deneme

29 Aralık 2002 Pazar

30 ARALIK 1922’DEN 30 ARALIK 1991’E SSCB


 
80 yıl önce Sovyetlerin I. Birlik Kongresinde Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği kuruldu. Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği; ekonomik ve sosyal ilişkilerin radikal altüst edilmesi üzerinde şekillenmiş olan bu cumhuriyet, sosyalist cumhuriyet olarak Kruşçev modern revizyonistlerinin XX. Parti kongresinde siyasi iktidarı gasp etmelerinden sonra yıkıldı. Ama aynı isim altında varlığını 1991’e kadar sürdürdü. 1991’de de tamamen dağıldı. Böylece 30 Aralık 1922’de toplanan Sovyetlerin I. Birlik Kongresinde kurulan sosyalist devlet, tam 69 yıl sonra 30 Aralık 1991’de sosyal emperyalist bir devlet olarak yıkıldı. Büyük Ekim Devriminin, dünyayı değiştiren düşüncelerin pratiği olarak kurulan bu sosyalist devlet, revizyonist şeflerin Alma-Ata’daki içki sofrasında dağıtıldı. Kuranlar ve dağıtanlar iki ayrı sınıfın temsilcileriydiler. Birbirine düşman, birbiriyle antagonist çelişki içinde olan iki ayrı sınıf.

O tarihsel döneme dönelim. Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti, Ukrayna Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti ve Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti SSCB’nin kurucu üyeleriydi. Devlet oluşumu, Lenin’in eşit haklara sahip cumhuriyetlerin birliği anlayışı temelinde gerçekleştirilmişti. 1924 Anayasasına (II. Birlik Kongresi, Mart 1924) göre devlet, eşit haklara sahip ulusların ortak devletiydi ve bu devletin örgütlenme ilkesi demokratik merkeziyetçiliğe dayanıyordu. Cumhuriyetler, Birlik’ten ayrılma hakkına sahiptiler. Büyük Ekim Devrimi, Çarlık Rusya'sının bütün uluslarına kendi kaderlerini tayin hakkını ve dolayısıyla ayrılarak bağımsız devlet kurma hakkını vermişti. Bu hak, devrimci bir tarzda kullanıldı ve böylece eşit haklara sahip çok uluslu sosyalist devlet kuruldu.
SSCB, burjuva ulustan sosyalist ulusa, kapitalist düzenden sosyalist düzene geçişin ifadesiydi. Bunun ötesinde Orta Asya’nın Kazak, Türkmen, Tacik,Özbek, Kırgız gibi halkları, kapitalizmden de geri koşullardan sosyalist ilişkilere geçme ve sosyalist uluslara dönüşme olanağını bulmuşlardı.
Sovyetler Birliği kavramında özgün olan, onun bir birlik olması değildi. Özgün olan, onun sovyetik olmasıydı. Sovyetik olmak, ulusal olmanın ötesinde bir kategoridir, sosyal, toplumsal içerikli bir kategoridir. İnsanlık tarihinde ilk defa bir devlet, kendini toplum düzeninin karakterine göre tanımlıyordu.
Sovyet, kelime anlamıyla şura demektir. Burjuvazinin de kullandığı bir tanımlama. Ama Rusya’da şura, devrimci tarzda doğmuştur. Devrimci mücadelenin bir ürünüdür. Sovyet, 1905-1907 devrimi sürecinde ayaklanmanın devrimci organı olarak doğmuştu. Sovyet kavramını bilinçli olarak geliştiren, şekillendiren, ona içerik veren de Bolşevik partiydi. 1917 Şubat devriminde sonra Sovyetler, Geçici Hükümetle siyasi iktidar mücadelesi içindeydi. Ekim Devrimi, „Bütün İktidarı“ Sovyetlerde topladı.
Lenin ve Stalin önderliğinde Bolşevik Parti, iktidar organları olarak Sovyetleri, burjuva kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, bütün iktidarın tek elde; Sovyetlerde toplanması ve temsilcilerinin de her zaman görevden alınır olması şeklinde düşünmekteydi. Öyle de yapıldı. Sovyet devleti, sosyalist devlet olarak adım adım geliştirildi. Sovyetler Birliği’nde sosyalizm çetin iç mücadeleler sonucunda kuruldu.
1956’da Kruşçev modern revizyonistlerinin siyasi iktidarı gasp etmeleriyle (XX. Parti Kongresi) Sovyetler Birliği’nde iktidar değişimi gerçekleşmiş ve geriye dönüşün, kapitalizmin yeniden inşasının yolu açılmıştı. İşçi sınıfı iktidarının; proletarya diktatörlüğünün revizyonistlerin eline geçmesi, bu ülkede sosyalist yapının yıkılması, sosyalist değerlerin ayaklar altına alınması anlamına gelmekteydi. Tabii ki bu dönüşüm bugünden yarına olmamıştır, ama iktidarın el değiştirmesi dönüşümün yolunu açmış ve sosyalist Sovyetler Birliği, birkaç sene içinde proletarya diktatörlüğünün yıkımı üzerine kurulmuş bir devlete dönüştürülmüştür.

1956-1991 arasında Sovyet devletinin, Lenin ve Stalin’in anlayışları ile hiçbir ilişkisi yoktur. 1956 sonrasının Sovyet devleti, sosyalizmi yıkan, şovenizmi geliştiren, Sovyet Ülkesi uluslarını ve halklarını yeniden Rus şovenizmi altında ezen, sömürüyü yasallaştıran, başka ülkeleri işgal eden bir devlete dönüşmüştür.
Süreç içinde sosyal emperyalistleşen Sovyetler Birliği, sosyalizmi tabela olarak kullanmaktan da geri kalmamıştır. 1991’e gelindiğinde bu devlet, kendi çelişkilerinin sonucu olarak dağılmıştır.

Böylece 30 Aralık 1922’de toplanan Sovyetlerin I. Birlik Kongresinde kurulan proletarya diktatörlüğü, sosyalist devlet, 1956’da siyasi iktidarın sınıfsal yapısındaki niteliksel değişimden dolayı tam 69 yıl sonra 30 Aralık 1991’de bürokratik burjuva/revizyonist diktatörlük, sosyal emperyalist bir devlet olarak yıkıldı.

10 Aralık 2002 Salı

TARİH VERİRLER Mİ?

Türk burjuvazisi, hükümeti ve hükümet dışı başkanı, AB’den tarih almak için onursuzluk çalışmalarını yogun bir şekilde sürdürüyorlar. AB’de ise Türkiye’ye tarih verme konusunda ortak bir anlayış yok. AB’nin önde gelen emperyalist ülkeleri, AB’nin nasıl ve hangi koşullarda genişleyeceğine, hangi ülkelerin üyeliğe kabul edileceğine stratejik baktıklarından Türkiye’yi, üyeliğinin görüşülmesi için tarih verme konusunda taviz vermeye zorluyorlar. Siyasi “reform” konusunda taktir ettiklerini bazen açıklıyorlar, bazen de sonuçlarını görmeyliyiz diyorlar. Ekonomi konusunda, bazen umutsuzluklarını dile getiriyorlar, bazen de iyi gidiyorsunuz diyorlar. Ama her seferinde Türkiye’nin önüne aşamayacağına inandıkları bir engel çıkartıyorlar. Aday üyeliğe kabul için yıllarca Yunan vetosunun arkasına gizlenen AB, bugün başka nedenler öne sürüyor.

AB’nin yönlendirici olmayan ülkeleri, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediklerini, Kopenhag’da bu işin hallinden yana olduklarını açıkladılar. Bu ülkelerin başında İngiltere ve İtalya geliyor.
Son günlere kadar Türkiye’nin üyeliğinin kabulünden yana hareket ettiği izlenimini veren Fransa da, Almanya ile ortak hareket ettiğini açıkladı.

Türk burjuvazisi, hükümet başkanı ve hükümet dışı başkanı, Türkiye’ye, görüşmeler için en geç 2003 yılı içinde tarih verilmesine razı olduklarını dile getirdiler.

AB-Türkiye ilişkilerinde sorun ne ki, üyelik üzerine bu denli tartışılıyor. Sorunun ekonomik ve siyasi olduğuna veya Kopenhag kriterlerinin yerine geterilmesi olduğuna inanmak, siyasi aptallık olur. AB, üye yapacağı 10 ülkenin bir kısmında ekonominin ve ileri sürdüğü siyasi taleplerinin AB kriterlerine uymadığını, bu ülkelerin bir kısmında Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmediğini çok iyi biliyor. Ama buna rağmen bu ülkeleri üye yapıyor. Peki Türkiye’yi neden üye yapmıyor?

Türkiye’nin dünya politikasındaki mevcut duruşu; ABD’ye bağımlılığı, büyüklüğü ve ekonomik potansiyeli, AB emperyalistlerini, özellikle de Alman emperyalizmini tedirgin ediyor. AB, AB’nin sözünden çıkmayan, ABD’ye tavır alan bir Türkiye istiyor.

Türkiye, AB ve ABD arasında rekabet konusudur. Onu önemli yapan jeostratejik konumudur. Türkiye-AB ve Türkiye-ABD ilişkilerine bu açıdan; jeopolitik ve jeostratejik açıdan bakmak gerekir.
AB, bir entegrasyon sürecidir, devlet değildir. AB, siyasal birliğini sağlayacak derecede gelişmemiş bir kurumdur. Bu nedenle AB’nin rekabet gücünde ve yöneliminde, yani stratejik anlayışında bu entegrasyon içinde sürükleyici rol oynayan Alman ve Fransız emperyalizminin çıkarları belirleyici olmaktadır. AB, “Avrupa Birleşik Devletleri” olmadığı için, her bir üyesinin bir bütün olarak sahipleneceği bir jeopolitik anlayışa sahip değildir ve olamaz da. AB içinde ancak Almanya ve Fransa, jeopolitika geliştirecek yetenekte olan ülkelerdir. Ve bu ülkeler de, AB üyesi olmalarına rağmen AB içinde ve dışında kıyasıya rekabet içindeler.

AB, bugünkü mevcut yapısından dolayı ancak stratejik hedefler testip etme yeteneğine sahip bir rekabet merkezi konumundadır.

AB’nin yayılma, genişleme stratejisinde Almanya ve Fransa’nın çıkarları belirleyici olmuştur. Almanya, AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya doğru, Fransa da Güney’e doğru genişlemesinde stratejik çıkarlar görmüşlerdir. Bu stratejide Türkiye’nin yeri yok. Bunun ötesinde AB, bu stratejisini tespit sürecinde Türkiye’nin bölgedeki önemini göremiyordu. Ancak bu durum, ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren değişmeye ve Türkiye de, onun stratejik anlayışında önemli olmaya başladı.

Dünya hegemonyası için mücadele eden emperyalist rekabet merkezleri nezdinde Türkiye’yi bu denli önemli yapanın ne olduğunu, günümüzde emperyalistlerarası çelişkilerin keskinleşmiş olduğu alanlar göstermektedir: Balkanlar, Ortadoğu-Doğu Akdeniz(Kıbrıs) ve Hazar Havzası. Bu bölgeler, bugün için jeopolitik ve stratejik açıdan emperyalist ülkeler, rekabet merkezleri, somutta da AB ve ABD için dünya hegemonyası mücadelesinde bağlayıcı derecede önemlidir. Türkiye bu bölgelerin; bu bölgelerin oluşturduğu üçgenin tam ortasında yer almaktadır.

Nasıl bir Türkiye isteniyor? Jeopitikacı Z. Brezenski’nin, Amerikan emperyalizminin istediği Türkiye’nin görevleri şöyle sıralanıyor. “Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol etmekte, Rusya’yı Kafkasya’da dengelemekte, İslamcı kökten dinciliğe panzehir sunmakta ve güneydeki dayanak olarak NATO’ya hizmet sunmaktadır. İstikrarsız bir Türkiye, muhtemelen Güney Balkanlarda daha fazla şiddetin ortaya çıkmasına neden olur. Kafkasya’da bağımsızlığını yeni elde etmiş devletler üzerinde Rus denetiminin yeniden sağlanmasına yol açar”.

“Güney Kafkasya ve Orta Asya’nın istikrarlı ve bağımsız teşvikinde Amerika, Türkiye’nin bir kenara itilmemesine dikkat etmelidir... Kendini, katılmak istediği Avrupa’dan dışlanmış hisseden bir Türkiye, salt inatçılıktan dolayı NATO’nun genişlemesini veto eden, laik Orta Asya’nın istikrara kavuşturulması ve dünya toplumuna entegresi için Batı ile işbirliğine daha az hazır İslamcı bir Türkiye olur”.

“Bu nedenle Amerika, Türkiye’nin (AB’ye) girişi için Avrupa’daki nüfuzunu geçerli kılmalıdır ve Türkiye’nin Avrupa devleti olarak muamele görmesine dikkat etmelidir.. Ankara ile Hazar Havzası ve Orta Asya’nın geleceği üzerine Ankara ile düzenli görüşmeler, Türkiye’de ABD ile bir stratejik ortaklık bilincini teşvik eder. Amerika, Türk isteği Bakü Ceyhan boru hattını da desteklemelidir”.

Siyasi ve ekonomik açıdan, en azından emperyalist çıkarlara hizmet edecek kadar istikrarlı, emperyalist çıkarları askeri açıdan da savunacak derecede güçlü, göstermelik de olsa demokrasi kurallarına uyan bir Türkiye isteniyor.
Böyle bir Türkiye’yi, Amerika emperyalizminin yanı sıra, Türkiye’nin önemini yeniden keşfettikten sonra AB de istiyor.
Hem Amerikan emperyalizm ve hem de AB emperyalistleri, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için Türkiye’nin dışlanamayacağını görüyorlar.

Her iki rekabet merkezinin Türkiye ile bugünki ilişkileri, çıkarlarından dolayı dışlamayacakları bir güçle ilişki özelliğini taşıyor ve gerek AB, gerekse de ABD, bu gücü kendileri için kazanmaya çalışıyorlar. Ama onlar da biliyor ki Türkiye, derinliği, dinamiği olan, ekonomik olarak dünyanın en güçlü ülkerinden birisi. Türkiye, bu gücü ve askeri potansiyeliyle bir bölgesel güçtür; emperyalistleşme hevesinde olan bir güçtür. Böyle bir patansiyel, AB içinde, AB’nin bütün dengelerini alt üst eder. AB’nin önde gelen ülkelerinin, özellikle de Almanya’nın korkusu budur.

Böyle özelliği olan Türkiye’nin, AB’ye tam üye olmaması, ama ilişkilerin, tam üyeliğe doğru gidiliyormuş gibi sürdürülmesi, böyle bir süreçte Türkiye’nin AB’nin çıkarlarına koşulması, AB’nin bugünkü Türkiye politikasıdır. Kopenhag zirvesi öncesinde Türkiye’nin üyeliği konusunda yapılan açıklamalar böyle bir politikanın sürdürülmek istendiğini çok açık olarak göstermektedir. Bu AB politikası karşısında Türk burjuvazisinin böyle bir süreci, aday üyelik döreminde yaşadığı gibi uzun bir dönem sürdürmeye niyeti yok. Türk burjuvazisi, bölgemizde rekabet eden güçlerin kendisine verdiği önemin nedenini bildiğinden dolayı AB ile, Helsinki öncesindekine benzer bir restleşmeyi göze alabilir. Arkasında “kale” gibi duran ABD var.

3 Aralık 2002 Salı

AB-KIBRIS-ORTADOĞU VE TÜRKİYE

Dünya politikası açısından önemli bir süreçten geçiyoruz. Bir taraftan NATO, Prag’daki zirvesinde “Doğu Genişlemesi”ni gerçekleştirdi ve önümüzdeki günlerde de AB, Kopenhag zirvesinde “Doğu Genişlemesi”ni onayacak. Her iki genişleme de yeni bir emperyalist savaşın; Amerikan emperyalizminin Irak’a karşı olası savaşının gölgesinde gerçekleşiyor. Bunun ötesinde AB ile ABD arasında Kıbrıs üzerine rekabet, sonuç alınacak derecede keskinleşmiş durumda. Bütün bu gelişmelerin merkezinde Türkiye var veya Türkiye, bu gelişmelerden doğrudan ve çok yönlü etkilenen tek ülke konumunda.

Kopenhag zirvesi yaklaştıkça Türk burjuvazisinin AB’ci kesimi, hükümet ve hükümet dışı Türkiye temsilcisi T. Erdoğan, AB’de çalınmadık kapı bırakmadılar. Bir kısım AB üyesi ülke, Türkiye’nin üyeliğini desteklediğini açıklarken, bir kısmı da “tarih için tarih” vermekte kararlı olduğunu açıkladı. Bunların başında da Almanya geliyor. Almanya, AB üyesi bir Türkiye’nin Alman emperyalizminin çıkarlarına hizmet etmeyeceği anlayışında. Bu nedenle Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı. Türkiye mevcut nüfusuyla AB kurumlarında bütün mevcut dengeleri alt üst edecektir. Türkiye’nin kararı çok şeyi değiştirebilecek. Amerikan emperyalizmine bağımlı bir Türkiye’nin AB içinde Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin hiçbir garantisi yok. Bunun ötesinde AB üyesi bir Türkiye, AB’nin motoru konumunda olan Almanya ve Fransa arasındaki rekabette Fransa yanında hareket edebilir ve böylece AB’nin geleceğinde Almanya’dan ziyade Fransa’nın daha ziyade söz sahibi olması gündeme gelebilir. Bütün bunları Alman emperyalizmi görüyor ve Türkiye’ye Kopenhag’da üyelik verilmemesi için uğraşıyor.

Kopenhag zirvesinde Kıbrıs’ın geleceği üzerine de karar verilecek. Anlaşılan o ki bu zirvede ada, hukuken de bölünmüş olacak. Böylece Kıbrıs’ta da emperyalist “barış”, aynen Balkanlarda ve Afganistan’da gerçekleştirildiği gibi gerçekleştirilecek. Bunun adı, adanın AB ve ABD tarafından paylaşılmasıdır.
BM’in taraflara sunduğu plan, aslında adanın bölünmesini tescil etmektedir. Türk tarafının yıllardan beri öne sürdüğü anlayış bir şekilde kabul edilmiş oluyor.

Kıbrıs adası, emperyalistler açısından jeostratejik konumundan dolayı oldukça önemlidir: Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının gerçekleşmesi durumunda, Hazar Havzası petrol ve doğalgaz boru hattının en güney kapısı Kıbrıs adasıdır. Bu adaya sahip olan, doğu Akdeniz’i kontrol eder. Kıbrıs’ı elde etmekle AB, sınırlarını Ortadoğu’ya kadar genişletmiş oyluyor ve dolayısıyla aynı bölge üzerinde kontrol olanağını artırıyor. Kıbrıs üzerinde rekabet, AB emperyalizminin ve Amerikan emperyalizminin Ortadoğu ve Hazar Havzası doğal kaynakları üzerine rekabetinin doğrudan bir parçasıdır.

Amerikan emperyalizmi Irak’a saldırmak için hazırlıklarını tamamlamak üzere. Bu savaşta müttefiklerini yanında görmek istiyor. ABD, tehdit ve ikna ile müttefikleri üzerindeki baskısını arttırıyor. Prag zirvesinde amacına ulaştı. Ama elde ettiğiyle yetinmiyor. “Uluslar arası terörizme karşı savaş”ında önde gelen emperyalist ülkeleri ve bölge ülkelerini kendi patronluğunda savaşa katmak istiyor. Önümüzdeki günlerde, hala “mırın-kırın” eden Türkiye üzerinde baskıları yoğunlaştıracak. Türkiye’nin istek ve çekincelerinin dikkate alacağını açıklayarak kendi çıkarları için savaşacak asker ve kullanacak üs istiyor.

Bütün bu emperyalist hesapları alt üst etmek, bu emperyalist savaşı durdurmak, emperyalistlere gereken dersi vermek elimizde. Savaşa karşı dünya çapında görkemli eylemler gerçekleştiriliyor. Savaş karşıtı hareket giderek güçleniyor. Aktif kitlesel direniş, güçlü kitlesel barış hareketi, şu veya bu somut savaş hazırlıklarını akamete uğratabilir, somut bir emperyalist savaşın patlak vermesini engelleyebilir. Ama bu, kapitalizm/emperyalizm var olduğu müddetçe haksız savaşların nedenlerini ve yasallığını ortadan kaldırmaz. Önemli olan, savaşsız, talansız, sömürüsüz bir dünyanın kurulması için mücadeledir. Bu mücadele sosyalizm için mücadeledir, kapitalist sistemin ortadan kaldırılması mücadelesidir. Marksist Leninist Komünistler savaşa karşı mücadelenin bu esas yönünü sürekli ön plana çıkartmak zorundadırlar.

26 Kasım 2002 Salı

KİMİN “MALINI” SATIYORLAR?

Yeni hükümet de gözünü özelleştirmeye dikti. Bütçe açığını kapatmak veya başka cari giderlerini karşılamak için özelleştirmeye hız vereceğini açıkladı. Daha önceki hükümetler de benzeri açıklamalar yapmışlardı. Özelleştirme, özelleştirmeye karşı mücadeleyi de gündeme getirdi. Özelleştirme, aynı zamanda, özelleştirilen maddi değerlerin sınıfsal karakterini ve buna bağlı olarak başka kavramları da gündemleştirdi. Örneğin özelleştirme ve ulusal zenginlik arasındaki bağ. Sorun, maddi değerlerin üretimi ve bunun bir sonucu olarak ulusal zenginlik olduğuna göre bu konuda iki farklı sınıfsal yaklaşımın açıklamak gerekir. Kapitalizmde modern sınıfların; burjuvazi ve işçi sınıfının ve siyasi temsilcilerinin bu kavrama yükledikleri anlam farklı. Buna açıklık getirmek için şöyle de sorabiliriz: kapitalizmde sermaye ne derece ulusaldır, ne derece ulusal değildir? Emperyalist sermaye ile işbirliği içinde olan, ona tabi olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin sermayesi ne derece ulusaldır? Veya güncel konu olan özelleştirmeyi ele alalım. Burjuvazi, özelleştirme adı altında kimin “malını” satıyor? Özelleştirilen fabrikalar, işletmeler, bankalar, yani kapitalist devletin mülkiyetinde olan bu maddi değerler ne derece ulusaldır?
Bu soruya açıklık getirmeden önce bir açıklama yapalım: Ulus kavramını iki kapsamda ele almak gerekir: Birincisi, geniş anlamda ulus ve ikincisi de dar anlamda ulus: Geniş kapsamlı ulus kavramı içinde sınıf olarak burjuvazi yer alır. Ama onun işbirlikçi kesimi, yani hâkim sınıf konumunda olan, emperyalizmle işbirliği içinde olan kesimi bu kavramın dışındadır. Kozmopolit olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin Türk ve Kürt ulusuyla özdeşleşen (dil, isim vs. dışında) hiçbir yanları yoktur. Dar kapsamlı ulus kavramı içinde esas itibariyle işçi sınıfı ve emekçiler yer alırlar. Bu kapsamdaki ulus içinde sınıf olarak burjuvazinin yeri yoktur.
İster geniş, isterse de dar kapsamlı ulus kavramı açısından bakalım, soru şu: Sermaye ne derece ulusaldır ve özelleştirilen maddi değerlerin esas sahibi kimdir? Ulusu, geniş kapsamlı ele alırsak, ulusal zenginlikten bahsedemeyiz, ama dar kapsamlı olarak ele alırsak ulusal zenginlikten bahsedebiliriz anlayışında olanlar olabilir. Bu yanlış bir anlayıştır. Kapitalizmde maddi zenginlikler, değerler, bir bütün olarak üretim araçları, hâkim sınıf olan burjuvazinin elindedir, özel mülkiyettedir. Özel mülkiyeti, işbirlikçi tekelci burjuvazinin mülkiyeti, devlet mülkiyeti, ulusal burjuvazinin mülkiyeti diye ayırsak da sonuç aynı; kapitalizmde sermayenin sınıfsal adı burjuvazidir. Ama buna rağmen bu sınıfın elindeki/mülkiyetindeki sermaye ulusaldır. Hem de yüzde yüz ulusaldır ve hükümet, özelleştirme adı altında yüzde yüz ulusal olan maddi değerleri pazarlıyor.
Burjuvazinin ve devletinin elindeki sermaye neden yüzde yüz ulusaldır? Marksizm bunu şöyle açıklıyor:
Kapitalist üretim, ücretli işe dayanır. Her sermaye yola, belli miktarda para olarak çıkar. Ama para, para olarak, tek başına sermaye değildir. Para, ancak, yabancı işgücünü sömürmek için kullanılmaya başladığında sermaye olur. Demek oluyor ki sermaye sahibi; kişi, şirket veya devlet, kapitalist üretim yapabilmek için üretim araçları, hammaddeler (değişmeyen sermaye) ve değişken sermaye (işgücü) satın almak zorundadır. Diyelim ki bu kişi, şirket veya devlet biçimindeki kapitalistin sermayesi 100 TL olsun. Sermayesinin 70 TL'sini değişmeyen sermaye için harcarken, geriye kalan 30 TL'sini de işgücü satın almak için kullanmış olabileceğini düşünebiliriz. Düşünmeye düşünebiliriz. Ama birazcık yanılmış oluruz.
Çünkü kapitalist, işgücü ücreti olarak işçiye kendi kesesinden hiçbir şey vermez:
"Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu bütün ülkelerde, sözleşmeyle belirlenen süre içinde işgücü kullanılmadan önce ödeme yapılmaz. Örneğin ödeme, hafta sonunda yapılır. Bundan dolayı, her zaman, işgücünün kullanım değeri, kapitaliste avans olarak verilir. İşçi, henüz karşılığını almadığı işgücünün, satın alıcı tarafından tüketilmesine izin vermekte ve bundan dolayı işçi, her tarafta kapitaliste kredi açmakta. Bu kredinin bir hayal ürünü olmadığı, yalnız kapitalistin iflası üzerine zaman zaman işçinin uğradığı ücret kayıpları ile değil, bir dizi uzun süreli sonuçlarla da görülür." (K. Marks, Kapital, C.I, s. 188, Alm. Not: A. Bilgi, buraya aktardığımız anlayışın ilk cümlesini şöyle çevirmiş:"Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu her ülkede, …emek-gücü kullanımından önce ödemenin yapılmaması bir gelenektir." Sol Yayınları, 3. Baskı, s. 189. A. Bilgi bu yasayı gelenek haline getiriyor. Yani işçiler, çalışmadan önce de ücretlerini alabilirler, ama bu gelenek olmamış gibi bir havayı çevirisinde uyandırıyor. Marks'ın yasa olarak gördüğünü, A. Bilgi gelenek olarak görüyor ve olan da okura oluyor.)
Demek oluyor ki kapitalist, işçinin ücretini kendi cebinden ödemiyor. Yukarıdaki örneğimizde söz konusu olan 30 TL'yi, işçiye, ücret olarak vermiyor. Olan şu: İşçi, çalışmaya başlıyor, meta üretiyor ve kapitalist, bu metaları satıyor. Sonra da işçiye ücretini veriyor. Bu durumda işçi, kapitalisti finanse ediyor, dolayısıyla da kendi kendini finanse ediyor.
İşgücü için harcama yapmıyorsa, üretim araçları için harcama yapıyor diyebilirsiniz? Yani elindeki 100 TL tutarındaki sermayenin hepsini üretim araçlarına yatırmış diyebilirsiniz. Ama yanılmış olursunuz.
"Ama kapitalist her hangi bir yerde, her hangi bir zamanda başlamak zorundadır. Bundan dolayı, …kapitalistin bir zamanlar, ödenmemiş yabancı işten bağımsız olarak herhangi bir birikimin parasal sahibi olması muhtemeldir ve o bundan dolayı pazarda, işgücü satın alıcısı olarak görülebiliyordu." (K. Marks, Agk., s. 594)
Burada kapitalistin, kapitalist olmaya nasıl başladığını öğreniyoruz. Tabii ki bu, muhtemel bir başlangıç. Her kapitalist, kapitalist olmaya böyle başlar diye bir kural yok. Marks, burada sermayenin menşei hakkında muhtemel dürüstlüğe bir örnek vermiş. Ama bu "dürüst" kapitalistin çalıştırdığı işçiye ücretini nasıl ödediğini yukarıda görmüştük.
"İşgücünün tüketim süreci, aynı zamanda meta ve artı değerin üretim sürecidir" (Marks, Agk., s. 189). Bu süreç ise bir defaya mahsus olan bir hareket/eylem değildir. Kapitalist üretim sürecinde devamlılık esastır ve bu devamlılık, bütün sermayeyi etkileyen olağanüstü değişmeleri beraberinde getirir.
"Eğer, 1000 sterlinlik bir sermaye, yılda 200 sterlinlik bir artı değer yaratır ve bu artı değer her yıl tüketilirse, beş yılın sonunda tüketilen artı değer 5x200 sterline ya da başlangıçta yatırılan 1000 sterline ulaşacaktır. Yok eğer yalnız bir kısmı, diyelim ki yarısı, tüketilecek olursa, 10 yılın sonunda aynı sonuca varılacaktır. Çünkü 10x100=1000 sterlin eder. Genel olarak; yatırılan sermayenin değeri yılda tüketilen artı değere bölünürse, başlangıçta yatırılan sermayenin kapitalist tarafından tamamen tüketilmiş ve bu nedenle de yok olacağı yılların, ya da yeniden üretim dönemlerinin sayısı elde edilir. Kapitalist başkalarının karşılığı ödenmemiş işini, yani artı değeri ürettiğini ve ilk yatırdığı sermayesi ise olduğu gibi tuttuğunu sanır. Ama onun bu düşüncesi gerçekleri değiştirmez. Aradan belli sayıda yıl geçtikten sonra, o zaman sahip olduğu sermaye değeri, o yıllar boyunca elde ettiği artı değer toplamına ve tükettiği toplam değer ise başlangıçtaki sermayesine eşittir. Elinde toplam miktarı değişmeyen bir sermaye bulunduğu ve bunun bir kısmının, yani binaların, makinelerin vb. daha işe giriştiği zaman var oldukları doğrudur. Ama bizi burada ilgilendiren şey maddi öğeler değil, bu sermayenin değeridir. Bir kimse bütün varını yoğunu, bu varlığın değerine eşit bir borca girmekle tüketmiş olsa onun bu varlığının borçlarının toplamından başka bir şeyi temsil etmeyeceği açıktır. Kapitalist için de durum böyledir; ilk yatırdığı sermayenin eşdeğeri miktarında bir değeri tüketmiş olsa o günkü sermayenin değeri, karşılığını ödemeksizin elde ettiği artı değerin toplam miktarından başka bir şeyi temsil etmez. Eski sermayenin tek bir kuruşu bile artık var olmaya devam etmez.
Demek ki, her türlü birikimin dışında, salt üretim sürecinin sürekliliği, başka türlü ifade edilirse, basit yeniden üretim, eninde sonunda ve zorunlu olarak her sermayeyi, birikmiş sermayeye ya da sermayeleşmiş artı değere dönüştürür. Bu sermaye, başlangıçta onu kullanan kimsenin kişisel işi ile elde edilmiş bile olsa, er geç eşdeğeri verilmeksizin elde edilmiş bir değer, başkalarının parada ya da başka bir metada maddeleşen karşılığı ödenmemiş emeği halini alır"(Marks, Agk., s. 594-595).
Burada söz konusu olan kapitalistin yerine Koç’u, Sabancı'yı veya devleti koyalım. 1000 sterlin yerine de 1000 TL diyelim ve Koç veya devlet, bu miktarla (aynen ‘30’lu yıllarda olduğu gibi) üretime başlamış olsun. Bu durumda Koç veya devlet, sermayesinin ancak bir kısmını kişisel veya kamusal tüketmek ve geriye kalan kısmını yeniden yatırıma dönüştürmek koşuluyla –ki bu kapitalist üretimin 'olmazsa olmaz' koşuludur– bir kaç sene içinde kendine ait olan başlangıç sermayesini tüketmiş olacaktır. Koç veya devlet, 1000 TL ile işe başlamışsa ve bu sermaye ile yılda 200 TL tutarında bir artı değer elde ediyorsa ve diyelim ki, bunun 100 TL'sini kişisel veya kamusal olarak tüketiyorsa, geriye kalanını yeniden yatırımda kullanıyorsa, 10 sene sonra o, başlangıçtaki sermayesini, yani 1000 TL'yi tamamen tüketmiş olacak ve elinde var olan bütün zenginlikler, sermaye; makineler, fabrika binalar vb. yabancı işgücünün sömürülmesiyle elde edilmiş olacaktır. Burada, Marks'ın dediği gibi, Koç'un veya devletin "eski sermayesinden bir atomluk değer" dahi yoktur. Bütün değer, başkasına aittir. Bütün değer, onu üretene aittir. O halde zenginliğin kaynağı ne kapitalisttir, ne devlettir ve ne de başlangıç sermayesidir. Zenginliğin kaynağı, üretimde çalışan işçidir.
Ama Koç veya devlet, 10 işçi ile işe başladıysa bugün binlerce işçiyi çalıştırıyor, onların ücretini kendi sermayesinden ödemiyor mu diye düşünebilirsiniz. Ama yanlış düşünmüş olursunuz. Koç veya devlet, 100 bin işçi de çalıştırsa, ücret olarak onların hiçbirisine kendi cebinden beş para ödemiyor.
"Artı değer, kapitalistin malıdır; zaten hiçbir zaman bir başkasına ait olmamıştır. Şayet bunu, üretim amacıyla yatıracak olursa, bu yatırım, tıpkı pazara ilk gittiği gün olduğu gibi onun kendi fonundan yapılmış olur. Bu defa bu fonun, çalıştırdığı işçilerin, karşılığı ödenmemiş işinden toplanmış olması hiçbir şey değiştirmez. İşçi B'nin ücreti, eğer işçi A'nın ürettiği artı değerden ödenmişse, önce A, bu artı değeri, kendine ait metanın tam fiyatından tek bir kuruş kesilmeksizin sağlamıştır. Sonra bu alışveriş B'yi hiç mi hiç ilgilendirmez. B'nin isteyeceği ve istemeye hakkı olduğu şey, kapitalistin, işgücünün değerini kendisine ödemesidir“ (K. Marks, Agk., s. 612)
Örneğimiz üzerinden devam edelim: Koç veya devlet, üretime, örneğin 10 işçi ile başlamış olsun. O, bu 10 işçinin ücretini, bu 10 işçiyi belli bir süre, diyelim ki bir hafta, çalıştırdıktan sonra haftalık olarak veriyordu. Şimdi ise çalıştırdığı binlerce işçi, Koç veya devlet adına birbirlerinin ücretlerini finanse ediyorlar. Ali'nin ücreti, Veli'nin daha önce ürettiği artı değerden, Veli'nin ücreti de Ali'nin daha önce ürettiği artı değerden vb. kaynaklanıyor.
O halde Koç veya herhangi bir kapitalist veya devlet, kendi sermayesini değil, başkalarının, işçilerin ürettikleri artı değeri kullanıyor.
"Kaynağı ne olursa olsun, basit yeniden üretimde bile bütün sermayenin, birikmiş sermayeye, sermayeleşmiş artı değere dönüştüğünü… görmüştük. Doğrudan doğruya birikmiş sermaye ile yani ister biriktirenin, ister başkalarının elinde çalıştırılan, sermayeleşen artı değer ya da artı ürün ile karşılaştırıldığında, başlangıçta yatırılan bütün sermaye, bu üretim seli içinde, gittikçe yok olan bir miktar… haline gelir. İşte bu nedenle, politik ekonomi sermayeyi 'artı değer üretiminde tekrar kullanılan biriktirilmiş zenginlik' (dönüştürülmüş artı değer ya da gelir) olarak, kapitalisti ise 'artı değerin sahibi' diye tanımlar. Bu tanım, bütün mevcut sermaye, biriktirilmiş ya da sermayeleşmiş faizdir sözünün başka türlü ifade edilmiş şeklidir" (K. Marks, Agk., s. 613-614)
Demek oluyor ki, üretim süreci nasıl başlarsa başlasın, sermayenin menşei ne olursa olsun, belli bir zaman sonra bu sermaye, başlangıçtaki sermaye olmaktan çıkıyor. Başlangıçta yatırılan sermaye, işçinin sömürülmesiyle elde edilen sermayeye, "birikmiş sermaye veya sermayeleşmiş artı değer"e oranla giderek azalıyor. İşte bu "sermayeleşmiş artı değer", her bir kapitalistin (kişi, şirket, devlet olarak) sermayesinin esasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla o, aslında, onu üreten sınıfındır. Yani işçi sınıfının.
"Ama başlangıçta yalnızca hareket noktası olan bu şey, salt sürecin sürekliliği… ile kapitalist üretimin durmadan yenilenen ve yenilenen, kendine özgü bir sonucu halini alıyor. Üretim süreci bir yandan ardı arkası kesilmeden maddi zenginliği sermayeye, kapitalist için daha fazla zenginlik ve zevk yaratma aracına çeviriyor. Öte yandan işçi, üretim sürecine bir zenginlik kaynağı olarak girdiği halde, süreci kendisinin de zenginliğinin kaynağı olabilecek bütün araçlardan yoksun olarak terk ediyor. …üretim süreci, aynı zamanda, kapitalistin, işgücünü tükettiği bir süreç olduğu için, işçinin ürünü sürekli olarak yalnız metalara değil, sermayeye, değer yaratıcı gücü emen değere, işçiyi satın alan geçim araçlarına, üreticilere komuta eden üretim araçlarına da dönüşür. İşçi bu nedenle, durup dinlenmeden, sermaye biçiminde, kendisine egemen olan ve onu sömüren yabancı bir güç biçiminde, maddi nesnel zenginlik yaratır…"(Marks, Agk., s. 595-596) ve
"Kapitalist üretim, toplumsal üretim sürecinin tekniği ve kombinasyonlarını… aynı zamanda, bütün zenginliğin kaynağını –toprak ve işçi– kurutarak geliştirir" (Marks, Agk., s. 529-530).
İşçinin sürekli, nesnel zenginlik olarak sermaye üretmesi ve kapitalistin de işçide var olan öznel zenginlik kaynağı olarak işgücünü üretmesi, kapitalist üretimin olmazsa olmaz koşuludur (Marks).
Yukarıda, kapitalist üretim sürecinde başlangıçta kapitaliste ait olan sermayenin, artı değerin artmasına oranla nasıl azaldığını veya kapitalistin kendi sermayesini –örneğimizde olduğu gibi– 10 senede hangi nedenden dolayı tüketmiş olduğunu Marks vasıtasıyla gösterdik. Bu durumda ister geniş kapsamlı ulus kavramı dışında kalan kozmopolit burjuvazisinin (Türkiye somutunda da işbirlikçi tekelci burjuvazi) isterse de kapsamdaki ulus kavramı içinde yer alan ulusal burjuvazinin elinde/mülkiyetinde olsun sermaye, onu üretenin kaynağı açısından işçi sınıfınındır ve bu anlamda da ulusal zenginliğin doğrudan bir ifadesidir ve hükümet, özelleştirme adı altında bu ulusal zenginliğin tekellere peşkeş çekmektedir.
Burjuva hukuk anlayışı bu konuda çifte standartlıdır. Bir taraftan her şeyi ulusal varlık/zenginlik olarak görür, ama diğer taraftan da mülkiyet anlayışından dolayı bu zenginliklerin önemli bir kısmını kişinin özel mülkiyeti alarak değerlendirerek "adalet"ini bu mülkiyet temelinde yükseltir. Böylelikle işçi sınıfı, kendi ürettiği zenginliğe hukuksal olarak da sahip çıkamaz.
Bu zenginliğin nasıl üretildiğini ve sahibini biliyoruz. Bu işçi sınıfıdır. O halde işçi sınıfı, bütün ulusal zenginliği üretiyor ve onun esas sahibidir. Demek oluyor ki, Türkiye'de faal olan yerli ve yabancı sermaye, burjuva hukuk bazında emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinindir. Ama onun esas sahibi işçi sınıfıdır.
Ayrıca soruna böyle bakmıyorsak, özelleştirme konusunda şunu demeliyiz. Devletin mülkiyetinde olan zenginliğin (fabrikalar, işletmeler, toprak, bankalar vs.) şu veya bu tekele satılması, peşkeş çekilmesi bizi ilgilendirmiyor. Bunu diyemeyiz. Aksi taktirde, ülkenin talan edilmesine seyirci kalmış oluruz. Seyirci kalamadığımız, talan edilmesine kayıtsız olmadığımızın şey, maddi değerlerdir, işçi sınıfının ürettiği artı değerin sermaye (fabrika, makine vs.) biçimidir.
İşçi sınıfı, hem geniş, hem de dar kapsamlı ulus kavramının en önemli bileşenidir. Bu sınıfın ulusallığından (buradaki ulusallığın herhangi bir ulusla; Türk ulusu, Kürt ulusu veya Alman ulusu kavramıyla bir ilgisi yoktur) şüphemiz yoksa onun ürettiği artı değerin, zenginliklerin ulusallığından da şüphemiz olamaz. Özelleştirmeye karşı mücadelede sorunun bu yönü açılmalıdır.

13 Kasım 2002 Çarşamba

SAVAŞ ÜZERİNE (V)

SAVAŞ KARŞITI MÜCADELENİN İÇERİĞİ VE ÖRGÜTLENMESİ SORUNLARI

Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırı olasılığı, yeni bir kitle hareketinin gelişmesine neden olmuştur. Geçen yüzyılın ‘80’li yıllarının silahsızlanma ve barış hareketinin yerini, aynı yüzyılın ‘90’lı yıllarının başından itibaren gelişen ve bugünlerde doruk noktasına ulaşmış olan “antiküresel hareket” aldı. Şimdi, 1990’lı yıllardaki Balkan Savaşlarına karşı protestolarla gündeme gelen ve Irak’a karşı emperyalist savaşı protesto ile şekillenen yeni bir kitle hareketiyle karşı karşıyayız. Şüphesiz ki bu hareketi, sınıfsal bileşenleri ve siyasal yönelimleri; bir bütün olarak amaçları bakımından “antiküresel hareket”ten tamamen farklı olarak göremeyiz. Yakın geçmişte kendisini, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün oluşturduğu “üçlü kutsal ittifak”a karşı mücadele ile ifade eden ve bileşenlerinin büyük çoğunluğunun emperyalizme karşı mücadeleyi, bu “üçlü kutsal ittifak”a karşı mücadele ile sınırlayan ve daha ziyade antiamerikancı olan “antiküresel hareket” içinde yer alan akımlar, bugün bu hareketi, somut savaş olasılığından dolayı savaş karşıtı hareket olarak devam ettiriyorlar.

Amerikan emperyalizminin Irak’a karşı olası savaşı vesilesiyle oluşan ve özellikle ABD ve İngiltere’de görüldüğü gibi yüz binleri harekete geçiren savaş karşıtı hareketin, devrimci ve komünist güçlerin yönlendirici müdahalesi olmazsa, hangi yöne doğru gelişeceğini tahmin etmek kehanet olmaz. “Antiküresel hareket”in bugünkü durumu, savaş karşıtı hareketin geleceğini göstermektedir. Bu nedenle devrimci ve komünist güçlerin görevi, daha başından bu hareketi içeriklendirmek ve örgütsel bir yapıya kavuşturmak için mücadele etmek olmalıdır.

Nasıl ki “antiküresel hareket”te, antiküreselliği veya antiemperyalistliği, neredeyse salt antiamerikancılıkla ve antitekelcilikle sınırlandırma eğilimi belirleyici olmuşsa, savaş karşıtı harekette de genel olarak savaşa karşı olmak ve Amerikan emperyalizminin savaşına karşı olmak gibi eğilimlerin hâkim olma olasılığı oldukça güçlüdür.

“Antiküresel hareket”e bütün yönleriyle antiemperyalist öğe yüklemekten özellikle kaçınanlar ve kapitalizmi, birtakım hayallerden öteye gitmeyen “talepler”le reforme edeceğine inanan güçler, savaş karşıtlığını, genel olarak savaş karşıtlığı ve barışı da, savaşın olmadığı mevcut kapitalist düzen olarak algılayan ve bu doğrultuda mücadele eden güçlerdir. Burada, savaş karşıtı hareketi, genel olarak savaş karşıtı hareket olarak algılayanlarla, savaş karşıtı hareketi her türlü haksız savaşlara karşı, ama haklı savaşların yanında olan bir hareket olarak algılayanlar arasında ideolojik farklılık söz konusudur. Burada soruna yaklaşımda, görünümü nasıl olursa olsun reformizmle Marksizm-Leninizm arasında bir çatışma söz konusudur.

Savaş karşıtı hareketin, genel olarak savaşa karşı bir hareket olarak şekillenmemesi için komünist ve devrimci güçler, bu hareketi antimilitarist bir hareket olarak algılamak ve ona göre hareket etmek zorundadırlar.
Antimilitarizm, devrimci işçi hareketinin emperyalizme ve emperyalist savaşlara, haksız savaşlara karşı ve özgürlük ve sosyalizm için mücadelesinin esasını oluşturur. Yani antimilitarizm, genel olarak savaşa değil, haksiz savaşlara, emperyalist savaşlara ve dolayısıyla emperyalizme karşı duruşun ifadesidir. Bunun ötesinde antimilitarizm, özgürlük için (antiemperyalist, antifaşist) ve sosyalizm için (antikapitalist) mücadele demektir.
K. Liebknecht’in dediği gibi militarizm, “kapitalizmin barışı ihlal eden eğilimlerinin” toplamı ve içeriğidir. Militarizm, demokrasi karşıtlığıdır, hümanizm karşıtlığıdır ve savaş tehlikesini sürekli gündemleştirir.
Antimilitarizm;
a)daimi orduya,
b)halkların birbirlerine karşı kışkırtılmasına (şovenizme),
c)üretici güçlerin silah üretimiyle israf edilmesine,
d)emperyalist, haksız savaşlara,
e)kapitalist/emperyalist ülkeler arasındaki askeri ittifaklara (örneğin NATO) karşıdır.
Antimilitarizm;
a)kamu yaşamının militarizmden arındırılması,
b)silahsızlanma,
c)özgürlük ve demokrasi ve
d)nihai olarak militarizmi ortadan kaldırmak için emperyalizmi ortadan kaldırma mücadelesi demektir.
Bunu gerçekleştirmenin yegâne yolu, belirttiğimiz gibi, emperyalizme karşı mücadeledir; militarizmi ve emperyalizmi ortadan kaldırmak ancak ve ancak antiemperyalist demokratik ve sosyalist devrimlerle mümkün olabilir.
Demek oluyor ki militarizme karşı mücadele, gerçek antiemperyalist, antifaşist ve antikapitalist mücadeleleri; devrimleri ifade eden bir mücadeledir.

Gelişen savaş karşıtı hareketi, militarizm karşıtı harekete dönüştürmek için komünist ve devrimci güçlerin bu hareket içinde etkin bir şekilde yer almaları gerekmektedir.
Bu nedenle, antiküresel ve şimdi de savaş karşıtı hareketin bileşenleri, birbirlerine siyasal ve ideolojik yakınlık nedeniyle nasıl ki koordineli hareket ediyorlarsa, devrimci ve komünist güçler de bu hareket içinde güçlerini koordine etmek zorundadırlar. Bu kendiliğindenci harekete, sınıf bilinçli karakter vermek zorundayız.

Bu harekete koordineli katılmak, ona sınıf bilinçli karakter vermek ve yönlendirici gücü olmak için, hareketin gelişmesine yön verecek bir platformun oluşturulması gerekir. Böyle bir platform çabası, uluslararasında tek tek devrimci ve komünist oluşumların bir araya gelmesini sağlayabileceği gibi, mevcut “enternasyonal” karakterli gruplaşmaları da bir araya getirebilir. Böyle bir platformu oluşturma çabası, bölgesel antiemperyalist güçlerin ortak hareket etmelerinin yolunu açan bir vesile de olabilir.

Her halükarda Marksist Leninist Komünistler, gelişen savaş karşıtı bu harekete anti militarist karakter verme, bu hareket içinde devrimci; antiemperyalist, antifaşist ve komünist güçleri uluslararası bir antiemperyalist oluşumda bir araya getirme ve aynı zamanda bölgesel (örneğin, emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği ve ülkemizi doğrudan ilgilendiren Balkanlarda, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da) antiemperyalist ve komünist güçlerin cephe oluşturmaları için mücadele göreviyle karşı karşıyadırlar. Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırısı ve bu ülkeyi işgali durumunda alevlenecek antiemperyalist mücadelede güçlü olmanın, emperyalizmi bölgemizde kovmanın ve işbirlikçi düzenleri yıkmanın yolu, bölgemizin devrimci ve komünist güçlerinin ortak hareket etmesinden geçer.

5 Kasım 2002 Salı

SAVAŞ ÜZERİNE(IV)

SAVAŞTA MORAL FAKTÖRÜ

Savaşta moral faktörü veya moral güçleri, toplum düzeninin karakterine, geniş emekçi yığınlarının mevcut düzene bakışına, devletin politikasına, hâkim ideolojinin sınıfsal karakterine ve nihayetinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların; bir bütün olarak halkın siyasi bilinçlilik derecesine bağlıdır.

Ordunun moral durumu, genelkurmayının ve hâkim sınıfların her zaman göz önünde tutukları bir faktördür. Sürekli etkileyici olan ordunun moral durumu kendini, subayların ve askerlerin bilinç derecesinde, zafere inançlarında, yurtsever duyguların ifade ediliş derecesinde, silahlı güçlere ve ülke yönetimine inançlarında, düşmanı yenme ve zaferi elde etmedeki kararlılıkta açığa vurur. Moral faktörüne önem vermeyen bir ordu ve ülke yönetimi düşünülemez. Tabii her bir hâkim sınıf moral faktörünü kendi çıkarları açısından değerlendirir ve kullanır. Moral faktörü, sınıfsal karakterli faktördür ve her hâkim sınıf ve orduları, bu faktörü savaşta bir birbirlerine karşı kullanırlar.

Moral faktörünün kendine özgüllüğünün, savaşın seyri üzerindeki etkisinin ve kaynaklarının açıklığa kavuşturulması, halk yığınlarının savaştaki rolünün doğru kavranmasıyla ve savaşın sınıfsal karakteriyle sıkı bağ içindedir.

Sömürüye dayanan toplum düzenlerinde hâkim sınıflar, tarihin gelişmesinde halk yığınlarının rolünü sürekli küçük görürler, önemsizleştirirler. Onların bu anlayışı, kaçınılmaz olarak askeri düşünce tarzına da yansır.

Çağımızda savaş tekniğinin devasa gelişmesi, burjuvazinin askeri ideologlarının bir dizi teoriler geliştirmelerine neden olmuştur. Bu teorilerin özü, teknolojinin abartılması ve savaşta insan faktörünün rolünün önemsizleştirilmesidir. Bu teorilere göre savaşta belirleyici olan, tekniktir, insan faktörünün rolü önemli değildir.

II. Dünya Savaşı öncesini düşünelim. Hemen bütün emperyalist ülkelerde askeri teorisyenler ve yazarlar, insan gücüne dayanan ordu anlayışının tarihe karıştığı, bunun yerini modern silah teknolojisiyle donatılmış, az insandan oluşan ordu anlayışının alması gerektiği üzerine bolca görüş açıklamışlardır.

Aynı anlayışı Amerikan askeri teorisyenlerinin atom bombasını savaşın kazanılmasında belirleyici faktör olarak değerlendirmelerinde de görüyoruz. Bugün de aynı veya benzeri teoriler yeniden ısıtılıyor. Burjuvazi, halk yığınlarından korkusundan dolayı savaşını, mümkün olduğunca az asker kullanma yöntemiyle kazanmaya çalışıyor. Burjuvazi, talancı, katliamcı savaş planlarını teknolojiye dayanarak gerçekleştireceğini sanıyor. Şüphesiz ki bir ordu, modern teknolojiyle donatılmamışsa, modern silahları yoksa savaşını kolay kolay kazanamaz. Ama bundan, teknik her şeydir sonucu çıkartılmamalıdır. Teknik, önemli bir faktördür, ama hiçbir zaman belirleyici faktör olamaz. Engels’in dediği gibi, muharebeyi silah değil, insan kazanır.

Tarih, savaşın, halk yığınlarına sadece yoksulluk, korku ve zulüm vermediğini, aynı zamanda onlarda siyasi bilinci uyandırdığını, saldırganlara, talancılara karşı mücadele isteğini geliştirdiğini de göstermiştir. Bunun böyle olduğunu I. ve II. Dünya Savaşlarında, Ekim Devriminde, bütün ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinde görmekteyiz. Burjuvazi, savaşın bu yönünü de görüyor ve ordu ve savaş doktrinini geliştirirken bunu hesaba katıyor. Ama her seferinde de yanılıyor. Yanılıyor çünkü en modern teknik dahi, moral açıdan bitmiş insanlar, yani burjuva ordu kurmayları tarafından yönlendirilen savaşta hiçbir işe yaramıyor. Kahraman Vietnam halkının, modern Amerikan ordusu karşısında kazandığı zafer, bunun böyle olduğunu yeteri kadar açıklıyor.

Tarih, savaşta insanın öneminin, orduda moral öneminin azalmadığını, teknolojinin belirleyici yegâne faktör olmadığını göstermektedir.

Moral üstünlüğünün ve moral yoksunluğunun kaynağı sınıfsal karakterlidir, savaşın haklı, yoksa haksız savaş mı olduğuna bağlıdır. Niçin savaşıldığı, moral üstünlüğünün ve moral yoksunluğunun esas kaynağıdır.

Emperyalist burjuvazinin askeri uzmanları, yüksek moral özelliği olmayan orduların savaşta başarılı olamayacaklarını sık sık işlerler. Onların unuttukları temel nokta şu: Burjuvazinin ordusu, mevcut düzeni korumakla görevlidir. Emperyalist ordular, başka ülkeleri talan etmek, fethetmek için, ulusal ve sosyal kurtuluşu için mücadele edenlerin bu mücadelesini ezmek için, dünyanın emperyalist ülkeler tarafından yeniden paylaşımını gerçekleştirmek için kurulmuşlardır. Böylesi orduların morali olamaz. Bundan dolayıdır ki burjuvazinin ideologları, her araç ve yöntemi kullanarak askerlerini aldatmaya, ölüm makinesi olarak kullanmaya özel önem gösterirler. Burjuvazi, etiği, demokrasiyi, özgürlüğü, insan haklarını teorileştirerek, yücelterek askerlerini atlatmaya, ölüm makinesi yapmaya çalışır. Bugün Afganistan’da gördüğümüz ve Irak’a saldırı hazırlıklarının da gösterdiği gibi, emperyalist ordular, dolayısıyla askerler, insanları ”kötü”nün pençesinden kurtarmak için savaşıyorlar!

Burjuvazi bu demagojisinde de hiçbir zaman başarılı olamadı, olamaz da. Bu nedenle başka “moral” özellikler ön plana çıkartılıyor. Tarihi deneyler, haksız savaşlarda askerler arasında hırsın, açgözlülüğün, çapulculuğun, hayvani duyguların bilinçli bir biçimde “moral” olarak yaygınlaştırıldığını ve askerlerin beynine işlendiğini göstermektedir. Emperyalist saldırganlar, böylesi “moral” özelliklerle ordularını savaşa sürüyorlar.

İşgal edilen ülkelerde çapulculuk, talan, zora başvurma, tecavüz, katliam, burjuva emperyalist orduların geleneğinde vardır. F. Engels, Britanya ordusunu karakterize ederken, bu ordunun “dünyadaki en canavarca ordu olduğunu”, bu ordunun “talan, zora başvurma, katliam” anlamına geldiğini ve bütün bunların bu ordu açısından “çoktandır doğal bir imtiyaz, yasal bir hak anlamına geldiğini” tespit eder (New York Daily Tribune, 25.5.1858).

Diğer burjuva, emperyalist ülke ordularının da Britanya ordusundan aşağı kalır yanı yoktur. Emperyalist çıkarlarını savunmak, başka ülkeleri fethetmek ve katliamlar gerçekleştirmek için emperyalist propagandacılar, akla, bilince hitap etmekten kaçınırlar, bunun yerine askerlerde hayvani içgüdüleri geliştirmeyi esas alırlar.

Burjuvazi, haksiz savaşlara, talan ve fetih savaşlarına katılmaları için geniş yığınları yönlendirmeye çalışır. Son savaş karşıtı hareketin de gösterdiği gibi, burjuvazi bu çabasında da başarılı olamaz. Şüphesiz ki emperyalist burjuvazi, emekçi yığınların bir kısmını demagojiyle kendisi için kazanabilir. Ama bu durum geçicidir. Demagojiyle kazanılan “moral”in de ömrü uzun olmaz. Çünkü emperyalist burjuvazi, savaşının gerçek nedenini eylemiyle açıklamak zorunda kalır.
Emperyalist ülke orduları, talan ordularıdır, işgal ordularıdır, sömürgeci ordulardır. Bu ordularda davaya inanç yoktur, olamaz da. Bu nedenle de güçlüklerin üstesinden gelme yetenekleri yoktur.

Savaşta moral güçlerinin üstünlüğü, ancak ve ancak haklı amaçlar için savaşan ordularda; güçlerde vardır. Haklı savaş, baskıya, sömürüye, işgale karşı mücadeleye milyonlarca insanın katılmasını sağlar, onlarda dayanışma ve coşkuyu, siyasi bilinçlenmeyi geliştirir. Örneğin ulusal kurutuluş savaşı, sosyal kurutuluş savaşı, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların; bir bütün olarak ülkenin bütün rezervlerinin harekete geçirilmesini ve bunların devasa maddi güce dönüşmesini ve zaferin elde edilmesini sağlayan moral faktörlerin bütününü kapsar. Tarih, haklı savaşın, haklı davanın yüce amaçlarıyla coşan orduların kendilerinden teknik olarak üstün olan orduları yendiğini göstermiştir. Çin halkının, Vietnam halkının Amerikan emperyalizmine karşı mücadelesi buna bir örnektir. Yıllarca savaştırılan, yorgun düşen, savaştan kaçan Anadolu insanının işgale karşı direnişi ve aynı zamanda Kürt halkının sömürgeciliği karşı direnişi de birer örnektir. Kahramanlıklar yaratan Kızıl Ordu’nun moral üstünlüğü, haklı davasında aranmalıdır.

Amerikan ve İngiliz orduları, Afganistan’ı bombaladılar. Muhtemelen Irak’ı da yeniden bombalayacaklar ve işgal edecekler. Ama bu geçici bir durumun ifadesi olacaktır. Geniş yığınlar, er veya geç, işgale karşı örgütlü direneceklerdir, bütün moral rezervlerini seferber edeceklerdir. Kahramanlıklar yaratan Filistin halkının direnişinde, davasında haklı olmasına inancının, moral gücünün etkisi inkâr edilebilir mi? İşgalcilere ve sömürgecilere, işgal edilen ülkelerin mezar edilmesinde, halkın bütün rezervlerinin harekete geçirilmesi anlamına gelen moral gücün etkisi göz ardı edilebilir mi? Silahlı Vietnam halkının modern silahlarla donatılmış Amerikan işgalcilerini kovalamasında, işgalcilerin son uçağa binmek için birbirlerini çiğnemesinde moral gücün etkisi göz ardı edilebilir mi?

Moral gücün kaynağı davada haklılıktır. Davada haklılık, sömürüye, baskıya, işgale, sömürgeciliğe karşı mücadeledir. Bu nedenle halk yığınlarının savaşa karşı alacağı tavır, savaşın seyrine etkide bulunan moral de dâhil bütün faktörler için belirleyici önemi haizdir.

Burjuva ideologlar, bütün olanaklarını kullanarak burjuva ordunun tarafsız olduğunu, sınıflar üstü olduğunu, sadece ulusal çıkarları koruduğunu anlatmaya çalışırlar. Tabii bunun gerçekle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bugün dünyanın hemen her tarafında savaşan Amerikan ordularının ve başka burjuva orduların, devrimci gelişmeleri boğmak, emperyalizme direnenleri susturmak; ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini bastırmak, tekelci sermayenin çıkarlarını korumak için birer araç oldukları artık gizlenmiyor bile. Sadece demagojinin adı değişti: emperyalist burjuvazi, ordularını artık “uluslararası terörizme karşı savaş”a sürüyor. Bu vesileyle ülkeler işgal ediyor, yeni silahlar deniyor, katliamlar gerçekleştiriyor.

20 Ekim 2002 Pazar

SAVAŞ ÜZERİNE (III)

SAVAŞ VE PASİFİZM

Pasifizm, gerici burjuva ideolojisinin bir bileşenidir. Pasifizm ve pasifizmden etkilenenler, geniş yığınların barış isteğini ve iradesini, haksız savaşlara karşı olmalarını kullanarak, genel anlamda savaşa karşı tavır alırlar. Pasifizm, emperyalist savaşların gerçek nedenlerini gizler, “zora başvurmamayı” vaaz eder ve böylece geniş yığınların emperyalist savaşlara karşı mücadelesini akamete uğratarak etkisizleştirmeye çalışır. Pasifizm, genel olarak savaşa karşı olduğu için, haklı savaşlara, devrimci savaşlara da karşıdır ve bu savaşların içeriğini çarpıtır.

“Pasifizm ve soyut barış propagandası, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların yanlış yönlendirilmesinin bir biçimidir. Kapitalizm koşullarında savaşlar kaçınılmazdır…
Geniş yığınların, aynı zamanda, devrimci eylemlere çağrılmadığı barış propagandası, günümüzde sadece hayaller uyandırmaya yarar, proletaryayı, sadece, burjuvazinin insancıllığına inanmasını (talep ettiği için) ayrıştırır. Proletaryayı, sadece, savaş sürdüren ülkelerin gizli diplomasisinin oyuncağı yapabilir” (Lenin; Über den Kampf um den Frieden).

Genel olarak savaşa karşı olanların ötesinde bugün başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere bütün emperyalist ülkeler, “soyut barış propagandası” yaparak talancı savaş taleplerini gizlemeye çalışıyorlar ve geniş emekçi yığınlar nezdinde barışı sağlamak için ”güç kullanmak” zorunda kaldıklarını açıklıyorlar.
Dünya barışından en çok emperyalistler bahsediyorlar. Amerikan emperyalizmine göre, kuramadığı “yeni dünya düzeni”, dünya barışı üzerinde yükseliyor! “Küreselleşme”, aynı zamanda barış ve demokrasi demektir! “Uluslar arası terörizme karşı savaş”, dünya barışının sağlanması için mutlaka sürdürülmelidir!. Böylece emperyalistler, emperyalist savaşlarının, dünyayı yeniden paylaşmak için şimdilik bölgesel/lokal olarak sürdürdükleri savaşların, örneğin Irak (1991) Savaşının, Yeni Balkan Savaşlarının, Afganistan Savaşının ve şimdi de Irak’a olası yeni saldırının bir taraftan gerçek nedenlerini gizliyorlar ve diğer taraftan da geniş emekçi yığınlarına, dünya barışı için savaşımıza katılın, destek verin çağrısı yapıyorlar. Böylece pasifizm, emperyalist savaş hazırlıklarının bir aracı olarak açığa çıkıyor.

Pasifizm, aynı zamanda, oportünizmin de bir bileşenidir. Bütün 20. yüzyıl boyunca ve bugün görüldüğü gibi, özellikle savaş çığlıklarının yükseldiği dönemlerde yoğun olarak gündeme gelen “silahsızlanma düşüncesi”ne karşı da mücadele önemlidir. Özellikle oportünist, reformist, pasifist çevrelerin ideolojik silahı olan “silahsızlanma düşüncesi”, gerici bir karaktere sahiptir. Çünkü bu düşünce, genel olarak savaşa karşı oluşu, “zor kullanmaya” karşı oluşu içerdiği için, antiemperyalist, antifaşist savaşlar, antiemperyalist demokratik devrimler ve sosyalist devrimler açısından gericidir.

Oportünistlerin, reformistlerin pasifist “silahsızlanma düşüncesi”, sınıflı toplumlarda devrimci savaşların, yani iç savaşların sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin doğal ve kaçınılmaz bir devamı ve sonucu olduğunu inkâr eder. Bu gerçeğin inkârı, hâkim sınıfların iktidarına, baskı ve talanına boyun eğmeyi vaaz etmekle, demokratik ve sosyalist devrimden vazgeçmekle eş anlamlıdır.

“Emperyalist pasifizm, savaş hazırlığının bir aracıdır ve bu hazırlığın, barış üzerine ikiyüzlü tanımlanmalarla gizlenmesidir” (Stalin; C.11, s. 200, 1949).

Böylece pasifizm, barış ve demokrasi adına emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki savaş, başka ülkelere karşı talan savaş ve demokratik ve sosyalist devrimini gerçekleştirmiş ülkelere saldırı hazırlıklarını gizlemeye çalışır, bu hazırlığın eyleme dökülmesini haklı çıkartmaya hizmet eder.

Pasifizm, kapitalizmde eşit olmayan siyasi ve ekonomik gelişme yasasının sonucu olarak tek ülkede veya birkaç ülkede gerçekleşecek devrimlerin emperyalist saldırıya karşı savunulmamasını vaaz eder.

Pasifizm, dişinden tırnağına kadar silahlanmış burjuvaziye karşı devrim perspektifinden; sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin bu kaçınılmaz sonucundan vazgeçilmesini vaaz eder.

Pasifizm, emperyalist talana, işgale karşı ezilen uluslara ve halklara direnmekten vazgeçmelerini vaaz eder.

Sovyetler Birliği’nde proleter iktidarın Kruşçev revizyonistleri tarafından gasp edilmesinden (1956, XX. Parti Kongresi) sonra, kurulma aşamasında olan, kısmen de kurulmuş olan dünya sosyalist sistemi yıkıldı. O dönem güncel olan kavramlarla ifade edecek olursak, sosyalist, barış ve demokrasi cephesi yok oldu/yıkıldı. Bu nedenle o dönem gündemde olan “barışın aktif savunulması” sloganının bugün bir anlamı kalmamıştır. O dönem dünyanın bir bölümünde barış vardı ve o barış, bütün dünyada barış olarak kapsamlaştırılarak Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyaya karşı aktif olarak savunuluyordu.
“Barışın aktif savunulması”, emperyalizme karşı aktif mücadeleyi, devrim perspektifli mücadeleyi esas alıyordu. Bugün böyle bir cepheden yoksunuz; hem fiziki alan bakımından ve hem de örgütlenme bakımından yoksunuz. Ama bu, bizim, emperyalist saldırganlığa karşı “barışın aktif savunulması”ndan vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmemelidir. Emperyalist savaşa, somutlaştırırsak Irak’a karşı olası emperyalist saldırıya karşı olmak ve barış talep etmek, mevcut dünya düzeninin barışçıl olduğu ve bu barışçıl ortamın devamını savunmak anlamına asla gelmez. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin revizyonistleşmesiyle birlikte ne revizyonist kampta ve ne de emperyalist kampta hiçbir zaman barış olmamış ve bütün dünya barışın olmadığı bir sürece girmişti. Bugün de aynı süreç devam ediyor. Tek değişim, revizyonist bloğun yıkılmasıdır.

Barışın olmadığı bir dünyada barışı aktif olarak savunmak, mevcut emperyalist “barışı” savunmak anlamına gelmez. Pasifistler tam da bunu talep ediyorlar. Onların savaşa karşıyız söylemi, mevcut “barış” ortamının devamından yanayız demektir. Barışın aktif olarak savunulması, bugün her yerde, her koşul altında ve her alanda barış için mücadele, emperyalist savaşa karşı aktif antiemperyalist mücadele ve devrim mücadelesiyle; antiemperyalist, antifaşist ve sosyalist devrim mücadelesiyle bağlam içinde ele alınmalıdır. Aksi taktirde, Marksizm-Leninizm’in öğrettiği gibi, “geniş yığınların, aynı zamanda, devrimci eylemlere çağrılmadığı barış propagandası”, savaş karşıtlığı, “günümüzde sadece hayaller uyandırmaya yarar, proletaryayı, sadece, burjuvazinin insancıllığına inanması temelinde parçalar. Proletaryayı, sadece, savaş sürdüren ülkelerin gizli diplomasisinin oyuncağı yapar”.

Devrim perspektifli olmayan barış için mücadele veya savaş karşıtlığı, emperyalizmin işine yarar ve pasifistlerin vaaz ettiği mevcut durumu, emperyalist “barışı” korumaya hizmet eder.

Pasifizme; bu burjuva ideolojiye karşı en keskin ideolojik mücadele, pasifistler de dâhil bütün barış yanlılarını ve savaş karşıtlarını da kazanmayı içermelidir. Yeni bir emperyalist savaşa, yeni bir saldırganlığa, örneğin Irak’a karşı yeni bir saldırıya karşı olan bütün insanlarla böyle bir gelişmeyi engellemek için aktif mücadele geliştirilmeliyiz. Ve bu mücadele içinde, gerçek barışın, sadece, yeni bir emperyalist savaşın çıkmasını engellemekten ibaret olmadığını, tersine gerçek barışın, haksız savaşların nesnel nedenlerinin ortadan kaldırılmasıyla sağlanacağını, gerici, haksız savaşların iç savaşlara; devrimci savaşlara dönüştürülmesiyle elde edileceğini açıklamalıyız ve emekçi yığınları bu doğrultuda örgütlemeliyiz.

Emperyalist cephe örgütlü. Pasifist, reformist cephe örgütlü. Sadece antiemperyalist devrimci cephe örgütsüz. Pasifist cephe, örgütlü olduğu için güçlü. Antiemperyalist demokratik cephe, örgütsüz olduğu için etkisiz. Ülkemizde ve bütün dünyada Marksist Leninist Komünistlere düşen görev, bu cepheyi örgütlemektir. Uluslar arası antiemperyalist bir cephenin kurulması için mücadele etmektir.
Pasifizme karşı mücadeleyi de içeren böyle bir örgütlenmenin nesnel koşulları bütün dünyada mevcuttur.

(Gelecek yazıda savaşta moral faktörünü ve moralin savaş bazında sınıfsal içeriğini ele alacağız).

15 Ekim 2002 Salı

SAVAŞ ÜZERİNE (II)

HAKLI VE HAKSIZ SAVAŞLAR

Marksizm-leninizme göre iki tür savaş vardır: Haklı savaş ve haksız savaş.
“a) Fetih savaşı değil, bir kurtuluş savaşı olan, halkları yabancı saldırıya ve boyunduruk altına almaya karşı savunmak için, ya da halkları kapitalist boyunduruktan kurtarmak için ve en sonunda sömürgeleri ve bağımlı ülkeleri emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmak için yürütülen haklı savaşlar ve
b) Fetih savaşları olup, yabancı ülkeleri fethetmek için, yabancı halkları boyunduruk altına almak için yürütülen savaşlar” (SBKP(B), Kısa Tarih, s. 210).

Savaş da dâhil şu veya bu toplumsal fenomenlerin ilerici ve ya gerici olup olmadığı nesnel olmayan, “sınıflar üstü” olan bir bakış açısına göre değerlendirilmez. Bu değerlendirme için somut ve tarihsel koşullar, sınıfların; proletarya ve burjuvazinin, geniş emekçi yığınlarının, halkların çıkarları dikkate alınır.

Bir savaşın ilerici, haklı olabilmesi için, belli tarihsel koşullarda gerçekleşmesi; örneğin halk yığınlarının durumunu iyileştirmeyi hedeflemiş olması, insanlık tarihini ilerletici olması gerekir. Geniş yığınların ve de ezilen, sömürülen sınıfların durumunu bir şekilde iyileştirmek, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı savaşı içerebileceği gibi, faşizme karşı savaştı da içerir. İnsanlık tarihini bir adım ilerletmek için savaş, demokratik devrim olabileceği gibi, sosyalist devrim de olabilir. Böylesi savaşlar, geniş yığınlar açısından haklı savaşlardır.
“…Savaşın, ilerici, demokrasinin veya proletaryanın çıkarlarına hizmet edip etmeyeceğini ve bu anlamda haklı… vs. olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceğini tespit etmek için her bir savaşın tarihsel analizi gereklidir” (Lenin; C. XIX, Wien-Berlin, 1930, s. 236).

Öyleyse savaşı, sınıfsal karakterine ve tarihsel koşullarına göre analiz etmek, her bir savaşın haklı ve haksız karakterde olup olmadığını tanımlamanın temel ilkesidir.
Aslında tarih, sınıf mücadelesi bazında haklı ve haksız savaşlardan ibarettir.

Tarih, sayısız haksız, talancı, fetihçi, gerici savaşlara şahittir. Bunlar, sömürücü sınıflar tarafından başlatılan, başka halkları, ulusları; ülkeleri boyunduruk altına almayı ve içte de emekçi yığınların devrimci hareketini bastırmayı hedefleyen savaşlardır. Köleci düzende köle sahipleri sınıfı, feodal düzende feodal beyler ve burjuva düzende de kapitalist/emperyalistler böylesi savaşları sürdürmüşlerdir. Osmanlı, sürdürdüğü haksız, fetihçi savaşlar sonucunda imparatorluk olmuştur. İngiltere, sürdürdüğü haksız, fetihçi savaşlar sonucunda sömürge imparatorluğunu kurmuştur. İngiltere gibi diğer emperyalist ülkeler de (Fransa, Almanya, Japonya, İtalya, ABD vb.) fetih ve talan savaşlarıyla sömürgeler elde etmişlerdir.

Emperyalizm, talan, katliam, savaş ve fetih demektir. Bu anlamda emperyalist ülkelerin tarihi en talancı, en kanlı tarihtir. Örneğin ABD, topraklarını sürekli, savaşlarla, fetihlerle, yerli halkları katlederek 10 mislinden fazla genişletmiştir.

Emperyalist çağda önde gelen emperyalist ülkeler, 19. yüzyılın sonu itibariyle paylaşılmış dünyayı yeniden paylaşmak için dünyayı kan gölüne çevirmişlerdir. I. ve II. Dünya Savaşları, değişen güçler dengesinin bir ifadesi olarak paylaşılmış dünyayı yeniden paylaşmak için başlatılmış fetih ve talan savaşlarıydı.
Dün olduğu gibi bugün de emperyalist ülkeler, hâkimiyetlerini, hegemonyalarını sürdürmek için sömürge ve bağımlı ülkelere; kendilerine şu veya bu nedenden dolayı direnen ülkelere karşı haksız savaşlarını sürdürüyorlar. Bu ülkelere saldırmak için her seferinde yeni bir vesile buluyorlar. Örneğin, müttefikleriyle birlikte Amerikan emperyalizmi Kore halkına, “komünizme karşı mücadele” vesilesiyle saldırdı. Bugün de Amerikan emperyalizmi, “uluslar arası terörizme karşı savaş” adı altında haksız savaşlar sürdürüyor ve böylesi savaşlara zemin hazırlıyor. Afganistan savaşı buna tipik bir örnektir. Irak’a karşı savaş hazırlığı buna bir örnektir.

Diğer taraftan tarih, sayısız haklı savaşlara da şahit olmuştur. Bunlar; haklı savaşlar, şu veya bu halkın dışarıdan saldırıya, köleleştirilmeye karşı veya emekçi yığınların sömürü ve baskı boyunduruğundan kurtulmak için veya şu veya bu sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ülke halklarının ve ulusların sömürgeciliğe, emperyalist baskı ve talana karşı sürdürdükleri savaşlardır. Birkaç örnek verecek olursak: II. Dünya Savaşında bir dizi kapitalist ülkelerde halkların Hitler faşizmine karşı antifaşist mücadelesi haklı savaşlardı. Sovyetler Birliği’nin, sosyalist anavatanı Hitler faşizmine karşı savunması haklı savaştı. Kore halkının, Vietnam halkının antiemperyalist mücadeleleri haklı savaşlardı. Nasıl ki I. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist ülkeler tarafından işgal edilen Anadolu’nun kurtuluşu için Türk ulusal burjuvazisi önderliğinde sürdürülen antiemperyalist mücadele, haklı bir savaşsa, Kürt ulusunun sürdürdüğü anti sömürgeci, antifaşist mücadele de haklı bir savaştır.

Sınıflı toplumların tarihi, sömürülenlerin, baskı altında tutulanların hâkim sınıflara karşı savaşlarına da tanık olmuştur, olmaktadır. İç savaş diye tanımlanan bu savaşlar, baskı altında tutan, sömüren; hâkim konumda olan sınıflara karşı ezilen sınıfların haklı savaşlarıdır. Bu türden savaşlar, insanlık tarihinin köleci toplum, feodal toplum ve bugün olduğu gibi burjuva toplum evrelerinde görülmüştür. Kölelerin, köle sahiplerine, bağımlı köylülerin feodal beylere, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşları bu türden savaşlardır.
Başka türlü tanımlayacak olursak: Bütün haklı savaşlar devrimci savaşlardır. Bu anlamda savaşları, devrimci ve karşı devrimci (haklı ve haksız) savaşlar olarak iki kategoriye ayırabiliriz.

“Sömürenler ile sömürülenler arasındaki” emperyalist saldırganlar, emperyalist talancılar ile buna karış olan yığınlar arasındaki “en keskin sınıf mücadelesi, kapitalist toplum düzeninin temelini oluşturur” (Stalin, Fragen des Leninismus, s. 673, 1951).

Sömürülen sınıflar, baskı altında tutulan, sömürgeleştirilen halkalar ve uluslar arasındaki “en keskin sınıf mücadelesi”, hâkim sınıflara ve emperyalizme karşı devrimci, haklı savaşın kaçınılmazlığını gösterir. Kapitalizm/emperyalizm, var olmak için her cephede saldırmak ve nihayetinde savaşmak zorundadır. Bu, onun var oluş diyalektiğidir. Buna karşı ezilen ve sömürülenler de kapitalist/emperyalist sömürü ve boyunduruğu parçalamak için her cephede savaşmak zorundadırlar. Bu da onların mücadele diyalektiğinin doğrudan ifadesidir.

II. Dünya Barış Kongresi, saldırganı şöyle tanımlıyor:
“Hangi nedenden dolayı olursa olsun, silahlı güçlerini başka bir devlete karşı ilk önce kullanan devlet, saldırgan devlettir” (Einheit, Sayı 4, s. 220, Mart 1951).
Amerikan emperyalizminin şu veya bu bahaneyi öne sürerek şu veya bu ülkeye saldırması, onu saldırgan olmaktan kurtarmıyor.

İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, halklar, Amerikan emperyalizmine “uluslar arası terörizme karşı savaşmak” için yetki vermediler. Bu nedenle Afganistan’a, Irak’a saldır demediler. Bu savaş, Amerikan emperyalizminin kendi çıkarları için sürdürdüğü savaştır. Bu, onun saldırganlığını gösterir ve ona karşı mücadele, kaçınılmaz olarak kurtuluş mücadelesidir, antiemperyalist mücadeledir.
Haksız savaşlar, fetih savaşları, geniş emekçi yığınlarında coşkuya neden olmaz. Tersine bu savaşlar, geniş yığınları emperyalizme, haksız savaşlara karşı mücadeleye yöneltir. Aynen bugün, bütün dünyada milyonlarca insanın Amerikan emperyalizminin Irak’a karşı olası saldırısızını protesto etmeleri gibi.
Gelecek makalede savaş ve pasifizmi ele alcağız.

10 Ekim 2002 Perşembe

SAVAŞ ÜZERİNE (I)

SAVAŞIN NEDENİ VE ÖZÜ


Savaş, toplumsal bir fenomendir ve tarihsel koşullu üretim biçimleriyle bağlam içindedir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm kıstaslarına göre savaşlar, sömürüye dayanan toplumlara; sınıflı toplumlara özgü toplumsal bir fenomenin ifadesidir. Tarihsel materyalizm, özel mülkiyetin, insanın insan tarafından sömürüsünün toplumsal olgu olmasıyla; yani sınıfların oluşmasıyla birlikte sınıflar arasında ve sınıflı devletler arasında çatışmaların, zor kullanımının doğmasının kaçınılmaz bir gelişme olduğunu öğretiyor. Demek oluyor ki savaşların nedeni, doğrudan alt yapıda; gelişmesinin belli bir aşamasına varmış toplumun ekonomik sisteminde aranmalıdır; savaşın nedenleri antagonist sınıflı toplumun sosyal, ekonomik yapısında aranmalıdır. Ve böyle bir toplumda hâkim konumda olan sınıf veya sınıfların politikası da savaşın amaç ve karakterini belirler. Ezen ve ezilen; sömüren ve sömürülen ilişkisini ifade eden üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu toplum düzenlerinde (köleci, feodal, burjuva) savaş, sömürücü sınıfların politikasının ifadesi olarak kaçınılmazdır. Hangi biçimde olursa olsun, savaşsız sömürü düzeni düşünülemez: köleci düzen, feodal düzen ve burjuva düzen savaşları nihai olarak aynı amaçlara hizmet ederler.; yeni alanların fethedilmesi, hammadde kaynaklarının elde edilmesi ve sömürmek ve talan etmek için insanların baskı altına alınması. Burada antagonist sınıflı toplumlarda savaşın üç temel nedenini görüyoruz: Birincisi; hakim sınıflar kendi ülkelerindeki emekçileri sömürmeksizin var olamazlar. Bu nedenle geniş yığınları baskı altında tutarlar, yani zora ve savaşa başvururlar. Bu da yığınların ayaklanmasına, devrimci gelişmelere ve nihayetinde devrime neden olur. (Sömürüden ve siyasal baskıdan kurtulmak için emekçi yığınların haklı savaşları). İkincisi; hâkim sınıfların fetih, talan, başka ülkeleri, dolayısıyla halkları boyunduruk altına alma politikası güderler. Böylece elde edilen hammaddenler ve başka maddi zenginliklerle güçlenirler ve iktidarlarını sağlamlaştırırlar. Bu durum; fetih savaşları kaçınılmaz olarak fethedilen, boyunduruk altına alınan ülkelerde yabancı güce karşı, baskı ve talana karşı baskı altında olan geniş yığınların kurtuluş için savaşlarına neden olur. Bu da haklı savaştır. Üçüncüsü; sömürüye dayanan devletler, güç dengesi durumuna göre, başka ülkeleri fethetmek için veya dünyanın mevcut paylaşılmışlık durumunu kendi lehlerine değiştirmek için birbirleriyle savaşırlar. Köleci düzende durum böyleydi. Feodal düzende durum böyleydi. Kapitalizmde de durum böyle.
“Savaş özel mülkiyetin temelleriyle çelişmez, bilakis savaş, bu temellerin doğrudan ve kaçınılmaz gelişme sonucudur” (Lenin; Über den Kampf um den Frieden, s. 64).
Öyleyse savaş, antagonist sınıflı toplumlarda kaçınılmazdır. Bu anlamda savaş, antagonist sınıflı toplumların; köleci, feodal ve kapitalist toplumların mutlak refakatçisi olan bir fenomendir.
“Yabancı toprakların talanı, sömürgelerin fethi ve talanı, yeni pazarların fethi, kapitalist devletlerin fetih savaşlarının sık nedenleri olmuştur. Kapitalist ülkeler için savaş, aynen işçi sınıfının sömürülmesi gibi, doğal ve yasal bir olgudur” (SSCB-KP(B) Tarihi, Syf. 204).
Dünya topraksal olarak emperyalist ülkeler arasında paylaşıldığı için en güçlü emperyalist devletler arasında, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının bir ifadesi olarak, dünyayı, yeni güç dengelerine tekabül edecek bir biçimde yeniden paylaşma mücadelesi alevlenir. Bütün emperyalist ve emperyalistler arası savaşların nedeni budur. 1991’deki Irak savaşının, Yeni Balkan Savaşlarının, Afganistan savaşının ve şimdilerde de Irak’a olası saldırının nedeni budur.
Savaş, “söz konusu ilgi duyan güçlerin –bu güçlerdeki çeşitli sınıfların- o andaki politikalarının devamıdır.” Yani savaş, şu veya bu sömürücü, hâkim sınıfın zor aracıyla politikasını devam ettirmesidir.
Savaşın özü, sömürücü sınıfların veya kapitalist devletlerin uğruna savaşmayı göze aldıkları hedeflerde somutlaşır. Savaşın amaçları ve dolayısıyla karakteri, proletarya partisinin somut tavrını belirler.
“Savaşın niçin sürdürüldüğü, hangi sınıflar tarafından hazırlandığı ve yönlendirildiği, savaşın nasıl değerlendirilmesinde” bütün dünyada Marksist Leninist komünistler için temel kıstasıdır.
Bütün burjuva savaş teorileri”nin sınıfsal içeriği, gerçek savaş nedenlerini gizlemeye, emekçi yığınları, savaşın gerçek neden ve sorumlularına karşı mücadeleden alıkoymaya, onların dikkatlerini başka yönlere çekmeye hizmet eder. Aynen bugün Amerikan emperyalizminin “uluslar arası terörizme karşı savaş” adı altında dünya üzerinde hegemonya politikasının ve Irak’a karşı olası savaşının gerçek nedenlerini gizlemeye çalışması gibi.
Gelecek makalede haklı ve haksız savaşları ele alacağız.

30 Eylül 2002 Pazartesi

AMERİKAN İMPARATORLUĞU HAYALİ VE SAVAŞ

Amerikan emperyalizmi açısından 20. yüzyılın sonu, 19. yüzyılın son dönemlerine benziyor. 19. yüzyılın sonunda ABD, diğer güçlü ülkelerle sömürge elde etme yarışına girmiş ve Asya’da, Karaipler’de, ve Pasifik’te katliamların izlediği işgallere girişerek, birçok ülke ve adayı kendine bağlamıştı. Zamanın önde gelen iktisat adamları, Amerika’nın dünya çapında sanayisel hâkimiyetinin planlarını kuruyorlardı. 1895’te senatör Henry Cabot Lodge, “19. yüzyılın hiçbir ülkesi, istilalarımızla, sömürgeci başarılarımızla ve genişlememizle boy ölçüşecek durumda değildir,… bize, şimdi hiçbir şey engel olamaz” diyerek Amerikan yayılmacılığının propagandasını yapıyordu.

Dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt de “Birleşik Devletler’in Pasifik’te hâkim güç olmasını” ve “Amerikan halkı(nın) büyük gücüne yakışır işler yapmasını” istiyordu.

1896’da gazeteci M. Henry Wattereson, Amerikan yayılmacılığını şu sözlerle değerlendiriyordu:
“Biz, insanlık üzerinde belli bir nüfuza sahip olmak ve şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu da dâhil hiçbir ulusa nasip olmayan dünyayı şekillendirme göreviyle karşı karşıya olan büyük bir emperyalist cumhuriyetiz”.

19. yüzyılın son dönemlerindeki ve 20. yüzyılın ilk yıllarındaki Amerikan başkanları Harrison (1889-1893), Cleveland (1893-1897); Mackinley (1897-1901) ve T. Roosevelt (1901-1909), Amerikan sermayesinin; Amerikan mali oligarşisinin çıkarlarını siyasi cephede savunurlarken, Mahan, Gilpen, Beveridge, Adams, Turner, Semple vb. ırkçı ve jeopolitikacılar da ideolojik cephede Amerikan emperyalizminin çıkarlarını savunuyorlar, Amerikan yayılmacılığını ve saldırganlığını haklı çıkartmaya çalışıyorlardı.

Aradan bir asır geçmesine rağmen Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti anlayışından hiçbir şey değişmemiştir. Değişen, başkanlar ve ideologlar olmuştur. Harrison, Cleveland, Mackinley ve T. Roosevelt’in yerini Reagen, Bush, Clinton ve Bush (oğul), Mahan, Gilpen, Beveridge, Adams, Turner, Simple gibi ırkçı ve jeopolitikacı ideologların yerini de Brzezinski, Huntington gibiler, sayısız kalemşorlar almıştır. Bunlardan birisi, Charles Krauthammer; Amerikan saldırganlığının önde gelen bu ideologu, “Roma’dan buyana hiçbir ülkenin kültürel, iktisadi, teknik ve askeri açıdan böyle bir hâkimiyete sahip olmadığı gerçeği”nden bahsediyor, Washington Post’taki bir yazısında. Aynı ideolog 1999’da da şu tespiti yapıyordu: “Roma’nın Kartago’yu yıkmasından buyana hiçbir büyük güç böylesi bir zirveye ulaşamadı”.

20. yüzyılın sonunda/21. yüzyılın başında Amerikan emperyalizmi kendisini Roma İmparatorluğu ile ölçüyor. Amerikan emperyalizminin jeopolitik açılımını, yayılmacılığını ve bunun için savaşını doğrudan destekleyenlerin yanı sıra nispeten “ılımlı” olanlar da Roma ile ölçüşme hastalığına yakalanmışlar. Bunlardan birisi Joseph S. Nye(jr.) yeni kitabına şu cümleyle başlıyor: “Roma’dan buyana hiçbir ulus, diğer uluslar üzerinde bu denli hâkim konumda olmamıştı”. Tarihçi Paul Kennedy’ye göre de “ne pax Britanica, ne Napolyon’un Fransa’sı, ne Philipp’in İspanya’sı, ne Büyük Karl İmparatorluğu, evet Roma İmparatorluğu dahi” Amerika’nın bugünkü hâkimiyetiyle boy ölçüşecek bir hâkimiyete sahip olamamışlardı.

Son dönemlerin Amerikan literatüründe Roma ve imparatorluk, kavramlaştırılmış olarak kullanılıyor. Amerikan ideologlarına göre yeryüzünde hiçbir ülke ABD ile ölçüşemez, aşık atamaz, ABD’nin büyüklüğünü ölçmek için kıstas olamaz. Olsa olsa Roma İmparatorluğu olurdu. Öyleyse ABD’nin büyüklüğünü ve dünya üzerindeki hâkimiyetini gözler önüne serebilecek yegâne kıstas, Roma İmparatorluğudur. Bu anlayış savaş demektir; sürekli savaş demektir; Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası, buna tekabül eden jeopolitikası önündeki engelleri yıkmak için permanent (sürekli) savaş demektir.

Dünyada gelmiş geçmiş bütün imparatorluklar, sürekli, savaşlarla, sürekli, istilalarla, ezme, yok etme, katletme ve işgalle imparatorluk olmuşlardır. Roma, Roma imparatorluğu olana kadar sürekli savaştı. İngiltere, “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olana kadar sürekli savaştı. Osmanlı da, Osmanlı İmparatorluğu olana kadar sürekli savaştı. Amerikan emperyalizmi de Karaibler’de, Asya’da, Pasifik’te, Orta ve Güney Amerika’da sayısız savaşlarla, istilalarla, katliamlarla, işgallerle emperyalist çağa emperyalist ülke olarak girdi.

1994-1998 arasında bütün dünyada savaş ve çatışmaların sayısı 70 (Bu savaş ve çatışmalarda ölenlerin sayısı da 3 milyondan fazla). Bu savaş ve çatışmaların kaçında Amerikan parmağının olmadığını bilmiyorum. İsteyen araştırır. Ulusal kurtuluş mücadelesi; haklı savaşlar dışında hemen hemen hepsinde Amerikan emperyalizminin parmağı var. Amerikan emperyalizminin çıkarları; dünya hâkimiyeti jeopolitikası sürekli savaşmayı kaçınılmaz kılıyor. Bu savaşlarda Amerikan emperyalizminin önünde iki engel var: Bunlardan birisi, emperyalist ülkeler ve ona boyun eğmeyen geri ülkeler. Amerikan emperyalizmi bu engeli aşmak için emperyalist rakipleriyle birleşebileceği gibi, tek başına da hareket edebilir. 1991’de Irak’a karşı savaşta, Yeni Balkan Savaşlarında, Afganistan’a karşı savaşta olduğu gibi kendi önderliğinde emperyalist koalisyonlar kurabilir. Ama ekonomik ve askeri gücüne dayanarak savaş koalisyonu kurmayabilir de. Irak’a tek başına saldırıp, onu yenebilir de. Ama onun korkusu ikinci engeldir; dünya proletaryası, emekçileri, ezilen halkları ve uluslarıdır. Amerikan emperyalizmi, görece teknik gücüne dayanarak bu güçleri geçici bir dönem için sindirebilir, ama hiçbir zaman onların iradesini kıramaz.

Şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün imparatorluklar; Roması, Osmanlısı, Britanya’sı, iç çelişkiler ve dıştan gelen daha üstün bir gücün vuruşlarıyla yıkılmışlardı. Amerikan emperyalizminin de sonu böyle olacak. Tarih, bütün büyük imparatorlukların, en büyük biziz düşüncesine saplandıklarında yıkılma sürecine girdiklerini göstermektedir. Bunu en tipik örneğini sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin çöküşü oluşturur. Bu emperyalist devlet, çöküş sürecinde bile “reel sosyalizm”in başarılı gelişmesinden, emperyalizme olan üstünlüğünden bahsetmekten, evet düpedüz yalan söylemekten geri kalmamıştır.

Şimdi 21.yüzyılın başında Amerikan emperyalizmi en büyük olma kompleksine kapıldı. Bu onun sonunun yaklaştığına bir işarettir. Amerikan emperyalizmi, imparatorluğunu kurmadan çökecektir. O, ya daha üstün, daha dinamik bir emperyalist güç tarafından geriletilecektir, ya da devrimci güçler tarafından tarih sahnesinden silinecektir.
21. yüzyılın sosyalizmin yüzyılı olacağını söylüyoruz. Bunun böyle olacağına inanıyoruz ve Amerikan emperyalizminin üstünlüğüne daha güçlü bir emperyalist ülkenin değil de, antiemperyalist, sosyalist güçlerin dünya çapında örgütlü irade ve eyleminin son vereceğine inanıyoruz. Gün bu yönde mücadelenin günündür.

25 Eylül 2002 Çarşamba

ALMANYA’DA SEÇİMLER

 
Seçim sürecinde burjuva partiler seçim programlarını bir kenara attılar ve işi popülizme döktüler. Medyalarının da doğrudan desteğiyle Alman halkının gerçeği görmemesi için adeta birbirleriyle yarıştılar. Tekelci sermayenin partileri, sorunları gizlemek için söz birliği etmişcesine hareket ettiler. Seçimler, iki büyük partinin Başbakan adaylarının TV-düellosuna dönüştürüldü. Milyonlarca seçmen, iki adayı, programlarının içeriğine göre değil, kıyafetlerine, mimiklerine; bir bütün olarak şov yeteneklerine göre değerlendirmeye zorlandı. Seçimlere, popülizm damgasını vurdu ve milyonlarca seçmen, “çaresizliğin seçim sonucunu” belirlemek zorunda kaldı.

Milyonlarca seçmenin sorunları ele alınmadı. Onların korku, his ve çaresizliğiyle oynandı. Hiçbirisi gerçeği seçmene açıklama cesaretini gösteremedi: Devam eden ekonomik kriz, borsalarda düşüş, kitlesel kronik işsizlik; 4 milyona varan işsiz sayısı, eğitim sorunu, sağlık sisteminin çalışanların aleyhine değiştirilme girişimleri vb.

Sosyal Demokrat Parti (SPD), 18,484 milyon oy aldı ve Hristiyan Demokratik Birlik/Hristiyan Sosyal Birlik (CDU/CSU) partilerinden kıl payı farkla mecliste çoğunluğu oluşturabildi. Yeşillerin de Hür Demokrat Partiden (FDP) daha fazla oy alarak üçünü parti olmasıyla eski koalisyon hükümeti yeni mecliste de çoğunluğu sağlamış oldu.

Geniş yığınlar, Stoiber’i Başbakan olarak kabullenemedikleri, tasavvur edemedikleri; onun Başbakan olmasını engellemek istedikleri ve Irak’a karşı olası bir savaşa katılmayı reddettikleri için onu seçmediler. Ama Schröder’i de, ülkenin sorunlarına çözüm getiremediği, özellikle işsizliğe çare bulamadığı için affetmediler. Ülke ortalamasında CDU/CSU biraz oy kazandı, SDP ise biraz oy kaybetti.

SPD, 1998 seçimlerine göre 1.7 milyon oy kaybetti. Özellikle işçiler arasında bu partinin oy kaybı oldukça büyüktü. İşçi sınıfının seçim bazında da olsa bu partiden kopuşu, burjuva düzenden kopuş sürecinin devam ettiğini gösterir. SPD de biliyor ki, sayısız işçi, Stoiber’i engellemek için, istemeye istemeye Schröder’i seçmiştir.

Tekelci sermaye, taleplerini gerçekleştireceğine inandığı Stoiber’i destekledi ve kaybetti. Schröder, popülizme oynadı ve kazandı. Doğu Almanya’da yaşanan sel felaketi, acımasızca kullanıldı, seçime malzeme yapıldı, insanların çaresizliği, yaşanan sefaleti hafifletmek için yapılan acil maddi yardım oya tahvil edildi.

Schröder, birdenbire anti savaş oldu. Amerika’nın Irak’a karşı olası savaşına karşı çıktı ve savaş karşıtlarından faşistlere varana kadar geniş bir yelpazenin oylarını aldı. Anketlere göre seçimleri kaybedeceğine kesin gözüyle bakılan Schröder/Fischer ikilisi, işi popülizme dökerek ipi önde göğüsledi.
CDU/CSU ‘nun adayı Stoiber, hükümetin sorunların üstesinden gelememesinden, özellikle işsizliğe karşı mücadele edememesinden dolayı yığınların bu hükümetten umutlarını kesmelerini kazanılmış oy olarak gördü. Özellikle işçi yığınlarının CDU/CSU’yu da seçmemeleri Stoiber’i hayal kırıklığına uğrattı. Bu birlik, faşist kesimden aldığı oylarla oyunu arttırabildi.
Partilerinden (SPD, FDP ve PDS) memnun olmayanların; hükümette daha “çevre bilinçli”, daha “barışa yönelik” bir potansiyelin olmasını isteyenlerin oyunu alan Yeşiller, görece en fazla oy kazanan parti oldu.
İşçi düşmanı programından, açıklamamasına rağmen CDU/CSU ile koalisyona hazır olmasından ve iç sorunlarından dolayı, orta tabakaların partisi olarak bilinen FDP, bu seçimlerde hedeflediği yüzde 18 oy oranının yarısına bile ulaşamadı ve yüzde 7,4 ile yetinmek zorunda kaldı.
Gerici, faşist partiler bu seçimlerde tam bir hezimete uğradılar. bu kesimdeki partilerin 1998 seçimlerine göre toplam oy kaybı 1,3 milyon.
PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi), kriz içinde, varlık nedeninin ortadan kalktığını görüyor. Burjuva mülkiyet ilişkilerine dokunmadan “demokratik sosyalizmin” kurulabileceği anlayışı bu partiyi eritti. Bu parti, revizyonist partinin bir uzantısı olarak, bir Doğu Almanya partisi olarak kuruldu ve bir Doğu Almanya partisi olarak da eriyor.
Tekelci burjuvazi, hükümetin değişmesini ve tekelci sermaye lehine reformların gerçekleştirilmesini talep ediyordu. Her ne kadar sermayeye hizmette kusur etmese de Schröder/Fischer hükümeti, bazı sosyal hakları rafa kaldırmada ve tekelci sermayenin taleplerini gerçekleştirmede beklenenden daha ağır hareket ediyordu ve aynı zamanda gereken sertliği ve kararlılığı gösteremiyordu.
Alman tekelci burjuvazisi bu seçimlerde umduğunu bulamadı; istediği güçlü hükümete bu sefer de sahip olamadı, zayıf ve istikrarsız bir hükümetle yetinmek zorunda kaldı.
Tekelci sermaye seçim sonuçlarını kabullenmek zorunda kaldı ve seçimin ertesi günü sürekli dile getirdiği taleplerini yeniden sıraladı; konjonktüre itici güç kazandırılmalıdır, iş piyasasında düzensizleştirme süratle gerçekleştirilmelidir. İşsizlikle mücadele için değil, işsizlere karşı mücadele için hazırlanmış olan Hartz-Komisyonu raporuyla yetinilmemelidir. Yaşlılık sigortası reformunun, sağlık sitemine vatandaşların katılımını sağlayan reformların çıkartılmasında kararlı hareket edilmelidir vs. vs.
Eski ve yeni hükümet arasında önemli fark olacaktır. Birkaç oydan ibaret bir çoğunlukla yeni hükümet, iktidarda kalabilmek için muhalefetin ve tekelci sermayenin önerileri karşısında “sosyal” olarak kalma şansına sahip değil.
Schröder/Fischer ikilisi, hükümet etmek için tekelci sermayenin reform taleplerini istenilen kapsam ve zamanında gerçekleştirmek zorundadır.





12 Eylül 2002 Perşembe

AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN EKONOMİK KRİZDEN ÇIKMA ARAYIŞLARI

11 Eylül saldırısını bir kısım burjuva medya, insanlık tarihinin yeni bir miladı olarak lanse ediyor: 11 Eylülden önceki dünya ile 11 Eylülden sonraki dünya! Emperyalist burjuvazinin propagandasına inanacak olursak, dünyamız, 11 Eylülden sonra çok değişmiş. Değişimin kıstası konusunda fazla bir şey söylenmiyor, ama bütün söylemler, “terörizme karşı” mücadelede birleşiyor. Bu değişim bir milat olarak tanımlanır mı, bilmiyoruz, ama açık olan şu ki, Amerikan emperyalizmi, 11 Eylül saldırısını, “uluslararası terörizme karşı savaş” adı altında 21. yüzyıl jeopolitik anlayışını adım adım gerçekleştirmek, bu politikanın önünde engel olan emperyalist ülkeleri sindirmek ve “serseri devletler” diye tanımladığı ülkelere saldırmak ve antiemperyalist, antifaşist, devrimci ve komünist güçleri yok etmek için vesile olarak kullanmıştır ve kullanmaktadır.
Afganistan’ı işgal etmenin vesilesiyle Irak’a yeni bir saldırının vesilesi arasında hiçbir fark yoktur. Ama Afganistan’a saldırı dönemindeki dünya koşulları ile bugünkü, Irak’a yeni bir saldırının söz konusu olduğu dünya koşulları aynı değil. Aynı şekilde 1991’de Irak’a saldırı döneminin koşulları da artık yok. Amerikan emperyalizmi yalnız. İngiltere ve bir-iki soytarı devletin ötesinde destekten yoksun. Ama buna rağmen Irak’a saldırıda ısrarlı olmasının nedeni olmalıdır. Bunun iki nedeni var: Birincisi; Amerikan emperyalizmi Irak’a karşı yeni bir savaş vasıtasıyla içinde bulunduğu ekonomik krizden (fazla üretim krizi) çıkabileceğini sanıyor. İkincisi; Amerikan emperyalizmi, Balkanlarda ve Orta Asya’ya yönelik olarak Afganistan’da sağladığı kendi kontrolündeki “barış”ı, Ortadoğu’da da sağlamak ve böylece bilinen dünya enerji kaynaklarını ve bu enerjinin dünya pazarlarına sevkiyat hatlarını kendi kontrolü altında tutmak istiyor.
Birinci neden: 1991’de Irak’a karşı emperyalist savaş, Amerikan ekonomisinin 1990/’91-1994 dünya ekonomik krizinden nispeten erken çıkmasında önemli bir faktör olmuştu. Savaşın “katkı”sıyla Amerikan ekonomisi, dünya ekonomik krizinden 1992’de çıkarken, diğer emperyalist ülkeler; ABD’nin Almanya, Japonya gibi rakibi ülkeler, kriz içindeydiler. Bu iki ülkede ekonomi 1992/’93’te dibe vurmuştu (kriz, en derin noktasına ulaşmıştı). Irak’a karşı emperyalist koalisyon devletlerinin önde gelenleri, özellikle de bu iki ülke, savaşı finanse etmek için kendi paylarını ödemenin ötesinde, ABD’nin savaş koalisyonuna dayatmasının sonucu olarak, 53,9 milyar dolara varan savaş için mali yardımın da büyük bir kısmını ödemişlerdi. Savaşın gerçek masrafı yaklaşık 25 milyar dolardı. Buna rağmen ABD, sadece Almanya’da savaş masrafı olarak 18 milyar dolar almıştı. Bu savaş Amerikan emperyalizmi açısından “çok iyi bir ticaretti”!
Amerikan emperyalizmi Irak’a karşı yeni bir savaşla aynı olanaklara yeniden sahip olacağını ve bunun da ekonominin krizden çıkması için önemli bir faktör olacağını sanıyor. Ama İngiltere’nin ötesinde hiçbir ülke, ABD’nin 1991’deki oyununun kurbanı olmak, savaş üzerinden Amerikan ekonomisini desteklemek niyetinde olmadıklarını gösteriyorlar.
İkinci neden: Dünya çapında bilinen petrol rezervlerinin yüzde 60’ı ila yüzde 65’i Ortadoğu’da bulunuyor. ABD’nin bu bölgedeki petrole ihtiyacı yok. Onun sorunu veya Amerikan emperyalizmi açısından önemli olan, bölgedeki enerji rezervlerini kendi kontrolü altında tutabilmektir, rakip konumda olan emperyalist ülkelerin bu bölgede nüfuz sahibi olmalarını engellemek ve mevcut etkilerini de geriletmektir. Özellikle Rus, Çin ve Fransız petrol tekelleri, 1990’dan bu yana Irak rejimiyle milyarlarca dolarla ifade edilen petrol ve doğalgaz üretimi için anlaşmalar imzaladılar. Ambargodan kurtulmak için her fırsatı değerlendiren Irak rejim, açıktan açığa ambargoya karşı çıkan devletlere de ticari imtiyazlar veriyor. Bunun ötesinde geçen haftalarda Rusya ile Irak arasında 40 milyar dolar kapsamlı bir İşbirliği Anlaşması imzalandı. Rus sermayesi İran’da da faal. Bütün bu gelişmeler Amerikan emperyalizminin aleyhine. Irak’a uygulanan ambargonun kalkması durumunda Rus, Çin, Fransa petrol tekelleriyle yapılan anlaşmalar yürürlüğe girecek. Bu durumda ABD ve İngiltere kaybedecekler. Arap ülkelerinde de nüfuzu kırılan Amerikan emperyalizm, ne pahasına olursa olsun Irak’a karşı uygulanan ambargonun ve 1991 savaşının sonucu olarak ülkenin kuzey ve güneyinin askeri olarak kontrolünün devamından yana. Ancak bunun daha fazla uzatılamayacağını, her geçen günün kendi aleyhine olduğunu gören ABD, Irak’a karşı yeni bir savaşla bölgedeki konumunu güçlendireceğini, Irak’ta kendine hizmet edecek bir rejim kurarak bölgeyi Irak merkezli olarak kendi hegemonyasında tutacağını ve böylece emperyalist rakiplerini gerileteceğini sanıyor.
Irak’a karşı planlanan yeni emperyalist savaşın; Amerikan emperyalizminim savaşının “uluslar arası terörizme karşı savaş”la değil belirttiğimiz bu iki nedenle ilişkisi vardır.

1 Eylül 2002 Pazar

DÜNYA ÇAPINDA İŞSİZLİK VE KRONİK KİTLESEL İŞSİZLİK SORUNU



Her kriz döneminde olduğu gibi bu kriz döneminde de işsizlik sorunu, daha sık gündeme getirilmiş ve tartışılır olmuştur. Açık olan şu ki, kapitalizmin genel krizi sürecinde kapitalist üretim biçimi veya da kapitalist dünya ekonomisi, kitlesel kronik bir işsizlik olgusuyla karşı karşıya kalmıştır. Kapitalist ekonominin krizde olup olmamasından bağımsız olarak ve mevcut sanayi yedek ordusu gerçeğinin ötesinde sürekli var olan kitlesel bir işsizlik söz konusudur. Bu işsizlik süreklileşmiştir ve kapitalist ekonomin gelişmesiyle doğrudan bağlam içindedir. Bu makalede bu gerçeğe dikkati çekmeye çalışacağız.

Kapitalizmin genel krizi döneminde kronik kitlesel işsizlik, eğilim olmaktan çıkarak bir yasa/yasallık olmuştur. Kronik kitlesel işsizliğin bir eğilim olmaktan çıkarak yasa oluşunu açıklamak için bazı teorik hatırlatmalara gerek duyuyoruz. Bu açıklamaları oldukça kısa tutmaya çalışacağız.

Kapitalist birikimin genel yasası, kronik kitlesel işsizliğin oluşum nedeni ve işçi sınıfı: Kapitalist birikimin genel yasasının anlamı ve kronik kitlesel işsizliğin doğuş nedeni hakkında Karl Marks, Kapital’in birinci cildinde şöyle eder;

Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre (onunla birlikte, bn.) artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar büyük olursa, resmi yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır” (Marks; Kapital, C. 1, s. 673/674, Alm.).

Bu anlayışa göre sermaye ve ücretli iş, birbirlerini karşılıklı koşullandırıyorlar, sermeye birikimi, işçi sınıfının sayısal olarak artmasına neden oluyor.(Ayrı bir tartışma konusu olmasına rağmen belirtelim ki, bugün tersi bir gelişme ile karşı karşıyayız). Birikim sürecinde sermaye, artıyor, daha az sayıda kapitalistin elinde toplanıyor ve bu süreç içinde nüfusun giderek artan bir kısmı da proleterleşiyor. Bu gelişme, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşmasının bir madalyonun iki yüzü olduğunu, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşmasının diyalektik bir bağ içinde olduğunu göstermektedir.

Artı nüfus, kapitalist birikimin mutlak/genel yasasına göre, sermaye birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin yükselişi ölçüsünde doğuyor. Buna görece nüfus fazlalığı diyoruz. Bunun adı, işsizliktir. Yani, görece nüfus fazlalığı; işsizlik, sermaye birikim sürecinde doğuyor ve gelişiyor. Konumuz bu olduğu için, kapitalist birikimin genel yasasının başka yönlerini geçiyoruz.

Sermaye birikimi-işçi sınıfının büyümesi: Sermaye birikiminin gerçekleştirilebilmesiyle işçi sınıfının sayısal artışı arasında diyalektik bir bağ vardır. Yani işçi sınıfının sayısal artışı, sermaye birikiminin gerçekleşebilmesinin koşuludur. Bu konuda Marks şöyle diyor;

Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir ... Aynen basit yeniden üretimin, sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir ... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir” (K. Marks; Agk., s. 641, 642).

Kronik kitlesel işsizlik konusunda Marks’ın aşağıdaki anlayışı bize yol gösteriyor:
Toplumsal işin üretkenliğindeki ilerleme sayesinde gitgide artan ölçüde üretim araçlarının, gitgide azalan insan gücü harcamasıyla harekete geçirilme yasası -işçinin üretim araçlarını değil, üretim araçlarının işçiyi çalıştırdığı- kapitalist toplumda, tam tersine döner ve şöyle ifade edilir: İşin üretkenliği ne kadar artarsa, işçinin istihdam araçları üzerindeki baskısı o kadar büyür ve dolayısıyla varoluş koşulları, yani başkalarının servetini ya da sermayenin genişlemesini artırmak için kendi işgücünü satabilme durumları o derece düzensiz ve güvenilmez duruma gelir. Böylece, üretim araçlarıyla işin üretken gücünün, üretken nüfustan daha hızlı bir şekilde artması gerçeği, kapitalist bir görüşle tam tersine ifade edilerek, işçi nüfusun, sermayenin kendi genişleme (kendini değerlendirme, bn.) gereksinimlerini karşılamak için çalıştırabileceğinden daha büyük bir hızla artar (Marks: M-E; C. 23, Kapital, C. I, s. 674. Alm.).

Görece artı nüfus, kapitalist devreviliğin (ekonomik krizin) çerçevesini aşarak doğar. Toplumsal işin artan verimliliği ile değer ve fiziki hacim bakımından giderek artan bir üretim araçları kitlesinin (değişmeyen sermaye) giderek azalan bir işgücü kitlesi (değişen sermaye) tarafından harekete geçirilmesi, üretici güçlerin gelişmesinin bir yasasıdır. Kapitalizmde iş aletlerini/araçlarını işçinin rekabetçisi yapan bu yasayı Marks’ın yukarıdaki anlayışında görmekteyiz. 
 
Belirttiğimiz kronik kitlesel işsizliğin oluşum kaynağı burdur. Bu işsizliği; kronik kitlesel işsizliği, Marks’ın belirttiği sanayi yedek ordusuyla; artı nüfusun diğer biçimleriyle (saklı ve durgun) aynılaştırmak yanlıştır. Kronik kitlesel işsizlik, işsizliğin, ekonomik devrevilikten bağımsız olarak, ekonomik devreviliğin her aşamasında (kriz, durgunluk, canlanma ve yükseliş), bu aşamalara göre sayısal olarak azalsa veya çoğalsa da, sürekli var olduğunun ifadesidir. Bu işsizlik, 1920’lerden bu yana kapitalist üretimin süreklilik arz eden bir görünümü olmuştur. Bu işsizlik, aynı zamanda görece artı nüfusun diğer biçimlerini de kapsamına alır, ama onlarla aynılaştırılamaz.

Kronik kitlesel işsizlik, Marks’ın tanımladığı veya onun dönemindeki sanayi yedek ordusunu aşıyor. Şüphesiz ki, kronik kitlesel işsizlik de sanayi yedek ordusunun görevini yerine getiriyor. Ama buna rağmen bir kısım işçi kitlesi, üretim süreci dışında sürekli olarak kalıyor.

Marks’a göre;
a)İşsizliğin nedeni kapitalizmdir.
b)Sermaye birikimi görece artı nüfusa; yedek sanayi ordusuna, genel olarak işsizliğe neden
olmaktadır.
c)Kapitalist, üretimin konjonktürel gelişmesi gerekli kılıyorsa çok sayıda işçiyi üretim
sürecine dahil edebileceği gibi, yine çok sayıda işçiyi sokağa atar.

Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde, hatta emperyalist çağın ilk yıllarında işsizlik, ekonomik kriz dönemleri hariç hiç bir zaman kalıcı ve yüksek oranlarda olmamıştı. Tersine, çoğu kez, işgücüne olan talep süreklilik arz etmişti. Ama istihdam-işsizlik arasındaki ilişkinin niteliği, kapitalizmin emperyalist aşamasına girmesiyle birlikte değişmeye başlamıştır. Değişmenin kendisi ise ancak kapitalizmin genel krizi sürecinde görülmüştür.

Tekellerin, yüksek fiyat anlayışından dolayı üretimin gelişmesini sınırlandırmalarına, tekelciliğin, aynı zamanda üretici güçlerin, işin verimliliğinin özgür gelişmesi önünde engel olmasına rağmen emperyalizm döneminde verimlilik, üretimden daha hızlı gelişir. Emperyalist çağda teknoloji, devasa adımlarla gelişmiştir. Yeni buluşlar; bilimsel teknik devrimin kazanımları üretim ve dolaşım sürecinde kullanılıyor. 

Yani teknoloji, yoğun bir şekilde üretimde ve dolaşımda kullanılıyor ve böylece; teknolojinin giderek yoğun bir şekilde üretimde kullanılmasıyla, sermayenin organik bileşimi de yükseliyor. Bu durumda değişmeyen sermaye, değişken sermayeye (işgücüne) nazaran daha fazla artmış oluyor. Bu demektir ki tekelci sermaye giderek daha az sayıda işgücü kullanıyor. Tekeller, daha fazla üretmek, rekabet edebilmek için bunu yapmak zorundadırlar. Bu, kapitalizmin genel krizi sürecinde gündeme gelen bir eğilimdi. Bu eğilim; daha fazla üretmek için giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak, artık kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bugün bir yasa olmuştur. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir sürecin ifadesidir. Hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, modern teknoloji bazında daha az sayıda işçiyi harekete geçirerek daha ucuz ve daha çok üretim yapmaktan vazgeçmez. Bundan vazgeçmek, yok olmakla, iflas etmekle eş anlamlıdır. Rekabet buna müsaade etmez.

İstihdam açısından geriye dönüşümü olmayan bu süreç, ne anlama gelmektedir? Bu, işsizliğin süreklileşmesi anlamına gelir; kronik kitlesel işsizlik anlamına gelir. Marks ve Engels döneminde böyle bir olgu yoktu. Hatta emperyalizmin ilk döneminde, örneğin Lenin’in, “Emperyalizm...” yapıtını yazdığı dönemde de böyle bir gelişme görülmemişti. Şüphesiz ki, işsizlik vardı. İşsizlerin sayısı, ekonominin konjonktürel durumuna göre artıyor (kriz dönemi) veya azalıyordu (krizin olmadığı dönem). Ama kronikleşmiş bir işsizlik yoktu.

Komünist Enternasyonal, VI. Dünya Kongresi’nde bu sorunu ele almış ve tartışmıştır. Orada şöyle deniyordu:
Ekonomik açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen çalışma zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir, veya başka türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa artışı ile eş anlamlıdır.

İş verimliliğinin (randımanın –bn.) artışı, gerçekten de gerçekleşmiştir. O, iki faktörün sonucudur; işin verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması. İşin verimliğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur. Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi, daha büyük makineyi harekete geçirerek aynı süre içinde söz konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak gelişirler. Ama bu, böyle olmak zorunda değildir. Tam da son dönemlerde, rasyonelleştirme sürecinde işin yoğunluğunun olağan üstü arttırıldığını, ama işin verimliliğinin, yani işçi tarafından harekete geçirilen makinelerin değişmediğinin örneklerini görüyoruz.

... yeni tekniğin sonucu olarak; ... yapısal işsizlik olarak tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan ekonomik olarak farklıdır.

... Savaştan önce de (I. Dünya Savaşı kastediliyor –bn.) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz.

1921’deki büyük krizden sonra ortaya çıkan kitlesel işsizliğin, sadece savaşın Avrupa’nın fakirleşmesinin, yeni gümrüklerin, denizaşırı ülkelerin sanayileşme eğiliminin vs. bir sonucu olduğuna uzun dönem inandık. Ama son yılların tecrübeleri bu görüşü gözden geçirmemizi zorunlu kıldılar. Savaştan önce Almanya’da, 1907-1913 döneminde, yani 1907-1908 ağır krizinin olduğu dönemde sendikalarda örgütlü işçiler arasında ortalama işsizlik oranı % 2,3’tü. Buna karşın son beş senede aşağıdaki verileri görüyoruz: 1923’te %9,6, 1924’te %13,5, 1925’te %6,7, 1926’da %18 ve 1927’de de %8,8. Yani son dört senede, 1924’ten 1927’ye Alman ekonomisinin devasa yükseldiği yıllarda ortalama işsizlik oranı %12. Almanya’da konjonktürün en yüksek olduğu 1927 yılında işsizlik oranı %9. Açık ki, yoldaşlar, bunu, mutat, konjonktür eğrisine, sanayi devreviliği aşamalarının çeşitliliğine bağlı bir işsizlik olarak görmek doğru olmaz.

Aynı görünümü, Büyük Britanya’da da görüyoruz ... ABD’de de... keza, kitlesel işsizlik oluşmuştur...

İşin verimliliği güçlü bir şekilde artarken işçi sayısının azalması? Bunun anlamı şudur; teknik ilerleme, işin verimliliğindeki ve yoğunluğundaki ilerleme pazarın genişleme olanağını aşmıştır! Önceleri, savaştan önce, teknik ilerlemeden dolayı işçiler sokağa atıldılar, ama kapitalist pazarın genişlemesiyle sokağa atılan bu işçiler, sürekli, yeniden iş bulabildiler, en azından çok gelişmiş kapitalist ülkelerde böyle oldu...

Şimdi, önde gelen emperyalist ülkelerde sokağa atılan işçilere iş olanağı vermek için pazarın genişlemesinin artık yeterli olmadığını görüyoruz ...

İşsizlik, konjonktürün bir göstergesi olmaktan artık çıkıyor ... Son yıllarda ABD ve Almanya örneğinin gösterdiği gibi, kapitalistler açısından büyük, kitlesel bir işsizliğe rağmen göz kamaştırıcı bir konjonktürün olması çok olasıdır” (Komünist Enternasyonal’in VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, 8. Oturum, s. 201-202, 203, 204. 1928. Alm).

Sorunu Stalin de ele almıştır. Stalin, SBKP(B)’nin XVI. Parti Kongresi’nde özetleyerek ve genelleştirerek, kapitalizmin genel krizi koşullarında “milyonlarca sayıda olan işsizler ordusunun varlığı”ndan, “bunların yedek ordulardan sürekli işsizler ordusuna dönüşmüş oldukların”dan bahseder (Bkz.: Stalin; C. 12, s. 217 Alm.).

İşsizliğin nedeni değişmiyor. Ama kapitalizmin genel krizi sürecinde teknolojinin gelişmesi ve buna bağlı olarak işin verimliliğinin üretimden daha hızlı artması sonucunda az sayıda işçi ile daha çok üretim yapma olanağını doğuruyor. Bu da, Marks döneminde tanıdığımız, kriz dönemlerinde sayısal olarak çoğalan, konjonktürün iyi olduğu dönemde yok olan veya azalan bir sanayi yedek ordusunun ötesinde, sürekli kitlesel olarak var olan, konjonktürün iyi olduğu dönemlerde de yok olmayan -en fazlasıyla sayısal olarak biraz azalan- bir kitlesel işsizler ordusunun doğmasına neden oluyor.

Yukarıdaki alıntıda yapısal işsizlik diye tanımlanan bu işsizlik, günümüzdeki kronik kitlesel işsizliktir ve bu, sayısı emperyalist ülkelerde on milyonlarla ifade edilen devasa bir ordudur.

1921’den bugüne (yukarıda 1921 krizinden bahsedildiği için 1921’den diyoruz) kapitalist dünya ekonomisi birçok devrevilikten geçti, birçok ekonomik kriz ve ekonominin yükseliş dönemleri yaşandı. Ama kitlesel işsizlik, süreklilik arz eden işsizler ordusu, sayısal olarak ya biraz azalmış, ya da biraz çoğalmış olarak var oldu. Bu dönemde sayısal azalma, kapitalizmin genel krizi aşaması öncesinde olduğu gibi, işsizler ordusunun, sanayi yedek ordusunun yok olmasına kadar varmamıştır. 1921’den bugüne işsizlerin sayısıyla ilgili veriler, kitlesel işsizliğin kapitalizmin genel krizi döneminde kronikleştiğini, toplumsal yaşamın, politik gelişmelerin, sınıf mücadelesinin bir öğesi olduğunu göstermektedir.

Bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretimde kullanılması, giderek daha az sayıda işgücünün kullanılmasını beraberinde getiriyor. Açık ki 1921’den günümüze, her zaman olmasa da, genel anlamda işin verimliliğinin artış temposu, sanayi üretiminin artış temposunu aşmıştır. Bu, geriye dönüşü olmayan bir süreçtir. Rasyonelleştirme, otomasyon, robot, elektroteknik, gelecek için gen tekniği, nano tekniği, neredeyse 2-3 yılda “eskiyen” teknoloji. Bütün bunlar, rekabetin dayatmasıyla en ucuz bir şekilde en fazla kar, pazara hakim olma vb. kaygı ve dürtüsüyle tekeller tarafından kullanılıyor. Hiç bir tekel, rakibinden geri kalamaz. Çünkü bu, onun açısında iflas demektir. O halde, ucuza üretmek, çok üretmek, ancak modern teknolojiyle oluyor. Modern teknoloji ise, çalışan işçi sayısının giderek azalması demektir.

Bu süreç nereye kadar gider, kapitalist toplum (emperyalist ülkeleri göz önünde tutuyoruz) daha ne kadar işsizi toplumsal, ekonomik ve siyasal olarak kaldırabilir? Bunu bilemeyiz. Ama kesin olan, kapitalizmin “normal” koşullarında kronik kitlesel işsizliğin yok olmayacağıdır. Haftalık çalışma süresi 25-30 saate indirilebilir, tabii ki mücadele sonucu. Bu durumda belli sayıda işsiz iş bulmuş olur. Fazla mesai kaldırılabilir. Bu durumda da belli sayıda işsiz, çalışma olanağına kavuşur. Bu olasılıklar ve işsize iş bulmak için alınan başka hiç bir tedbir, kapitalisti, rekabet gücünü kıran bir üretim sürecine sokamaz. Hiç bir kapitalist, tekel, şayet bir makine 20 işçiden daha verimliyse, bu 20 işçiyi işe almayı ve makineyi kullanmamayı kabul etmez. Bu, onun kapitalist mantığına aykırıdır. Kapitalistin, bugün dünya çapında sayısı 1,2 milyara varan işsizlere iş bulma diye bir sorunu yoktur.

Üretim dışı kalanlar, yani kronik kitlesel işsizliği oluşturanlar, başka alanlarda iş bulabilirler. Örneğin hizmet sektöründe. Ama bu sektörde de istihdamın bir sınırı vardır. Çünkü bu sektörde de teknoloji çok sayıda işgücünün yerini alıyor. Geriye tarım sektörü kalıyor. Bu sektör de hiç umut vermiyor.

Kapitalizmin şu veya bu derecede geliştiği veya makineli üretim yapma derecesinde geliştiği emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde de aynı süreç geçerlidir. Stalin’in tespit ettiği gibi; “Savaş döneminde (I. Dünya Savaşı kastediliyor, bn.) ve savaş sonrasında sömürge ve bağımlı ülkelerde (bu ülkelere) özgü genç bir kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazarlar için mücadele keskinleşiyor ve karmaşıklaşıyor” ( XVI Parti Kongresi’ne Sunulan Siyasi Rapor, C.12, s. 217, Alm.).

Öyleyse; başta emperyalist ülkeler olmak üzere kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu bütün ülkelerde burjuvazi, iç ve dış rekabetin baskısı altındadır. Bu durumda olan hiç bir burjuvazi, teknolojik gelişmenin mevcut seviyesinin gerisinde kalan, rekabet gücünü kıracak derecede gerisinde kalan bir teknolojiyle üretim yapmaz. Yeni teknoloji ve daha az sayıda işgücü ile çalışmak esastır.

Başka bir ihtimal daha var! Yeni bir emperyalist savaşla bütün dünya yıkılır ve “sil baştan” yapılır. Ama hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, işsizlere iş bulalım diye savaşmaz. Rekabet ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, son kertede emperyalist savaştır. Diyelim ki, emperyalist savaş sonucunda dünya yıkıldı. Yeniden kurmak için istihdamın sınırı, mevcut işgücünün sınırı olabilir. Yani herkes iş bulabilir. Ama bu da ancak bir kaç sene devam eder. Belki on, belki de on beş sene sonra kitlesel işsizlik, kronik işsizlik sorunu yeniden gündeme gelir.

İstihdam-işsizlik ilişkisi kapitalizmin genel krizi sürecinde burjuvazi açısından içinden çıkılmayan bir çelişki olmuştur. Bu, bir “Circulus Vitiosus”tur.

Kapitalizmin genel krizi sürecinde kronikleşmiş kitlesel işsizliğin -kronik kitlesel işsizliğin- ortadan kalkmasının maddi koşulları artık yok. Bu türden işsizlik olgusu da kapitalist sistemin ne denli çürümüş olduğunu, sosyalizmin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu göstermektedir. O halde çözüm sosyalizmdedir, kapitalist sistemin yıkılmasındadır.

*

İstatistik ekler: