deneme

10 Ekim 2004 Pazar

YOKSULLAŞTIRMA PROGRAMI


 
Alman hükümeti, “vergi reformu”, “sosyal devletin yeniden yapılandırılması” “bakım sigortası”, “emeklilik sigortası”, “hastalık sigortası”, “işsizlik sigortası” adı altında çıkardığı yasalarla Alman işçi sınıfının mücadele sonucu elde etmiş olduğu sosyal ve ekonomik hakları kuşa çevirmektedir. Bu neoliberal saldırı karşısında Almanya’da da işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar susmadılar, bütün engellemelere rağmen, özellikle sendika yönetiminin engellemelerine rağmen dönem dönem, yüz binlerle ifade edilen eylemler gerçekleştirdiler. Bolluğun içinde yoksullaştırılmayı kabul etmeyeceklerini ifade ettiler.

Hangi ülkede olursa olsun neoliberal saldırılar, geniş emekçi yığınları yoksullaştırma programlarının uygulanmasıdır. Yoksulluk yasallaştırılmakta ve yasalarla korunmaktadır. Örneğin Almanya’da 1 Ocak 2005’ten itibaren Hartz IV-Yasası uygulamaya konacak. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar yasalarla şöyle yoksullaştırılacaklar:

1 Ocak 2005’te sosyal yardım ve işsizlik yardımı birleştiriliyor (Hartz IV).
Uygulama:
1- Yeni yasaya göre işsizlik parası, güncel sosyal yardım seviyesinin altına düşüyor. Çocuklu ailelerin durumu daha da kötüleşiyor.
2-Yeni yasaya göre işsizlik parası, doğrudan yoksulluğa götürüyor.
3-Yeni yasaya göre işsizlik parası sistemi, sosyal yardım sistemini anlamsızlaştırıyor.
4-Yeni yasaya göre işsizlik parası sistemi, ne pahasına olursa olsun çalışmayı zorunlu kılıyor. Gösterilen her işçi kabul etmek zorundasın, aksi taktirde işsizlik parası alamazsın deniyor.
Hartz IV ile Alman hükümeti, „teşvik etmeden talep etmeyi“ esas alıyor.
Hartz IV, çalışan işçilerle işsiz olanlar arasında ayrım yapıyor ve işçi sınıfının çalışan kesimiyle işsiz olan kesimini karşı karşıya getiriyor.

Değişen ne?
-İşsiz, kıskaç altına alınıyor:
-Yeni yasaya göre her işsiz ayda 345 Euro alacak. Ona bu miktarı vermemek veya yaşam koşullarını zorlamak için bir dizi kısıtlamalar getirilmektedir.
-İşsiz, mesleki niteliği göz önünde tutulmaksızın her türlü işi kabul etmeye ve işin olduğu yere gitmeye zorlanmaktadır.
-İşsizlik parası olarak verilen miktarın azlığı, bütün uzun dönem işsiz olanları, kronik işsizleri, kaçınılmaz olarak yoksulluğa itmektedir. Böylece yeni bir yoksulluk ve büyük şehirlerde yeni gettolaşma kaçınılmaz olmaktadır. Gençlerin, yardım almak için konan kurallara bir defaya mahsus olsa da uymamaları durumunda parasal yardımın yerini iaşe kartı ve eşya yardımı alacak.
-Kurallara uymayan işsizin yardım hakkı kesiliyor. Evsiz kalma durumu gündeme geliyor. En son durak, aşhaneler.
-Hartz-Yasalarıyla kronik işsizliğin yükü ailelerin sırtına yıkılıyor ve böylece çoktandır toplumsal bir sorun olan kitlesel kronik işsizlik, ailelerin sırtına yıkılarak “özel” sorun haline getiriliyor.

Almanya’da saat başına iş verimliliği 1991’den bugüne yüzde 24 ve üretim de yüzde 16 oranında artarken, harcanan iş saati de yüzde 7 oranında azalmıştır. Yani daha az sayıda işçi ile daha fazla üretim yapılıyor. 2003 yılında Alman ekonomisinde üretilen yeni değer miktarı 2,1 trilyon Euro. Buna rağmen, resmi tanımlamaya göre her on Almandan bir yoksul sayılıyor.

Dünyanın en “zengin” ülkelerinden birsi olan Almanya’da hükümet, tasarruftan bahsediyor. Tasarruftan anladığı da işçilerin ve emekçilerin cebinden çalmak ve tekellerin kasasına aktarmaktır. Şimdiye kadar çıkartılan yasalar bunu göstermektedir.

Hartz-Yasaları, tekelci sermayenin çıkarlarına göre hazırlanmış. Bu yasayla işgücünün daha da ucuzlatılması amaçlanmaktadır. Böylece sömürünün azami gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir. Alman tekelci burjuvazisinin Sosyal demokrat/Yeşiller koalisyon hükümeti vasıtasıyla uygulattığı ve uygulamaya konacak neoliberal yasalar veya Agenda 2010 Alman tekellerinin dünya pazarlarındaki konumunu güçlendirmeye hizmet etmektedir.

Alman işçi sınıfı ve emekçi yığınlar bu neoliberal saldırıları kabul etmeyeceklerini haftalardan beri sürdürdüğü protestolarla göstermekteler. Pazartesi Gösterileri olarak bilinen bu eylemlerin daha ziyade Doğu Almanya’da kitleselleştiği anlaşılmaktadır. Eylemlerin Batı Almanya’da da kitleselleştirilmesi çabasının da sonuçsuz kaldığı görülmektedir. Yapılan değerlendirmelerden eylemlerin hızının kesildiği ve kitleselliğinden çok şey kaybettiği anlaşılmaktadır. Gelişmenin böyle olmasının bir çok nedeni vardır.

-Bu kitle eylemi, her şeyden önce kendiliğinden gelişti ve siyasi önderlikten yoksundur.
-Daha önceki kitlesel eylemler döneminde görüldüğü gibi bu sefer de başta sendika yönetimi olmak üzere revizyonist çevreler ve Almanya attac’da örgütlü reformist ve troçkistler, protestoların şiddetlenmesinin, Hartz-Yasalarına karşı protesto olmaktan çıkarak sistemi sorgulayan bir hatta gelişmesinin, Batı Almanya’da da yaygınlaşarak daha da kitleselleşmesinin önünü almak için bölücülük yapmışlar ve bundan da başarılı olmuşlardır.
2 Ekimdeki merkezi yürüyüşten sonra da artık Pazartesi Yürüyüşleri düzenlemeyeceklerini açıklamışlardır.

Bu çevreler, neoliberal saldırıların, sosyal hakların rafa kaldırılmasının, kitlesel işsizliğin nedeninin kapitalist sistem olduğunun görülmemesi için ellerinden geleni yapmışlardır.
Nispeten dinamik güçler, devrimci ve komünist güçler, Pazartesi Protestolarını sürdürmenin doğru olduğu anlayışındalar. Ne var ki bu güçler arasında hedef konusunda görüş birliği yok. Yıllardan beri işçi taarruzundan bahsedenler, siyasal kimliklerini açıklamadan eylemlere önderlik etmeye soyunanlar, kendiliğinden gelişen bu hareketi, yığınların bilinçli mücadelesi olarak değerlendirenler var. Almanya’da komünist partisinin olmaması, yığın hareketinin geliştiği böylesi dönemlerde işçilerin ve emekçilerin yol tayinini zorlaştırmaktadır. Mevcut komünist güçlerin dağınıklığı, küçük burjuva devrimcilerinin kendiliğindenciliğe tapışları, bu hareketin sıçrama yaparak kapitalist düzene karşı mücadele olarak gelişmesini engelliyor ve böylece reformizmin ve burjuvazinin bu eylemleri söndürme çabalarının başarılı olmasının önünü açıyor.

AVRUPA-ASYA EKSENİ



Kendi tanımlamasına göre ASEM, bölgesel bir işbirliği ve resmi olmayan bir diyalog forumudur. Kendisini bir “süreç” olarak görmekte ve ilgi duyan devletlere kapılarının kapalı olmadığını açıklamakta. Katılım, ancak üye devletlerin onayıyla mümkün oluyor. 26 ülkenin katılımıyla 1996’da Tayland’da kurulan bu foruma 15 AB ülkesi de katılımcı. AB’ye yeni katılan 10 ülkenin de bu foruma kabul edilmesi için görüşmeler sürüyor. Böylece ASEM’e, şimdilik 15 AB üyesi ülkesi, Avrupa Komisyonu, ASEAN (Güneydoğu Asya Ulusları Birliği) üyesi Brunay, Endonezya, Malezya, Filipinler, Singapur, Tayland ve Vietnam; Çin, Güney Kore ve Japonya üyeler. Bu “süreci”, her iki yılda bir dönüşümlü olarak Asya ve Avrupa’da devlet ve hükümet başkanlarının toplantıları yönlendiriyor. Son toplantı 8-9 Ekim 2004’te Vietnam’ın başkenti Hanoy’da gerçekleştirildi.

Bu forumun üç ana hedefi var: 1)Siyasi konular; 2) İktisadi ve mali sorunlar ve 3) Zihin yaşamın sorunları. Zihin yaşamın sorunlarından daha ziyade kültür ve eğitim sorunları anlaşılıyor ve karşılıklı olarak birbirini anlamanın ve öğrenciler, parlamenterler ve genç işverenler arasındaki ilişkileri geliştirilmenin teşviki anlaşılmaktadır.

Siyasi diyalogdan, her iki tarafı, yani Asyalı ve Avrupalı katılımcı devletleri ve böylece Asya-Avrupa (AB) eksenini ilgilendiren bölgesel gelişmeler, güvenlik sorunları, nükleer silahların yaygınlaştırılmaması, silahsızlanma ve BM’de işbirliği anlaşılmaktadır.

Bölgesel siyasi sorunların ASEM çerçevesinde ele alınması, AB’nin, bu bölgedeki siyasi, askeri gelişmelere doğrudan taraf olma; bu bölgenin ve ülkelerinin iç işlerine doğrudan karışma isteğinin açık ifadesidir. AB, siyasi sorunlarda, güvenlik sorunlarında, nükleer silahların yaygınlaştırılmaması sorununda, silahsızlanma sorununda bölge ülkelerini Amerikan emperyalizmine karşı yönlendirmeyi amaçlamaktadır. Aynı zamanda, bölge ülkeleriyle birlikte ABD’nin BM’deki hakimiyetini kırmaya çalışmaktadır. Bunun ötesinde Alma emperyalizmi, BM Daimi Temsilciliği için ASEM ülkelerinin desteğini aramaktadır.

İktisadi alan da ise özel sektör ve devlet sektörü işletmeleri arasındaki, maliye ve ekonomi bakanlıkları arasındaki işbirliğini güçlendirmek ve önemli sosyal-ekonomik sorunları tartışmak esas alınıyor. Bunun ötesinde ticaret ve yatırım akışının yoğunlaştırılmasına önem veriliyor.

ASEM oluşumu, doğrudan Amerikan emperyalizmine karşı bir örgütlenmedir. Öyle ki Amerikan emperyalizminin bölgedeki siyasi, ekonomik ve giderek de askeri gücünü geriletmek için bölgenin Japonya ve Çin gibi emperyalist ülkeleri AB ile işbirliğini geliştiriyorlar, AB’nin nispeten sorunsuz bir şekilde bölgeye girmesine sessiz kalıyorlar.
AB’nin bölge ekonomileriyle ilişkisinin hangi boyutlarda olduğunu karşılıklı ticaretin hacminde de görmekteyiz. AB ile Doğu ve Güney Asya’nın ticaret hacmi, daha 1996’da AB ile ABD arasındaki ticaret hacminden daha büyüktü. Bunun ötesinde AB ile bu bölge arasında anahtar sektörlerde (alt yapı, en modern teknoloji, telekomünikasyon vs.) daha sıkı işbirliği söz konusudur.

AB, yıllar boyu adım adım geliştirdiği Lome anlaşmalarıyla AKP ülkelerini (Afrika, Karaib, Okyanus ülkeleri) kendine bağlamıştı. Daha ziyade Fransa ve İngiltere’nin eski sömürgelerinden oluşan bu ülkeler, bu gün AB’nin yeni sömürgeleri durumundadırlar. AKP ülkeleriyle karşılaştırıldığında ASEM’in Asya ülkeleri öyle kolay yutulacak ülkeler değil. AB’nin bu bölgedeki amacı da öncelikle böyle bir ilişki geliştirmek de değil. Önemli olan, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasına karşı güçlerin ortak hareketini geliştirmektir. ABD’nin Avrasya jeopolitikasında „demokratik köprübaşı“ olarak gördüğü, bu jeopolitikasına koşacağını sandığı AB, dünyanın yeniden paylaşımında en büyük rakibi Amerikan emperyalizmini Doğu ve Güney Asya’da da sıkıştırmanın hesabını yapıyor. Öyle ki bu bölgeyi Avrupa’ya bağlamak için yeni bir „ipek yolu“ndan bahsedilmektedir. G. Kore’nin liman kenti Pusan’nı Seoul, Pjöngjang, Çin ve Rusya üzerinden Stokolm ve Paris’e bağlayan bir Trans Avrupa Demiryolu Ağı planları yapılmaktadır.

ASEM, sayısı giderek çoğalan ve önde gelen emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak için ittifak arayışlarını ifade den örgütlerden birisidir. Nasıl gelişeceği, AB’nin çıkarlarına hizmet edip etmeyeceği her şeyden önce Çin ve ABD gibi rakiplerin tavrına bağlı olacaktır.


8 Ekim 2004 Cuma

“SÜPER TEKELLER” DÖNEMİ

Siemens’in kurucularından W. Rathenau yaklaşık 100 sene önce şöyle diyordu: Birbirini tanıyan 300 erkek, kıtanın kaderini yönlendiriyor. 100 sene sonra bunların sayısı tekel bazında ve dünya çapında 500’e çıkmıştır. Dünyanın en güçlü 500 tekelinin başındaki bu 500 unsur, yüzlerce milyon işçinin ve emekçinin, bağımlı devletlerin ve ezilen ulusların geleceği ile oynuyorlar!

“Global 500”, ekonominin bütün sektörlerinden (sanayi, bankacılık, sigortacılık, tarım, ticaret, hizmetler vs.) dünya çapında en güçlü tekelleri kapsıyor. Lenin’in deyimiyle „süper tekeller“. Fortune dergisinin „Global 500“ olarak yayımladığı istatistik verilerin sonuçları, süper tekellerin dünya ekonomisi üzerindeki hâkimiyetini gösteriyorlar. İlk sırada Amerikan tekeli Wal-Mart yer alıyor. Cirosu 263 milyar dolar. İkinci sırada BP yer alıyor. Cirosu 232 milyar dolar ve üçüncü sırada da Exxon Mobil yer alıyor. Cirosu 223 milyar dolar. Sadece bunlar değil, listede yer alan daha çok sayıda tekel, birçok devletten güçlü.

Bu 500 tekel, 2003 yılı itibariyle yaklaşık 46 milyon işçi ve emekçiyi istihdam ediyordu. Bunların toplam cirosu ise 14 873 milyar dolara varıyordu. Yani dünya gayri safi hâsılasının yüzde 45’ine yakın kısmını bu tekeller sağlıyordu. Veya da GSH bazında dünya ekonomisinin yaklaşık yarısını bu 500 tekel kontrol ediyordu. Toplam karlarının miktarı da 731 milyar dolara varıyordu.

Veriler, on yıllık bir gelişmenin karşılaştırılmasını yapmaya uygun. 1994-2003 arasında 500 süper tekelin cirosu yüzde 45 civarında artıyor; 10 300 milyar dolardan 14 900 milyar dolara çıkıyor.

500 tekelin 1994 dünya gayri safi hâsılasındaki toplam payı yüzde 40 civarındaydı. Bugün ise yüzde 45 civarında. Demek oluyor ki en güçlü 500 tekelin dünya ekonomisindeki ağırlığı on sene içinde pay olarak yüzde 5 (5 puan) artmış. Aynı dönemde bu tekellerde çalışan işçilerin sayısı ise ancak 11 milyon artıyor. Bu verileri şöyle ifade etmek gerekir: Ciro, çalışanların sayısındaki artışa oranla daha hızlı büyüyor. Bu kadar kar edildiğine göre, verimlilik, ciroya oranla daha hızlı artıyor. Marksist-Leninist politik ekonomide bunun adı, sermayenin organik bileşiminin artmasıdır. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, aynı zamanda, işçilerin sokağa atılmaları demektir, işsizliktir.

Ülkelere göre tekeller:
10 senelik dönemde Amerikan tekelleri daha da güçlenmişlerdir. En çok kaybedenler ise Japon tekeller olmuştur. 1994’te „Global 500“ listesine giren Amerikan tekeli sayısı 151 idi ve bu tekeller, “Global 500”de yer alan tekellerin toplam cirosunun yüzde 29’unu kontrol ediyorlardı. 2003’te bu türden Amerikan tekeli sayısı 189’a çıkıyor ve bu 500 tekelin toplam cirosunun yüzde 39’unu kontrol ediyorlardı. Soruna NAFTA olarak bakarsak: bu çerçevedeki tekel sayısı 1994’te 158 ve 2003’te de 203. Bu tekeller, 500 tekelin toplam cirosunun 1994’te yüzde 29,4’ünü ve 2003’te de yüzde 40,8’ini kontrol ediyorlardı.

1994’te bu listeye giren Japon tekeli sayısı 149’du. Bu sayı 2003’te 82’ye düşüyor. Japon tekellerinin „Global 500“ün toplam cirosundaki payı 1994’te yüzde 37’den 2003’te yüzde 14,6’ya düşüyor.

AB’nin konumu: 1994’te 171 Batı Avrupa tekeli „Global 500“ listesinde yer alıyordu. Bu sayı 2003’te 167’ye düşer. Bu Batı Avrupa tekellerinin „Global 500“ün toplam cirosundaki payı da 1994’te yüzde 30,2’den 2003’te yüzde 37,5’e çıkar.
Blok olarak Batı Avrupa, NAFTA’nın gerisinde kalıyor.

Avrupa’da, AB’de, Alman tekelleri önder konumdalar. „Global 500“e giren Alman tekeli sayısı 1994’te 44’ten 2003’te 34’e düşer, ama Alman tekellerinin “Global 500” tekellerinin toplam cirosundaki payı yüzde 8,7’den yüzde 9,1’e çıkar.
Aynı listede Büyük Britanya’dan 37 ve Fransa’dan da keza 37 tekel yer alır.

“Global 500“de yer alan tekellerin sırlarının değişimi, aynı zamanda, son on sene içinde emperyalistler arası rekabetin ve ekonomik krizin boyutlarını da gösterir. Japon ekonomisi 1991-1994 dünya ekonomik krizinden bu yana durgunluk aşamasından hala çıkamamıştır.
Amerikan tekellerinin son on sene içindeki yükselişinde Amerikan emperyalizminin tekeller lehine saldırgan politikası önemli bir rol oynamıştır. 1991-1994 ekonomik krizinden erken çıkan ve 2000’e kadar nispeten dinamik bir gelişme içinde olan Amerikan tekelleri, ABD’nin dünya çapında sürdürdüğü savaşlar ve askeri harcamalarla daha da güçlenmişlerdir.

“Global 500”de yer alan tekellerin ülkelere göre dağılımı sermayenin, dolayısıyla üretim ve ticaretin horizontal ve vartikal (derinlemesine) uluslararasılaşmasının boyutlarını da göstermektedir. En büyük 500 tekelin ait oldukları ülke sayısı 31. Ama en büyük 200 tekelin ait oldukları ülke sayısı sadece 15. Bu tekellerden 77’si ABD, 28’i Japonya, 20’si Almanya, 20’si Fransa, 16’sı Büyük Britanya, 7’si Hollanda, 6’sı İsviçre, 5’i İtalya, 3’ü İspanya, 2’si Norveç kaynaklı. Finlandiya, Lüksemburg, Belçika, Meksika, Venezüella, Brezilya, Rusya, Malezya ve Hindistan’da birer tekel bu kategoriye giriyor. En büyük 200 içinde Çin’den 3 ve Güney Kore’den de 4 tekel yer alıyor.

1994’te en büyük 500 tekel arasında yer alan Çin tekeli sayısı ancak 3’tü. 2003’te ise bu sayı 15’e çıktı. Bu 15 „süper“ Çin tekelinin toplam cirosu ise 358 milyar dolara varıyor. Ama bu 15 tekelin 500 tekelin toplam cirosundaki payı ancak yüzde 2,4 oranında. Bunlar, daha ziyade Çin çapında “süper tekeller”.

“Global 500“ içinde „yükselen ülkeler“in durumu: „Global 500“ sıralamasında Hindistan’dan 4; Meksika ve Brezilya’dan birer tekel yer alıyorlar. En büyük 200 arasında G. Kore’nin 1994’te 6 tekeli vardı. Bu sayı 2003’te 4’e düşer.

Sektörlere göre tasnif: En büyük sektörü petrol oluşturuyor. En büyük 500 tekelin toplam cirosunda bu sektörün payı yüzde 12’yi aşıyor. Petrol ve türevleri ve otomobil, uçak ve silahlanma sanayi beraber alınırsa bu alanda faal olan tekellerin cirosu 3726 milyar dolar tutuyor. Yani en büyük 500’ün toplam cirosunun dörtte biri.

“Global 500“ içinde yer alan en büyük 25 sanayi tekeli, petrol çıkarımı, petrol işlemesi ve otomobil sanayi alanlarında faal. Elektronik, telekomünikasyon gibi yeni sektörlere rağmen bu grubun „Global 500“ içinde giderek daha da güçlendiğini görüyoruz.

Tekellerin karı devasa boyutlarda artıyor. Rekabet, sermayenin organik bileşiminin yükselmesini kaçınılmaz kılıyor. Yani dünya pazarlarında var olabilmek için süper tekeller, teknolojilerini sürekli modernleştirirken, işçileri de sürekli sokağa atıyorlar.