deneme

30 Kasım 2005 Çarşamba

BOP ve PROTEKTORATÇILIK (Lübnan, Suriye ve Irak)

Amerikan emperyalizminin sürekli gündemde tutmak istediği Suriye’den ne isteniyor?
Suriye’ye karşı sürdürülen kampanyanın başını ABD ve İsrail çekiyor. Fransa da bu kampanyanın bir parçasıdır. Amerikan emperyalizmi, „Büyük Ortadoğu Projesi”nin gerçekleştirilmesi için Suriye’nin yeniden biçimlendirilmesi anlayışındadır.

Aslında planlarda yeni olan bir şey yok. Irak’ta mevcut iktidarı değiştirme girişimleri B. Clinton döneminde Amerikan dış politikasının önemli sorunlarından birisi olarak görülmekteydi. Bush’un iktidara gelmesiyle birlikte Amerikan jeopolitikasının gerçekleştirilmesine hizmet eden adımlar daha yoğun atılmaya başlandı. Önce Afganistan işgal edildi, 2003’te de Irak’ın işgali gündeme geldi. Daha o zaman, Irak’ın işgal döneminde Amerikan Savunma Bakanı D. Rumsfeld, Suriye’yi, Irak Baas Partisinin önemli politikacılarını korumakla ve Irak’ın elinde olan kitle imha silahlarını saklamakla suçlamaya başlamıştı. Bugün olduğu gibi o gün de Suriye yönetimi, Amerikan emperyalizmine ülkeye saldırması için fırsat vermemeye çalıştı. Suriye yönetimi, Amerikan saldırganlarını kızdırmamak ve saldırı vesilesi oluşturmamak için yapılması gereken her şeyi yapmıştı.

Ne var ki, Amerikan emperyalizmini memnun etmek, memnun etmek isteyene bağlı değildir. Amerikan emperyalizminin çıkarlarına boyun eğmekte istenildiği kadar esnek olunabilir, Amerikan emperyalizminin çıkarlarını gözetmek için olağanüstü çaba harcanabilir, ama bunların yapılması, Amerikan emperyalizminin gazabına uğramamak için bir garanti değildir. Tecrübeler bunu göstermektedir. Suriye, Irak’ın işgali döneminde ve sonrasında Amerikan emperyalizminin gazabına uğramamak için elinde geleni yaptı, ama buna rağmen „Yeni Bir Amerikan Yüzyılı İçin Proje“ başkanı, Aralık 2004’te “Weekly Standard“daki açıklamasıyla („Suriye İle İlgilenmeliyiz“) start vermişti. „Silahlı güçlerimizle Suriye sınırlarını geçebiliriz, Irak’taki Suriye faaliyetlerinin planlandığı ve örgütlendiği merkezi işgal edebiliriz, gizlice veya açıktan Suriye’deki muhalefeti destekleyebiliriz“.

Irak’taki direnişin bir sonucu olsa gerek, Amerikan emperyalizminin Suriye’yi „kıvamına getirme“ politikası şimdilik tehditlerle ve sıkıştırmalarla sürdürülmektedir. İran gibi Suriye de sürekli gündemde tutulmakta ve bu ülkelerin işgali için kamuoyu oluşturulmaya çalışılmaktadır. Kısaca, Amerikan emperyalizmi fırsat kollamaktadır. Bugünlerde de R. Hariri’ye yapılan suikastı kullanmaktadır.
Bu suikast vesilesiyle başta ABD ve Fransa olmak üzere emperyalist güçlerin Suriye ve Lübnan’a müdahale girişimleri yeni bir aşamaya girdi.
Bu süreçte Fransa Başkanı J. Chirac, Amerika’nın müdahale planlarına katılmanın ötesinde Amerikan Başkanını, ‚Fransa’ya eski sömürge alanında hareket serbestliği’ verilmesi konusunda ikna etmeye çalıştı. Bu çabaların sonucudur ki, 2 Eylül 2004’te BM Güvenlik Konseyi’nde, yabancı silahlı güçlerin Lübnan’dan çıkması üzerine alınan karar, Elysee’de Amerikan Dışişleri Bakanı C. Rice ile birlikte hazırlandı ve BM Genel Sekreteri K. Annan’a haber bile verilmedi.
Bu kararın uygulamaya konmasından bu yana gelişmeler, Suriye’de rejim değişikliği için ABD, Fransa ve İsrail’in ortak hareket ettiklerini göstermektedir. Öncelikle Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet eden bu plana göre Suriye’den istenilen şudur: Tam teslimiyet; Irak direnişini bastırmada yardımcı olmak; Filistin örgütleriyle ve Filistin direnişiyle dayanışmaya son vermek; Lübnan Hizbullah’ıyla dayanışmaya son vermek ve İran ile ilişkiyi kesmek.


Irak’a saldırı, ülkenin işgali ve aynı zamanda işgale karşı direniş açık ki, “Arap dünyası”nda belli bir Arap bilincinin gelişmesine neden olmuştur. Bu Pan-Arap eğilimler, Ortadoğu’nun ve bütün “Arap dünyası”nın emperyalizme karşı tavır alışının; emperyalizme karşı açık mücadelenin ifadesi olabilir. Bu nedenle emperyalist güçler, Arapların birleşmesini teşvik eden, bu konuda aktif olan Irak, Suriye ve Mısır gibi ülkelere sürekli temkinli yaklaşmışlar ve bu ülkeleri kendi çıkarlarının gerçekleştirilmesi önünde engel olarak görmüşlerdir.
Bu nedenle Batılı emperyalist güçler, Irak ve Suriye gibi ülkelerin dağıtılarak, “bileşenleri”ne ayrıştırılmasını, her bir bileşenin başlı başına devlet olarak yapılanmasını, göz ardı edilmemesi gereken bir düşünce olarak görmüşlerdir. Böylece Ortadoğu da “balkanlaştırılmış” olacak. Nitekim daha 1982’de hazırlanan bir stratejide şu anlayışlara yer verilmektedir:

“Lübnan’ın beş eyalet olarak tamamen parçalanması, Mısır, Irak, Suriye ve Arap Yarım Adası da dâhil bütün Arap dünyası için bir mevcut durum olacaktır. Lübnan’da olduğu gibi, daha sonraları Suriye ve Irak’ın etnik veya dini gruplara göre bölünmesi, uzun vadeli bakıldığında doğu cephesinde öncelikli amaç olurken, bu devletlerin askeri güçlerinin dağıtılması kısa vadeli amacı teşkil eder. Bugünkü Lübnan gibi Suriye, etnik ve dini yapısına tekabül eden devletlere bölünecektir; Kıyıda bir alevi-Şii devleti; Halep bölgesinde bir Sünni devlet; kuzeydeki komşularına düşman gözüyle bakan (Şam’da) başka bir Sünni devlet; Golan bölgemizi, Hauran ve kuzey Ürdün’ü de içine alan bir devlet kuracak olan Dürzîler de dikkate alınmalıdır. Bu durum bölgemizde uzun vadede barış ve güvenliğin garantisi olacaktır ve bu hedef, ulaşabileceğimiz kadar yakındır”. (İsrail Dışişleri Bakanlığı çalışanı O. Yinon tarafından Siyonist bir örgüt için hazırlanan „’80’li Yıllardaki İsrail İçin Bir Strateji“ başlığını taşıyan analiz; Yayımlayan; Association of Arab-American University Graduates)

‚80’li yıllarda hazırlanan bu strateji, BOP çerçevesinde bugün uygulanmaya çalışılmaktadır. Öyle ki, Irak’ın üçe bölünmesi olasılığı Türkiye’de burjuvazinin ve Genelkurmay’ın da gündemindedir. Ama Ortadoğu’nun balkanlaştırılıp balkanlaştırılamayacağı konusunda Irak direnişi bağlayıcı öneme sahip. Irak direnişinin başarısı, bu stratejiyi paçavraya çevirebileceği gibi, BOP’u da mahkûm edebilir ve bölge halklarının emperyalizmi bölgeden kovması için mücadelesine ivme kazandırabilir.

Irak’ta bir taraftan Sünni-Şii-Kürt ayrışımı işleniyor, ama diğer taraftan da toplum giderek işgale karşı mücadele bazında ayrışıyor; direniş ve işgalcilerle işbirliği cepheleri oluşmuş durumda. Bu cepheleşmede -yansıyış biçimi nasıl olursa olsun- Irak Pan-Arap yurtseverliği, işgale karşı mücadelede antiemperyalistliğin doğrudan ifadesidir.

Irak’ta direnişi, Amerikan emperyalizminin yeni bir cephe (Suriye, İran) açmasını engellemektedir. Irak’ta hesaplar tutmadı. İran ve Suriye’de de tutacağının hiç bir garantisi yok. Amerikan emperyalizmi, BOP’u gerçekleştireceğim derken, amacının tam tersi sonuçlara da varabileceğini hesap etmeye başladı.

“Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850” yapıtının girişinde Marks şöyle diyordu:
"Kısaca: devrimci ilerleyiş, hiç de kendi dolaysız trajik-komik kazanımları ile kendine yol açmadı, tersine, ancak sımsıkı, katı, güçlü bir karşı-devrim ortaya çıkartarak, kendisine bir hasım yaratarak ve onunla savaşarak, devrim partisi, en sonunda gerçekten devrimci bir parti olarak olgunlaştı”.
Amerikan emperyalizmi bu gerçeği görüyor.

17 Kasım 2005 Perşembe

EMPERYALİSTLER ARASI ÇIKAR ÇATIŞMASI VE İRAN’IN DURUM ALGILAMASI

Amerikan emperyalizmi, “yeni savaş”ını sürdürmek için Afganistan ve Irak’tan sonra esas hedefin İran olduğunu saklamıyor. İran’a saldırmak, bu ülkeyi işgal etmek ve Amerikan güdümlü bir rejim kurmak için Amerikan emperyalizminin bu ülkeye yönelik planı adım adım örülüyor. Son günlerde olduğu gibi, çeşitli vesile ve bahanelerle İran’ın yanı sıra Suriye de hedef olarak gösteriliyor. İran’ın aksine Suriye’de, şimdiki aşamada korkutularak istenilen kıvama getirilmeye çalışılıyor.

Amerikan emperyalizmi 21. yüzyılda dünya hâkimiyeti kurmanın ve sürdürmenin Avrasya üzerine hâkimiyette geçtiğini biliyor. Ne var ki Lizbon’dan Vladivostok’a kadar uzanan bu alanda önde gelen emperyalist güçlerin hepsi birbiriyle tepişmektedir. ABD, AB ve AB içinde Almanya, Fransa, İngiltere, diğer taraftan Rusya, Çin, Japonya gibi aktörlerin yanı sıra Hindistan, Türkiye ve İran gibi ülkeler de bu uçsuz bucaksız alanda at koşturma hevesindeler.

Amerikan emperyalizmi, amacına ulaşmak için birkaç koldan ilerliyor: Gürcistan ve Ukrayna’da gerçekleştirdiği sivil darbelerle Kafkasya/Hazar Havzası amacına biraz daha yaklaştı. Güneyde ise durumu pek parlak gözükmüyor. Irak’ta himayeci sömürge sistemini henüz kuramadı ve Irak halk sergilediği direnişle böyle bir rejimi kabullenmeyeceğini göstermektedir. Bunun ötesinde bu cephede Afganistan ile Ortadoğu’yu birbirine bağlayamadı. Çünkü önünde hem yer altı zenginliğinden hem de Avrasya Jeopolitikası bakımından stratejik öneme sahip olan İran engeli var.

Amerikan emperyalizmi, Türkiye, Pakistan, Afganistan ve Irak üzerinden İran’ı çembere almış durumda. Ama saldıramıyor. Artık “uluslararası terörizme karşı mücadele”, başka ülkeleri kendi çıkarlarına koşmakta yeterli bir neden olmuyor. Bunun ötesinde İran, enerji kaynağı olmasından ve stratejik açıdan bakımından diğer bütün emperyalist ülkeler için de oldukça önemli. Bu durumu İran’daki klerikal faşist rejim de çok iyi biliyor ve kendi gücünden ziyade emperyalistler arası çelişkilerin gücüne dayanarak Amerikan emperyalizmine dönem dönem meydan okuyabiliyor.

Balkan, Afganistan ve Irak savaşlarında ve işgallerinde Amerikan emperyalizmi gönüllü-gönülsüz müttefikleriyle birlikte hareket etti. Ama İran politikası için aynı şey söylenemez. Amerikan emperyalizmi bu sefer; İran’a saldırı konusunda yalnız kalmıştır. Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırı nedeniyle İran’a saldırı için öne sürdüğü neden farklı değil: “kitlesel imha silahı”, nükleer silah üretimi vs. Şimdilerde ABD, İran’a saldırı bahanesi olarak “çalınmış bir laptop”ta kayıtlı olan nükleer silah yapımı projesi senaryosunu ısıtıyor. Amerikan emperyalizmini amacı, İran’a saldırı konusunu sürekli gündemde tutmak, müttefik kazanmak ve dünya kamuoyunu inandırmaktır. Ama emperyalist ülkelerden ve onların uşaklarından oluşan “uluslararası kamuoyu”nu arkasına alma olasılığı oldukça zayıf.

“Avrasya Balkanı”ndaki bu gelişmelere İran algılaması açısından bakalım:
Hazar Havzasında, Avrasya jeopolitiğine bağlı olarak „büyük oyun“ SB’nin dağılmasından hemen sonra başladı. Bu oyunda başta ABD ve Rusya olmak üzere hemen hemen bütün emperyalist ülkeler ve bölge devletleri yer alıyorlar. Henüz sonuçlanmamış bu „büyük oyun“ Azerbaycan’da başlatıldı.

Hazar Havzasında Batılı emperyalist ülkelerin, başta da Amerikan emperyalizminin ve onunla birlikte Türkiye’nin aktifleşmeleri ve etkilerinin artması, bölgenin tarihsel iki ezeli rakibi olan Rusya ve İran’ı birbirlerine yakınlaştırdı. Bu iki ülkenin amacı, bölge dışı güçlerin bölgeye girmelerini, nüfuz sahibi olmalarını engellemek ve eski durumun, Azerbaycan’ın paylaşılmışlık durumunun da bir şekilde devamını sağlamaktır. Bu stratejinin gerçekleştirilmesi için Ermenistan vazgeçilemez bir konuma sahip. Bu stratejik anlayıştan dolayı Rusya-Ermenistan-İran ittifakı oluşmuştur. Rusya’nın Ermenistan’ı silahlandırması, Azerbaycan’a karşı savaşta (Karabağ) kışkırtması ve İran’a, nükleer silah yapımı da dâhil yardımda bulunması, bu ittifakın bir yansıması olarak görülmelidir.

İran’ın Azerbaycan algılanmasının arka planı:

Petrolünden dolayı önemli olan ve açık denizlere çıkışı olmayan Azerbaycan, 1804-1813 ve 1826-1828 İran-Rus savaşları sonucunda ikiye bölündü. Bugünkü Azerbaycan, Rusya’nın payına düşen Azerbaycan’dı (Kuzey Azerbaycan). Bu ülkenin diğer kısmı (Güney Azerbaycan) ise İran’ın bir parçası, sömürgesi konumundadır. Azerbaycan topraklarının dörtte üçü, İran’ın hegemonyası altındadır.

SB döneminde olduğu gibi, şimdi Rusya’nın denetiminde olan bir Azerbaycan, eski statünün devamı anlamına geleceği için İran’ı, Azerbaycan faktöründen kaynaklanan sorunlardan kurtaracaktır.

Devletsel bağımsız ve Rusya güdümünde olmayan bir Azerbaycan, bugün veya yarın ve bir şekilde güney ile birleşmenin çıkış noktası olacaktır. Böyle bir Azerbaycan, İran Azerbaycan’ını etkileyebilir, yönlendirebilir ve İran’ı bölebilir.

Devletsel bağımsız ve Rusya’nın hegemonyasında olmayan bir Azerbaycan, bütün Kafkasya’da, Orta Asya’da ve Rusya Federasyonunda Türkiye faktörünün güçlenmesinde bir köprübaşı olabilir. Bütün Kafkasya ve Orta Asya’da Türkiye’nin nüfuzu, bu bölgelerde nüfuz sahibi olmak isteyen İran’ın hiç istemediği bir durum olacaktır. Böyle bir Azerbaycan, bu bölgelerde Türkiye-İran rekabetinin Türkiye lehine gelişmesinde belirleyici bir rol oynayacak konumda olabilir.

Devletsel bağımsız ve Rusya güdümünde olmayan bir Azerbaycan, „Türk Dünyası”nın işbirliğini ve olası bütünleşmesini kolaylaştıran bir stratejik konum olabilir.

Bu nedenlerden dolayı İran, devletsel bağımsız ve Rusya’nın hegemonyasında olmayan bir Azerbaycan’ın varlığına karşıdır. İran’a göre Azerbaycan, ya Rusya’nın güdümünde ya İran’ın güdümünde olmalıdır ya da devlet olarak var olmamalıdır. Hele hele Türkiye ve diğer Türk devletleriyle işbirliği içinde ve Rusya hegemonyası dışında bir Azerbaycan düşünülmemelidir bile!

SB dağılmandan önce İran’ın kuzeyde sadece bir komşusu, bir sınırı vardı: SB. SSCB’nin dağılmasında sonra bu bölgede 8 devlet ortaya çıktı. İran’ın kuzeyindeki bu devletler, büyüklük, güç ve yapısal olarak SB’nden çok farklılar. Bu, İran için yeni bir durumu ifade ediyor. Yeni durum; eskiden farklı oluşumlar, İran’ı yeni politikalar oluşturmaya yöneltmiştir. İran, kuzeyindeki gelişmelere hem sevinmiş hem de gelişmeden kaygı duymaya başlamıştır. Sevinmiştir, çünkü eskiden beri nüfuz alanı olarak gördüğü bu bölgeye yayılma olanağına sahip olmuştur. Kaygı duymuştur, çünkü kuzeydeki durum İran’ın beklentilerine tekabül etmiyordu. Sözün kısası SB’nin dağılmasından sonra Kafkasya ve Orta Asya’da ortaya çıkan yeni devletler, İran açısından yeni fırsatlar ve aynı zamanda tehditler anlamına geliyor. 1991’den sonra İran, bölgeye ilişkin politikasını tehdit ve fırsat ikilemi üzerine inşa etmiştir.

Hazar Havzası bölgesinde Türk devletlerinin kurulması, Türkiye ile bu bölge üzerinde rekabet eden İran’ı güvenlik açısından da endişeye sürüklemiştir. Öyle ki Hazar Havzasında çoğunlukla Türk etniğinin yaşaması İran siyasi literatüründe „Türk cephesi“ kavramını ortaya çıkardı. Bu algılama ve İran içinde önemli bir Türk etnik potansiyelinin varlığı İran’ı tedirgin etmeye başladı. İran, Azerbaycan’ı bu gelişmelerin merkezi olarak algılamaya başlamış ve Azerbaycan politikasını, Azerbaycan tehdidi üzerine kurmuştur.

Fars milliyetçilerinin teorisine göre Azerbaycan, 1804-1812 ve 1826-1828 Rus-İran savaşları sonucunda İran’dan ayrılmıştır. Yani Azerbaycan, İran’ın ayrı kalmış, ayrılmış bir parçasıdır ve „anavatan“ İran ile tarihsel ve kültürel bağları vardır. Böylece bugünkü Azerbaycan, İran’ın „tarihi bir parçası“ oluyor. Tabii Azerbaycan, „İran uygarlık havzası“ içinde bulunduğu için de İran’ın bir parçası oluyor. İran’ın bu „Uygarlık Havzası“, Karadeniz kıyılarından Çin’e kadar uzanıyor. Bu uygarlığın temel özelliği „İranlılık ve Fars dili”dir.

Aslında Fars milliyetçileri için önemli olan, Azerbaycanlıların ne olduklarından ziyade, ne olmamaları gerektiğidir. Onlara göre Azerbaycanlılar Türk değil, Azeri’dir ve tarihte Kuzey Azerbaycan diye bir yer de yoktur. Bu olmayanı, Türkiye’den destek alarak İran’ı parçalamak isteyen Pantünkistler uydurmuşlardır!
Fars milliyetçiliğinin bu anlayışını İran Molla rejimi de paylaşmaktadır.

İran’ın Azerbaycan’ı böyle algılamasının sonuçları ortada. İran, Türkiye ile bağı olmayan, Türkiye’yi dışlayan, Batılı ülkeleri, başta da ABD’yi dışlayan, onunla bağ kurmayan, ülkenin geleceğini İran’a teslim eden bir Azerbaycan istiyor. Böyle bir Azerbaycan’ın olmaması -nesnel gerçeklik böyle- İran’ı, istediği Azerbaycan’ın oluşması önündeki engellere ve genel olarak Kafkasya ve Orta Asya üzerine nüfuz sahibi olması önündeki engellere; başta da Türkiye ve ABD’ye karşı mücadeleye ve Türkiye ve ABD’nin bölgede etkisizleşmesinden yana olan dünya ve bölge güçleriyle; Rusya ve Ermenistan ittifaka yöneltmiştir.
İran’ın Kafkasya ve Orta Asya stratejisinin merkezinde Türk düşmanlığı ve antiamerikancılık vardır.

İran’ın Azerbaycan petrolü politikasının arka planı:
İran, Azerbaycan petrolünün üretiminden dışlanmayı, bu bölgedeki stratejik çıkarlarına vurulmuş bir darbe olarak algıladı. Bu olumsuz gelişmeyi dengelemek ve etkisizleştirmek için Azerbaycan/Hazar petrollerini dünya pazarlarına taşıyacak boru hattının kendi topraklarında geçmesini sağlamaya yöneldi. Boru hatları mücadelesinde İran, karşısında ABD, Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan ve Özbekistan’ı buldu. Bitmeyen senfoniye dönüşen Bakü-Ceyhan hattı, nihayet, yukarıdaki ülkeler tarafından 25 Ekim 1998’de Ankara’da imzalandı (Ankara Deklarasyonu) ve yapımı tamamlandı.

Bu gelişmeler, İran’ı bölgede yalnızlığa itmiştir. Ama o, her şeyi bitmiş olarak görmüyor. Her şeyin bitmemiş olduğu konusunda haksız da değil. İran, petrol sevkiyatı güzergâhının değişimi için mücadelesini sürdürüyor. Bu ülke için tehlikeli olan, önlenmesi gereken, Rusya üzerinden geçen veya Çin, Afganistan üzerinden geçmesi gereken boru hatları değil. İran, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının kendisi için en tehlikeli hat olarak görmeye devam ediyor.

Nasıl ki Bakü-Ceyhan boru hattı Amerikan emperyalizminin, Avrasya jeopolitikasına uygun düşen siyasi-stratejik bir tercihiyse, İran’ın, boru hattını kendi topraklarında geçirme çabası da bu ülke açısından Hazar Havzası’na yönelik stratejisinin temel bir gereğidir. Boru hattı, İran açısından da siyasi bir tercihi ifade ediyor.

İran’ın Afganistan algılamasının arka planı:
Fars milliyetçiliği, Azerbaycan’ı nasıl ki İran’ın bir parçası olarak görüyorsa, Afganistan’ı da İran’ın tarihi toprakları olarak görmektedir. Öyle ki, İran ders kitaplarında Afganistan’ın İngiltere’nin politikasının sonucunda İran’dan ayrıldığı yazılıyor. Yani Azerbaycan gibi Afganistan da İran’ın bir parçasıdır. Bu algılamayı Afganistan’da Farsçanın resmi dil olması güçlendiriyor. Bunun ötesinde Tacik ve Şii olan Hazara Türkleri, İran-Afganistan arasındaki etnik-mezhepsel bağın ifadesi oluyor.

Ülke olarak Afganistan, hiçbir zaman İran için bir tehdit unsuru olmamıştır. Ama bunun tersi geçerlidir. İran, Afganistan için tehdit unsuru olmuştur.
1921’de İran ile Afganistan arasında yapılan dostluk anlaşması ile kurulan dost ilişkiler, 1978’e kadar sürdü ve Afganistan’da gerçekleştirilen Sovyet yanlısı „komünist“ darbe ile sona erdi.
1979’da İran devrimi gerçekleşti ve aynı dönemde Sovyet ordusu Afganistan’a girdi. Her iki ülkedeki bu iktidar değişimi aralarındaki ilişkilerde yeni bir dönemin açılmasına neden oldu.
İran, Afganistan’da SB’ne karşı mücadele eden mücahitleri destekledi, ama SB’ne karşı ihtiyatlı bir politika güttüğü için bu desteği sınırlı tuttu.

SB’nin dağılmasından sonra her iki ülke arasındaki ilişkiler yeni bir karakter aldı. SB’nin dünya siyaset sahnesinden silinmesi İran’ı cesaretlendirdi ve Kafkasya’da olduğu gibi, Afganistan’da da nüfuz sahibi olmaya yöneldi.

Afganistan’ı önemli kılan ise Orta Asya petrol ve doğalgazının dünya pazarlarına taşınması için düşünülen boru hatları güzergâhlarından birisi olması ve aynı zamanda bölgedeki petrol ve doğal gaz kaynaklarına yakınlığıdır. Bu özelliğinden dolayısıyla Afganistan, Amerikan emperyalizminin hâkimiyeti altında olmalıydı. Antiamerikancı İran’ın denetimindeki bir Afganistan, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet edemezdi.

Burhaneddin Rabbani yönetimindeki Kuzey İttifakı rejimini devirmek için Afganistan siyasi arenasında 1994’ten itibaren görülen Taliban hareketi örgütlendi. Taliban hareketi, Pakistan ve Afganistan’ın güneyindeki dini okullarda örgütlendi. (Taliban öğretisi, Mevlana Fezlularahman liderliğinde „Cemiyet-e Ulemay-e Pakistan“ öğretisidir.) Bu öğreti anti-şii’dir. Bu öğretiye göre Şiiler, kâfirdir. Bu özelliğinden dolayı Taliban, anti-İrancı bir hareketti. Bu hareket, İran’ın bölgede yayılmasını engellemek ve dolayısıyla Amerikan, Suudi ve Pakistan çıkarlarına hizmet etmesi için Taliban hareketi, ABD, Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından kuruldu, desteklendi ve iktidara gelmesi sağlandı.
11 Eylül saldırısından sonra durum yeniden değişti, Afganistan kartı yeniden karıldı.

İran, Amerikan emperyalizminin Afganistan’a saldırısını güvenliğine ve çıkarlarına karşı bir tehdit olarak algılamaktadır. İran, Amerikan’ın Afganistan’a çıkmamak için girdiğine inanmaktadır. İran, Afganistan’da kurulacak devlet yapısının; devlet ve yönetme anlayışının kendi rejimi için bir tehlike olduğuna da inanmaktadır. İran, Afganistan savaşıyla birlikte bölgede Amerikan şemsiyesi altında aktifleşen Türkiye’nin faaliyetinden tedirgin olmaktadır.

Afganistan’da ABD, İran’ın Azerbaycan, Türkiye ve Körfez’den sonra doğuda çembere alınması anlamına gelmektedir. Bu durumda İran’ın yegâne açık kapısı Basra Körfezidir.

Afganistan’da Türkiye, Orta Asya’ya daha çok yaklaşmış Türkiye demektir. Afganistan’da aktif bir Türkiye, İran’ın Orta Asya stratejisine tamamen ters düşmektedir.

İran, uluslararası baskıdan ve ABD’nin kendisine de saldıracağı korkusundan dolayı, 11 Eylül saldırısını kınamıştır. Dolayısıyla Afganistan savaşına pasif destek sunmak zorunda kalmıştır.
Sonuçta Afganistan’da kaybeden İran olmuştur.

İran-Ermenistan ittifakının arka planı:
Rusya ve İran’ın, birçok başka nedenlerin yanı sıra ABD ve Türkiye’nin Güney Kafkasya ve Orta Asya’daki etkilerini geriletme ve kontrol altına alma gibi ortak çıkarları vardır. Rusya ve İran, bölge ülkelerinde ekonomik, siyasi ve askeri alandaki kurdukları ilişkiler, dini, kültürel, etnik temeller üzerinde geliştirilen ilişkiler vasıtasıyla etkili olmaya çalışıyorlar. Ermenistan, birbiriyle sınır komşuluğu kalmayan Rusya ve İran’ı birbirine yakınlaştıran, Güney Kafkasya planlarında rol verilen bir ülke konumundadır. Soruna etnik, kültürel, dini anlayış vb. açıdan baktığımızda veya İran molla rejiminin önem verdiği değerler açısından baktığımızda, bu iki ülkenin ortak yönlerinin olmaması gerekir. Ama çıkar anlayışı, İran’ı Ermenistan’a yaklaştırmış ve her iki ülke arasında kurulan ittifak, stratejik özellik kazanma yönünde gelişmiştir:

-Tecritliği ve çembere alınmışlığı yarmak için her iki ülke, birbirlerini siyasi ve ekonomik açıdan uluslararası arenaya açılan kapı olarak görüyorlar.

-İran, Karabağ sorununda Ermenistan’ın yanında yer alıyor. İran’ın Karabağ sorunundaki tutumu sürekli Ermenistan lehine sonuçlar vermiştir. Ermenistan ise Azerbaycan’la Güney Azerbaycan’ın birleşme çabasını engellemede İran’ın işini kolaylaştırıyor.

-Her iki ülke, Hazar Havzası petrol ve doğal gazına dünya pazarlarına ulaştıracak boru hatlarından dışlanmış durumdalar.

-İran, gelişen Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini ve Türkiye’nin bölgedeki etkisini dengelemek için Ermenistan faktörüne sarılıyor.

-İran, uluslararası çapta kendi aleyhine çalışan Yahudi lobisine karşı Amerika ve Avrupa’da (Fransa) güçlü olan Ermeni lobisini kullanmayı amaçlıyor.

-Ermenistan, İran’ın Basra Körfezi’ndeki limanını, dünya pazarına açılan yegane kapı olarak görüyor.

-Ermenistan, İran’ın Rusya ile diyalogunu kolaylaştırıyor. Çıkar ilişkilerinin yaşama geçirilmesi, Ermenistan’ın İran tarafından güçlendirilmesi anlamına geliyor. Öyle de oluyor; İran gözüyle bakıldığında Ermenistan, batı ve kuzey İran’ı Türkiye’nin ve Batı’nın etkisinden koruyan bir kale, bir engel olarak gözüküyor. Karabağ sorunu ve Ermenistan’ın Türkiye ile soykırımı sorunu nedeniyle Azerbaycan ve Türkiye’nin bu ülkeye ambargo uygulaması ve bu nedenden dolayı ekonomik, askeri ve enerji konularında Rusya’ya tamamen bağımlı kalma tehlikesi ve korkusu, Ermenistan’ın İran ile ilişkilerini derinleştirmeye ve kapsamlaştırmaya yöneltmiştir.

Resmi açıklamalara göre Rusya-İran-Ermenistan arasındaki ittifak ilişkileri „kimseye karşı yöneltilmemiş“tir. Ama filli olarak bu ittifak, ABD-Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan’a karşı bir ekseni ifade etmektedir.

Sonuç itibarıyla:
İran’a komşu üç ülkede; Türkiye, Irak ve Afganistan’da Amerikan emperyalizmi doğrudan veya NATO üzerinden askeri hâkimiyetini kurdu. İran’ı da kontrol etme durumunda Hazar Havzasından petrol sevkiyatını da kontrol etmiş olacak.

Ama bu durumda Rus petrol tekellerinin Hazar Havzası’nda petrol üretimi, üretilen petrolün sevki ve ihracatı olanakları oldukça sınırlandırılmış olacak. Rus tekellerinin ve dolayısıyla Rus emperyalizminin bunu kabullenmesi olası değildir.
İran, Rus emperyalizminin Amerikan emperyalizmiyle bu çıkar çatışmasını kendisi için değerlendirmektedir.

Yükselen Çin emperyalizminin petrole ihtiyacı var ve o bu ihtiyacını büyük oranda bu bölgeden temin ediyor. Çin, petrol ve gaz ihtiyacının yedide birini sadece İran’dan alıyor. Çin petrol tekeli Sionopec, 70 milyar dolar kapsamı olan enerji anlaşması imzaladı. Petrol çıkarımına yoğun olarak katılan bu tekel, 30 yıllığına 250 milyon ton tutarında sıvı gazı da teminat altına aldı. Bu durumda Çin emperyalizminin, Amerikan çıkarlarına boyun eğerek İran’dan ve bölgeden vazgeçmesi, bu alanı mücadelesiz Amerikan emperyalizmine terk etmesi düşünülemez.
İran, Çin emperyalizminin Amerikan emperyalizmiyle bu çıkar çatışmasını kendisi için değerlendirmektedir.

Aynı durum AB ve bu entegrasyonu yönlendiren Alman ve Fransız emperyalistleri için de geçerlidir. Körfez ve İran, AB için de petrol bakımından oldukça önemlidir. AB de bu bölge petrolünün üretim ve sevkiyatını kontrol etmek için özellikle Amerikan emperyalizmiyle rekabet ediyor. Türkiye’nin üyeliği durumunda AB’nin sınırları bölgeye kadar azanmış olacak. Ama bugün açısından bir bütün olarak AB’nin Amerikan emperyalizmine karşı İran’ın yanında yer aldığı biliniyor.
İran, AB’nin Amerikan emperyalizmiyle bu çıkar çatışmasını kendisi için değerlendirmektedir.

Amerikan emperyalizminin İran’a saldırısı, uluslararası hegemonya mücadelesinde, emperyalist güçler arası rekabette ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesinde yeni bir aşama anlamına gelecek derecede önemli bir gelişme olacaktır.