deneme

30 Eylül 2002 Pazartesi

AMERİKAN İMPARATORLUĞU HAYALİ VE SAVAŞ

Amerikan emperyalizmi açısından 20. yüzyılın sonu, 19. yüzyılın son dönemlerine benziyor. 19. yüzyılın sonunda ABD, diğer güçlü ülkelerle sömürge elde etme yarışına girmiş ve Asya’da, Karaipler’de, ve Pasifik’te katliamların izlediği işgallere girişerek, birçok ülke ve adayı kendine bağlamıştı. Zamanın önde gelen iktisat adamları, Amerika’nın dünya çapında sanayisel hâkimiyetinin planlarını kuruyorlardı. 1895’te senatör Henry Cabot Lodge, “19. yüzyılın hiçbir ülkesi, istilalarımızla, sömürgeci başarılarımızla ve genişlememizle boy ölçüşecek durumda değildir,… bize, şimdi hiçbir şey engel olamaz” diyerek Amerikan yayılmacılığının propagandasını yapıyordu.

Dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt de “Birleşik Devletler’in Pasifik’te hâkim güç olmasını” ve “Amerikan halkı(nın) büyük gücüne yakışır işler yapmasını” istiyordu.

1896’da gazeteci M. Henry Wattereson, Amerikan yayılmacılığını şu sözlerle değerlendiriyordu:
“Biz, insanlık üzerinde belli bir nüfuza sahip olmak ve şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu da dâhil hiçbir ulusa nasip olmayan dünyayı şekillendirme göreviyle karşı karşıya olan büyük bir emperyalist cumhuriyetiz”.

19. yüzyılın son dönemlerindeki ve 20. yüzyılın ilk yıllarındaki Amerikan başkanları Harrison (1889-1893), Cleveland (1893-1897); Mackinley (1897-1901) ve T. Roosevelt (1901-1909), Amerikan sermayesinin; Amerikan mali oligarşisinin çıkarlarını siyasi cephede savunurlarken, Mahan, Gilpen, Beveridge, Adams, Turner, Semple vb. ırkçı ve jeopolitikacılar da ideolojik cephede Amerikan emperyalizminin çıkarlarını savunuyorlar, Amerikan yayılmacılığını ve saldırganlığını haklı çıkartmaya çalışıyorlardı.

Aradan bir asır geçmesine rağmen Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti anlayışından hiçbir şey değişmemiştir. Değişen, başkanlar ve ideologlar olmuştur. Harrison, Cleveland, Mackinley ve T. Roosevelt’in yerini Reagen, Bush, Clinton ve Bush (oğul), Mahan, Gilpen, Beveridge, Adams, Turner, Simple gibi ırkçı ve jeopolitikacı ideologların yerini de Brzezinski, Huntington gibiler, sayısız kalemşorlar almıştır. Bunlardan birisi, Charles Krauthammer; Amerikan saldırganlığının önde gelen bu ideologu, “Roma’dan buyana hiçbir ülkenin kültürel, iktisadi, teknik ve askeri açıdan böyle bir hâkimiyete sahip olmadığı gerçeği”nden bahsediyor, Washington Post’taki bir yazısında. Aynı ideolog 1999’da da şu tespiti yapıyordu: “Roma’nın Kartago’yu yıkmasından buyana hiçbir büyük güç böylesi bir zirveye ulaşamadı”.

20. yüzyılın sonunda/21. yüzyılın başında Amerikan emperyalizmi kendisini Roma İmparatorluğu ile ölçüyor. Amerikan emperyalizminin jeopolitik açılımını, yayılmacılığını ve bunun için savaşını doğrudan destekleyenlerin yanı sıra nispeten “ılımlı” olanlar da Roma ile ölçüşme hastalığına yakalanmışlar. Bunlardan birisi Joseph S. Nye(jr.) yeni kitabına şu cümleyle başlıyor: “Roma’dan buyana hiçbir ulus, diğer uluslar üzerinde bu denli hâkim konumda olmamıştı”. Tarihçi Paul Kennedy’ye göre de “ne pax Britanica, ne Napolyon’un Fransa’sı, ne Philipp’in İspanya’sı, ne Büyük Karl İmparatorluğu, evet Roma İmparatorluğu dahi” Amerika’nın bugünkü hâkimiyetiyle boy ölçüşecek bir hâkimiyete sahip olamamışlardı.

Son dönemlerin Amerikan literatüründe Roma ve imparatorluk, kavramlaştırılmış olarak kullanılıyor. Amerikan ideologlarına göre yeryüzünde hiçbir ülke ABD ile ölçüşemez, aşık atamaz, ABD’nin büyüklüğünü ölçmek için kıstas olamaz. Olsa olsa Roma İmparatorluğu olurdu. Öyleyse ABD’nin büyüklüğünü ve dünya üzerindeki hâkimiyetini gözler önüne serebilecek yegâne kıstas, Roma İmparatorluğudur. Bu anlayış savaş demektir; sürekli savaş demektir; Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası, buna tekabül eden jeopolitikası önündeki engelleri yıkmak için permanent (sürekli) savaş demektir.

Dünyada gelmiş geçmiş bütün imparatorluklar, sürekli, savaşlarla, sürekli, istilalarla, ezme, yok etme, katletme ve işgalle imparatorluk olmuşlardır. Roma, Roma imparatorluğu olana kadar sürekli savaştı. İngiltere, “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olana kadar sürekli savaştı. Osmanlı da, Osmanlı İmparatorluğu olana kadar sürekli savaştı. Amerikan emperyalizmi de Karaibler’de, Asya’da, Pasifik’te, Orta ve Güney Amerika’da sayısız savaşlarla, istilalarla, katliamlarla, işgallerle emperyalist çağa emperyalist ülke olarak girdi.

1994-1998 arasında bütün dünyada savaş ve çatışmaların sayısı 70 (Bu savaş ve çatışmalarda ölenlerin sayısı da 3 milyondan fazla). Bu savaş ve çatışmaların kaçında Amerikan parmağının olmadığını bilmiyorum. İsteyen araştırır. Ulusal kurtuluş mücadelesi; haklı savaşlar dışında hemen hemen hepsinde Amerikan emperyalizminin parmağı var. Amerikan emperyalizminin çıkarları; dünya hâkimiyeti jeopolitikası sürekli savaşmayı kaçınılmaz kılıyor. Bu savaşlarda Amerikan emperyalizminin önünde iki engel var: Bunlardan birisi, emperyalist ülkeler ve ona boyun eğmeyen geri ülkeler. Amerikan emperyalizmi bu engeli aşmak için emperyalist rakipleriyle birleşebileceği gibi, tek başına da hareket edebilir. 1991’de Irak’a karşı savaşta, Yeni Balkan Savaşlarında, Afganistan’a karşı savaşta olduğu gibi kendi önderliğinde emperyalist koalisyonlar kurabilir. Ama ekonomik ve askeri gücüne dayanarak savaş koalisyonu kurmayabilir de. Irak’a tek başına saldırıp, onu yenebilir de. Ama onun korkusu ikinci engeldir; dünya proletaryası, emekçileri, ezilen halkları ve uluslarıdır. Amerikan emperyalizmi, görece teknik gücüne dayanarak bu güçleri geçici bir dönem için sindirebilir, ama hiçbir zaman onların iradesini kıramaz.

Şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün imparatorluklar; Roması, Osmanlısı, Britanya’sı, iç çelişkiler ve dıştan gelen daha üstün bir gücün vuruşlarıyla yıkılmışlardı. Amerikan emperyalizminin de sonu böyle olacak. Tarih, bütün büyük imparatorlukların, en büyük biziz düşüncesine saplandıklarında yıkılma sürecine girdiklerini göstermektedir. Bunu en tipik örneğini sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin çöküşü oluşturur. Bu emperyalist devlet, çöküş sürecinde bile “reel sosyalizm”in başarılı gelişmesinden, emperyalizme olan üstünlüğünden bahsetmekten, evet düpedüz yalan söylemekten geri kalmamıştır.

Şimdi 21.yüzyılın başında Amerikan emperyalizmi en büyük olma kompleksine kapıldı. Bu onun sonunun yaklaştığına bir işarettir. Amerikan emperyalizmi, imparatorluğunu kurmadan çökecektir. O, ya daha üstün, daha dinamik bir emperyalist güç tarafından geriletilecektir, ya da devrimci güçler tarafından tarih sahnesinden silinecektir.
21. yüzyılın sosyalizmin yüzyılı olacağını söylüyoruz. Bunun böyle olacağına inanıyoruz ve Amerikan emperyalizminin üstünlüğüne daha güçlü bir emperyalist ülkenin değil de, antiemperyalist, sosyalist güçlerin dünya çapında örgütlü irade ve eyleminin son vereceğine inanıyoruz. Gün bu yönde mücadelenin günündür.

25 Eylül 2002 Çarşamba

ALMANYA’DA SEÇİMLER

 
Seçim sürecinde burjuva partiler seçim programlarını bir kenara attılar ve işi popülizme döktüler. Medyalarının da doğrudan desteğiyle Alman halkının gerçeği görmemesi için adeta birbirleriyle yarıştılar. Tekelci sermayenin partileri, sorunları gizlemek için söz birliği etmişcesine hareket ettiler. Seçimler, iki büyük partinin Başbakan adaylarının TV-düellosuna dönüştürüldü. Milyonlarca seçmen, iki adayı, programlarının içeriğine göre değil, kıyafetlerine, mimiklerine; bir bütün olarak şov yeteneklerine göre değerlendirmeye zorlandı. Seçimlere, popülizm damgasını vurdu ve milyonlarca seçmen, “çaresizliğin seçim sonucunu” belirlemek zorunda kaldı.

Milyonlarca seçmenin sorunları ele alınmadı. Onların korku, his ve çaresizliğiyle oynandı. Hiçbirisi gerçeği seçmene açıklama cesaretini gösteremedi: Devam eden ekonomik kriz, borsalarda düşüş, kitlesel kronik işsizlik; 4 milyona varan işsiz sayısı, eğitim sorunu, sağlık sisteminin çalışanların aleyhine değiştirilme girişimleri vb.

Sosyal Demokrat Parti (SPD), 18,484 milyon oy aldı ve Hristiyan Demokratik Birlik/Hristiyan Sosyal Birlik (CDU/CSU) partilerinden kıl payı farkla mecliste çoğunluğu oluşturabildi. Yeşillerin de Hür Demokrat Partiden (FDP) daha fazla oy alarak üçünü parti olmasıyla eski koalisyon hükümeti yeni mecliste de çoğunluğu sağlamış oldu.

Geniş yığınlar, Stoiber’i Başbakan olarak kabullenemedikleri, tasavvur edemedikleri; onun Başbakan olmasını engellemek istedikleri ve Irak’a karşı olası bir savaşa katılmayı reddettikleri için onu seçmediler. Ama Schröder’i de, ülkenin sorunlarına çözüm getiremediği, özellikle işsizliğe çare bulamadığı için affetmediler. Ülke ortalamasında CDU/CSU biraz oy kazandı, SDP ise biraz oy kaybetti.

SPD, 1998 seçimlerine göre 1.7 milyon oy kaybetti. Özellikle işçiler arasında bu partinin oy kaybı oldukça büyüktü. İşçi sınıfının seçim bazında da olsa bu partiden kopuşu, burjuva düzenden kopuş sürecinin devam ettiğini gösterir. SPD de biliyor ki, sayısız işçi, Stoiber’i engellemek için, istemeye istemeye Schröder’i seçmiştir.

Tekelci sermaye, taleplerini gerçekleştireceğine inandığı Stoiber’i destekledi ve kaybetti. Schröder, popülizme oynadı ve kazandı. Doğu Almanya’da yaşanan sel felaketi, acımasızca kullanıldı, seçime malzeme yapıldı, insanların çaresizliği, yaşanan sefaleti hafifletmek için yapılan acil maddi yardım oya tahvil edildi.

Schröder, birdenbire anti savaş oldu. Amerika’nın Irak’a karşı olası savaşına karşı çıktı ve savaş karşıtlarından faşistlere varana kadar geniş bir yelpazenin oylarını aldı. Anketlere göre seçimleri kaybedeceğine kesin gözüyle bakılan Schröder/Fischer ikilisi, işi popülizme dökerek ipi önde göğüsledi.
CDU/CSU ‘nun adayı Stoiber, hükümetin sorunların üstesinden gelememesinden, özellikle işsizliğe karşı mücadele edememesinden dolayı yığınların bu hükümetten umutlarını kesmelerini kazanılmış oy olarak gördü. Özellikle işçi yığınlarının CDU/CSU’yu da seçmemeleri Stoiber’i hayal kırıklığına uğrattı. Bu birlik, faşist kesimden aldığı oylarla oyunu arttırabildi.
Partilerinden (SPD, FDP ve PDS) memnun olmayanların; hükümette daha “çevre bilinçli”, daha “barışa yönelik” bir potansiyelin olmasını isteyenlerin oyunu alan Yeşiller, görece en fazla oy kazanan parti oldu.
İşçi düşmanı programından, açıklamamasına rağmen CDU/CSU ile koalisyona hazır olmasından ve iç sorunlarından dolayı, orta tabakaların partisi olarak bilinen FDP, bu seçimlerde hedeflediği yüzde 18 oy oranının yarısına bile ulaşamadı ve yüzde 7,4 ile yetinmek zorunda kaldı.
Gerici, faşist partiler bu seçimlerde tam bir hezimete uğradılar. bu kesimdeki partilerin 1998 seçimlerine göre toplam oy kaybı 1,3 milyon.
PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi), kriz içinde, varlık nedeninin ortadan kalktığını görüyor. Burjuva mülkiyet ilişkilerine dokunmadan “demokratik sosyalizmin” kurulabileceği anlayışı bu partiyi eritti. Bu parti, revizyonist partinin bir uzantısı olarak, bir Doğu Almanya partisi olarak kuruldu ve bir Doğu Almanya partisi olarak da eriyor.
Tekelci burjuvazi, hükümetin değişmesini ve tekelci sermaye lehine reformların gerçekleştirilmesini talep ediyordu. Her ne kadar sermayeye hizmette kusur etmese de Schröder/Fischer hükümeti, bazı sosyal hakları rafa kaldırmada ve tekelci sermayenin taleplerini gerçekleştirmede beklenenden daha ağır hareket ediyordu ve aynı zamanda gereken sertliği ve kararlılığı gösteremiyordu.
Alman tekelci burjuvazisi bu seçimlerde umduğunu bulamadı; istediği güçlü hükümete bu sefer de sahip olamadı, zayıf ve istikrarsız bir hükümetle yetinmek zorunda kaldı.
Tekelci sermaye seçim sonuçlarını kabullenmek zorunda kaldı ve seçimin ertesi günü sürekli dile getirdiği taleplerini yeniden sıraladı; konjonktüre itici güç kazandırılmalıdır, iş piyasasında düzensizleştirme süratle gerçekleştirilmelidir. İşsizlikle mücadele için değil, işsizlere karşı mücadele için hazırlanmış olan Hartz-Komisyonu raporuyla yetinilmemelidir. Yaşlılık sigortası reformunun, sağlık sitemine vatandaşların katılımını sağlayan reformların çıkartılmasında kararlı hareket edilmelidir vs. vs.
Eski ve yeni hükümet arasında önemli fark olacaktır. Birkaç oydan ibaret bir çoğunlukla yeni hükümet, iktidarda kalabilmek için muhalefetin ve tekelci sermayenin önerileri karşısında “sosyal” olarak kalma şansına sahip değil.
Schröder/Fischer ikilisi, hükümet etmek için tekelci sermayenin reform taleplerini istenilen kapsam ve zamanında gerçekleştirmek zorundadır.





12 Eylül 2002 Perşembe

AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN EKONOMİK KRİZDEN ÇIKMA ARAYIŞLARI

11 Eylül saldırısını bir kısım burjuva medya, insanlık tarihinin yeni bir miladı olarak lanse ediyor: 11 Eylülden önceki dünya ile 11 Eylülden sonraki dünya! Emperyalist burjuvazinin propagandasına inanacak olursak, dünyamız, 11 Eylülden sonra çok değişmiş. Değişimin kıstası konusunda fazla bir şey söylenmiyor, ama bütün söylemler, “terörizme karşı” mücadelede birleşiyor. Bu değişim bir milat olarak tanımlanır mı, bilmiyoruz, ama açık olan şu ki, Amerikan emperyalizmi, 11 Eylül saldırısını, “uluslararası terörizme karşı savaş” adı altında 21. yüzyıl jeopolitik anlayışını adım adım gerçekleştirmek, bu politikanın önünde engel olan emperyalist ülkeleri sindirmek ve “serseri devletler” diye tanımladığı ülkelere saldırmak ve antiemperyalist, antifaşist, devrimci ve komünist güçleri yok etmek için vesile olarak kullanmıştır ve kullanmaktadır.
Afganistan’ı işgal etmenin vesilesiyle Irak’a yeni bir saldırının vesilesi arasında hiçbir fark yoktur. Ama Afganistan’a saldırı dönemindeki dünya koşulları ile bugünkü, Irak’a yeni bir saldırının söz konusu olduğu dünya koşulları aynı değil. Aynı şekilde 1991’de Irak’a saldırı döneminin koşulları da artık yok. Amerikan emperyalizmi yalnız. İngiltere ve bir-iki soytarı devletin ötesinde destekten yoksun. Ama buna rağmen Irak’a saldırıda ısrarlı olmasının nedeni olmalıdır. Bunun iki nedeni var: Birincisi; Amerikan emperyalizmi Irak’a karşı yeni bir savaş vasıtasıyla içinde bulunduğu ekonomik krizden (fazla üretim krizi) çıkabileceğini sanıyor. İkincisi; Amerikan emperyalizmi, Balkanlarda ve Orta Asya’ya yönelik olarak Afganistan’da sağladığı kendi kontrolündeki “barış”ı, Ortadoğu’da da sağlamak ve böylece bilinen dünya enerji kaynaklarını ve bu enerjinin dünya pazarlarına sevkiyat hatlarını kendi kontrolü altında tutmak istiyor.
Birinci neden: 1991’de Irak’a karşı emperyalist savaş, Amerikan ekonomisinin 1990/’91-1994 dünya ekonomik krizinden nispeten erken çıkmasında önemli bir faktör olmuştu. Savaşın “katkı”sıyla Amerikan ekonomisi, dünya ekonomik krizinden 1992’de çıkarken, diğer emperyalist ülkeler; ABD’nin Almanya, Japonya gibi rakibi ülkeler, kriz içindeydiler. Bu iki ülkede ekonomi 1992/’93’te dibe vurmuştu (kriz, en derin noktasına ulaşmıştı). Irak’a karşı emperyalist koalisyon devletlerinin önde gelenleri, özellikle de bu iki ülke, savaşı finanse etmek için kendi paylarını ödemenin ötesinde, ABD’nin savaş koalisyonuna dayatmasının sonucu olarak, 53,9 milyar dolara varan savaş için mali yardımın da büyük bir kısmını ödemişlerdi. Savaşın gerçek masrafı yaklaşık 25 milyar dolardı. Buna rağmen ABD, sadece Almanya’da savaş masrafı olarak 18 milyar dolar almıştı. Bu savaş Amerikan emperyalizmi açısından “çok iyi bir ticaretti”!
Amerikan emperyalizmi Irak’a karşı yeni bir savaşla aynı olanaklara yeniden sahip olacağını ve bunun da ekonominin krizden çıkması için önemli bir faktör olacağını sanıyor. Ama İngiltere’nin ötesinde hiçbir ülke, ABD’nin 1991’deki oyununun kurbanı olmak, savaş üzerinden Amerikan ekonomisini desteklemek niyetinde olmadıklarını gösteriyorlar.
İkinci neden: Dünya çapında bilinen petrol rezervlerinin yüzde 60’ı ila yüzde 65’i Ortadoğu’da bulunuyor. ABD’nin bu bölgedeki petrole ihtiyacı yok. Onun sorunu veya Amerikan emperyalizmi açısından önemli olan, bölgedeki enerji rezervlerini kendi kontrolü altında tutabilmektir, rakip konumda olan emperyalist ülkelerin bu bölgede nüfuz sahibi olmalarını engellemek ve mevcut etkilerini de geriletmektir. Özellikle Rus, Çin ve Fransız petrol tekelleri, 1990’dan bu yana Irak rejimiyle milyarlarca dolarla ifade edilen petrol ve doğalgaz üretimi için anlaşmalar imzaladılar. Ambargodan kurtulmak için her fırsatı değerlendiren Irak rejim, açıktan açığa ambargoya karşı çıkan devletlere de ticari imtiyazlar veriyor. Bunun ötesinde geçen haftalarda Rusya ile Irak arasında 40 milyar dolar kapsamlı bir İşbirliği Anlaşması imzalandı. Rus sermayesi İran’da da faal. Bütün bu gelişmeler Amerikan emperyalizminin aleyhine. Irak’a uygulanan ambargonun kalkması durumunda Rus, Çin, Fransa petrol tekelleriyle yapılan anlaşmalar yürürlüğe girecek. Bu durumda ABD ve İngiltere kaybedecekler. Arap ülkelerinde de nüfuzu kırılan Amerikan emperyalizm, ne pahasına olursa olsun Irak’a karşı uygulanan ambargonun ve 1991 savaşının sonucu olarak ülkenin kuzey ve güneyinin askeri olarak kontrolünün devamından yana. Ancak bunun daha fazla uzatılamayacağını, her geçen günün kendi aleyhine olduğunu gören ABD, Irak’a karşı yeni bir savaşla bölgedeki konumunu güçlendireceğini, Irak’ta kendine hizmet edecek bir rejim kurarak bölgeyi Irak merkezli olarak kendi hegemonyasında tutacağını ve böylece emperyalist rakiplerini gerileteceğini sanıyor.
Irak’a karşı planlanan yeni emperyalist savaşın; Amerikan emperyalizminim savaşının “uluslar arası terörizme karşı savaş”la değil belirttiğimiz bu iki nedenle ilişkisi vardır.

1 Eylül 2002 Pazar

DÜNYA ÇAPINDA İŞSİZLİK VE KRONİK KİTLESEL İŞSİZLİK SORUNU



Her kriz döneminde olduğu gibi bu kriz döneminde de işsizlik sorunu, daha sık gündeme getirilmiş ve tartışılır olmuştur. Açık olan şu ki, kapitalizmin genel krizi sürecinde kapitalist üretim biçimi veya da kapitalist dünya ekonomisi, kitlesel kronik bir işsizlik olgusuyla karşı karşıya kalmıştır. Kapitalist ekonominin krizde olup olmamasından bağımsız olarak ve mevcut sanayi yedek ordusu gerçeğinin ötesinde sürekli var olan kitlesel bir işsizlik söz konusudur. Bu işsizlik süreklileşmiştir ve kapitalist ekonomin gelişmesiyle doğrudan bağlam içindedir. Bu makalede bu gerçeğe dikkati çekmeye çalışacağız.

Kapitalizmin genel krizi döneminde kronik kitlesel işsizlik, eğilim olmaktan çıkarak bir yasa/yasallık olmuştur. Kronik kitlesel işsizliğin bir eğilim olmaktan çıkarak yasa oluşunu açıklamak için bazı teorik hatırlatmalara gerek duyuyoruz. Bu açıklamaları oldukça kısa tutmaya çalışacağız.

Kapitalist birikimin genel yasası, kronik kitlesel işsizliğin oluşum nedeni ve işçi sınıfı: Kapitalist birikimin genel yasasının anlamı ve kronik kitlesel işsizliğin doğuş nedeni hakkında Karl Marks, Kapital’in birinci cildinde şöyle eder;

Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre (onunla birlikte, bn.) artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar büyük olursa, resmi yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır” (Marks; Kapital, C. 1, s. 673/674, Alm.).

Bu anlayışa göre sermaye ve ücretli iş, birbirlerini karşılıklı koşullandırıyorlar, sermeye birikimi, işçi sınıfının sayısal olarak artmasına neden oluyor.(Ayrı bir tartışma konusu olmasına rağmen belirtelim ki, bugün tersi bir gelişme ile karşı karşıyayız). Birikim sürecinde sermaye, artıyor, daha az sayıda kapitalistin elinde toplanıyor ve bu süreç içinde nüfusun giderek artan bir kısmı da proleterleşiyor. Bu gelişme, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşmasının bir madalyonun iki yüzü olduğunu, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşmasının diyalektik bir bağ içinde olduğunu göstermektedir.

Artı nüfus, kapitalist birikimin mutlak/genel yasasına göre, sermaye birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin yükselişi ölçüsünde doğuyor. Buna görece nüfus fazlalığı diyoruz. Bunun adı, işsizliktir. Yani, görece nüfus fazlalığı; işsizlik, sermaye birikim sürecinde doğuyor ve gelişiyor. Konumuz bu olduğu için, kapitalist birikimin genel yasasının başka yönlerini geçiyoruz.

Sermaye birikimi-işçi sınıfının büyümesi: Sermaye birikiminin gerçekleştirilebilmesiyle işçi sınıfının sayısal artışı arasında diyalektik bir bağ vardır. Yani işçi sınıfının sayısal artışı, sermaye birikiminin gerçekleşebilmesinin koşuludur. Bu konuda Marks şöyle diyor;

Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir ... Aynen basit yeniden üretimin, sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir ... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir” (K. Marks; Agk., s. 641, 642).

Kronik kitlesel işsizlik konusunda Marks’ın aşağıdaki anlayışı bize yol gösteriyor:
Toplumsal işin üretkenliğindeki ilerleme sayesinde gitgide artan ölçüde üretim araçlarının, gitgide azalan insan gücü harcamasıyla harekete geçirilme yasası -işçinin üretim araçlarını değil, üretim araçlarının işçiyi çalıştırdığı- kapitalist toplumda, tam tersine döner ve şöyle ifade edilir: İşin üretkenliği ne kadar artarsa, işçinin istihdam araçları üzerindeki baskısı o kadar büyür ve dolayısıyla varoluş koşulları, yani başkalarının servetini ya da sermayenin genişlemesini artırmak için kendi işgücünü satabilme durumları o derece düzensiz ve güvenilmez duruma gelir. Böylece, üretim araçlarıyla işin üretken gücünün, üretken nüfustan daha hızlı bir şekilde artması gerçeği, kapitalist bir görüşle tam tersine ifade edilerek, işçi nüfusun, sermayenin kendi genişleme (kendini değerlendirme, bn.) gereksinimlerini karşılamak için çalıştırabileceğinden daha büyük bir hızla artar (Marks: M-E; C. 23, Kapital, C. I, s. 674. Alm.).

Görece artı nüfus, kapitalist devreviliğin (ekonomik krizin) çerçevesini aşarak doğar. Toplumsal işin artan verimliliği ile değer ve fiziki hacim bakımından giderek artan bir üretim araçları kitlesinin (değişmeyen sermaye) giderek azalan bir işgücü kitlesi (değişen sermaye) tarafından harekete geçirilmesi, üretici güçlerin gelişmesinin bir yasasıdır. Kapitalizmde iş aletlerini/araçlarını işçinin rekabetçisi yapan bu yasayı Marks’ın yukarıdaki anlayışında görmekteyiz. 
 
Belirttiğimiz kronik kitlesel işsizliğin oluşum kaynağı burdur. Bu işsizliği; kronik kitlesel işsizliği, Marks’ın belirttiği sanayi yedek ordusuyla; artı nüfusun diğer biçimleriyle (saklı ve durgun) aynılaştırmak yanlıştır. Kronik kitlesel işsizlik, işsizliğin, ekonomik devrevilikten bağımsız olarak, ekonomik devreviliğin her aşamasında (kriz, durgunluk, canlanma ve yükseliş), bu aşamalara göre sayısal olarak azalsa veya çoğalsa da, sürekli var olduğunun ifadesidir. Bu işsizlik, 1920’lerden bu yana kapitalist üretimin süreklilik arz eden bir görünümü olmuştur. Bu işsizlik, aynı zamanda görece artı nüfusun diğer biçimlerini de kapsamına alır, ama onlarla aynılaştırılamaz.

Kronik kitlesel işsizlik, Marks’ın tanımladığı veya onun dönemindeki sanayi yedek ordusunu aşıyor. Şüphesiz ki, kronik kitlesel işsizlik de sanayi yedek ordusunun görevini yerine getiriyor. Ama buna rağmen bir kısım işçi kitlesi, üretim süreci dışında sürekli olarak kalıyor.

Marks’a göre;
a)İşsizliğin nedeni kapitalizmdir.
b)Sermaye birikimi görece artı nüfusa; yedek sanayi ordusuna, genel olarak işsizliğe neden
olmaktadır.
c)Kapitalist, üretimin konjonktürel gelişmesi gerekli kılıyorsa çok sayıda işçiyi üretim
sürecine dahil edebileceği gibi, yine çok sayıda işçiyi sokağa atar.

Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde, hatta emperyalist çağın ilk yıllarında işsizlik, ekonomik kriz dönemleri hariç hiç bir zaman kalıcı ve yüksek oranlarda olmamıştı. Tersine, çoğu kez, işgücüne olan talep süreklilik arz etmişti. Ama istihdam-işsizlik arasındaki ilişkinin niteliği, kapitalizmin emperyalist aşamasına girmesiyle birlikte değişmeye başlamıştır. Değişmenin kendisi ise ancak kapitalizmin genel krizi sürecinde görülmüştür.

Tekellerin, yüksek fiyat anlayışından dolayı üretimin gelişmesini sınırlandırmalarına, tekelciliğin, aynı zamanda üretici güçlerin, işin verimliliğinin özgür gelişmesi önünde engel olmasına rağmen emperyalizm döneminde verimlilik, üretimden daha hızlı gelişir. Emperyalist çağda teknoloji, devasa adımlarla gelişmiştir. Yeni buluşlar; bilimsel teknik devrimin kazanımları üretim ve dolaşım sürecinde kullanılıyor. 

Yani teknoloji, yoğun bir şekilde üretimde ve dolaşımda kullanılıyor ve böylece; teknolojinin giderek yoğun bir şekilde üretimde kullanılmasıyla, sermayenin organik bileşimi de yükseliyor. Bu durumda değişmeyen sermaye, değişken sermayeye (işgücüne) nazaran daha fazla artmış oluyor. Bu demektir ki tekelci sermaye giderek daha az sayıda işgücü kullanıyor. Tekeller, daha fazla üretmek, rekabet edebilmek için bunu yapmak zorundadırlar. Bu, kapitalizmin genel krizi sürecinde gündeme gelen bir eğilimdi. Bu eğilim; daha fazla üretmek için giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak, artık kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bugün bir yasa olmuştur. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir sürecin ifadesidir. Hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, modern teknoloji bazında daha az sayıda işçiyi harekete geçirerek daha ucuz ve daha çok üretim yapmaktan vazgeçmez. Bundan vazgeçmek, yok olmakla, iflas etmekle eş anlamlıdır. Rekabet buna müsaade etmez.

İstihdam açısından geriye dönüşümü olmayan bu süreç, ne anlama gelmektedir? Bu, işsizliğin süreklileşmesi anlamına gelir; kronik kitlesel işsizlik anlamına gelir. Marks ve Engels döneminde böyle bir olgu yoktu. Hatta emperyalizmin ilk döneminde, örneğin Lenin’in, “Emperyalizm...” yapıtını yazdığı dönemde de böyle bir gelişme görülmemişti. Şüphesiz ki, işsizlik vardı. İşsizlerin sayısı, ekonominin konjonktürel durumuna göre artıyor (kriz dönemi) veya azalıyordu (krizin olmadığı dönem). Ama kronikleşmiş bir işsizlik yoktu.

Komünist Enternasyonal, VI. Dünya Kongresi’nde bu sorunu ele almış ve tartışmıştır. Orada şöyle deniyordu:
Ekonomik açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen çalışma zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir, veya başka türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa artışı ile eş anlamlıdır.

İş verimliliğinin (randımanın –bn.) artışı, gerçekten de gerçekleşmiştir. O, iki faktörün sonucudur; işin verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması. İşin verimliğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur. Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi, daha büyük makineyi harekete geçirerek aynı süre içinde söz konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak gelişirler. Ama bu, böyle olmak zorunda değildir. Tam da son dönemlerde, rasyonelleştirme sürecinde işin yoğunluğunun olağan üstü arttırıldığını, ama işin verimliliğinin, yani işçi tarafından harekete geçirilen makinelerin değişmediğinin örneklerini görüyoruz.

... yeni tekniğin sonucu olarak; ... yapısal işsizlik olarak tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan ekonomik olarak farklıdır.

... Savaştan önce de (I. Dünya Savaşı kastediliyor –bn.) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz.

1921’deki büyük krizden sonra ortaya çıkan kitlesel işsizliğin, sadece savaşın Avrupa’nın fakirleşmesinin, yeni gümrüklerin, denizaşırı ülkelerin sanayileşme eğiliminin vs. bir sonucu olduğuna uzun dönem inandık. Ama son yılların tecrübeleri bu görüşü gözden geçirmemizi zorunlu kıldılar. Savaştan önce Almanya’da, 1907-1913 döneminde, yani 1907-1908 ağır krizinin olduğu dönemde sendikalarda örgütlü işçiler arasında ortalama işsizlik oranı % 2,3’tü. Buna karşın son beş senede aşağıdaki verileri görüyoruz: 1923’te %9,6, 1924’te %13,5, 1925’te %6,7, 1926’da %18 ve 1927’de de %8,8. Yani son dört senede, 1924’ten 1927’ye Alman ekonomisinin devasa yükseldiği yıllarda ortalama işsizlik oranı %12. Almanya’da konjonktürün en yüksek olduğu 1927 yılında işsizlik oranı %9. Açık ki, yoldaşlar, bunu, mutat, konjonktür eğrisine, sanayi devreviliği aşamalarının çeşitliliğine bağlı bir işsizlik olarak görmek doğru olmaz.

Aynı görünümü, Büyük Britanya’da da görüyoruz ... ABD’de de... keza, kitlesel işsizlik oluşmuştur...

İşin verimliliği güçlü bir şekilde artarken işçi sayısının azalması? Bunun anlamı şudur; teknik ilerleme, işin verimliliğindeki ve yoğunluğundaki ilerleme pazarın genişleme olanağını aşmıştır! Önceleri, savaştan önce, teknik ilerlemeden dolayı işçiler sokağa atıldılar, ama kapitalist pazarın genişlemesiyle sokağa atılan bu işçiler, sürekli, yeniden iş bulabildiler, en azından çok gelişmiş kapitalist ülkelerde böyle oldu...

Şimdi, önde gelen emperyalist ülkelerde sokağa atılan işçilere iş olanağı vermek için pazarın genişlemesinin artık yeterli olmadığını görüyoruz ...

İşsizlik, konjonktürün bir göstergesi olmaktan artık çıkıyor ... Son yıllarda ABD ve Almanya örneğinin gösterdiği gibi, kapitalistler açısından büyük, kitlesel bir işsizliğe rağmen göz kamaştırıcı bir konjonktürün olması çok olasıdır” (Komünist Enternasyonal’in VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, 8. Oturum, s. 201-202, 203, 204. 1928. Alm).

Sorunu Stalin de ele almıştır. Stalin, SBKP(B)’nin XVI. Parti Kongresi’nde özetleyerek ve genelleştirerek, kapitalizmin genel krizi koşullarında “milyonlarca sayıda olan işsizler ordusunun varlığı”ndan, “bunların yedek ordulardan sürekli işsizler ordusuna dönüşmüş oldukların”dan bahseder (Bkz.: Stalin; C. 12, s. 217 Alm.).

İşsizliğin nedeni değişmiyor. Ama kapitalizmin genel krizi sürecinde teknolojinin gelişmesi ve buna bağlı olarak işin verimliliğinin üretimden daha hızlı artması sonucunda az sayıda işçi ile daha çok üretim yapma olanağını doğuruyor. Bu da, Marks döneminde tanıdığımız, kriz dönemlerinde sayısal olarak çoğalan, konjonktürün iyi olduğu dönemde yok olan veya azalan bir sanayi yedek ordusunun ötesinde, sürekli kitlesel olarak var olan, konjonktürün iyi olduğu dönemlerde de yok olmayan -en fazlasıyla sayısal olarak biraz azalan- bir kitlesel işsizler ordusunun doğmasına neden oluyor.

Yukarıdaki alıntıda yapısal işsizlik diye tanımlanan bu işsizlik, günümüzdeki kronik kitlesel işsizliktir ve bu, sayısı emperyalist ülkelerde on milyonlarla ifade edilen devasa bir ordudur.

1921’den bugüne (yukarıda 1921 krizinden bahsedildiği için 1921’den diyoruz) kapitalist dünya ekonomisi birçok devrevilikten geçti, birçok ekonomik kriz ve ekonominin yükseliş dönemleri yaşandı. Ama kitlesel işsizlik, süreklilik arz eden işsizler ordusu, sayısal olarak ya biraz azalmış, ya da biraz çoğalmış olarak var oldu. Bu dönemde sayısal azalma, kapitalizmin genel krizi aşaması öncesinde olduğu gibi, işsizler ordusunun, sanayi yedek ordusunun yok olmasına kadar varmamıştır. 1921’den bugüne işsizlerin sayısıyla ilgili veriler, kitlesel işsizliğin kapitalizmin genel krizi döneminde kronikleştiğini, toplumsal yaşamın, politik gelişmelerin, sınıf mücadelesinin bir öğesi olduğunu göstermektedir.

Bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretimde kullanılması, giderek daha az sayıda işgücünün kullanılmasını beraberinde getiriyor. Açık ki 1921’den günümüze, her zaman olmasa da, genel anlamda işin verimliliğinin artış temposu, sanayi üretiminin artış temposunu aşmıştır. Bu, geriye dönüşü olmayan bir süreçtir. Rasyonelleştirme, otomasyon, robot, elektroteknik, gelecek için gen tekniği, nano tekniği, neredeyse 2-3 yılda “eskiyen” teknoloji. Bütün bunlar, rekabetin dayatmasıyla en ucuz bir şekilde en fazla kar, pazara hakim olma vb. kaygı ve dürtüsüyle tekeller tarafından kullanılıyor. Hiç bir tekel, rakibinden geri kalamaz. Çünkü bu, onun açısında iflas demektir. O halde, ucuza üretmek, çok üretmek, ancak modern teknolojiyle oluyor. Modern teknoloji ise, çalışan işçi sayısının giderek azalması demektir.

Bu süreç nereye kadar gider, kapitalist toplum (emperyalist ülkeleri göz önünde tutuyoruz) daha ne kadar işsizi toplumsal, ekonomik ve siyasal olarak kaldırabilir? Bunu bilemeyiz. Ama kesin olan, kapitalizmin “normal” koşullarında kronik kitlesel işsizliğin yok olmayacağıdır. Haftalık çalışma süresi 25-30 saate indirilebilir, tabii ki mücadele sonucu. Bu durumda belli sayıda işsiz iş bulmuş olur. Fazla mesai kaldırılabilir. Bu durumda da belli sayıda işsiz, çalışma olanağına kavuşur. Bu olasılıklar ve işsize iş bulmak için alınan başka hiç bir tedbir, kapitalisti, rekabet gücünü kıran bir üretim sürecine sokamaz. Hiç bir kapitalist, tekel, şayet bir makine 20 işçiden daha verimliyse, bu 20 işçiyi işe almayı ve makineyi kullanmamayı kabul etmez. Bu, onun kapitalist mantığına aykırıdır. Kapitalistin, bugün dünya çapında sayısı 1,2 milyara varan işsizlere iş bulma diye bir sorunu yoktur.

Üretim dışı kalanlar, yani kronik kitlesel işsizliği oluşturanlar, başka alanlarda iş bulabilirler. Örneğin hizmet sektöründe. Ama bu sektörde de istihdamın bir sınırı vardır. Çünkü bu sektörde de teknoloji çok sayıda işgücünün yerini alıyor. Geriye tarım sektörü kalıyor. Bu sektör de hiç umut vermiyor.

Kapitalizmin şu veya bu derecede geliştiği veya makineli üretim yapma derecesinde geliştiği emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde de aynı süreç geçerlidir. Stalin’in tespit ettiği gibi; “Savaş döneminde (I. Dünya Savaşı kastediliyor, bn.) ve savaş sonrasında sömürge ve bağımlı ülkelerde (bu ülkelere) özgü genç bir kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazarlar için mücadele keskinleşiyor ve karmaşıklaşıyor” ( XVI Parti Kongresi’ne Sunulan Siyasi Rapor, C.12, s. 217, Alm.).

Öyleyse; başta emperyalist ülkeler olmak üzere kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu bütün ülkelerde burjuvazi, iç ve dış rekabetin baskısı altındadır. Bu durumda olan hiç bir burjuvazi, teknolojik gelişmenin mevcut seviyesinin gerisinde kalan, rekabet gücünü kıracak derecede gerisinde kalan bir teknolojiyle üretim yapmaz. Yeni teknoloji ve daha az sayıda işgücü ile çalışmak esastır.

Başka bir ihtimal daha var! Yeni bir emperyalist savaşla bütün dünya yıkılır ve “sil baştan” yapılır. Ama hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, işsizlere iş bulalım diye savaşmaz. Rekabet ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, son kertede emperyalist savaştır. Diyelim ki, emperyalist savaş sonucunda dünya yıkıldı. Yeniden kurmak için istihdamın sınırı, mevcut işgücünün sınırı olabilir. Yani herkes iş bulabilir. Ama bu da ancak bir kaç sene devam eder. Belki on, belki de on beş sene sonra kitlesel işsizlik, kronik işsizlik sorunu yeniden gündeme gelir.

İstihdam-işsizlik ilişkisi kapitalizmin genel krizi sürecinde burjuvazi açısından içinden çıkılmayan bir çelişki olmuştur. Bu, bir “Circulus Vitiosus”tur.

Kapitalizmin genel krizi sürecinde kronikleşmiş kitlesel işsizliğin -kronik kitlesel işsizliğin- ortadan kalkmasının maddi koşulları artık yok. Bu türden işsizlik olgusu da kapitalist sistemin ne denli çürümüş olduğunu, sosyalizmin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu göstermektedir. O halde çözüm sosyalizmdedir, kapitalist sistemin yıkılmasındadır.

*

İstatistik ekler: