deneme

21 Temmuz 2006 Cuma

Baş Talancıların Toplantısı


 
Bugünkü adıyla G 8, 1975’te „Altılar Zirvesi“ olarak ABD, Japonya, Almanya, İtalya, Büyük Britanya ve Fransa tarafından oluşturulmuştu. Grup, bir sene sonra Kanada’nın katılımıyla G 7 adını aldı. 1 Ocak 2003’ten itibaren Rusya da -1997’den beri gözlemci olarak katılıyordu- gruba dahil edildi.
G-8’in uluslararası bir örgüt olmaması, onun önemsiz olduğu anlamına gelmez. Bu grup, dünyayı yeniden paylaşma, hepsi olmasa da bir kısmı jeopolitika geliştirme yeteneğine sahip ülkelerden oluşmaktadır. Bu toplantılarında üye ülkeler, güç dengelerinin değişmesine paralel olarak yönelimlerin kapsam ve derinliğini ölçmeye çalışırlar, birbirlerinin niyet ve amaçlarını yoklarlar, hangi konu ve alanda tavize hazır olduklarını veya olmadıklarını ima ederler ve çelişkilerin keskinleşme derecesine göre bazen de bütün çıplaklığıyla açıklarlar. Bu toplantılar, katılan her bir ülkenin dünya ekonomisinde ve politikasında ağırlığını ekonomik ve askeri gücüne göre göstermeye çalıştığı ve gücüne göre de dinlendiği toplantılardır.

Bunlar, dünya ekonomik potansiyelinin oldukça önemli kısmına sahip olan ve dünyayı talan eden ülkelerdir: G 7’lerin dünya doğrudan yatırımlarındaki payı yüzde 66 (1997, UNCTAD); dünya üretimindeki payı yüzde 65 (1996, DB); dünya ticaretindeki payı yüzde 50 (1997, DTÖ); dünya motorlu araçlar mevcudundaki payı yüzde 65; dünya petrol tüketimindeki payı yüzde 49 (1197, ESSO); dünya enerji tüketimindeki payı yüzde 47 (1995, BM); dünya silahlanma harcamalarındaki payı yüzde 65 (1997, SIPRI); dünya silah ihracatındaki payı yüzde 83 (1997, IISS) ve dünya nüfusundaki payı yüzde 11 (1996, BM) idi.
G 8 olarak dünya ekonomisinin üçte ikisine sahipler. 500 süper tekelden 380’inin( 500 tekelin yüzde 76’sının) merkezi bu ülkelerde bulamakta.
En büyük 200 tekelden 171’nin merkezi ABD, Almanya, Japonya, Büyük Britanya, Fransa ve Kanada ve İtalya’da bulunmaktadır.

Bu seferki zirvenin resmi gündeminde dış politika, enerji, atom enerjisi, sağlık, eğitim, dünya ekonomisi ve dünya ticareti gibi konular yer almaktaydı. 8 emperyalist ülke dış politika gündemiyle güncel krizlere, özellikle de Ortadoğu’daki son gelişmelere çözüm getirmeyi amaçlıyorlardı. Enerji sorunu, toplantıda „küresel güvenlik“ sorunu olarak ele alındı. Başka konularda anlaşamasalar da atom enerjisinin dünya çapında yaygınlaştırılması konusunda Rusya ve ABD aynı safta birleştiler. Sağlık alanında Aids, tüberküloz, malarya gibi salgın hastalılara karşı mücadeleden bahsedildi. Dünya konjonktürünün gelişmesini de ele aldılar. Dünya ticaretinin daha da liberalleştirilmesi girişimi başarısız kaldı. 

Toplantıya katılan emperyalist ülkeler, enerji güvenliğinden insanların özgürce enerji tüketiminin teminat altına alınmasını anlamıyorlar. Soruna ilişkin toplantı sonrasında yaptıkları resmi açıklamada 2,4 milyar insanın yakıcı madde temin etme olanağının olmadığı ve 1,6 milyar insanın da elektrik enerjisinden mahrum olduğu belirtilmektedir. Bu verileri belirtmekle bu emperyalist ülkeler „enerji güvenliği“ dendiğinde bu insanların enerji kullanma olanaklarının sağlanması için uğraştıkları havasını uyandırmak istiyorlar. Propaganda açısından buna ihtiyaçları var. Ama onların esas amacı, dünyanın petrol ve doğalgaz kaynaklarını elde etmek ve başka güçlerle paylaşmamaktır.

Dünya çapında mevcut olan ve potansiyel petrol ve doğalgaz kaynaklarının yarıdan fazlasının bu ülke toprakları dışında; Ortadoğu’da ve Orta Asya’da bulunduğunu göz önüne getirirsek, enerji alanında rekabetin ne denli keskin olduğu anlaşılır. Bu ülkeler arasında enerji bakımından en zengin olan ülke Rusya’dır. Bu nedenle Rusya, enerji pazarlarında belli bir ağırlık kazanmış durumdadır.
Bu seferki toplantı, Filistin ve Lübnan’ı kana bulayan İsrail saldırganlığının gölgesinde kaldığı için “küresel enerji güvenliği” konusunda rekabetin bütün şiddeti toplantıya yansımadı. Bu konuda Neva kıyısında düello yapamadılar. Ama Amerikan emperyalizmi İsrail saldıranlığını haklı çıkartmak için siyasal ağırlığını koydu.

Dünya enerji kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkıyatını kontrol altına almak için sürdürülen rekabette gruplaşma yerine neredeyse her bir emperyalist ülkenin kendi başına hareket etme eğiliminin olduğunu görmekteyiz. Enerji konusunda Rusya, ABD, AB (özellikle de Almaya ve Fransa) tamamen farklı politikalara sahipler. AB, enerji alanında ne Rusya’ya ne de ABD’ye bağımlı olmak istemektedir. ABD ise dünya hegemonyasını gerçekleştirmek için, dünya çapında stratejik alanları işgal ve kontrol etmenin yanı sıra enerji kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkıyatı rotalarını kendi kontrolü altına alma mücadelesi vermektedir. Bu nedenle de başta Rusya ve Çin olmak üzere diğer emperyalist ülkeleri bu alandaki rekabette dışlamaya çalışmaktadır. Rusya ile DTÖ anlaşmasının tamamlanmasına rağmen ABD tarafından onanmaması ve Orta Asya petrol ve doğalgaz’ının (Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan) Rusya topraklarından geçmeyen hatlarla dünya pazarlarına taşıma politikası (Baku-Tiflis-Ceyhan boru hattı bu politikanın ürünüdür) her iki ülke arasındaki rekabetin boyutlarını göstermektedir. Bu alandaki rekabet son dönemlerde Rusya ve ABD ilişkilerinin gerilmesinde önemli bir rol oynamış ve zirve boyunca Bush ve Putin’in şu veya bu konudaki açıklamalarına damgasını vurmuştur. 

Hammadde kaynakları ve dünya pazarlarında sahip olunan pay üzerine rekabet; dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, kapitalizmde eşitsiz gelişmenin sonucu olarak yeni büyük güçlerin oluşmasıyla –örneğin bugün için Çin ve potansiyel olarak da Hindistan- oldukça keskinleşecektir. Bu nedenle dünya hakimiyeti için stratejik alanlarda ve enerji kaynaklarının bulunduğu ülkelerde ve bölgelerde –örneğin Ortadoğu, Kafkasya/Hazar Havzası- savaş tehlikesi sürekli güncel olmaya devam edecektir.



19 Temmuz 2006 Çarşamba

"Kendini Savunma Hakkı“ mı Katliam ve İşgal mi?


 
1982’den bu yana İsrail, Lübnan’a karadan, denizden ve havadan en ağır ve kapsamlı saldırısını sürdürüyor. Bu saldırılarda yüzlerce masum insan katledildi. Ülkenin altyapısı tahrip edildi ve bombalamalarla yıkımına devam ediliyor. Hizbullah’a saldırı adı altında Beyrut mahalleleri bombalanıyor. Daha şimdiden ülkenin dünya ile kara, hava ve deniz bağlantısı kesildi.

Daha öncesinde Filistin’e saldıran İsrail, Gazze Şeridi’nde altyapıyı bombalayarak tahrip etmişti. Her iki saldırıda da esir alınan İsrail askerlerinin kurtarılması neden olarak gösterilmişti. Asker kaçırma olayı olmasaydı, bu saldırıları gerçekleştirmek için İsrail başka bir vesile bulacaktı. Çünkü bu saldırıların önceden planlandığı tartışma götürmez bir gerçekliktir. Açık ki, Amerikan emperyalizminin uzmanlarıyla birlikte hazırlanan bu saldırı, kaçırılan askerleri bulmasının çok ötesinde amaçların gerçekleştirilmesine hizmet edecektir.

İsrail, daha önce de vesileler bularak hazırlanmış saldırı planlarını uygulamaya koymuştu. İsrail’in Londra’daki elçisini öldürme girişimi bu ülkenin 1982’de Lübnan’a saldırmasının vesilesi olmuştu. O dönemki Amerikan Dışişleri Bakanı A. Haig, kasap A. Şaron’a, “açık seçik bir provokasyona” ihtiyaç var diyordu. 1982 saldırısı sonrasında Lübnan yıkıma uğratıldı ve ülkenin güneyi İsrail tarafından işgal edildi. Ama İsrail amacına ulaşamadı.

İsrail, Hizbullah’ı sınırlarından uzaklaştırmak ve kullandıkları füzelerin İsrail topraklarını vurmasını engellemek istiyor. Daha önce de, 1982’de Katyuşa füzelerinden korunmak için ülkenin güneyine girdiğini açıklamıştı. O zaman sonuç alamadığı gibi, bugün de sonuç alamayacak.

Amerikan emperyalizminin açıklanmış hedefi, Ortadoğu’da çıkarlarına hizmet etmeyen rejimleri değiştirmektir. Bunun bir sonucu olarak Lübnan’da ABD’nin onadığı hükümet işbaşına gelmişti. Anlaşılan o ki, Lübnan’daki mevcut rejim, ABD ve İsrail’in anlayışına göre Suriye ile ilişkileri gerçek anlamda kesmemiş ve Hizbullah’ı etkisizleştirememiştir. Bu saldırılarla İsrail ve ABD, Lübnan’da kendileri ile doğrudan işbirliği içinde olan, Amerikan ve İsrail çıkarlarını gözeten bir rejim istiyorlar ve bu saldırılar sonucunda Lübnan hakim sınıflarını istedikleri işbirliğini kabul edecek kadar yumuşatacaklarını sanıyorlar.

İsrail’in saldırıya devam kararlılığı ve Amerikan emperyalizminin açık desteği, bunun yanı sıra önde gelen, dünya politikasında söz sahibi olan ülkelerin susması, G-8 toplantısında sulandırılmış bir açıklamanın çıkması İsrail’i cesaretlendiriyor ve bu saldırının sadece Lübnan ve Filistin ile sınırlı kalmayacağını, başka ülkelere de sıçrayacağını veya başka ülkelere saldırı ve daha yoğun baskı için kullanılacağını gösteriyor.

Bölgede „yeni gerçeklik“ oluşturmaktan bahseden İsrail’in bu saldırılarla ulaşmak istediği asgari amaç, Hizbullah’ın fiziki yok edilmesi olabilir. Ama Hizbullah’ı fiziki yok etmek, başka güçlerin hareketlenmesini de gündeme getirecektir. Bu nedenle bu saldırılar sonucunda Lübnan, Amerikan-İsrail ortaklığı temelinde askeri işgal altına alınabilir. Bu durumda, Amerikan emperyalizminin anlayışına göre Hizbullah-Suriye ve Hizbullah-İran ilişkileri kesilmiş olur. Veya, yine bir vesile bulunarak Suriye ve İran, ABD ve İsrail hava güçleri tarafından bombalanabilir.

Amerikan emperyalizmi, Irak bataklığından kolay kolay çıkamayacağını anlamış durumda. Yenilgiden kurtulmak ve bölgeyi çıkarlarına göre şekillendirmek için Ortadoğu’da işgal ve savaş alanını genişletme yolunu seçebilir. Amaca ulaşmak için “sorunu kapsamlaştırmak” Amerikan Dışişleri Bakanı R. Rumsfeld’in anlayışıdır.

Amerikan emperyalizminin Ortadoğu politikası maceracı boyutlar almıştır. Bu nedenledir ki, AB, Rusya ve Çin gibi rakip emperyalist güçler, fazla ses çıkartmadan ABD’nin bölgeden kovulmasını adeta bekliyorlar. Revizyonist Blokun dağılmasından sonra dünya hegemonyası kurmak isteyen ABD, bu amacına ulaşmak için sürekli savaş içindedir. Özellikle Bush hükümetinin dış politikası askeri güç üstünlüğüne, en modern teknoloji ürünü olan silahlara dayanmaktadır. Bu politikanın iflas ettiğini görmemek siyasal körlüktür. Afganistan, Irak, Filistin işgallerine ve direnişlerine şimdi de muhtemelen Lübnan, Suriye ve İran işgalleri ve direnişleri eklenecektir.

Filistin, Afganistan ve Irak işgali, Amerikan emperyalizminin ve Siyonizm’in bütün vahşetine rağmen bölge halklarının direnme iradesinin kırılmadığını, bu iradeyi kıramayacaklarını göstermektedir. Afganistan’da 28 milyonun, Irak’ta 26 milyonun direnme iradesini kıramayan Amerikan emperyalizmi Suriye’de 18 milyonun ve İran’da da 75 milyonun iradesini kıramayacaktır.

10 Temmuz 2006 Pazartesi

”Stratejik Ortaklık” mı?


 
Türkiye Dışişleri Bakanı A. Gül ile ABD Dışişleri Bakanı C. Rice bir araya geldi.
Görüşmeden sonra gerçekleştirilen basın toplantısında her iki bakan, Türkiye ile ABD’nin stratejik ortak olduklarını ve iki ülke arasında hazırlanan Ortak Vizyon Belgesi'nin tamamlandığını açıkladılar.

Dışişleri Bakanı Rice’a göre Türkiye ile ABD stratejik ortaklık boyutunda güçlü bir dostluk ilişkisi içinde ve bu ilişki veya stratejik ortaklık, bölgesel ve küresel istikrara katkı sağlayacak kapasitede.

Söz konusu belgede “Bölgesel ve küresel hedeflerimiz bağlamında aynı değer ve idealleri paylaşıyoruz. Bunlar: barış, demokrasi, özgürlük ve refahın yayılmasıdır” deniyor. Belgede Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti jeopolitikasına hizmet eden her şey var. ABD, işbirliği veya “stratejik ortaklık” adına Türkiye’yi yerine getirmekle yükümlü kıldığı çıkarlarını sıralıyor.

“Geniş Ortadoğu'da barış, istikrar ve demokrasi; İsrail-Filistin ihtilafına iki-devletli çözüm; Birleşik bir Irak'ta istikrarın, demokrasinin ve refahın teşviki; İran'ın nükleer programına ilişkin diplomatik çabaların desteklenmesi; Karadeniz, Kafkaslar, Orta Asya ve Afganistan'da istikrar, demokrasi ve refaha katkı; Kıbrıs'ta BM gözetimi altında adil ve kalıcı çözüm ve Kıbrıs Türklerinin üzerindeki izolasyonun kaldırılması; Enerji güvenliğinin geliştirilmesi; Transatlantik ilişkilerin güçlendirilmesi ve NATO'nun dönüşümü; PKK ve buna bağlı örgütler dahil terörizme karşı konulması; Kitle imha silahlarının önlenmesi; Ekonomik, ticari, askeri, teknolojik işbirliği; ABD'nin, Türkiye'nin AB üyeliği ve üyelik sürecini kuvvetle desteklemesi” vs.

Görüyoruz ki, ABD’nin “Avrasya” jeopolitikası ve onun bir ayağı olan BOP veya genişletilmiş BOP ile ilgili ne kadar sorunu varsa hepsi bu “stratejik ortaklık” belgesinde sıralanmış. Filistin sorununun İsrail’in çıkarlarına göre sonlanması, Irak’ta Amerikan hakimiyetinin sağlanması ve direnişin kırılması, İran’ın teslim alınması, Amerikan jeopolitikasının geleceğini ilgilendiren Karadeniz, Kafkasya, Afganistan ve Orta Asya’da rakiplerin dışlanmasına dayanan bir “istikrar”ın sağlanması, dünya hakimiyetinde olmazsa olmaz olan enerji güvenliğinin ABD lehine geliştirilmesi, AB’de ABD’nin çıkarlarının savunulması için Türkiye’nin AB üyeliğinin desteklenmesi, Kıbrıs’ta AB’nin Güney Kıbrıs üzerinden sağladığı etkinin Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin hakimiyet alanında kalarak kırılması ve BOP açısından stratejik önemi olan bu adanın elden çıkartılmaması.

Amerikan emperyalizmi dünya hakimiyeti bakımından yaşamsal öneme sahip olan bu ve benzeri taleplerinin gerçekleştirilmesi için stratejik ortağının çıkarlarını da göz önünde tutuğunu açıklıyor. Bu alanda bilinen talepler sıralanıyor: “PKK ve buna bağlı örgütler dahil terörizme karşı konulması, Ekonomik, ticari, askeri, teknolojik işbirliği”.

Yazılı hale getirilmiş “yeni” “stratejik ortaklık” belgesinde Türkiye’nin talepleri açısından yeni olan hemen hiçbir şey yok, ama Amerikan emperyalizmi açısından yeni olan, sıralanan taleplerin kapsamının genişletilmiş olmasıdır. ABD, dünya hakimiyetini gerçekleştirmek; başka ülkeleri işgal etmek, tehdit etmek, rakiplerini stratejik ve hammadde kaynakları bakımından önemli alanlardan uzak tutmak için suç ortağı aramaktadır. Bu nedenle söz konusu belge “stratejik ortaklık” belgesi değil, “suç ortaklığı” belgesidir. 

Söz konusu bu belge, çıkarların paylaşımında ortaklık değildir. En fazlasıyla Amerikan çıkarlarının gerçekleştirilmesi için mayın tarlasına sürülmektir. Bu belge, ABD adına Ortadoğu halklarına, Kafkasya halklarına karşı ve bu alanlarda gözü olan başka emperyalist ülkelere karşı savaşmayı, Amerikan emperyalizminin katliamlarına, işgaline ortak olmayı emrediyor ve Türkiye bu belgeyi imzalamakla Amerikan çıkarlarını savunmaya hazır olduğunu açıklamış oluyor.

9 Temmuz 2006 Pazar

KUZEY KORE’NİN FÜZE DENEMESİ


 
Kuzey Kore’nin 25 seneden bu yana geliştirdiği füze programı dünya çapında en gelişmiş füze programı olarak kabul edilmektir. Program Çin teknolojisine dayanmakta, ama bugün açısından üretim Kuzey Kore’ye aittir.

Amerikan emperyalizminin bütün baskılarına rağmen Kuzey Kore, bu programının ürünleri olan füzeleri denemek için fırlattı. Denemelerde en az 6 füze fırlatıldı. Bu füzelerden uzun menzilli Taepodong-2 füzesi, kalkıştan 42 saniye sonra düştü. Rus yapımı Scud’ların geliştirilmiş versiyonları olan diğer füzeler ise Japon Denizi’ne düştüğüler.
Uzun menzilli Taepodong-2 füzesi, 6000 kilometreye ulaşabilen menziliyle, ABD’nin Alaska bölgesine ve Havai’ye kadar uzanan geniş bir alanını menzili içine alıyor.
Füze denemelerinden hemen sonra BM Güvenlik Konseyi, Japonya’nın talebi üzerine olağanüstü toplandı. ABD, İngiltere ve Japonya’nın yaptırım talebi, Japonya’nın Kuzey Kore’ye karşı “koordineli bir tepkinin geliştirilmesi” talebi, Rusya ve Çin tarafından reddedildi ve böylece BM Güvenlik Konseyi acil toplantısından sonuç alınamadı.
Bütün baskılar ve tehditler karşısında Kuzey Kore, geri adım atmaya niyetli olmadığını sergilemektedir. Kuzey Kore hükümeti yaptığı açıklamada, gerçekleştirilen bu füze denemelerini "Ulusal bağımsızlık meselemizdir. Başka ülkelerin karışmaya hakkı yok" diye savundu.

Buna karşın sözcüsü Tony Snow vasıtasıyla Amerikan emperyalizmi, bu denemelerin “Kuzey Kore’nin diğer ülkeleri taciz etme niyetini gösterdiğini” iddia ederek, “kendilerini ve müttefiklerini korumak için gereken adımları atacaklarını” dile getirmiştir.

Kuzey Kore’nin füze denemeleriyle ilgili açıklaması karşısında Amerikan emperyalizminin gösterdiği tepkide bu ülke için sorunun “kitle imha silahlarına” ve “diktatörlere” karşı mücadele olmadığı açıktır. Amerikan emperyalizmi açısından sorun, dünya hakimiyetini gerçekleştirmek için stratejik önemi olan bölgelerde askeri hakimiyetini teminat altına almaktır. Irak ve İran’ın aksine Kuzey Kore’de (ve de Afganistan’da) petrol ve doğalgaz yok. Kuzey Kore, daha şimdiden Amerikan emperyalizmi açısından potansiyel rakip olmaktan çıkarak fiilen rakip konumuna gelmeye başlayan Çin’in komşusudur ve aynı zamanda Amerikan emperyalizmi için oldukça önemli olan Güney Kore ve Japonya’nın da komşusudur.

Amerikan emperyalizmi Kuzey Kore’nin füze denemelerini bölgedeki hakimiyetini sürdürmek için aynı zamanda Güney Kore ve Japonya üzerinde baskı aracı olarak kullanmakta ve “ben olmazsam Kuzey Kore ülkenizi füzelerle vurur” diyerek bu ülkeleri kendi çizgisinde tutmaya çalışmaktadır.

Çin’in baskısıyla Kuzey Kore Ağustos 2003’te altılı görüşmeleri kabul etmişti. Japonya, Güney Kore, Rusya, Çin, ABD ve Kuzey Kore’nin katıldığı bu toplantılarda sonuç alınamamıştı. Çünkü Kuzey Kore Amerikan emperyalizminin üçüncü görüşmedeki (Haziran 2004) dayatmalarına boyun eğmeyeceğini açıklamış ve aynı yılın Eylül ayında gerçekleştirilmesi gereken dördüncü görüşmeye katılmayacağını açıklamıştır. Amerikan emperyalizmi, aynen bugün İran’dan talep ettiği gibi o zaman da Kuzey Kore’den mevcut atom programını dondurmasını ve sonra da durdurmasını talep etmekteydi.

Füze denemeleriyle Kuzey Kore, Amerikan emperyalizminin aynı sorunu öne sürerek İran üzerinde uyguladığı baskılara kendisinin boyun eğmeyeceğini ve gerekirse bu füzeleri kullanarak ulusal bağımsızlığını savunacağını bütün dünyaya ilan etmiştir. Füze denemelerinin bugüne denk getirilmesinin başka bir anlamı olamaz. Aynı zamanda denemeler içinde uzun menzilli füzenin de olması, coğrafi konumundan dolayı bugüne kadar savaşlarda zarar görmeyen ABD’nin de füzelerle vurulabileceği, bunu Kuzey Kore’nin de yapabileceği Amerikan emperyalizmine verilen açık bir mesajdır.

Başta ABD olmak üzere nükleer silaha, uzun menzilli füzelere sahip olan ülkeler bu tekellerinin kırılmasından yana değiller. Kendileri için hak olanın başka ülkeler için hak olamayacağını açıktan savunmaktalar. Örneğin başka ülkeleri atom silahı kullanmayla tehdit eden Fransa’nın Kuzey Kore tarafından aynı silahla tehdit edilmeye tahammülü yoktur.

Şüphesiz ki komünistler açısından savunulması gereken genel olarak silahsızlanmadır, nükleer silahların yok edilmesidir. Kuzey Kore’den atom programını dondurmasını ve sonra da durdurmasını talep eden ülkeler, başta da Amerikan emperyalizmi, önce kendisi bu türden faaliyetini dondurmalı ve durdurmalıdır. Bu yapılmadığı ve aksine daha yıkıcı ve yok edici nükleer silah programlarının geliştirildiği koşullarda Kuzey Kore’nin kendini savunmada özgür olmasının anlaşılmayan bir yanının olmaması gerekir. Füze denemesinden ve bu tür silahları geliştirmesinden dolayı Kuzey Kore’nin yanında olamayız, ama ulusal bağımsızlığını korumak, Amerikan emperyalizminin tehditlerine karşı koymak için baş vuracağı araçlar kendi bileceği bir iştir.