deneme

31 Ocak 2007 Çarşamba

DÜNYA SOSYAL FORUMU VE NGO’LARIN ROLÜ





2007 Dünya Sosyal Forumu 20-25 Ocak 2007 tarihinde Kenya’da (Nairobi) gerçekleştirildi. Yapılan açıklamalara göre bu forumda daha ziyade kara kıtanın sorunlarına ağırlık verilmiş. Sorunların kendisi ve ele alınışı bu forumun daha önceki dünya ve Avrupa sosyal forumlarından farklı olduğunu göstermektedir. Sosyal forum anlayışının merkezinde duran “çeşitlilik içinde birlik” ilkesinin ne anlama geldiği bu forumda çok açık bir şekilde görülmüştür. ‘90’lı yıllardan bu yana güçlenen, geniş yığınları etkileyen “küresel direniş hareketi” veya “küreselleşme karşıtı hareket” veya da “enternasyonal kitle hareketi”, 2001’de Porto Alegre’de (Brezilya) ilk kez forum biçiminde örgütlenmişti. O günden bugüne kıtalar, bölgeler, ülkeler ve şehirler bazında dünyanın hemen her tarafında forumlar örgütlendi. Forumlara, sadece tekellere, emperyalizme, neoliberalizme karşı olan, sadece sosyalizmi kast ederek “başka bir dünya” isteyen kurumların katıldığı doğrultusundaki genel anlayışın ne denli yanlış olduğunu kara kıtada düzenlenen forum göstermiştir. Evet, bütün sosyal forumlarda işçiler, köylüler, gençler, kadınlar farklı ideolojilerin, siyasal anlayışların şekillendirdiği örgütlerle kendilerini ifade etmeye çalışmışlar ve “başka bir dünya” talebini yükseltmişlerdir. Bu doğrudur. Ama bu, sosyal forumlara damgasını vuranların “başka bir dünya”dan yeniden kapitalizmi talep ettikleri gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.

Bütün forumlarda esas itibariyle iki çizgi, iki anlayış, evet iki ideoloji karşı karşıya gelmiştir. Foruma niçin katıldığının bilincinde olan ve hayali beklentilere sürüklenmeyen Marksizm-Leninizm ve yine forumu niçin örgütlediğinin bilincinde olan; devrimcileşme potansiyeline sahip bu devasa uluslararası gücü düzene yeniden yamamaya çalışan reformist ve pasifist güçler. Dünya ve Avrupa sosyal forumu önderliğini oluşturan bu güçler AB yanlısı, “sosyal devlet” savunucusu unsurlardan oluşmaktadır. Sosyal forumu ele geçirerek dünya partisi kurmak ve dünya devrimi gerçekleştirmek isteyen birtakım Troçkistler de, “sızma” harekâtı içinde oldukları için bu unsurların çizgisinde hareket etmekteler.

2001’den bu yana örgütlenen forumlarda “çeşitlilik içinde birlik” anlayışının partileri niçin dışladığı, sosyal forum önderliğini elinde tutan güçler tarafından “çeşitlilik içinde birliği” gerçekleştirmek için diye açıklanmıştır. Bu unsurlar, birlikten teori ve pratiğin bütünleştirilmesini anlamıyorlar. Onların birlikten anladıkları, farklılıkların aynı projede; aynı eylemde ortaklaştırılmasıdır. Teori ve pratiği farklı olanlar, farklılıklarını aynı projede nasıl ortaklaştırırlar, burası bir sır. Ama “çeşitlilik içinde birlik”ten anlaşılan bu. Aslında bu, “tek gündemli” kurumların birliğinden başka bir anlam taşımamaktadır. “Tek gündemli” kurum dendiğinde de akla ilk gelen NGO’lardır (“Hükümet Dışı Örgütler”). Tam da bu anlamda sosyal forumlar, NGO’ların uluslararası ve ulusal çaptaki çatı örgütlenmesidir. (Forumlara demokratik kuruluşların, örneğin sendikaların, kadın ve gençlik örgütlerinin katılması bu gerçeği değiştirmemektedir.) Faaliyet alanları birbirinden tamamen farklı olan NGO’lar, “çeşitlilik içinde birlik” sağlamasını çok iyi beceriyorlar. Örneğin, Tanzanya’da Aids’e karşı mücadele eden NGO’larla, Hindistan’da tekellerin bitki tohumlarına patent koymasına karşı mücadele eden NGO’lar ve Etiyopya’da su çıkarmayı görev edinmiş olan NGO’larla Somali’de NGO kurarak Somali halkının emperyalizme karşı mücadelesini örgütlemeye çalışan Avrupalı Troçkistler arasındaki ortak nokta, emperyalizme, neoliberalizme ve emperyalist savaşa karşı birlik değildir, tam tersine toplumsal, sınıfsal mücadelenin konusu olan sorunları ayrıştırmak ve her bir sorunu kendi alanında uzmanlaşmış NGO’ların sorunu olarak görmektir. Böylece NGO’lar sınıf olgusunu, siyasal örgütlenme, parti olgusunu ortadan kaldırıyorlar. Sınıf ve sınıfsal bir sorun yok. İdeoloji ve ideolojik bir sorun yok. Parti yok. Sadece belli insan gruplarının sorunu var ve o insan grubunun o sorunuyla ilgilenen NGO var!    

NGO’lar, kendilerini sivil toplumun temel taşları olarak görüyorlar. Birçok çevre de bu örgütleri, devlet ile pazar arasında yer alan üçüncü sektör, kar amacı gütmeyen, politik ve ticari çıkarlar tarafından yönlendirilmeyen, yoksulluğa karşı mücadele eden, kalkınmanın ve demokrasinin şu veya bu sorunlarına çözümler arayan örgütler olarak görüyor.

NGO’lar neye muktedirdir, gerçekten ne yaparlar sorusunu cevaplandırmak için hangi güçler tarafından desteklendiklerine bakmak gerekir. Bu örgütlerin arkasında devletler, firmalar, partiler, kiliseler, vakıflar, haber alma servisleri vardır. Bunların, şu veya bu ülkede ısrarlı faaliyetleri, umulmadık alanlarda ve yerlerde ortaya çıkmaları şüphe götürür, kimin adına çalışıyor oldukları düşünmeye değer. Örneğin bunların Yugoslavya savaşında, Gürcistan ve Ukrayna’daki “renkli devrim”lerde oynadıkları rol, Afganistan’ın işgalinden sonra bu ülkede sayılarının olağanüstü artışı bilinen gerçeklerdir.

Bu örgütler, güya yardımlarıyla, sorunların çözümüne güya katkılarıyla sınıf çelişkilerini yumuşatmaya, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde emperyalist ülkelere, tekellere duyulan kin ve tepkinin törpülenmesine hizmet etmektedirler. BM, tam da bu görevleri yerine getirsinler diye bu türden örgütlerin kurulmasını ve yaygınlaşmasını teşvik etmektedir.

Önemli olan, uluslararası sermayeye, tekellere, evet emperyalizme karşı mücadelenin çarpıtılmasıdır. Sorunların sistem içinde çözülebileceğine inancın güçlendirilmesidir.
NGO’lar,   genellikle “insancıl”, sosyal reformist anlayışlarıyla, sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenme sürecinde ortaya çıkan sorunları ve uluslararası tekellerin; mali sermayenin çıkarlarını zedeleyen tepkileri önlemede ve bu anlamda da uluslararası kapitalizmi istikrarlaştırmada hiç de küçümsenmemesi gereken bir rol oynamaktalar. Bu nedenden dolayı da, sermaye tarafından güçlü bir şekilde desteklenmekteler.

Tarihsel görevi bu olan hükümet dışı örgütlerin sayısı son yıllarda oldukça artmıştır. Örneğin 1960’da dünya çapında sadece 1268 hükümet dışı örgüt vardı. Bu sayı 1981’de 9398’e, 1990’da ise 16208’e çıkar. 1992’de sayıları 12457’yı düşmesine rağmen sonraki yıllarda sürekli artar. Bugün sayılarının 30 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.

Dünya Sosyal Forumu, sayıları 30 bin civarında olan NGO’ların çatı örgütlenmesidir ve çok açıktır ki, mali destek sağlayan güçlerin çıkarları için mücadele ediyorlar. Yani emperyalist sermayenin çıkarları için mücadele.  Temel görevleri de sınıf örgütlenmesini, siyasal örgütlenme anlayışını yıkarak yeni sömürge ülkelerde emperyalizme karşı mücadeleyi engellemektir. Bu anlamda yeni sömürgelerde devrimci mücadeleyi, siyasal örgütlenmeyi engellemenin yolu NGO’lar kurmakta ve onları güçlendirmekte geçiyor demekle bir abartma yapmış olmayız. Emperyalizm, hemen bütün kurumlarının dolaylı ve doğrudan mali desteğiyle kurdurduğu NGO’lara devrim sorunlarını üstlendirmiş ve örneğin, su, eğitim, açlık vs. akla gelen her konuda o alanda uzmanlaşmış NGO’lar faaliyette. Sınıfsal sorunlar, insan grupları sorunlarına indirgenmiş ve devrimci bir partinin toplumsal sorun diye ele alması gereken her bir sorun/konu uzmanlaşmış NGO’ların varlık nedeni olmuş. Güya sorunu ortadan kaldırma mücadelesi veriliyor, ama aslında emperyalizme bağımlılık güçlendiriliyor.
NGO’lar kendi gücüne güven olgusunu yıkıyor, güya dayanışma ve mücadele mali desteğe ve bu desteği verenlerin çıkarlarına mahkûm ediliyor. NGO’lu olmak zorundasın! Verilen mesaj bu.
Kenya’da gerçekleştirilen DSF’nun gösterdiği gibi, Afrika’da NGO’lar toplumu ayrık otu gibi sarmışlar.
 
 

9 Ocak 2007 Salı

NEOLİBERALİZMİN ZAFERİ (I)


Radikal gazetesinin 7 Ocak 2007 tarihli sayısında Türker Aklan, köşesinde “Savaşa çağrı mı?” başlıklı yazısında MİT Müsteşarı Emre Taner'in “önemli” gördüğü açıklamasında “iki temel unsur” tespit ediyor. Oldukça “ilginç” olan “temel unsur”:

“Birincisi, artık ulus-devletlerin gerileme dönemine girilmiştir…Ulus-devletlerin eski egemenlik anlayışını bırakmak zorunda oldukları doğrudur. Girmek için can attığımız AB'ye üye olan devletler ulusal egemenliklerinden ödün vermiyor mu? AB üyesi olan ülkeler gümrük politikalarını, vergi politikalarını, para politikalarını bağımsızca saptayabiliyor mu? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, IMF'nin, Dünya Bankası'nın, Dünya Ticaret Örgütü'nün kol gezdiği dünyada eski ulusal egemenlik kavramının hiç değişmediğini savunmak mümkün müdür?
Değildir elbette. Günümüzde 'ulus-devlet' daha yumuşak ve esnek bir egemenlik kavramına dayanmaktadır. Bu değişikliğin de iki temel nedeni vardır. Birincisi, kısaca 'küreselleşme' dediğimiz olgudur. Sermayenin, üretimin, tüketimin ulusal sınırları aşması; iletişimin, ulaşımın, değer yargılarının küreselleşmesi; çevre sorunlarının ve çözümlerinin ulusal ölçeklere sığmaz olması...
Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına geldiğimiz bir dünyayı ortaya koyuyor. Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“.
Bu tespit, neoliberalizmin son 10-15 yılda elde ettiği en önemli ideolojik „zafer”lerden birisidir. Küreselleşme ile ulus devlet arasındaki ilişkiyi yanlış anlama yarışı düzenlenmiş olsa herhalde Türker Aklan bu yarışı birincilikle kazanmış olurdu. Üstünde durmaya değer.

Konuyu biraz açalım.
Birkaç asırlık burjuva devlet hala yerinde duruyor…

10-15 senedir sık sık duyuyoruz: Genel olarak devlet veya ulus devlet artık dünya çapında çöküş sürecine girmiştir! Devlet yok oluyor, zayıflıyor, inceliyor vs. Artık sınırlarını ve topraklarını da kontrol edememe zamanı yaklaşmaktadır! Ulus devlet, sahip olduğu hükümranlığı kaybetmektedir! Ve nihayet dünyanın hiçbir devleti küreselleşmiş, Marksist kavramla ifade edecek olursak uluslararasılaşmış sermaye ve üretime karşı koyacak durumda değildir!

Bu türden açıklamalar aslında hiç de yeni değildir. Sermaye hareketinin uluslararasılaşması seyri, ulus devletin tarihe karışıyor anlayışlarının daha II. Dünya Savaşının hemen sonrasında gündeme getirilmiş olduğunu göstermektedir. Öyle ki, geçen yüzyılın 50’li yıllarının sonunda kıtalar arası füzelerin üretimi, savunmanın, sınır savunması olarak tarihe karışacağının bir verisi olarak öne sürüldü. Böylece, sınırların anlamsızlaşacağı, devlet topraklarının savunulamayacağı, cephenin veya cephe gerisinin nerede olduğunun bilinemeyeceği ilan edilmişti. 60’lı yıllarda ulus devletin önemsizleşmesinin askeri alandaki verilerle açıklanmasından ekonomik alandaki açıklanmasına geçildi. Ulus devleti içten içe kemirenin ve yok edenin uluslararası tekeller olduğu keşfedildi. Gerçekten de bu dönemde Amerikan tekelleri, başta Avrupa sermayesi (tekelleri) olmak üzere dünyanın her tarafında sermaye satın alıyor ve yaygınlaşıyordu. Yani ‘60’lı yıllardan itibaren sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında hızlı bir gelişme oluyordu. Gerçekten de Unctad’ın verilerine göre uluslararası tekel sayısı 1969’da 7200’den 2005’te 69.727’ye; bu tekellere bağımlı işletmelerin sayısı da 27 binden 690 391’e çıkıyordu. Bu veriler, ulus devletin uluslararasılaşan sermaye ve üretim karşısında tutunamayacağını; sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasına yenik düşeceğini ya da yok olmamak için gelişmeye uyum sağlayacağını ve bizzat uluslararasılaşacağını kanıtlamak için yeter de artar deniyordu. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, ulus devletin ülke ve dünya ekonomisinde oynaması gereken rolü veya o zamana kadar oynadığı rolü artık oynayamayacağını göstermektedir anlayışları savunuluyordu. Bu türden iddialar tabii ki yeni değil, dolayısıyla bunlara verilen cevaplar da yeni değil. İdeolojik cephede zafer kazanan neoliberalizm, doğal olarak bu alanda da zafer kazandı; ulus devletin akıbeti hakkında öne sürdüğü bayağı savları, etkisini sürdürüyor. Bu bayağı savlardan etkilenenlerden birisi de Türker Aklan’dır. Türker Aklan gibilerinin anlayışına göre sermaye ve üretimin uluslararasılaşması bütün biçimlerinde gerçekleşecektir: Ulus devlet yapıları yıkılacağı için sınıflar da uluslararasılaşacaktır, ulus devleti ifade eden yasalar kalmayacak, bütün dünya uluslararası hukuka göre yönetilecektir. Yani sermaye ve üretim uluslararasılaştığı, ulus devletten bağımsızlaştığı için kendisine yeni bir yapı arayacaktır. Bu nedenden dolayı 1980’li yıllarda R. Cox, devletin, ulus devleti gereksiz kılan uluslararasılaşmasından bahsediyordu. Bu anlayış birçok siyasal akımı etkilemiştir. Etkilenenlerin başında kendini Marksist sanan küçük burjuva çevreler ve yeni Gramscici çevre gelmektedir. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, ideolojik alanda neoliberalizme önemli bir zafer kazandırmıştır. Ulus devletin güçsüzleştiği adeta kanıksatılmıştır. Emperyalist burjuvazi, yoğun neoliberalizm propagandasıyla neoliberal hegemonyasını kurmuştur. Giderek yok olan, etkisizleşen ulus devlet savı, neoliberal hegemonyanın en önemli dayanak noktası olmuştur.

Ama gerçekler tamamen başka. Giderek yok olan, etkisizleşen ulus devletten bahsedebilmek için ya siyasal kör olmak gerekir ya da neoliberal ideolojinin etkisinde kalmış olmak gerekir. Türker Aklan siyasal kör müdür veya neoliberal ideolojinin etkisinde mi kalmıştır, bunu bilmiyorum. Pek de önemli değil. Önemli olan, nesnel gerçekliğin kendisidir. Bu gerçeklik şunu gösteriyor: Dünyanın emperyalist çağa ayak attığı dönemde; 1900’lü yıllarda dünya veya siyasal dünya, sayısı 40 veya biraz fazla olan devletten oluşmaktaydı. II. Dünya Savaşı sonrasında (1946) bu sayı 70’e çıktı. Şimdi ise 200 kadar devlet var. Sayı giderek artıyor. Yani sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının başka bir tanımı olan; genel tanımı olan emperyalist çağda ve özellikle son 10-15 yılda sınırları belli, bayrağı olan, ordusu, polisi, kendine özgü yasaları vs. olan yapıların sayısı; adı üstünde ulus devlet sayısı giderek artmaktadır. Türker Aklan ise bu olgunun; ulus devlet olgusunun giderek önemsizleştiğini savunuyor. Türker Aklan gibilerinin fakında olmadıkları gerçek şu: Federatif yapıya sahip olan devletler yıkıldı. Örneğin Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çekoslovakya. Bu yıkılma sonucunda yeni devletler, ulus devletler olarak doğdu. Bu dönemde yıkılan, yok olan hiçbir ulus devlet yoktur.

Ulusal kurtuluş hareketleri, ulusal bağımsızlık için mücadele etmiyorlar mı? Ulusal bağımsızlık, kendine özgü sembolleriyle, sınırlarıyla, yasalarıyla belli bir toprak bütünlüğünde ulusal devlet için mücadele değil mi? „Uluslararası kitle hareketi“ olarak tanımlanan uluslararası sosyal hareketler, siyasal taleplerinin gerçekleştirilmesi için öncelikle ulus devletleri başvurulacak adres olarak gömüyorlar mı? Uluslararası partileri mi, hükümetleri mi harekete geçirmek istiyorlar yoksa ulusal partileri mi, hükümetleri mi ve dolayısıyla ulus devleti mi harekete geçirmek istiyorlar? Türker Aklan’a sormak gerekir: Hükümet dışı örgüt olarak uluslararası alanda faal olan örgütler kimin, hangi devletin ajanlığını yapıyorlar? Yoksa bunlar uluslararası bir devlet veya hükümet adına mı ajanlık yapıyorlar? Örneğin Afganistan’daki sayısız hükümet dışı örgütler kimin adına orada faaliyet sürdürüyorlar?

Hiçbir şey değişmemiş demek de Türker Aklan’ın “artık ulus-devletlerin gerileme dönemine girilmiştir” tespiti kadar yanlış olur.
Paradoks olan şu: Türker Aklan gibileri ulus devletin kaçınılmaz sonundan bahsediyorlar, ama ulus devlet, tarihsel gelişmesinin doruk noktasında. Evet, bugün, en gelişmiş haliyle ulus devleti yaşıyoruz ve bu koşullar devam ettiği müddetçe de; yani sermaye ve üretimim uluslararasılaşması; mülkiyetin özel karakteri devam ettiği müddetçe de bunu yaşayacağız.
Bir taraftan en gelişmiş haliyle ulus devleti yaşarken, aynı zamanda yeni ulus devletlerin oluştuğu süreci de yaşıyoruz. Bay Türker Aklan “nasıl olur” diyecek ama nesnel durum böyle. Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra yeni bir ulus devlet oluşumu sürecine girilmedi mi? Dünya politikasında ulus devletler hâkim değiller mi? Yoksa dünya politikasını IMF veya BM mi tespit ediyor? Sayın Türker Aklan, Afganistan’a, Irak’a kim saldırdı ve bu ülkeleri işgal etti? IMF mi, BM mi yoksa ABD ve müttefikleri mi?
Şüphesiz ki “global governance”, hükümet dışı örgütler veya IMF, DB, BM de dünya politikasında belli bir rol oynuyorlar. Ama kimin adına? Bu kurumları finanse eden ülkeler adına, yani ulus devlet veya devletler adına. Öyle değil mi sayın Türker Aklan?

Dünya politikasının yapısındaki değişmeler, ulus devletin yapısındaki değişmeleri ifade eder. Ama dünya politikasındaki yapısal değişmeler hiç de yeni değildir. II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren bu alanda önemli değişmeler olmuştur. Bu, tartışma götürmez bir gerçekliktir. Dünya politikasında, ekonomisinde ve ticaretinde belli bir rol oynayan BM, IMF, DB ve başkaca çok uluslu kurumlar II. Dünya Savaşı sonrasından bu yana faaldirler. Bu kurumları ayakta tutan, yaşatan, işlevli kılan veya işlevsiz kılan, bu kurumları kuran ulus devletlerdir. Bu kurumların aldıkları kararlar, öncelikle üye ulus devletler tarafından alınan kararlardır. Örneğin BM, IMF, DB ve DTÖ, uluslararasılaşmış sermaye tarafından değil, güçlü ulus devletler tarafından kontrol edilmekteler. Yani bu kurumları uluslararasılaşmış ulusal kökenli sermayeler (ulus devletler, emperyalist devletler) yönlendirmektedir. Bu kadarını sayın Türker Aklan da biliyordur!

Devam edelim sayın Türker Aklan: Revizyonist Bloğun dağıldığı dönemde; 1990’lı yılların başında Amerikan emperyalizmi “yeni dünya düzeni”ni ilan etti. Bu düzenin ilan edildiği “Washington Konsensüs”ünde hiç de konsensüs sağlanmamıştı. Askeri ve ekonomik gücüne dayanan ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak kalan Amerikan emperyalizmi, kendi çıkarlarına göre yeni bir dünya düzeni dayatmıştı. Yani Amerikan ulus devletine hizmet eden bir yeni dünya düzeni. Bu dünya düzeninde dünya ekonomisi ve politikası Amerikan çıkarlarına göre düzenlenmeliydi. Her halükarda Amerikan emperyalist burjuvazisi, kendi devletine, yani ABD’ye, dünya iktidarı rolü veriyordu. Bu kadarını sayın Türker Aklan da kabul eder. Sonra ne oldu? Koyu/yoğun bir “küreselleşme” propagandası başlatıldı: serbest pazarlardan, serbest rekabetten, demokrasiden bahsedildi. Sosyalizm öldü dendi ve hızını alamayan Fukuyama da “tarihin sonunu” getirdi. Aynen böyle olmadı mı sayın Türker Aklan?
Reform adı altında; yeni dünya düzeninin kurulması adı altında neoliberalizm güçlü ulus devletler tarafından güçsüz ulus devletlere dayatılmadı mı? IMF’nin, DB’nın, BM “barış gücü”nün arkasında kim var? Neoliberal dayatmaların, işgallerin ve savaşların arkasında emperyalist ülkeler, güçlü ulus devletler durmuyor mu? Bu kadarını sayın Türker Aklan da kabul eder!

MİT Müsteşarı Emre Taner ve Türker Aklan gibileri bir gerçeği unutuyorlar: “Küreselleşme”yi, neoliberalizmi ideolojik bir silah olarak kullanmak için kalemşorlarını örgütleyen Amerikan emperyalizmi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki süreçte jeopolitikayı ve dolayısıyla “alan”ı güya yeni keşfetmiş gibi hareket etmektedir. Ulus devlet bu denli önemsizleşmişse Amerikan emperyalizmi niçin ülkeleri, hammadde alanlarını, stratejik bölgeleri işgal ediyor? Bu işgaller, ulus devletin yok olma sürecine girmediğini gösterir. Bu iki olgu arasındaki diyalektiği anlamayanlar, Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak gibi ülkeleri, oralara demokrasi götürmek için işgal ettiği demagojisini kabul etmek zorunda kalırlar. Geçen yüzyılın ‘70’li yıllarında ulusal sermaye çıkarlarına; Amerikan tekellerinin çıkarlarına hizmet eden politik ekonomi hazırlamak için radikal adımlar atan Amerikan emperyalizmi değil miydi? Özenle seçilmiş pazar alanlarını açmak ve aynı zamanda korumacılığa yarayan duvarlar örmek Amerikan emperyalizminin stratejisi değil miydi? Yani kendi sanayine pek zarar vermeyen alanları açmak ve aynı zamanda kendi sanayini koruyan adımlar atmak ve başka ülkeleri, Amerikan ürünlerinin alımı için baskı altında tutmak.
Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası veya dünya hâkimiyeti için jeopolitikası, güçlü ulus devlet olgusuna dayanmaktadır. Bölgeleri, ülkeleri, hammadde kaynaklarını işgal eden, rakiplerinin gelişmesini daha başından engellemek için tedbirler alan bir güç bunu ulus devletsiz veya yok olmaya yüz tutmuş bir ulus devletle nasıl yapabilir? Bu kadarını sayın Türker Aklan da kabul eder!
Ulus devletin yok olma sürecine girdiği ve devletin giderek uluslararasılaştığı neoliberal bir demagojidir. Kapitalist üretim biçimi henüz ulus devletinden kopmuş bir sermaye, uluslararası bir tekel ortaya çıkarmadı. Uluslararasılaşmış sermaye ve üretimin dayandığı bir veya çok sayıda ulus devlet vardır. Bu anlamda uluslararasılaşmış sermaye ve üretim, rekabeti bütün biçimlerinde keskinleştirdiği için güçlü ulus devlete dayanmak zorundadır ve dayanmaktadır. Bu kadarını Türker Aklan da biliyordur!

Türker Aklan’a göre “Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına geldiğimiz bir dünya”da yaşıyoruz ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“.

Bu kadar yeter sayın Türker Aklan. Başka bir yazıda „sınırlarına“ vardığımız ulus devleti ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ karşılaştırmasını ele alarak ulus devletin yok olma sürecine girmediğini, aksine kendini rasyonelleştirerek güçlendiğini gösteren faktörleri açabiliriz.

7 Ocak 2007 Pazar

Somali ve Emperyalistler Arası Rekabet


 
1991 yılında Londra’da Petrol ve doğalgaz kaynakları üzerine uluslararası bir konferans gerçekleştirilir. Bu konferansta konuşan uzmanlar, Somali’yi de “petrol ve doğal gaz yataklarının muhtemelen çok zengin olduğu” bir “petrol penceresi” olarak tanımlarlar.

Somali, bu özelliğinin ötesinde Süveyş Kanalı-Kızıl Deniz trafiğini, dolayısıyla Ortadoğu’yu ve petrollerinin Asya’ya sevkıyatını doğrudan kontrol etmek için oldukça önemli olan bir stratejik alandır.

Daha 1991’den önce S. Barra diktatörlüğü döneminde Amoco, Chevron ve Conoco gibi petrol tekelleri ülkenin üçte ikisinde petrol arama ruhsatı almışlar ve milyonlarca dolar tutarında yatırımlar yapmışlardı. S. Barra diktatörlüğünün devrilmesinden sonra (1991) petrol tekellerinin bu ülkedeki faaliyetleri kesintiye uğramıştı.

1993’te Amerikan petrol tekelleri, ABD’nin Somali’ye müdahale etmesini adeta talep etmişlerdi. Ve Amerikan emperyalizmi (BM kontrolünde), 1993’te Somali’de „barışı“ sağlamak için bu ülkeye müdahale etti, derisin aldı ve aynı yılın Ekim ayında geri çekilmek zorunda kaldı. BM de 1995’te geri çekilmek zorunda kaldı. Böylece Somali’de direnişle karşılanan „barış“ müdahalecileri ülkeden kovuldular. O günden bugüne ne BM ve ne de emperyalist ülkeler Somali’deki iç gelişmelere doğrudan katılmadılar. 

Şimdi ise BM adeta savaş çağrısı anlamına gelen bir bildirgeyle Afrika Birliği ülkelerinin oluşturacağı 8 bin askerden oluşan bir „Barış Gücü“nü Somali’ye gönderme kararı aldı. BM, Somali’de, sadece, Etiyopya sınırında bulunan Baidoa şehrinde hakim olan „geçiş hükümeti“ni desteklemek ve korumak için „barış gücü“ göndermek istediğini açıkladı. Söz konusu bu hükümet, seçilmiş bir hükümet değildir. BM ve dolayısıyla ABD ve Afrika Birliği tarafından önde gelen aşiret temsilcilerinin katılımıyla oluşturulan bir koalisyondur. Zaman içinde çoğu aşiret temsilcisi bu hükümetten ayrılmıştır. Ülkenin büyük bir bölümü fundamantalist ”İslam Mahkemeleri Konseyi“ tarafından kontrol edilmektedir. 

Amerikan emperyalizmi, Somali’de dinci bir rejimin kurulmak üzere olduğunu, bu ülkenin teröristlere destek vereceğini “düşünerek”, daha doğrusu Afganistan’a saldırı nedenini adeta tekrarlayarak Somali’deki gelişmelere müdahale etmek gereği duydu. İlkinde ağzı yandığı için bu seferki müdahaleyi, 2000’li yıllardan bu yana Afrika’daki „stratejik ortağı“ mertebesine getirdiği Etiyopya vasıtasıyla yaptı.

Amerikan emperyalizminin, Afganistan’da giderek zorlandığı, Irak’ta Vietnam sendromu yaşama korkusuna kapıldığı bir dönemde Somali’ye, dolayısıyla Afrika’ya müdahaleye girişmesinin altında Çin emperyalizminim Afrika’daki varlığı yatmaktadır. Revizyonist-Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra değişen uluslararası güçler dengesi kaçınılmaz olarak Afrika kıtasında da etkili olmuş ve kara kıtada geçen yüzyılın ‚90’lı yıllarının başından bu yana karılan kartlar nihai olarak açılmaya başlanmıştır. Müttefiklerini bulan(oluşturan) emperyalist güçler kıta üzerine rekabetlerini artık açıktan açığa sürdürecek duruma gelmişlerdir. Bu güçlerden birisi de Çin’dir.

Dünya hegemonyası için jeopolitika üretecek yetenekte olan emperyalist ülkeler (ABD, Rusya, Çin, Almanya) arasında sadece Çin, rekabetini şimdilik „barışçıl“ yöntemlerle sürdürmektedir. Çin emperyalizmi hegemonyasını savaşla değil sermaye kullanma yöntemiyle kurmaya çalışmaktadır.

04.11.06 tarihinde Çin’de düzenlenen ve Çin-Afrika tarihinin en büyük konferansı olan „Çin-Afrika Zirvesi“ aslında Çin emperyalizminin dünya hammadde kaynakları ve pazarları için diğer emperyalist ülkelerle başlattığı yarışın açık ifadesiydi. Bu konferansa 53 Afrika ülkesinden 48’i katıldı. 2010 yılına kadar Çin ile Afrika arasındaki ticaret kapasitesinin iki katına (yaklaşık 200 milyar dolar) çıkartılmasından, bazı Afrika ülkelerinin Çin’e olan borcunun silinmesinden bahsedildi.

Çin, Nijerya’da ve Angola’da petrol arama alanları elde etmiş durumda. Keza Sudan’da petrol aramanın yanı sıra rafineri de inşa etti. Port Sudan’a (Kızıl Deniz) ulaştırılan boru hattının vanası Çin’in elinde. Çin, Zambiya ve Kongo’nun madenlerini Atlantik kıyısına ulaştıran Benguala-Demir yolunu inşa etti (bin km.) Çin sermayesi, Nijerya’nın ekonomi merkeziyle kıyıdaki Lagos arasında bağlantıyı sağlayan bir demiryolu inşa etmekte. Bugün Sudan petrolleri üzerinde ABD’den çok Çin söz sahibi durumunda ve bu petrol, aynı zamanda İran’dan alınan petrol de Kızıl Deniz üzerinden Çin’e taşınmakta. Güney ve Güneybatı Asya’ya taşınan bu petrolün en etkili kontrol edilebileceği alan Somali’dir.

Afrika’da oyun artık açık oynanıyor. Bu kıtada emperyalistler arası çelişkiler savaş ve işgale neden olacak derecede keskinleşmiştir. Etiyopya, Amerikan emperyalizmi adına Somali’ye saldırdı ve ülkeyi resmen işgal etti.

Aynen Afganistan’da olduğu gibi, El Kaide’nin oluşumunda olduğu gibi Somali’de de İslamistlerin örgütlenmelerinde ve siyasal nüfuz sahibi olmalarında İtalya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerin yanı sıra Amerikan emperyalizmi belirleyici bir rol oynamıştır.
Mogadişu sokaklarında Amerikan asker cesedi sürüklemeyi örgütleyenler, bugün Amerika ile ilişki içinde oldukları için „kötü serseri“ olmaktan çıkarak „iyi serseri“ olmuşlardır. Bu „iyi serseri”lerden birisi Amerikan emperyalizminin desteklediği „geçiş hükümeti”nin İçişleri Bakanıdır.

II. Dünya Savaşından bu yana tarih, Amerikan emperyalizminin sadece oldukça küçük devletlere karşı sürdürdüğü savaşları kazandığını göstermektedir. ABD’nin gücü Grenada’ya yetmiştir. Ama Kore, Vietnam, Afganistan, Lübnan ve Irak işgalleri ve direnişleri, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasının bir hayal olduğunu göstermektedir.
Somali de yeni bir direniş alanı olacaktır.

4 Ocak 2007 Perşembe

AFRİKA KITASI VE EMPERYALİST GÜÇLER ARASI REKABET (I. Makale)


 


 

Yedinci Dünya Sosyal Forumu 20-25 Ocak 2007’de Nairobi’de (Kenya) gerçekleştirilecek. Bu sosyal forumda öncelikle kara kıtanın sorunları ele alınacak. Bu forum vesilesiyle Afrika kıtasında emperyalistler arası çelişkilerin gelişmesi üzerine (Sudan”daki durumu) durmayı yararlı görüyorum.  

 

Emperyalist küreselleşme Sahra’nın güneyini kasıp kavuruyor. Kara kıtanın bu bölgesindeki felaketten emperyalist ülkeler sorumludur. Dünyanın en fakir 49 ülkesi arasındaki en fakir olan 33 ülke bu bölgede bulunuyor. En az gelişmiş 27 ülkenin hepsi de bu bölgedeki ülkelerden oluşuyor. Bazen emperyalist ülkeler, borcunu ödeme durumu olmayan ülkelerin borçlarının silinmesinden bahsederler. Borcunu ödeyecek durumda olmayan ülkelerin çoğunluğu da bu bölgededir. Gerçekten de bir kısım borçlar silinir. Ama borç silme koşula bağlanır; neoliberal uygulamalardan bahsedilir: Özelleştirin ve ticareti serbestleştirin denir. Böylece silinen borç miktarı, kısa zamanda katlanarak geri alınır.

 

Afrika’nın zenginlikleri (petrol, gaz, kauçuk, değerli taşlar vs.), emperyalist ülkeler, uluslararası tekeller tarafından talan edilir. Bu talanda emperyalist ülkeler, bir taraftan doğrudan yer alırlarken, diğer taraftan da IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlarını kullanırlar. Hükümet Dışı Örgütler, „öncü müfreze“ rolünü oynarlar. Zor kullanmak kaçınılmaz olunca MB devreye girer. Bu da yetmezse emperyalist ülkeler doğrudan müdahale ederler. Afrika’nın 8 ülkesinde BM askerleri “barış gücü” adı altında görev yapmaktadır.

 

Çıkar savaşları:

Fransa ile başlayalım. Afrika kıtasının kanını emen Fransız emperyalizminin hangi amaçları güttüğü pek sır değildir. Fransa, sömürgeci ve büyük güç konumunu devam ettirmek için siyasal nüfuzu altındaki bazı Afrika rejimleriyle anlaşmak zorunda olduğunu biliyor. Fransız emperyalizminin, hammadde kaynaklarını kontrol edebilmek için, özellikle de Fransız Petrol tekeli Total’ın faaliyet sürdürdüğü petrol zengini Afrika ülkeleriyle ilişkisi, onun bu kıtadaki konumunun geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir. Bu anlamda özellikle Libya, Kamerun, Gabun, Kongo-Brazavil gibi ülkeler ve Portekiz’in eski sömürgesi Angola oldukça önemlidir.

Çad’ı da petrol ülkelerinden saymak gerekir. Petrol çıkarımı 2004’te başlayan bu ülkede Amerikan petrol tekelleri iktisadi alanda söz sahibiyken, Fransa ancak siyasal alanda nüfuz sahibi durumundadır.

 

Son yıllarda Amerikan emperyalizmiyle Fransız emperyalizmi Afrika üzerine rekabetlerinde nispeten çıkar uyumluluğu içinde hareket etmişlerdi. Önceleri böyle bir durum söz konusu değildi. Örneğin 1994’te „Ruanda Savaşı“ olarak bilinen soykırımında ırkçı „Hutu Güçleri Hareketi“, Tutsi halkını soy kırımından geçirmişti. Bu savaş, ABD ve Fransa arasındaki rekabetin doğrudan bir ifadesiydi. Bu güçler arasındaki çatışma Fransa ile ABD arasındaki rekabeti temsil eden bir savaştı.

 

Emperyalist güçler arasındaki Afrika üzerine çıkar çatışması belli bir dönem, fazla „gürültüye-patırtıya“ neden olmadan devam etti. Kongo Demokratik Cumhuriyetinde milyonlarca insanın katledilmesine neden olan iç çatışmalar, emperyalist güçleri, somutta da Amerikan emperyalizmini ve AB’yi devlet başkanı olarak J. Kabila üzerinde uzlaşmaya zorlamıştı.

 

Şimdi Fransa (AB) ve Amerika’nın yanı sıra Afrika’da yeni bir rakip ortaya çıktı. Ham petrol ithalatına bağımlı ola Çin, Çad petrollerine sahip olmak için diğer emperyalist güçlerle rekabet içinde. Çin, Çad’a komşu olan Sudan’da da rekabetçi güç olarak oldukça etkili.  Çin, ham petrol ihtiyacının yüzde 10’unun Sudan’dan temin etmektedir. Fransız emperyalizmini tedirgin eden, Çad’dan Kamerun sahiline uzanan ve Fransız çıkarlarına hizmet eden boru hattının yanı sıra Çad’dan doğuya uzanan, yani Port Sudan limanına uzanan ikinci bir boru hattının açılmasıdır. Bu durumda Sudan petrolünde olduğu gibi, Çad petrolünde de ihracatın yönü doğu Asya’ya doğru değişir. Bu, Afrika’nın bu ülkelerinden Doğu Asya’ya veya Çin’e doğru bir yönelişin ifadesi olacaktır. Böyle bir gelişme veya gelişme olasılığı,  Afrika üzerine rekabet eden güçlerin kartları yeniden karmalarına neden olmaktadır. En azından son on sene içinde oluşan ilişkiler dengesi bozulacaktır. Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarında, özellikle de 1994-1997 arasında Afrika’da Fransız varlığı giderek güçlenen Amerikan emperyalizminin etkisi altında kalmıştır. Ruanda’da Hutu diktatörlüğünün devrilmesi (1994) ve Zaire’de (şimdiki Kongo Demokratik Cumhuriyeti) Mobutu diktatörlüğünün yıkılması ve yerine Amerikan emperyalizminin desteklediği L. Kabila’nın (şimdiki devlet başkanının babası) gelmesi (1996/1997) bu bölgelerde Fransız emperyalizminin gerilemesi ve Amerikan emperyalizminin güçlenmesi anlamına gelmekteydi.

 

Amerikan emperyalizmi, diğer rakipleri, özellikle de Fransa üzerine sağladığı bu üstünlüğünü, IMF ve Dünya Bankası’nın nüfuzunu da kullanarak daha da etkili kılmıştır. IMF ve Dünya Bankası, Fransa tarafından desteklenen iktidarlar üzerinde baskısını arttırmıştır. Clinton döneminde, özellikle de 1997-2000 yılları arasında yeniden belli bir uzlaşma eğilimi gelişmeye başlamıştır. Çatışmalara çok uluslu müdahale veya kısmen Afrika Birliği şemsiyesi altında savaşlara son verme durumlarına emperyalist güçler arka planda katılmayı yeğlemeye başlamışlardı. Görünürde Afrikalılar kendi sorunlarını kendileri çözüyorlardı. Öne sürülen Afrikalı güçlerin arkasında ise emperyalist ülkeler vardı. Emperyalist merkezlerde „artık Afrika krizleri öz yönetim”le çözümleniyor deniyordu. Bu durumdan emperyalist ülkeler memnunlardı: Ekonomik çıkarlarından vazgeçmemişlerdi, ama yerel iktidarların istikrarından da sorumlu değillerdi. Ne var ki, bu memnun edici durum fazla yürümedi. Emperyalist ülkeler arasında sessizce sürdürülen rekabet, kaçınılmaz olarak siyasal alanda da etkili oldu ve birçok Afrika ülkesinde iç çatışmalar yeniden gündeme geldi.

 

2000-2003 döneminde Amerikan emperyalizminin Afrika’ya ilgisinde belli bir gerileme oldu. Bu dönemde ABD, Afganistan ve Irak ile meşguldü. Ama 2003’te itibaren Amerikan emperyalizmi „antiterör Savaşı“ adı altında Afrika’ya yeniden ilgi göstermeye başladı. İşe El Kaide-Salafist hareketi arasında işbirliğini engellemek için Cezayir’de askeri üslerin kurulmasıyla başlandı. Çad gibi ülkelerde radikal islama karşı uyarılar, Amerikan emperyalizminin stratejik çıkarlarına (enerji temini sorunu) tabi olarak ele alındı ve bu arada Çin de Afrika kıtasındaki yeni rakip olarak değerlendirildi. 

 

Krizin „çok taraflı“ yönetiminden Fransız emperyalizmi, özel firmalardan, uluslararası kurumlardan (örneğin, AB ile sıkı işbirliği içinde olan Afrika Birliği) oluşan bir konsorsiyumun işbaşında olmasını ve ancak zorunlu olduğu durumlarda büyük güçlerin ara sıra müdahale etmesini anlıyordu. Yani Afrika’da „kriz“ devletleri, bileşimi böyle olan bir konsorsiyum tarafından yönetileceklerdi. Böylece „kriz“ devleti ilan edilen her Afrika devleti, sömürge valisi yerine sömürge konsorsiyumuyla protektoratlaştırılarak emperyalist çıkarlara göre yönetilecekti. Bu işin zor olduğu kısa zamanda anlaşıldı.  

 

Fransa’nın, „arka bahçe“ olarak gördüğü Afrika’daki eski sömürgeleriyle arası bugünlerde pek iyi değil. Bu nedenle Fransa, 10-15 senelik yakın geçmişle karşılaştırıldığında bugünlerde Afrika’ya geri planda kalarak güçlü müdahale etmeye çalışmaktadır. Medyada çıkan haberlerde de Fransa’nın Afrika’ya geri dönüşünden bahsedilmektedir. Örneğin, Merkezi Afrika Cumhuriyetinde ayaklanmacıların Fransız yardımıyla yenilgiye uğratılmasını „Figaro“ gazetesi, Fransa’nın yeniden „Afrika’nın jandarması“ olmaya başladığı şeklinde yorumluyordu. „Libération“ gazetesi, „Afrika: Fransa geri döndü“, „Paris, Afrika’ya ilişkin olarak eski reflekslerini yeniden buldu“ başlıklarını atıyordu.

Bu makalede Fransa’nın Çad’da ve Merkezi Afrika Cumhuriyetinde devam eden askeri müdahaleleri ele alınıyor ve şöyle deniyor: „Fransız paraşütçülerinin Demokratik Kongo Cumhuriyetinde Kalvezi üzerinde atladıkları zamanlar henüz geri gelmedi (1978’de Mobutu rejimini ayaklanmacılardan kurtarmak için yapılan harekât) Kötü imaj yok olmamış ve klişe inatla aynı kalıyor: Fransa, BM görevlendirmesi olmadan da Afrika’da, … dost ve bağımlı rejimleri iktidarda tutmak için gücünü kullanabileceği yerde kalmaya kararlı“.

 

 

 

Sudan-Çad ilişkileri ve emperyalistler arası çelişkiler:

Sudan: Sudan’ın Darfur bölgesinin önemi ve ABD’nin bu bölgedeki rolü: Son dönemlerde ABD’de Darfur’u gündemleştiren kampanya yürütülmekte. Üniversitelerde imzalar toplanıyor, toplantılar düzenleniyor, “Darfur’u kurtar” gösterisi yapılıyor, “insani güçler”den, “ABD Barış Güçü”nden bahsediliyor, medya “kitlesel tecavüzleri” manşete çıkartıyor, onbinlerce Afrikalının Arap milisleri tarafından katledildikleri işleniyor, bütün bunların Sudan rejiminin desteğiyle yapıldığı söyleniyor ve sonuçta Sudan, “başarısız devlet” olarak ilan ediliyor. Sudan, “terörizm devleti” olarak damgalanıyor. Öyle ki, savaş karşıtı gösterilerde “Irak’tan çık, Darfur’a gir” yazılı afişler dağıtılıyor. Açık ki belli bir savaş kışkırtıcısı çevre iş başında.

 

 

Savaş kışkırtıcısı Siyonizm yanlısı örgütlerin yanı sıra Sudan’a müdahalenin başını eski Dışişleri Bakanı C. Powell, şimdiki Dışişleri Bakanı C. Rice, general W. Clark, Britanya Başbakanı T. Blair gibileri çekmektedir. Tabii bunların baş destekçisi de ABD Başkanı Bush’dan başkası değildir. “İnsancıl savaş”tan bahseden bu unsurlar, aynen Yugoslavya’da olduğu gibi yoğun bir bombardıman sonucunda Kosova’da NATO ve ABD kontrolünde bir idarenin –protektoratın- kurulması gibi Darfur’da da böyle bir proktektortın kurulmasını öneriyorlar. Çok sayıda Hükümet Dışı Örgüt göreve çağrılıyor. Böyle bir örgüt olan NED’in (National Endowment for Democracy- “Ulusal Demokrasi Vakfı”) mali katkılarıyla hazırlanan raporlarla ortam, asker göndermek, müdahale etmek için ısıtılıyor. “Darfur’u kurtar” kampanyası ve devamında Sudan’a müdahale Hükümet Dışı Örgütlerin başta gelen sorunu olmuş durumda.


Sudan’da Amerikan çıkarları:

Yeni keşfedilen yer altı kaynakları, yüzölçümü bakımından Afrika’nın en büyük ülkesi olan Sudan’ı Amerikan tekelleri ve başka emperyalist ülkeler için önde gelen ilgi alanı yapmıştır. Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan El Beşir’e göre ülkenin sahip olduğu petrol, S. Arabistan’ın sahip olduğu petrolden daha az değildir. (Chevron tekelinin verilerine göre Sudan petrol rezervi S. Arabistan ve Irak petrol rezervleri toplamından daha büyük). Ayrıca büyük doğal gaz yataklarının yanı sıra Sudan, dünyanın en büyük safi uranyum yataklarına ve dünyanın dördüncü büyük bakır yataklarına sahiptir.

Sudan rejiminin temkinli yaklaşımından dolayı bu ülkenin petrol politikasını kontrol edemeyen ABD, bu alandaki gelişmeyi (petrol çıkarımını ve ihracatını) engellemeye çalışmış, ama başarılı olamamıştır. ABD’nin bu tavrına karşın Çin, Sudan’ın petrol politikasını ve teknolojisini desteklemiştir.

 

Sudan’da etnik/bölgesel çelişkilerin baş kışkırtıcısı Amerikan emperyalizmidir. ABD, petrolün bulunduğu Sudan’ın güneyindeki ayaklanmacı hareketi 20 yıl boyunca desteklemiştir. Ayaklanmacı hareketin merkezi hükümetle uzlaşma sağlamasından sonra ABD’nin ilgisi batıya, Darfur’a yönelmiştir. Amerikan emperyalizmi Darfur’da, merkezi hükümetle Darfur’daki ayaklanmacı hareket arasında tarafsız arabulucu rolü oynamaya çalışmaktadır. Bu rolü, çatışmaların devam etmesini teşvik etmek için oynamakta ve merkezi hükümetin taviz vermesini talep etmektedir.


Amerikan medyası Darfur’daki krizin Cincavit milislerinin neden olduğu katliamla başladığı konusunda ortak hareket ediyor. Bu milisler, merkezi hükümet tarafından destekleniyor. Böylece “Afrikalı insan”lara bir Arap saldırısının söz konusu olduğu anlatılıyor. Sudanlıların “Arap” ve “Afrikalı” olarak ayrıştırılması, gerçek nedenin açığa çıkmamasına ve tabii ki iç çatışmaları körüklemeye hizmet ediyor.

 
Sudan’da BM ve NATO:

Sudan’da olduğu kadar dünyanın başka hiçbir ülkesinde çok sayıda etnik grup yoktur. 400’den fazla etnik grup kendi lisanlarını konuşmakta. Sadece Darfur’da ise 80 farklı etnik grup var. Sudan’da konuşulan ortak lisan Arapçadır.

 

Darfur’da konuşlanmış Afrika Birliği birliklerinin yerini BM birliklerinin alması için uzun bir zamandan beri harcanan caba bilinmektedir. Bu çabaların, batı Sudan’da NATO’nun görev alması için uğraşan ABD’den kaynaklandığı da bilinmektedir. Böyle bir görevlendirme için BM’in karar vermesi gerekmektedir. Merkezi Sudan hükümeti, 7000 kişilik Afrika Birliği birliklerinin yerini batılı emperyalist ülkelerin hâkim olduğu NATO birliklerinin almasına karşı gelmektedir.

 

Amerikan emperyalizmi, askeri etkiyle sadece ülkenin güneyinde ve batısında bulunan yer altı kaynaklarını kendi kontrolü altına almakla yetinmemekte ve bir bütün olarak merkezi hükümeti; Sudan rejimini yönlendirmeyi hedeflemektedir.

Amerikan emperyalizmi, Darfur üzerinden askeri güçle Sudan’a girmek ve ülkenin bütününü kendi kontrolüne almak isterken, Alman emperyalizmi şimdilik etkisini petrol bölesi olan güneyle sınırlıyor. Alman sermayesiyle bu bölgede altyapı inşa ediliyor; Kongo, Uganda, Kenya gibi komşu ülkelerle ulaşımın sürekliliğini sağlamak için yollar yapılıyor. Alman sermayesinin ilgilendiği Sudan’ın güneyinden Kenya’ya; Hint Okyanusuna ulaşan demiryolu projesi de bu çerçevede ele alınmalıdır. Amaç, bu bölgenin merkezi hükümetle bağını tamamen gevşemek ve ondan bağımsız hale getirmektir. Yapılan, Sudan’ın bölünmesine hazırlıktan başka bir şey değildir.

 

2011’de yapılması planlanan ayrılma üzerine referandumda istenen sonuç alınırsa yeni bir devlet doğmuş olacak. Adı daha şimdiden konmuş: “Yeni Sudan”!

Ayrılma durumunda hammaddeleri dünya pazarlarına taşıma rotası, hammaddelerin kendisi kadar önemli oluyor. Amaç, merkezi hükümetin hâkim olduğu ülkenin kuzeyinden geçmeyen sevkıyat yollarının inşa edilmesidir. Bu da ancak ve ancak Kongo, Uganda, Kenya gibi komşu ülkelerle ulaşımın sürekliliğini sağlamaktan geçmektedir. Bu anlamda söz konusu demiryolunun inşası da oldukça önemli olmaktadır. Petrol sevkıyatının yönünün değişmesi durumunda Port Sudan’da vanayı kontrol eden Sudan merkezi hükümetinin ve Çin’in bu hammadde üzerindeki kontrolüne büyük bir darbe vurulmuş olacaktır.

 

Şu anda Darfur’da 7 bin Afrikalı asker bulunmakta. Bu birliklere Amerikan ve NATO birlikleri lojistik ve teknik yardım sunmakta. Bunun ötesinde binlerce BM görevlisi, sayıları yüz binlerle ifade edilen gömenlerin bulunduğu kamplarda çalışıyorlar. BM’in bu görevlileri, kuraklık, açlık ve savaştan dolayı yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan Sudanlılara sadece “yardım” etmiyorlar. Aslında bu unsurlar, hangi emperyalist ülke tarafından görevlendirildiyseler, o ülkenin çıkarlarına hizmet etmek için bir etnik grubu diğerine karşı kullanıyorlar, bunların arasında çatışma çıkartıyorlar.

 

Amerikan emperyalizmi Darfur bölgesinde oldukça aktif. 2005 yılında ABD, Çad’ı, örgütlediği bir askeri tatbikata kattı. II. Dünya Savaşından sonra Afrika’da gerçekleştirilen en kapsamlı tatbikat olduğu söyleniyor. İşin içinde Fransa da var. Çad, Fransa’nın eski bir sömürgesi. Bu her iki emperyalist ülke, Çad’daki İdris Debi önderliğindeki askeri rejimi mali olarak destekliyorlar, Çad ordusunun silahlanmasına ve eğitimine katkıda bulunuyorlar. Çad da Darfur’daki ayaklanmacıları destekliyor.

 

Darfur’da savaş tarafları:

Sudan merkezi hükümeti, savaş taraflarından birsidir. Bu hükümet, Cincavit  diye adlandırılan milisleri de desteklemektedir. Bu milisler geçmişte ülkenin güneyinde halk üzerinde baskı uygulamışlar ve oradaki ayaklanmacılara karşı mücadele etmişlerdi. 21 yıl devam eden savaştan sonra 2005’te ateşkes sağlanmış ve bu dönem zarfında karşıt olan güçler (Güneydeki ayaklanmacılar ve merkezi yönetim) şimdi merkezi hükümeti oluşturuyorlar.

 

Güneydeki ayaklanmacılarla merkezi yönetim arasında „barış”ın sağlandığı 2004/2005 döneminde Darfur’da çatışmalar başlamıştı. Merkezi hükümete bağlı milisler Darfur’da halk üzerinde baskı uyguluyorlar ve ayaklanmacılara karşı savaşıyorlar. Darfur’daki ayaklanmacılar da halkın „kendilerinden olmayan kesimi“ üzerinde baskı uyguluyorlar ve bölgede BM Gücünün görevlendirilmesini reddediyorlar. Böyle bir görevlendirmeyi merkezi hükümet de reddetmektedir.

 

Sudan’da petrol çıkarımı esas itibariyle başta Çin olmak üzere güneydoğu Asya tekelleri tarafından gerçekleştirildiği için Çin de Darfur’da BM gücünün görevlendirilmesini reddetmektedir. Rusya da böyle bir görevlendirmeye karşı olduğunu açıkladı.

Darfur bölgesinde baskıya maruz kalan halkın bir kısmı komşu ülke Çad’a göç etmiş durumda. Oradaki ayaklanmacılar da Çad merkezi hükümetine karşı mücadele ediyorlar. Bu ayaklanmacıları da Sudan merkezi hükümeti destekliyor.

 

Sudan merkezi hükümetinin bu tavrı, Çad merkezi hükümetini kışkırtıyor ve o da Sudan merkezi hükümetine karşı mücadele eden ayaklanmacıları destekliyor. Çad’daki çatışmalara, Fransız ordusu da Çad merkezi hükümetini destekleyerek taraf oluyor. Böylece Çad, Sudan sorununa (Darfur) ve Sudan da Çad sorununa taraf oluyorlar.

 

Darfur sorununda taraflar:

1-Sudan merkezi hükümeti ve ona bağlı Cincavit milisleri: Bunlar Darfur’daki ayaklanmacılara ve Çad merkezi hükümetine karşı mücadele ediyorlar.

2-Darfur’dak ayaklanmacılar: Bunlar Sudan merkezi hükümetine karşı mücadele ediyorlar.

3-Çad merkezi hükümeti: Çad’daki ayaklanmacılara karşı mücadele ediyor.

4-Çad’daki ayaklanmacılar: Çad merkezi hükümetine karşı mücadele ediyorlar.

5-Fransız emperyalizmi: Çad merkezi hükümetinin yanında yer alarak bu ülkedeki ayaklanmacılara ve Darfur’daki Sudan merkezi hükümetine bağlı milislere karşı mücadele ediyor.

6-Fransız emperyalizmi ve Çad merkezi hükümeti, Merkezi Afrika Cumhuriyeti’ndeki ayaklanmacılara karşı da mücadele ediyorlar. (Çad’ın komşusu Merkezi Afrika Cumhuriyeti’nde F. Bozize, Çad Devlet Başkanı İdris Debi’nin askeri desteğiyle Devlet Başkanı olmuştu. Ülkenin güneyinde toplanan ve Bozize’ye karşı olan bu ayaklanmacılar, Çad’daki kendilerine dost olan ayaklanmacılarla birlikte Sudan’a saldırı ve geri çekilme koridoru açmışlardı).

Darfur çatışması, Sudan, Merkezi Afrika Cumhuriyeti ve Çad’ın sınırlarının birleştiği üçgen içinde sürmektedir.  

 

Petrol, tekeller ve savaş:

Chevron tekeli 1978’de güney Sudan’da petrol bulur. Petrolün bulunduğu güney Sudan’ın Malakal, Al Muglat ve Bentiu bölgelerinde Arapça konuşulmaz. Güney Sudanlılar kuzey Sudanlıları, kuzey Sudanlılar da güney Sudanlıları petrolün bulunduğu yerlerden kovarlar. Bu kovmadan ve karşılıklı boğazlamadan dolayı şimdiye kadar katledilen güney Sudanlı sayısının iki milyon ve bölgeden kovulanların sayısının da dört milyon olduğu tahmin edilmektedir. Güney ve Kuzey arasında 21 sene süren savaştan sonra Mayıs 2004’te her iki taraf arasında anlaşma sağlanır. Anlaşmaya göre Şeriat, ülkenin güneyinde değil, sadece kuzeyinde geçerli olacaktır. 2011 yılında da güneyin Sudan’dan ayrılıp ayrılmaması üzerine referandum yapılacak. Petrol gelirleri güney ve kuzey arasında yarı yarıya paylaşılacak.

 

1974’te Chevron merkezi hükümetten önce bir (blok 1), kısa bir zaman sonra da başka iki bölgede (blok 2 ve blok 5A) petrol arama ruhsatı alır. Bu tekeli Total (şimdiki adı TotalFinaElf –Belçika Fransız ortaklığı) takip eder ve o da başka bir bölgede (blok 5) petrol arama ruhsatı alır. Ayaklanmacıların saldırılarından dolayı her iki tekel de 1984’te geri çekilir. Ama Total tekeli, kullanmamasına rağmen elde ettiği petrol arama hakkından vazgeçmez. 1989’da Chevron, haklarını satması için merkezi hükümet tarafından baskı altına alınır. Bu tekelin elindeki iki petrol arama sahası ve başka bir saha (blok 1, 2 ve 4) 1998 yılına kadar Kanada tekeli Talisman’ın ve Çin tekeli „National Petroleum Company“nin (Çin Ulusal Petrol Şirketi-CNPC),  Malezya tekeli Petronas’ın ve Sudan tekeli Sudapet’in eline geçer. Kanada tekeli, Kızıl Deniz’e açılan (Port Sudan limanı) 1540 km.lik petrol boru hattı ve limanda da tanker terminali inşa eder.

 

Kanada tekeli Talisman, 2002 sonbaharında Sudan’da petrol çıkarma hakkını bir Hindistan firması olan Videsh’e satar. Bu satıştan elde ettiği kar yüzde 30’dur. Chevron’un satmasından sonra güney Sudan’da ayaklanmacıların eline geçen petrol alanı (blok 5) 1997’ye kadar kullanılmaz. Ayaklanmacıların elinde olmasına rağmen merkezi hükümet bu alanı 1997’de İsveç tekeli Lundin Oil AB’ye devreder. Bu alan için (blok 5) oluşturulan konsorsiyuma Avusturya şirketi OMV AG de katılır. Bu iki tekel (Lundin ve OMV AG) başka bir alanda da (blok B) petrol arama ruhsatı alır. 2003 yılında bu iki tekel haklarını, daha önce blok 1, 2 ve 4’de petrol arama hakkı elde eden Malezya tekeli Petronas’a ve Hindistan tekeli Videsh’e satarlar. Başka bir petrol arama alanı da (Blok 6) tamamen Çin devlet tekeli CNCP’nin eline geçer.

Böylece Sudan’da petrol arama alanları Çin, Hindistan ve Malezya tekellerinin eline geçer. Tek istisna TotalFinaElf’in elinde olan ve kullanılmayan Blok 5’tir.

 

Sudan’da rejimin stratejisi oldukça açıktır: „Böl ve kov“. Merkezi hükümet, topraksız köylüleri silahlandırıyor ve petrol alanlarında hayvan otlatan köylülerin üzerine gönderiyor. Özellikle Cincavit denen atlı milisler (Arapça konuşan göçerler), Darfur bölgesi etnik gruplarından olan Nuerleri ve Dinkaları ülkenin güneyine ve doğusuna doğru kovuyorlar. Bu kovma sonucunda Sudan ordusu, blok 1, 1, 4 ve 5A diye adlandırılan petrol alanlarında 1983’e kadarki dönemde güvenliği sağlayabilmişti.

 

Ordu içinde güney Sudanlıların ayaklanması sonucunda 1983’te SPLM/A (Sudan Halk Kurtuluş Hareketi/Ordusu) kurulur. Bu örgüte Dr. J. Garang ve Dr. R. Macher önderlik etmekteydi. 1983-1986 arasında bu örgüt oldukça geniş bir alanı kontrolü altına alır. Ama merkezi hükümet P. Matiep ve başka önderleri kendi yanına çeker ve böylece petrol üretimi kesintisiz devam eder. Örgüt 1991’de bölünür. Dinkaların çoğunluğu J. Garang’ı ve Nuerlerin çoğunluğu da R. Macher’i izler. Merkezi hükümet bir taraftan gizlice Dr. R. Macher’i ve aynı zamanda onun karşıtlarını destekler. Bunların arasında „Petrol Tugayları Muhafızları“ adında bir grup da var.

 

2002 yılında Lundin tekeli petrol çıkarım alanı Blok 5’ten çekilir. Aynı yılda Garang ve Macher anlaşırlar ve merkezi hükümet de halkı petrol alanlarında kovma işini sürdürür. Aynı dönemde BM’in yaptığı bir tespite göre Sudan’daki gelişmelerin; katliamların ve kovmanın yegane nedeni petroldür.

 

1998’de petrol geliri hemen hemen hiç yoktur. Ama 2001’de petrol geliri Sudan devlet gelirlerinin yüzde 42’sini oluşturur. 2000 yılında merkezi hükümet Sudan silah sanayini kuracağını açıklar. 2001’de petrol gelirlerinin yüzde 60’ı silahlanma için kullanılır. Aynı yıl Sudan, Rusya’dan ve Beyaz Rusya’dan bolca silah satın alır.

Böylece petrol, silahla korunur ve petrol de silah alımını finanse eder. Yani ne kadar çok petrol çıkartılırsa o kadar çok silah alınır.

Talisman (Kanada), Lundin (İsveç, CNPC (Çin), Petronas (Malezya) ve OMV (Avusturya) merkezi hükümetle tam işbirliği içinde hareket ederler ve Sudan’daki katliamlara ve halkı topraklarında kovma hareketine ortak olurlar.

 

Güzergâh sorunu ve rekabet:

Petrol ve doğal gaz kaynakları üzerine uluslararası alandaki rekabet şunu göstermektedir: Bu enerji kaynakları ne kadar önemliyse onların dünya pazarlarına sevkıyatı da o kadar önemlidir; petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabet, bu kaynakların çıkarımı üzerine rekabet kadar önemlidir. Bu nedenle sevkıyat da, enerjinin kendisi kadar jeopolitik bakımdan önemlidir.

 

Sudan’ın petrol ve doğalgaz zenginliği ve bunların dünya pazarlarına taşınması; yani petrol, doğalgaz ve dünya pazarlarına sevkıyat alternatifleri, Sudan ve komşu ülkeler hakim sınıflarının ve emperyalist ülkelerin iştahını kabartmakta ve her bir taraf, mevcut çelişkileri kendi çıkarına yarayacak şekilde kışkırtmaktadır.

Petrol ve doğalgaz yatakları ülkenin güneyinde bulunuyor. Ama petrol sevkıyatının yönü kuzey. Güneyde çıkartılan petrol, kuzeye,  Port Sudan limanına (Kızıl Deniz)  taşınarak dünya pazarlarına ulaştırılıyor. Dolayısıyla merkezi hükümet ve Çin vanayı elinde tutuyor.

 

Mevcut güzergâha alternatifler: 

Çad’da çıkartılan petrol, Kamerun üzerinden Atlantik Okyanusuna sevk ediliyor. Darfur’da çıkartılan petrolün bu güzergâh üzerinden dünya pazarlarına taşınması durumunda, Sudan merkezi hükümetinin Darfur petrolü üzerindeki, dolayısıyla Darfur bölgesi üzerindeki hâkimiyeti zayıflayacaktır ve gelir kaynakları azalacaktır. Bu güzergâhın kullanılabilmesi için Darfur petrol alanından Çad’a uzanan bir boru hattının inşa edilmesi gerekir.

 

Sudan petrolünün demiryoluyla Kenya’nın Mombasa limanına (Hint Okyanusu) taşınması da başka bir alternatiftir. Bir Alman firmasının ilgilendiği bu demiryolunun inşası durumunda Sudan’ın güneyinde çıkartılan petrol Uganda ve Kenya üzerinden dünya pazarlarına taşınacak ve böylece Alman tekelci sermayesi de Sudan petrolü üzerinden güney ve doğu Asya petrol rekabetinde söz sahibi olacak. Bu durumda Çin emperyalizminin Sudan petrolü üzerindeki kontrol gücü zayıflayacaktır.

Başka bir olasılık da güneybatı Çad’dan Atlantik kıyısına uzanan bir boru hattının inşasıdır. İnşa edilmesi durumunda Doba’dan başlayarak Kamerun üzerinde Atlantik kıyısına ulaşan bu hat ile Sudan petrolünün dünya pazarlarına sevkiyat yönü tamamen değişmiş olur. Bu durumda petrol ne Kızıl Deniz’e ve ne de Hint Okyanusu’na akar. Böylece Alman ve Çin sermayeleri Sudan petrolü üzerine rekabette çok şey kaybetmiş olurlar. Kazanan, Fransız ve Amerikan sermayeleri olur.

 

Sonuç:

Sudan, elli seneden fazla Britanya sömürgeciliği altında inledi. Britanya sömürge politikası “böl ve yönet” stratejisine dayanıyordu. Yegâne amaçları ülkeyi talan etmek olan İngiliz sömürgecileri, etnik grupların birbirlerini boğazlamaları için ortam hazırlıyorlar ve gelişmemişliği hâkim kılmaya çalışıyorlardı.

 

Dünyanın birçok yerinde Avrupalı sömürgecilerin yerini alan Amerikan emperyalizmi, sömürge politikasını daha kapsamlı uygulamaktadır. Amerikan emperyalizmi, askeri işgallerin yanı sıra etkisindeki uluslararası kurumları da seferber ederek amacına ulaşmaya çalışmaktadır. İktisadi ambargonun yanı sıra, IMF’ye de “yapısal uyum programları”  uygulatmaktadır. Bu programlar, emperyalist çıkarları korumanın ve ülkeyi daha da bağımlılaştırarak talan etmenin ötesinde bir anlam taşımamaktalar.

 

1950’de BM adına Kore’ye saldıran Amerikan emperyalizmidir. Savaş sonucunda ülke ikiye bölünmüş ve güneyde Amerikan emperyalizminin hâkimiyeti sürmektedir. 1961’de ABD’nin zorlaması sonucunda BM askerleri Kongo’da ulusal kurtuluş mücadelesine müdahale etmişler ve P. Lumumba’nın öldürülmesine karışmışlardır. 1991’de Amerikan ordusu BM tarafından Irak’ı bombalamak için görevlendirilmiş ve bombalama ve arkasında uygulanmaya konan ambargo sonucunda 1,3 milyon Iraklı katledilmiştir. Amerikan emperyalizminin başını çektiği BM’in Yugoslavya savaşı sonucunda bu ülke de parçalanmıştır. Arkasından Afganistan savaşı gelmiş ve bu ülke hala NATO-BM işgali altındadır.

 

Amerikan emperyalizmi, Balkanlarda olduğu gibi Afganistan’da ve Ortadoğu’da da savaşı soğutmak, işgali kanıksatmak istiyor ve işgal, müdahale ve savaşı Afrika’ya kaydırmayı planlıyor. Kongo, Sudan ve Somali emperyalistler arası çelişkilerin ve çıkarların iç içe geçtiği birbirine komşu üç çatışma alanıdır. Buralarda da söz konusu olan petrol, doğalgaz ve başka değerli madenlerdir.

1 Ocak 2007 Pazartesi

ULUSLARARASI ALANDA ‘SÜREK AVI’ VE SONUÇLARI


ULUSLARARASI ALANDA ‘SÜREK AVI’ VE SONUÇLARI

Sömürgeci faşist diktatörlük, 8 Eylül’den itibaren kapsamlı bir gözaltı ve tutuklama saldırısı başlattı. İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü, muzaffer komutan edasıyla son yılların en kapsamlı “yakalama operasyonunu gerçekleştirdiklerini açıkladılar. MLKP ile ilişkilendirerek çok sayıda devrimciyi ve kamuoyu tarafından gazeteci ve yayıncı kimliğiyle bilinen insanları “terörist” ilan ettiler ve tutukladılar. Diktatörlük, MLKP’yi “tümüyle çökerttiğini” söyleyerek yoğun bir psikolojik savaşa girişti.