deneme

29 Nisan 2001 Pazar

Derviş’in Şeyhi Bilinmiyor Değil


 
Kara Çarşamba”dan bu yana geçen zamanın gösterdiği nedir sorusuna çok çeşitli açılardan cevaplar verilebilir ve çok şey söylenebilir. Ama bütün bu süre içindeki gelişmeleri yönlendiren, etkileyen ve bu anlamda bağlayıcı öneme haiz olan, Türkiye’nin emperyalizm ile ilişkileridir. Mali krizin patlak vermesinden bu yana iki aydan fazla bir zaman geçti ve bu zaman zarfından, krediye-dövize olan acil ihtiyaç her gün birkaç defa vurgulandı. Piyasaların açılması için acil paranın olmazsa olmaz koşul olduğu sürekli tekrarlandı. Ama adım atılmadı. Adım atmamanın esas nedeni olarak da İMF-Dünya Bankası (DB) ikilisinin dayatması olan ve Derviş’in 14 Nisanda açıkladığı kararların (“ulusal” program) ve yasa tasarılarının hazırlanması ve yasallaştırılması gösterildi. Bu, genel anlamda doğrudur. Emperyalist ülkeler ve mali kuruluşlar, 15 karar, 15 yasa diye direttiler. Bu 15 karar ve 15 yasa tasarılarının önemli bir kısmı, iflas eden “istikrar programı”nda da yer alıyordu. Ama “kara Çarşamba”dan bu güne geçen süre içinde sürekli dillendirilen bir konu, önceki dönemlerde pek öne çıkmamıştı. Dünya emperyalist basınında Türkiye’de yolsuzluk, rüşvet, gelir dağılımındaki olağanüstü farklılık, hortumlama, kamu olanaklarının; genel olarak ulusal maddi değerlerin partiler tarafından siyasi amaçlı kullanılması, verilen kredilerin çarçur edilmesi, çok bilinçli olarak yerinde ve zamanında işlendi. Açık konuşuluyordu; Ne kredi vermek ve ne de kredinin miktarı önemli değil. Önemli olan, siyasi yapılarınıza güvensizliğimizdir. Önemli olan, bu sefer de paralarımızın çarçur edilmesinin, siyasi amaçlı kullanılmasının engellenmesidir.

K. Derviş, bu gerçeği daha, DB tarafından gönderilirken biliyordu. Derviş-İMF/DB koalisyonu Washington’da Amerikan emperyalizminin patronluğunda kurulmuş ve izlenecek yol da saptanmıştı; Türkiye’nin, Amerikan emperyalizminin veya genel olarak emperyalizmin çıkarlarına kusursuz hizmet edebilmesi, borcunu ödeyebilmesi ve yağlı bir talan faktörü olabilmesi için mutlaka ve mutlaka yeniden yapılandırılması gerekir ve yeniden yapılandırmada bağlayıcı olan, siyasi güvensizliğin, rüşvetin, yolsuzluğun, hortumculuğun vb. üzerine gidilmesidir. Tabii bu, mevcut siyasi partiler kapatılsın, yenileri kurulsun biçiminde ifade edilmiyor. Ama mevcut siyasi çürümüşlüğü devam ettiren, besleyen koşulların ortadan kaldırılması biçiminde dile getiriliyor. Ve ne zamanki Türk hükümeti, çıkar yol kalmadığını anladıktan sonra Derviş-İMF/DB koalisyonu dayatmasına evet dediyse, o zamana kadar destek akan para musluklarında bu sefer para akmaya başladı. Her şey medyatik yapıldı; Derviş geldi, konuştu, bakan oldu, program hazırlığı başladı. Sonra bakan olarak ABD’ye gitti. Oradan mesajlar gönderdi, 15 öneri ve 15 yasa tasarısını orada, İMF ve DB ile birlikte hazırladı ve geldi. Bunlar-şunlar olmalı-yapılmalı dedi. Adeta İMF ve DB adına talimatlar verdi. Kabinesinin üyeleri, homurdana homurdana talimatları yerine getirirken Derviş, yeniden ABD’ye gitti ve para musluğunun açıldığını orada açıkladı. Bunlar tesadüf değildir; Emperyalizm, aynı ata (Türk burjuvazisine) yeni semer (Derviş) vuruyor ve salt bu tavrıyla da mevcut siyasi partilere nasıl baktığını açıklamış oluyor.

Bugün kesinleşen veya sözü alınan kredinin miktarı veya bu kredinin verileceği çok önceden biliniyordu. Önemli olan bunu, yeni bir dayatmayı kabul ettirmek için koz olarak kullanmaktı. Öyle de yapıldı.

Para muslukları, siyasi partilere güvenilmediğinin, ama K. Derviş’e güvenildiğinin ve verilen kredilerin, kamu olanaklarının çarçur edilmesinin, arpalık olarak kullanılmasının önüne geçileceğinin tarafların bilincine çıkmasından sonra “birden bire”açıldı. Bu anlamda Derviş, şeyhi Amerikan emperyalizminin ve vekilleri İMF ve DB’nin dediğini yapıyor.

Şimdi ne olacak? Derviş, ihtiyacımız olan kredi miktarını 12-13 milyon dolar diyordu. Daha fazlasını elde etti ve 17-19 milyar dolar civarında bir para gelecek. Bu duyulunca borsa fırladı ve en düşük seviyesi 7 159 puandan (29 Mart) 12 363 puana çıktı. (27 Nisan). Dolar ve faizler de düşme trendi girdi. Borsa sadece 20-27 Nisan arasında yüzde 28 artış gösterdi. Hangi açıdan bakarsak bakalım İMKB, Türk ekonomisinin, mali sektörün kalbidir. Oradaki hareketlilik, seyri yönü, ekonomideki gelişmeler hakkında ipuçları verir. Bu anlamda Türk ekonomisinin barometresi İMKB’dır.

Mali krizin temel nedeni olarak mali sektörü tıkayan; borsayı alt-üst eden, cari döviz açığı ve bu açık kapatılsa da (Kasımda kapatılmıştı) sektör sorunlar ve kamu olanaklarının arpalık olarak kullanılmasıydı. Şimdi para geliyor, sektörde -özellikle bankacılıkta- yeniden yapılanma tedbirleri yasa seviyesinde uygulanmaya konuyor ve kamu olanaklarının arpalık olarak kullanılmasının önünde yine yasal tedbirlere geçiliyor. Bütün bunların uygulanmasını da İMF/DB ikilisi üstleniyor. Bu son şansındır, uygulamazsanız para yok söyleminin iki anlamı vardır: Birincisi, verdiğimiz kredileri çarçur edemezsin ve ikincisi de kredilerin gerektiği gibi kullanılıp kullanılmadığını, programa uygun hareket edilip edilmediğini doğrudan kontrol edeceğiz.

Şimdi ne olacak? Aslında bu sorunun muhatabı “dergin” analizleriyle çığırtkanlık yapan avanak küçük burjuvazidir. Eminiz ki, yeni bir “derin” analizle “yeni”, hiç değişmeyen bir durum tespiti yapıyordur.

Derviş-İMF/DB koalisyonunun Türk siyasetini ve mali sektörünü yönlendirmesi sonucu piyasalara hakim olan “iyimserlik” ve görülen belli canlanma, ne bir dopingdir ve ne de ekonominin düze çıkmasıdır. Her ikisi de değildir; Türk ekonomisinin ve burjuvazinin dopinge tahammülü yoktur ama mevcut “iyimserlik” ve canlanmayı da düze çıkmanın ifadesi olarak görmek, erken bir değerlendirme olur. Ama her halükarda mali kriz koşulları ortadan kalkmıştır. Bu, bu krizin fazla üretim krizini tetiklemesi sonucunda ekonominin, koşullu kabul ettiğimiz bir fazla üretim sürecine girmesi, reel üretime sirayeti ve böylece fazla üretim krizinin bir unsuru olması anlamına gelir. Hem bu anlamda ve hem de yukarıda belirttiğimiz “iyimserlik” havasının spekülasyon olmayıp (paranın miktarı da belirlendiğine göre bu, spekülasyon olamaz)b maddi nedenlerinin olmasından dolayı, artık mali krizden bahsetmenin bir anlamı da kalmamıştır. Bu nedenle mali kriz göstergeleri ve muhtemel “hala” ve gelecekteki sonuçları üzerine siyasi hesap yapmak ve sonuçlar çıkartmak boşunadır. Bu dönem geride kaldı ve mal krizin “hala” ve gelecekteki muhtemel sonuçları, fazla üretim krizinin göstereceği sonuçlar çerçevesinde siyasi olarak değerlendirilmeli ve hitap edilen yığınlar; işçi sınıfı ve emekçiler buna göre harekete geçirilmelidir.

Piyasalardaki canlanmanın da faturası emekçi yığınlara çıkartılacaktır. Derviş-İMF/DB koalisyonu, devletin iki yakasını bir araya getirmek için, kamu harcamalarını kısmanın yanı sıra ve esas olarak, milyonların kemerini daha da sıkma anlayışından vazgeçmiş değil. Bu olamaz zaten. Derviş, “biraz, bir müddet daha sıkıntı çekeceğiz” derken bir niyetini açıklıyordu. Bir kaç ay daha yükselen enflasyonla yaşayacağız, yani paramız pul olmaya devam edecek. Ücretlerimizle oynamaktan, “sıfır artışlı ücret zammından” vazgeçmeyecekler. Böylesi sendika ağaları olduğu müddetçe de bu işi daha kolay yapacaklar.

Cottarelli’nin bir zamanlar; daha önceki “istikrar programı” döneminde reel üretimi kısın talebi, Derviş’inde dilinden hiç düşmüyor. Mali krizin iki aydan fazla sürdürülmesinin nedenlerinden birisi de reel sektörde üretim gerilemesine neden olan faktörleri tetiklemekti. Ulaşılmak istenen amaç şu; reel üretim, sanayi üretimi gerilerse; mutlak düşerce, bu üretime bağlı dış girdi de, yani ithalat da geriler. Ucuzlayan parayla ucuza yapılan üretimin de dış pazarlaması, yani ihracat artar. Bu durumda ithalat, ihracata göre görece azalır ve buna bağlı olarak döviz açığı da daralır. Yani cari işlemler açığı düşer. Kriz dönemlerinde ise bunun gerçekleşmesine neredeyse mutlak gözüyle bakılır. Salt bunu sağlamak için sanayi üretimin gerilemesine olumlu gözle bakılıyor. Bunun işçi sınıf açısından önemi burjuvaziyi ilgilendirmiyor. Reel sektörde kriz, fabrikaların ve işletmelerin kapanması demektir. Sabit sermaye kıyımı demektir. On binlerin, krizin ağırlığına göre, yüz binlerin sokağa atılması, aileleri ile birlikte açlığa ve sefalete itilmesi anlamına gelir. Krizin sosyal sonuçları, hem genel olarak analiz edilmeli ve hem de her bir somut durum bazında; yerelden genelleştirmeye doğru analiz edilerek ajitasyon çalışmasının merkezine konmalıdır. Kriz döneminde ajitasyon ve propagandasında krizi esas almayan, sloganlarıyla bunu ifade etmeyen bir siyasi hareket kendi kendini anlamsızlaştırır.





22 Nisan 2001 Pazar

EKONOMİNİN SON DURUMU

“Kara Çarşamba”dan bu yana iki aydan fazla bir zaman geçti. Bu zaman zarfında hükümet, yönetememe yeteneğini ve emperyalizme bağımlılığını sergilemenin ötesinde fazla bir şey yapamadı. Bugün gelinen noktada mali kriz, ekonomik krize, fazla üretim krizine dönüştü. Şubat ayına kadar mutlak artan/büyüyen sanayi üretimi- Şubat ayı itibariyle yüzde 5,3 oranında geriledi. Sanayi üretimin, bilinen veya açıklanan verilerine göre bir defalık gerilemesinden dolayı ekonominin fazla üretim krizinde olduğunu söylemek doğru değildir. Hükümetin yönetememe krizi, Türkiye tarihinde şimdiye kadar görülmemiş olan en derin mali krizin yönlendirilememesini beraberinde getirdi ve bu kriz, mali sektör ve sorunlarını aşarak reel üretimin seyrini de etkiledi. Mali sektörün gerçek anlamda işlevsizleşmesi, hükümete güvensizlik, paranın değerinin dalgalanmaya bırakılmasının beraberinde getirdiği, “önünü görememe” durumunu, sadece, esnaf protestolarında görüldüğü gibi, geniş yığınları sokağa dökmekle kalmadı, reel sektörün üretim ve ihracat sürecini de olumsuz etkiledi. Paranın pul olması, zaten alım gücü sınırlı ve işsizi bol toplumda tüketimin daha da daralmasına neden oldu. Sonuç itibariyle Türk ekonomisi, sabit sermaye potansiyelini fabrikalarını, makinelerini yenileme temelinde; yani Marks’ın tanımlamasıyla gerçek anlamda bir sabit sarmaya dönüşümünden dolayı devrevi patlak veren fazla üretim krizine girmedi. Ekonomi kendi “normal” devrevi seyri içinde böyle bir krize sürüklenmedi/girmedi. Ama mali krizin şiddetiyle birleşen ve Marks’ın tanımlamasıyla “bütün gerçek krizlerin nihai nedeni olan emekçi yığınların alım gücünün üretimin gerisinde kalması” sonucunda ekonomi, fazla üretim krizi sürecine girdi. Bu tespiti yapıyoruz, ama krizin gelişme seyri konusunda tereddütlerimiz var; Her halükarda bu kriz, 1994’teki gibi veya deprem dönemindeki ara kriz gibi derin olmayacak. Bunun ötesinde bu krizin de bir ara kriz olup olmayacağı bilinmiyor. Uzun sürmeyeceğinin, şiddetli olmayacağının göstergeleri var. Buna ilaveten reel sektörde sabit sermaye yenilenmesinin olup olmayacağı bu krizin ne türden bir kriz; bir ara kriz mi, yoksa gerçek anlamda bir fazla üretim krizi mi olup olmayacağı konusuna açıklık getirecektir.
Tabii siyasi sürtüşme ve çıkarından dolayı burjuvazi açısından krizin karakterinin ne olduğu, görünüşte pek önemli değildir. Bunun avanak küçük burjuvazi açısından da pek önemi yoktur. O, kararına çoktan varmıştır.
Bu konuda burjuvazi ve avanak küçük burjuvazi gibi düşünmememizin temel nedenlerinden birisi de IMF-Derviş koalisyonunun yasa tasarıları ve programının içeriğidir. Bu yasa tasarılarında ve ekonomik programında öncelikle ele alınan, ağırlıkta ele alınan mali sektördür. Sanayi sektörü değildir. Ayrıca TÜSİAD’ın tavrı bunun böyle olduğunu göstermiyor mu?
IMF-Derviş koalisyonunun istikrar programında neler var?
K. Derviş’in 14 Nisan’da açıkladığı 15 kararın hepsi, öncelikle reel sektör ve özellikle de sanayi ile ilgili değil. Bu kararların hepsi devletin “iki yakasını bir araya getirmeyi” hedefliyor. Yani daha önceki iflas eden IMF patentli istikrar programının içerdiğini bu kararlarda da görüyoruz. Derviş, kamu harcamalarının yüzde 9 küçültülmesini; politikacının kamu bankalarından elini çekmesini; kamu bankalarında yeni görev zararlarına yol açılmamasını; özel bankaların sermayelerini güçlendirmesini; kamuda fazla mesai, ikramiye primlerin kısılmasını vs. talep ediyor. Kamu sektörü açısından doğrudan reel sektörü ilgilendiren kararlar da var; örneğin kamuda yeni yatırımların yapılmaması, çiftçinin ürettiği herşeyi devlete satma döneminin sona erdirilmesi; destekleme alım fiyatlarının enflasyonu aşmaması ve çiftçiye doğrudan gelir desteği verilmesi.
Bu ve buraya aktardığımız diğer kararlar, devletin gelir ve giderlerini dengelemeye, bu dengeyi bozan nedenlerin ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Tabii, bu kararlara uyulması durumunda, şimdilik belli bir zaman artacak olan enflasyon da düşecek ve giderek devletin iki yakası bir araya gelmiş olacak!
Bu kararları, IMF, Dünya Bankası (DB), ABD dayatmalı yasa tasarılarıyla bağları içinde ele almak gerekiyor: 15 karar, 15 yasa tasarısı! Tabii bununla her karara bir yasa demek istemiyoruz. Ama kararlarla yasa tasarıları arasındaki bağ açıktır. Sosyal içerikli sadece iki yasa tasarısı var; iş güvencesi yasası ve Ekonomik ve Sosyal Konsey yasası. 8 yasa tasarısı, kararlarda belirtilen kamu sorunlarıyla; bir bütün olarak bankacılık, borçlanma ve bütçeyle, yani mali sorunlarla ilgili. Telekom, şeker, tütün ve doğalgaz yasa ve yasa tasarıları da reel üterim, ağırlıkta tarım ve rekabetle ilgili.
K. Derviş, bakan olarak ilk ABD ziyaretinde kimlerle ne konuşmuştu ve gönderdiği mesajlar neyin ifadesiydi? ABD’de K. Derviş, Amerikan tekelci burjuvazisinin temsilcileriyle, IMF ile DB ile Türkiye’nin emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeniden nasıl yapılandırılacağını konuştu. Orada kararlar alındı. 14 Nisan’da açıkladığı 15 karar ve 15 yasa tasarısının her birinin altında IMF’nin, DB’nın, ABD emperyalizminin imzası vardır.
Amerikan emperyalizminin ve uluslararası mali kuruluşların, ekonomik sorunlar dışında Türkiye ile Türkiye’nin siyasi yapısıyla bu denli ilgilenmelerinin ve yasa önerilerini dayatmalarının bir nedeni olmalıdır. Hiçbir emperyalist ülke ve uluslararası mali kuruluş, mevcut siyasi yapılara; hükümete bir bütün olarak burjuva partilere güvenmiyor. Siyasette çürüme, dalkavukluk, yozlaşma, çetecilik, rüşvet; akla gelebilen kapitalizmin bütün “kötülükleri” ile karakterize olan bu unsurlara güvenilmeyeceğini bilen emperyalistler, sık sık, programın gerçekten arkasında mısınız diye sorma gereğini duymuşlardır.
Emperyalizm, Türkiye’nin siyasetçisine ve kurumlarına güvenmiyor, ama Türk burjuvazisine güveniyor. Bu müttefikinin fethedilemez kale gibi ayakta kalarak, kendisine en iyi bir şekilde hizmet etmesini istiyor.
Türkiye’nin üstünde bu denli durmalarının nedeni jeostratejik konumudur. Program açıklandı, yasa tasarıları teker teker yasa oluyor. Ama para muslukları henüz açılmadı, ama destekler çok yönlü; ABD, IMF, DB, AB, G-7’ler, ağız birliği etmişçesine faşist diktatörlüğü destekliyorlar. Bugün sunulan moral-siyasi destek, yarın mali desteğe dönüşecek. Tabii bu çok yönlü destekte Türkiye’yi kendisi için kazanmak isteyen ABD-AB arasındaki rekabetin de rolü küçümsenemez.
Sonuç ne olacak?
-Türkiye, aldığı ve alacağı borçları, öncelikle faizini ödeyecek duruma getirilecek.
-Türkiye, şimdiye kadar yaşamadığı borçlanma kriziyle de karşı karşıya kalacak.
-Yabancı sermayeye açılmamış alanlar, yabancı sermayeye açılacak.
-Devalüasyondan dolayı ucuzlayan yerli şirketler, olasılıkla, yabancılar tarafından satın alınacak.
-Şirketlerin el değiştirmesi ve özelleştirilmeden dolayı binlerce işçi sokağa atılacak.
-Türkiye tarım, çok uluslu tarım tekellerinin rekabetine açılacak (şeker yasasında olduğu gibi).
-Bu kararlar ve yasalar, Türkiye’yi değişimin eşiğine getirecek nitelikte değil. İspanya, Yunanistan ve Portekiz’de olduğu gibi Türkiye’de de değişimin olması için yüz binlerin milyonların ayağa kalkması gerekir. Bu baskı gücü olmaksızın politikacı kılıklı bu soytarı takımı, kaçacak yer aramaz.
-Bu yasalar ve kararlar, şüphesiz ki ekonomide ve politikada emperyalistlerin, yabancı sermayenin önünü görebileceği bir “şeffaflık” getirecektir. Ama geniş halk yığınlarına umudun ötesinde bir şey vermeyecektir. 19-20 Şubatta patlak veren mali kriz sonucu paranın değer kaybıyla yüzde 40 civarında fakirleyken, parasının yüzde 40’ı pul olan milyonların 19-20 Şubat’taki “refah seviyesi”ne -eğer bu seviye refahsa- yeniden ne zaman erişebileceği geleceğin müziğidir.
-Yeni yasa ve kararlarla ekonominin; iç pazarın hemen bütün alanlarının; üretimden ticarete çok uluslu tekellere açılması, keza yabancı sermayenin bastırmasıyla köylü küçük üreticinin idamı anlamına gelen kararların alınması, önümüzdeki dönemde iflasların ve işsizliğin artacağı ve köyden şehre yeni göçlerin olacağına işarettir.

ESNAFIN KAÇINILMAZ SONU

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk gerçekleşti; Esnaf olarak tanımladığımız şehir küçük burjuvazisi, küçük üreticiler ve ticaret yapanlar hükümete karşı adeta ayaklandılar. Toplumun diğer kesimlerinden de; işçi sınıfı ve öğrenci gençlikten de destek alan küçük burjuvazinin bu kesimi, yığınlar; on binler halinde başta Ankara ve İstanbul olmak üzere birçok şehirde polisle çatışmaya girdi. Hâkim sınıflar bu yönde bir gelişmenin olabileceğini göz önünde tutarak sorunu, MGK’da da ele aldılar. Ama protestonun şiddeti diktatörlüğü şaşırttı.
Esnaf, yok oluşunun nedeni olarak hükümeti görüyordu. Küçük burjuvazinin bu kesimine göre hükümetin politikaları sonucunda ekonomi krize girmiş ve bu da esnafa yansımıştı. Esnaf, durumunun düzeltilmesini talep ediyordu. Burada önemli olan, esnafın taleplerinde ne kadar haklı olduğu değil. Önemli olan, esnaf diye tanımladığımız bu küçük burjuva kesimin, yok oluşunun gerçek nedenini görememesi ve yanlış adrese başvurmasıdır.
Kapitalist toplumun sosyal yapısı, sadece iki antagonist sınıftan (proletarya ve burjuvazi) oluşmaz. Kapitalist toplumda bu iki antagonist sınıf arasında yer alan ara sosyal tabakalar da vardır.
Marks ve Lenin, bu sosyal tabakaları, kapitalist toplumdaki konumları bakımından ele almışlar, incelemişler ve onların toplumdaki siyasi, ekonomik vb. konumlarını, karakterlerini tespit etmişlerdir.
Kapitalist/burjuva toplumda ara/orta tabakalar dendiğinde akla ilk gelen, küçük burjuvazidir.
Marks, “Artı Değer Üzerine Teoriler” (Kapital’in dördüncü cildi) üzerine yapıtında, “ama işçi kullanmayan, yani kapitalist olarak üretim yapmayan köylülerin ve bağımsız küçük zanaatçıların durumu nedir?” (C. 26/1, s. 382) derken şehirdeki ve kırsal alandaki küçük burjuvazinin durumunu kastediyordu. Küçük zanaatçılar/esnaflar ve köylüler, şehirde ve kırsal alanda küçük burjuvazi demektir ve küçük burjuvazi, kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu koşullarda hem kapitalist, hem de işçi konumundadır. Dolayısıyla, meta üreticisi olarak küçük burjuvazi, emekle sermayenin ayrışma sürecinde farklılaşır, meta üreticisiyle olan pazar ilişkisi, sermaye-emek mübadelesi olmaz. Bu, oldukça karmaşık bir süreçtir/olgudur. Bu karmaşıklık, küçük burjuvazinin üretim/mülkiyet ilişkisindeki konumundan kaynaklanır.
Marks, yukarıda adı geçen yapıtında konuya ilişkin olarak, devamla şöyle der:
“Kendi üretim araçlarıyla çalışan bu üreticilerin, sadece iş güçlerini yeniden üretmeleri değil, bilakis, konumlarının kendilerine müsaade ettiğinde kendi artı çalışmalarıyla veya ... onun bir kısmına el koymalarıyla artı değer yaratmaları mümkündür...
Bağımsız köylü veya zanaatçı iki kişiye ayrılmıştır... Üretim araçlarının sahibi olarak o, kapitalisttir. İşçi olarak o, kendi kendinin ücretli işçisidir. O, kendine, kendi ücretini, kapitalist olarak ödüyor ve karını, kendi sermayesinden elde ediyor. Yani o, işçi olarak kendi kendini sömürüyor...
Ayrışma, kişi, farklı fonksiyonları birleştirse de, esas ilişki olarak tespit edilir... Ekonomik gelişme, fonksiyonları, çeşitli kişilere dağıtır ve kendi üretim araçlarıyla üreten zanaatçı veya köylü, zamanla ya yabancı işi de sömüren küçük bir kapitaliste dönüşür, ya da üretim araçlarını kaybeder... ve ücretli işçiye dönüşür. Bu, kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu toplum biçimindeki esas eğilimdir” (s. 383/384).
Yani bu sosyal tabaka; küçük burjuvazi, sürekli ayrışım içindedir. Sürekli değişime uğrayan bu sosyal tabaka, bir taraftan kapitalist sınıfın, diğer taraftan da işçi sınıfının unsurlarını doğurmaktadır. Bu ayrışma süreci hem şehirde, hem de kırsal alanda geçerlidir.
Bu sosyal tabakanın sürekli değişime uğraması, sonuç itibariyle kapitalist toplumun küçük burjuvasız bir topluma dönüşeceği anlamına gelmez. Lenin, “Marksizm ve Revizyonizm” makalesinde buna ilişkin olarak şöyle der:
“Her kapitalist ülkede proletaryanın yanı sıra devamlı büyük bir küçük burjuva, küçük mülk sahibi tabakası vardır. Kapitalizm, sürekli küçük üretimden doğdu/doğmaktadır... bu yeni küçük üreticiler... kaçınılmaz olarak yeniden proletaryanın saflarına itilmektedirler.... Nüfusun çoğunluğunun ‘tamamen’ proleterleşmesinin zorunlu olduğuna inanmak büyük bir hatadır” (C.15, s. 27).
Demek oluyor ki kapitalizm, ne kadar gelişirse gelişsin, sürekli bir küçük burjuva tabaka var olacaktır.
Diğer taraftan kapitalizm, küçük üretime zorunlu olarak ihtiyaç duyar ve bu, küçük üretimin sürekli kendini yenilemesine, yani sermaye ve emeğin tek kişide; küçük üretimde kapitalistin ve işçinin tek kişide birleşmesine neden olur.
Bir ara tabaka olarak veya kapitalist toplumda orta tabakanın bir bölümü olarak küçük-burjuvazi, kendi içinde de gruplara ayrılır. Küçük-burjuvaziyi kendi içinde de gruplara ayıran olgu, onun hem işçi hem de kapitalist olarak, hangi tarz ve şartlarda bu fonksiyonu kendinde topladığıdır. Diğer bir deyişle; ister şehirlerde isterse de kırsal alanda olsun esas olan, küçük-burjuvazinin sanayi-sermaye ve emekle olan bağının tarz ve şartlarıdır. Tarz ve şartların diğer bir ifadesi olarak çeşitli ekonomik, sosyal-ekonomik faktörler, küçük burjuvazinin şehirde ve kırda sosyal alt gruplarına ayrışmasına neden olmaktadır.
Ayaklanan esnaf, şehir küçük burjuvazisinin; bu sosyal alt grupların temsilcisiydi.
Sanayi alanında küçük meta üreticileri, şehirsel küçük burjuvaziye dâhildirler. Bu üreticiler, kendilerine ait olan üretim araçlarıyla ya tek başlarına, ya aile efradının yardımıyla veya da sayısı sınırlı yabancı iş gücüyle (l-2 işçi) üretim yaparlar. Üretimin çapı ve yabancı iş gücü kullanımının sınırlı oluşu, bu üreticilerin, yabancı iş gücünün yarattığı artı değerden ziyade, kendi yarattıkları değer vasıtasıyla yaşamlarını sürdürdüklerini gösterir.
Aynı şekilde, küçük tüccarlar, ticaretle uğraşanlar, küçük dükkân sahipleri, küçük hizmet alanlarında faal olanlar (terziler, berberler vs.) vs. de küçük burjuvazinin birer parçasıdırlar.
Bu küçük burjuvazinin görmediği ve iktisadi çıkarlarından dolayı da göremeyeceği gerçeklik, onu yok edenin bizzat kapitalizm olduğudur. Kriz dönemlerinde uç noktalara varan yok oluş, kapitalizmin günlük “normal” seyri içinde, yani her gün gerçekleşiyor. Fabrikasyon üretim ve büyük marketler karşısında bu kesimin hiçbir şansı, rekabet etme olanağı yoktur. Hükümetin alacağı tedbirler de esnafı kurtaramaz. Onun geleceğini, bizzat içinde bulunduğu ilişkiler; kapitalizm belirlemektedir.
Esnafın, Türkiye toplumunun tarihsel gelişmesinde ne gibi bir önemi vardır? Bugün ülkemizde çalışabilir nüfusun yüzde 60 ila yüzde 64’ü küçük burjuva konumundadır. Bunların içinde şehir küçük burjuvazisinin önemli bir ağırlığı vardır. Dolayısıyla bu kesim, toplumumuzun gelişmesinde önemli bir rol oynayacak bir potansiyeli oluşturmaktadır ve bunu bilen hâkim sınıflar, bu kesimi kendi politikaları için sürekli kullanmışlardır ve kullanacaklardır da.
Bu güç karşısında tavrımız ne olmalıdır? Şüphesiz ki komünistlerin sorunu, küçük burjuvazinin sınıfsal çıkarları doğrultusunda mücadele etmek olamaz. Önemli olan, bu potansiyele, kendi kurtuluşunun da demokratik devrimde olduğunu kavratabilmektir. Antiemperyalist demokratik devrim, toplumun bu kesimini de yabancı sermayenin; emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin hâkimiyetinden kurtaracak ve onlara insan gibi yaşama olanağı sağlayacaktır. Kent ve de kır küçük burjuvazisi, proletaryanın yanı sıra devrimin temel gücüdür. Propaganda ve ajitasyonumuzda küçük burjuvazinin geleceğinin; kurtuluşunun mevcut sistemde değil, İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nde olduğunu işlemektir.

1 Nisan 2001 Pazar

21. YÜZYILIN EŞİĞİNDE DÜNYA VE TÜRKİYE EKONOMİSİ


21. YÜZYILIN EŞİĞİNDE DÜNYA EKONOMİSİ*
(I)

I- DÜNYA EKONOMİSİNİN DURUMU

2001’in Ocak-Şubat aylarından bu yana dünya ekonomisinin seyri, olumsuz faktörlerin; ekonomik krize işaret eden göstergelerin çoğaldığını gösteriyor veya bu göstergeler, dünya ekonomisinin seyrini belirliyor. Açık ki yeni bir fazla üretim krizinin faktörleri çoğalıyor. Ne var ki mevcut gelişmelere bakarak, yeni bir fazla üretim krizinin patlak vermiş olduğunu söyleyemeyiz, ama gelişmenin yönü yeni bir krize doğrudur. Dünya ekonomisi en son 1990’da Kanada, B. Britanya, İsveç, Finlandiya gibi ülkelerde patlak vermişti. ABD, Japonya, İtalya, Almanya vb. ülkeler de 1991/92 döneminde krize girmişlerdi. Bu dönemde krize giren bütün ülkeler, 1994 yılı itibariyle krizden çıkmışlardı.