler ve fabrikatörler arasındaki çatışmalar, işçi sınıfının mücadele ruhunu canlı tutmak, bu sınıfı hâkim sınıfın saldırılarına karşı yegâne büyük bir birlikte birleştirmek ve onu, üretim aletlerinin...düşüncesiz, az veya çok beslenmiş duygudaşlığından uzak tutmak için vazgeçilmez araçlarıdır”(Marks; C. 9, s. 170. “Türkiye’ye Karşısında Rus Politikası-İngiltere’de İşçi Hareketi”).

Sınıfların uzlaşmazlığına dayanan bir toplum düzeninde –köleciliği, sadece sözde değil, fiiliyatta önlemek istiyorsak- mücadeleye atılmalıyız. Grevlerin ve koalisyonların değerini doğru taktir etmek için, ekonomik sonuçlarının görünürdeki önemsizliğine aldanmamalıyız, bilakis her şeyden önce moral ve siyasi etkilerini göz önünde tutmalıyız. Uzun, birbirini takip eden gevşeme, açılıp serpilme, yükseliş, kriz ve yoksulluk aşamaları, modern sanayin periyodik tekrarlanan (bu) aşamaları olmaksızın, bundan kaynaklanan ücretlerin ve işçilerle fabrikatörler arasındaki mücadelenin iniş ve yükselişi olmaksızın, ücretlerin ve karların tam uyumluluğu içinde dalgalanmaları olmaksızın…işçi sınıfı, maneviyatı kırılmış, zayıf karakterli, tükenmiş, boyun eğen bir yığın olur ve onun kendi gücüyle bağımsızlaşması… mümkün olmaz” anlayışındadır (Agk. s. 170/171).

Söylenen oldukça açık: Ekonomik mücadeleler, sınıf ruhunu canlı tutuyor, mücadeleye atılma isteğini güçlendiriyor. Bu mücadeleler, moral ve siyasi etkilerinden dolayı devrimci altüst oluşların zorunlu bir önkoşulu oluyor. İşçi sınıfının yaşam koşullarını kötüleştiren ve genel iktisadi perspektifi değiştiren ekonomik krizler, işçiler ve kapitalistler arasındaki ilişkiyi de değiştirici bir etkide bulunuyor. Bundan dolayı ekonomik kriz, periyodik olarak sürekli gelişiyle burjuva toplumun giderek daha şiddetli, kapsamlı ve tehlikeli bir biçimde sorgulanmasına neden oluyor.“Tüm burjuva toplumun varlığını dönemsel yinelenmeleriyle her seferinde daha tehdit edici bir biçimde sorguya çeken ticari krizlerin sözünü etmek yeterlidir” (K. Manifesto).

Devreviliğin hızının kesildiği aşamada, yani kriz döneminde devrimci durum faktörleri güçlenir, ama devreviliğin yükseliş aşamasında –ekonomik gelişmenin açılıp-serpildiği dönemde- devrimci durum faktörlerinin etkisi zayıflar. Engels, iktisadi açılıp serpilme dönemlerinin proletaryayı burjuvalaştırdığını (Marks’a 7 Ekim 1858 tarihli mektubundan), moralsizleştirdiğini (Marks’a 17 Aralık 1857 tarihli mektubundan), uyuşuklaştırdığını (Marks’a 7 Aralık 1857 tarihli mektubundan), genel olarak siyasi hareketleri cesaretsizleştirdiğini (Kautsky’ye mektubu, 8 Kasım 1884), devrimi kırdığını (umutsuzlaştırdığını) ve gericiliğin zaferine temel teşkil ettiğini (Bernstein’a mektubu, 25–31 Ocak 1882) yazar ve şöyle der: “Tam istihdamlı ve iyi ücretlendirilmiş bir işçi sınıfı ile bırakalım devrim yapmayı, siyasi kampanya bile düzenlenemez” (“Fransız Proleterlerinin Pasifliğinin Nedenleri” makalesinden)

Devreviliğin yükseliş aşamasında; birikim koşullarının uygun olduğu süreçte “sermayeye bağımlılık ilişkileri tahammül edilebilir olur” (Kapital, C. I’den) ve böylece işçiler, “zevk alanlarını genişletebilmekteler; giysi, ev eşyası vb. gibi tüketim fonlarına bazı ekler yapabilmekteler ve küçük bir yedek-fon parası ayırabilmekteler” (Agk.) Böylesi dönemlerde bu olanaklar, “ücretli işçinin kendisi için dövmüş olduğu altın zincirin uzunluğunda ve ağırlığındaki bir gevşemedir” (Agk.)

Şüphesiz ki devreviliğin yükseliş –ekonomik gelişmenin açılıp-serpildiği- dönemlerinde de işçi sınıfı, ekonomik mücadele sürdürmektedir. Ama bu mücadelelerin devrimci dönüşüm üzerindeki etkisi, Marks’ın “Felsefenin Sefaleti”nde belirttiği gibi zayıf kalmaktadır: “1844 ve 1846 yıllarında grevlerin, önceki zamana nazaran daha az dikkat çekmelerinin nedeni, bunun, İngiliz sanayi için ilk açılıp serpilme yılları olmasıdır” (C. 4, s. 177).

Engels de 1847 “dünya ticaret krizi, Şubat-Mart Devriminin esas anasıydı. 1849 ve 1850’de (yaşanan) sanayisel tam açılıp serpilme, yeniden güçlenen Avrupa gericiliğinin canlandırıcı gücüydü” der (C. 7, s. 512,Fransa’da Sınıf Mücadelelerine Giriş- 1895 baskısı).

Marksizm, kapitalizmde devrimci durumun, konjonktürün gerilediği dönemlerde, kriz dönemlerinde oluştuğunu öğretiyor:“Burjuva topulumda üretici güçlerin dolgun geliştiği genel açılıp serpilme (döneminde)... gerçek bir devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim, ancak, her iki faktörün; modern üretici güçlerin ve burjuva üretim biçimlerinin birbirleriyle çelişkiye (aç. M.) düştüklerinde mümkündür” (Marks-Engels; “Revue, Mai bis Oktober 1850”).

Marksizm, ‘devrimci altüst oluşlar, değişimler için ekonomik krizler zorunludur, sorunun olmazsa olmazıdır, ama devrimci dönüşümleri gerçekleştirmek için hiç de yeterli değildir. Bu dönüşümü gerçekleştirmek için komünist partisinin eylemi gereklidir. Böyle bir parti olmaksızın, devrimci dönüşümleri gerçekleştirmek imkânsızdır’ diye öğretiyor. Marks’ın deyimiyle “bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile –ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir- hukuki, siyasi, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir” (Politik Ekonomiye Katkı- Önsöz).

Marks ve Engels’in yukarıdaki anlayışları; ekonomik kriz ve devrimci durum arasında bağ kuruşları, soruna mekanik yaklaştıklarının bir göstergesi olarak kavranmamalıdır. Bu anlayışlarıyla sadece, devrimci durumun oluşmasında ekonomik krizlerin önemli bir faktör olduğunu vurguluyorlar. Hepsi bu kadar. (Konuya ilişkin anlayışları için bkz.1).

Konjonktür devreviliğinin devrimci dönüşümler üzerindeki etkisi ancak ve ancak somut talepler doğrultusunda atılan adımlarla ve mücadele biçimleriyle sağlanabilir. Kriz döneminde mücadelenin normal koşullarda önplana çıkmayan birtakım özgün yönleri önplana çıkabilir. Önemli olan bunu görebilmek ve ona göre hareket edebilmektir. Kriz döneminin devrimci mücadelenin her zamankinden daha güçlü ilerletebileceği koşullar sunduğu, bu dönemin, devrimci mücadeleyi, işçi sınıfı ve emekçi yığınları örgütlemede bir nevi fırsat dönemi olduğu unutulmamalıdır.

1 (1848:K. Manifesto; 1849: M-E; C. 34, s. 515, “Tribune”ün Karl Marks ile Söyleşisi”, 18 Aralık 1878; C. 27, s. 516, Marks’ın J. Weydemeyer’e mektubu, 19 Aralık 1849; 1850, C. 7, s. 440; 1851, C. 27, s. 598, Marks’ın F. Freiligrath’a mektubu, 27 Aralık 1851; 1853, C. 9, s. 320, Marks; “Politische Schachzüge-Brotknappheit in Europa”; 1857, C. 29, s. 117, 153, Engels’in Marks’a 31 Mart 1857 tarihli ve Marks’ın da Engels’e 11 Temmuz 1857 tarihli mektupları; 1858, C. 29, s. 360, Marks’ın Engels’e 8 Eylül 1858 tarihli mektubu; 1859, C. 29, s. 572, Marks’ın F. Weydemeyer’a mektubu, 1 Şubat 1859; 1862, C. 30, s. 641, Marks’ın L. Kugelmann’a mektubu, 28 Aralık 1862; 1863, C. 30, s. 324, Marks’ın Engels’e mektubu, 13 Şubat 1863; 1875, “Kapital” üzerine mektuplar; s. 225, Marks’ın Lawrow’a yazdığı 18.6 1878 tarihli mektup; 1881, C. 35, s. 161, Marks’ın F. D. Nieuwenhuis’e mektubu, 22 Şubat 1881).


10 Nisan 2008 Perşembe

İŞSİZLİK VE EKONOMİK KRİZ





“Ücretli işçi sayısındaki görece azalmaya karşın, mutlak olarak artış, zaten kapitalist üretim biçiminin bir gereksinimidir. İş gücünü günde 8–10 saat çalıştırmak artık zorunlu olmaktan çıkar çıkmaz, bu üretim biçimi için işgücü artık bollaşmış demektir. Üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yol açabilecek, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı için, bir devrime neden olabilir. Bu, kapitalist üretimin özgül sınırının bir başka belirtisidir. Çalışan nüfusun bazen şu, bazen bu kısmının, eski istihdam biçimi altında fazlalık haline gelmesinden doğan devresel krizlerde bu çatışma kısmen görünür duruma gelir. Kapitalist üretimin sınırı, işçilerin fazla zamanıdır”.  

Marks’ın bu öngörüsü bugün gerçekleşme sürecine girmiştir. Gelişme, henüz “bir devrime neden olabilecek” kapsam ve derinlikte değil. Ama gelişmenin yönü o tarafa doğru. Belirttiği gibi, burada söz konusu olan, devrevi krizlerden dolayı işsizliğin dönemsel artışı değildir. Burada verimliliğin, üretimden daha hızlı gelişeceği gerçeğine işaret ediliyor.   Kapitalizmde verimliliğin artması, giderek daha çok sayıda işçinin işsiz kalmasına ve bunun devamlılık arz eden bir görüngü olmasına neden olmaktadır.

Bu öngörüsü son yıllarda gerçeklik olmuştur. Eskiden, işsizlerin sayısıyla ekonominin gelişme seyri arasında aynı yönlü bir orantı söz konusuydu: Yani ekonomi krizdeyse, işsizlerin sayısı artar, ekonomi krizde değilse işsizlerin sayısı azalırdı. Artık böyle bir gelişme, en azından emperyalist ülkelerde ve kısmen de Türkiye gibi orta derecede gelişmiş ülkelerde tarihe karışmaktadır. Bu anlamda “yedek sanayi ordusu” kavramı da anlamını yitiriyor. Yedek sanayi ordusu, konjonktürün yükselme aşamasında erime ve konjonktürün gerileme aşamasında kabarma/çoğalma özelliğine sahiptir.   Bu anlamda yedek sanayi ordusu tarihe karışıyor. Kapitalist üretim biçimi, dönem dönem emeceği, üretim sürecine sokacağı, dönem dönem (kriz) sokağa atacağı bir iş gücü kitlesiyle değil, sürekli işsiz olan, kitlesel olan bir işsiz iş gücü yığınıyla karşı karşıyadır. Bu, kapitalist gelişmenin ürünüdür.

Artık kapitalist üretim, sadece devrevi hareketinin kriz aşamasında değil, aynı zamanda yükseliş aşamasında da işsizliğe neden olacak boyutlarda gelişmiştir. O, bu anlamda sınırına dayanmıştır.“Çalışan nüfusun bazen şu, bazen bu kısmının eski istihdam biçimi altında fazlalık haline gelmesinden doğan devresel bunalımlarda bu çatışma kısmen görünür”. Burada ekonomik kriz dönemlerinde “kısmen” daha belirgin olan, yükselen sınıf mücadelesinden bahsediliyor. Gerçekten de böylesi dönemlerde grevler, protestolar, işten atılmaya ve sosyal, ekonomik hakların gasp edilmesine karşı mücadeleler, konjonktürün yükseliş aşamasında görülenden daha sık görülür.

Ama 2000–2004 dünya ekonomik krizi döneminde görüldüğü gibi, krizden kaynaklanan protestoların beklendiği gibi gelişmemesi, kriz yok anlayışını canlı tutma eğilimini güçlendirmesinin ötesinde,   işçi sınıfının özellikle kriz döneminde baş vurduğu mücadelelerin artık her dönem, konjonktür devreviliğinin her aşamasında sürdürülüyor olmasında aranmalıdır. Nedeni oldukça açık: İşçiler, sadece dönem dönem; kriz dönemlerinde sokağa atılmıyorlar, aksine konjonktürün yükseldiği dönemlerde de sokağa atılıyorlar.

İşçilerin sürekli sokağa atılma durumu,  “üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yol açabilecek, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı için bir devrime neden olabilir” mi, bunu bilmiyoruz. Örgütsüz, kendiliğindenci mücadeleyle işçi sınıfı, kapitalist üretim sistemi sınırının ötesine geçemez. Bunu biliyoruz.  

İşin verimliliğinin artması, modern teknolojinin üretimde kullanılması, kaçınılmaz olarak kronikleşmiş kitlesel işsizliğe neden olmaktadır. Bütün emperyalist ülkelerde ve Türkiye gibi orta derecede gelişmiş ülkelerde bu süreç yaşanmaktadır. 
 
Giderek daha az sayıda işçinin, giderek daha çok üretmesi, dolayısıyla işçi sınıfının çalışmayan kesiminin çalışan kesime nazaran daha hızlı artması, “kapitalist üretimin özgül sınırına” vardığının açık ifadesidir.

Artık işsizlerin sayısındaki artış ve eksilişe bakarak ekonominin, konjonktürün seyri tespit edilemez;  sadece ekonomik kriz döneminde işçiler yığınsal olarak sokağa atılırlar, böyle bir durum yoksa ekonomi de seyrinin kriz aşamasında değildir demek günümüz kapitalizmi için geçerli değildir.




3 Nisan 2008 Perşembe

NATO’NUN BÜKREŞ ZİRVESİ





NATO, çözümü zor sorunlarla karşı karşıya olduğu, üyesi ve üyesi olmayan emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleştiği bir süreçte “tarihin en büyük” toplantısını gerçekleştiriyor Bükreş’te.

NATO’nun bu zirvesinde Taliban’a karşı mücadeleye daha çok müttefik ülkenin katılması, katkı sunması çağrısı yapılacaktır. Bu ülkeler arasında Türkiye de var. 

Bu zirvenin diğer önemli bir gündemini de ittifakın genişlemesi sorunu oluşturmaktadır.  Arnavutluk ve Hırvatistan’ın NATO’ya katılmalarında herhangi bir sorun yok. Ama Makedonya’nın üyeliğine Yunanistan, devletin ismini kabul etmediği için karşı çıkmaktadır. Esas sorun Gürcistan’ın ve Ukrayna’nın üyeliğinden kaynaklanmaktadır. 

Bu her iki ülkenin üyeliğini ABD destekliyor. Ama NATO içinde birçok ülke de desteklemiyor. Bu ülkeler, başta da Almanya, Gürcistan ve Ukrayna’nın üyeliğinin Rusya için bir kışkırtma, ağır bir provokasyon olacağını öne sürüyorlar. Özellikle Ukrayna’nın üyeliğine karşı Rusya’nın tepkisi, ABD-Rusya arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesinde bir kırılma, sıçrama noktası oluşturabilir.

Zirvenin bir diğer gündemi de füze savunmasıdır. ABD, bu sistemi Orta ve Doğu Avrupa’da konuşlandırmak için destek arayışlarını sürdürecektir. Bunun yanı sıran NATO’nun kendi füze savunma programını geliştirme projesi de bu zirvede ele alınacak.

Bu NATO zirvesine ABD-Rusya, ABD-AB,  AB-Rusya arasındaki çelişkiler damgasını vuracaktır. Amerikan emperyalizmi bir taraftan Ukrayna ve Gürcistan gibi yeni NATO üyeleriyle Rusya’yı çembere almaya devam ederken, diğer taraftan da Arnavutluk, Hırvatistan ve Makedonya’nın üyeliğiyle de Avrupa’da AB ile daha elverişli rekabet koşulları oluşturmak istemektedir. Ukrayna ve Gürcistan’ a ittifaka katılım için yol haritası özelliğindeki Üyelik Eylem Planı (MAP) ile üyelik yolunun açılması, Amerikan emperyalizminin bu iki ülkede Rusya’ya karşı şimdikinden daha kapsamlı konuşlanması ve Kafkaslardaki ve Orta Asya’daki gelişmelere bu cepheden de hareket ederek müdahil olması anlamına gelir. Orta Asya ülkelerindeki askeri varlığının sorunlu olması ve geri çekilme durumu, bu ülkelerin üyeliğiyle kapatılmaya çalışılmaktadır. 

AB, Rusya ile ilişkileri germemek için ve aynı zamanda bu ülkelerin üyeliğiyle NATO çerçevesinde Amerikan emperyalizmini askeri olarak da bu bölgelere taşımamak için Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliğine soğuk bakmaktadır. AB’nin, aralarında Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi üyelerinin de bulunduğu toplam 12 üyesi bu ülkelerin üyeliğine soğuk bakmaktadır. Bu iki ülkenin üyeliği ve ABD’nin askeri olarak da bu ülkelere yerleşmesi AB’nin bu alanda Rusya’ya ve ABD’ye karşı rekabetini zorlaştırıcı bir rol oynayacaktır.

Rusya’nın ise soruna bakışı Putin tarafından uzun zamandan beri dile getirilmektedir. Füze kalkan sisteminin Çek Cumhuriyetine ve Polonya’ya konuşlandırılması da aynı sorunun; Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üyelik sorununun bir parçasıdır. Rusya ABD’nin kendini çembere almaya çalıştığından hareketle onun bu türden faaliyetlerine karşı çıkmaktadır.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un "En ciddi sorun, Gürcistan ile Ukrayna'nın utanmazca NATO'ya itilmesi. Washington eski Sovyet topraklarına giderek daha fazla aktif biçimde sızıyor. Bunun en vurucu örnekleri de Ukrayna ile Gürcistan"dır açıklaması Rus emperyalizminin soruna bakışına yeteri kadar açıklık getirmektedir.  

Rus emperyalizmi, Amerikan emperyalizmini bu konularda yalnız bırakmak ve Bükreş’te tecrit etmek için sorunlara ılımlı yaklaşacağı, uzlaşma yolları arayacağı sinyalleri vermektedir. Böyle bir taktikle NATO’nun AB üyelerini kazanmaya çalışmaktadır. Ama ne Almanya ve ne de Fransa, bu zirvede ABD ile çelişkilerini önplana çıkartarak Rusya’nın yanında tavır alacak durumda değildir. Özellikle, ABD’ye yeniden yakınlaşmaya ve yeniden NATO’ya tam üye olmaya çalışan ve Afganistan’a asker göndermeyi kabul eden Fransa’dan açık anti-amerikancı bir tavır beklenemez.

Amerikan emperyalizminin, AB çerçevesinde de olsa kendi nüfuz alanı olarak gördüğü alanlarda yayılmasını engellemeye çalışan Alman emperyalizmi, Rusya’nın çıkarlarını, tedirginliğini dikkate almalıyız taktiğine göre hareket edecektir.

Fransa ise taktiksel olarak bu ülkelerin üyeliği konusunda aktif olmayacak ve karşı olmasına rağmen ses çıkartmamayı tercih edecektir. Fransa, tavrının, günümüz koşullarında ABD’ye karşı mücadele etmemek, ama bunun aynı zamanda Rusya’nın baskısına, taleplerine boyun eğmek anlamına gelmediği biçiminde anlaşılmasını istiyor.
Bu nedenlerden dolayı Bükreş zirvesinde AB’nin ABD’ye, NATO’nun genişleme planlarına karşı bir ayaklanmasını beklemek abartı olur.

Bükreş toplantısının gündemi her ne kadar bu konulardan oluşuyorsa da NATO’nun sorunu oldukça stratejik içeriklidir ve kapsamlıdır. Her şeyden önce NATO’nun istikrarlı olup olmadığı, güven verip vermediği sorgulanmaktadır. Afganistan direnişi NATO’da bu sorunun sürekli gündemde olmasını sağlamaktadır.

Bazen dile getirilse de açıkça konuşulmayan, ama bilinen gerçek, NATO üyeleri,  özellikle de önde gelen emperyalist üyeleri veya ABD, AB arasında bu ittifakın amaç ve geleceği hakkında derin farklı görüşlerin olmasıdır. Sovyetler Birliği, Revizyonist Blok ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra NATO, sürekli bir ortak strateji arayışı içinde olmuştur. Genel söylemlerin ötesinde ortak bir stratejisinin olmayışı Ukrayna ve Gürcistan’ın üyelik sorununda açığa çıkıyor. Önde gelen üyeler bu ülkelerin üyeliğini kendi çıkarları temelinde ele alıyorlar. Bükreş’te bu sorun hangi kapsamda ele alınır, bunu göreceğiz. Ama açık olan şu ki, Amerikan emperyalizmi kendi “önleyici saldır savaşı” konseptini NATO’ya dayatmaktadır. ABD, NATO üzerinden BM ve AB’yi de söz konusu konseptine dâhil ederek hareket etmektedir. NATO’nun Almanya, Fransa gibi önde gelen üyeleri bunu kabul etmiyorlar ve AB’nin kendi ordusunu kurması için mücadele ediyorlar.  

ABD-AB arasındaki dünya pazarları için rekabetin, her iki taraf arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi NATO’yu ya dağılmayla ya da AB’nin ayrılmasıyla salt ABD güdümlü bir ittifaka dönüşmekle karşı karşıya bırakmaktadır. NATO’nun esas sorunu budur.