deneme

18 Ekim 2003 Cumartesi

SINIF TEORİSİ AÇISINDAN NEOLİBERAL SALDIRILARIN BAZI SONUÇLARI

I
Emperyalist ülkelerde, en azından Batı Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde „sosyal devlet“ döneminde, adı çok kullanılan Keynescilik döneminde en genel ve acil sosyal problemlerin çözümlendiği görüşü hâkim olmuştu. En azından toplumu meşgul eden en acil sosyal problemler çözülmüş gibi gözüküyordu ve emperyalist burjuvazi de görünüşe dayanarak kapitalizmin temel sosyal sorunlarının artık geride kaldığının propagandasını yapıyordu. Ama geçen yüzyılın ‘70’li yıllarında çözülmüş denen sosyal problemlerin hiçbirisinin çözülmemiş olduğu; kapitalizmin çelişkilerinin yeniden keskinleşmesiyle bir daha anlaşıldı. Görece istikrarın sona ermesiyle işsizlik, gündemden hiç düşmeyen bir sorun olarak yeniden toplumun en önemli acil bir sonunu olmaya başladı. Kapitalist yeniden üretim sürecinde ihtiyaç duyulan işgücü sayısı giderek, engellenemez bir biçimde azalmaya başladı. İşgücü olarak fazlalık olan, kapitalist yeniden üretim sürecinde ihtiyaç duyulmayan işçiler, bunun yanı sıra emekçiler de belli bir belirsizliğe, güvensizliğe itildiler. İşsiz kalanlar, toplumdan dışlanma tehlikesine karşı da mücadele etmekle karşı karşıya kaldılar. İşçi sınıfının işsizler ordusu giderek büyüdü.

Gelinen noktada emperyalist burjuvazi, mevcut sistemin devamını neoliberal dayatmalarla sağlamak ve azami kar elde etmek için mevcut sosyal sistemleri yeniden düzenleyerek; kendi çıkarına uygun hale getirerek toplumdaki mevcut parçalanmayı ve dışlanmayı perçinlemektedir. Toplumda „sosyal çıkar dengesi“nin artık lafta bile sözü edilmemekte. Ama sorunların üstesinden gelinmesi için, öncelikle yoksulluğa ve işsizliğe karşı mücadelenin devam ettiğinden bolca bahsediliyor. Ne var ki emperyalist burjuvazin aldığı tedbirler, onun yoksulluğa ve işsizliğe karşı mücadele etmediğini, aksine yoksullara ve işsizlere karşı mücadele ettiğini göstermektedir; sosyal haklar yok ediliyor, yoksullar ve işsizler, bunun ötesinde de, Almanya’da hükümetin hazırlattığı bir rapora göre çocuklar toplumun „şamar oğlanı“ durumuna getiriliyorlar.

Özellikle Batı Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde burjuvazi, „sosyal devlet“ döneminde de var olan, ama yoğun propagandayla işçi sınıfı, bir bütün olarak toplum tarafından pek önemsenmeyen sosyal farklılığın, yeniden „tahammül edilebilir“ sınırlara çekileceğini ve bunun için fedakârlık edilmesi gerektiğini sürekli vurgulamasına rağmen, buna artık hiç kimse inanmamaktadır. Sınıf bilinçli olmayan ve bundan dolayı mücadeleye atılmayan geniş işçi ve emekçi yığınlar, umutsuzluğa gömülmüş durumdalar.

Emperyalist burjuvazi, bu umutsuzlar yığınının ne olacağını tartışıyor. Bir taraftan eski günlerin bir daha geri gelmeyecek bir şekilde tarihe karıştığı gerçeği göz önünde tutuluyor. Diğer taraftan milyonlarla ifade edilen işsizler ordusunun toplum açısından hangi gelişmelerin nedeni olabileceği tartışılıyor. Değerlendirilemeyen milyonlarca işgücü ne olacak? Şüphesiz ki burjuvazi soruna işsizler, en azından uzun bir dönem işsiz olanlar hala işçi sınıfının bir parçası mıdır açısından bakmıyor, onların sınıfsal konumunu tartışmıyor, ama onların burjuva toplumun geleceği üzerinde etkili olabileceklerini hesaba katıyor ve etkisizleştirilmelerinin yol ve yöntemlerini arıyor.

“Sosyal devlet“ döneminde elde edilen kazanımların çok yönlü koşulları vardı. Her şeyden önce bu kazanımlar, sendikal mücadelenin ve bununla bağlam içinde siyasal baskının bir sonucuydu. Bu kazanımlar, tekelci sermayenin, işçi hareketinin gelişmesinin önünü almak, işçi sınıfını mücadelesizliğe itmek için ödemek zorunda kaldığı fiyattı. Tekelci burjuvazi bu fiyatı ödedi, çünkü uzun süren olumlu konjonktür, işin verimliliğinin artması „sosyal devlet“in maddi temelini oluşturmaktaydı. Bu dönemde tüketim üretimi görülmemiş boyutlarda arttı ve emperyalist burjuvazi „tüketim toplumu“ kavramını kullanmaya başladı.

Ama ‘70’li yıllardan sonra sermayenin değerlendirilme koşulları; sermayenin birikim koşulları değişmeye başladı. Tekelci burjuvazi, azami kar elde etmenin koşullarının değiştiğinden hareketle, sömürünün azami yoğunlaştırılmasına yöneldi. Ekonomik krizin ve durgunluğun işçi sınıfı üzerindeki yarattığı tedirginliği kullanan burjuvazi, işletmelerde kapsamlı değişimleri uygulamaya koymaya başladı. İşletmelerdeki yeniden şekillendirme faaliyeti, sadece üretimi arttırmakla ilgili değildi. Bu değişimlerle, aynı zamanda, işletmelerin/işçilerin direnç yeteneği, işletmeler bazında örgütlü mücadelenin kırılması da hedefleniyordu. Bu nedenle, uygulamaya konan rasyonelleştirme tedbirleri, işçilerin kitle kitle işten atılmalarını beraberinde getirdi ve özellikle yıllardan beri çalışan, belli bir mücadele birikimi olan işçiler öncelikle işten atıldılar. Yeni işe alınanlar, genellikle meslekten anlamayan, tecrübesiz ve sermayenin baskısına kolayca boyun eğen işçilerden seçiliyordu. Bunun ötesinde iş mukavelesi genellikle geçiciydi. Bu da bir baskı unsuru oluşturmaktaydı. Bunlar, işletmelerde, yeni ve çekirdek, mücadeleci işçi kesiminden bağımsız bir grup oluşturuyorlardı. Çünkü bunların ortak çıkarı, kalıcı olarak işe alınmaktı, iş mukavelelerinin kalıcılığa çevrilmesiydi. Bu nedenden dolayı da mücadeleye uzak duruyorlar, sermayeye „çalışkan köle“ olarak hizmet ediyorlar ve işletme koşullarına hemen uyum sağlıyorlardı.

Bunun ötesinde üretim ve dağıtım sürecinin parçalanması; ayrı ayrı işletmelere bölünmesi, işçilerin işletmelerde ortak örgütlü hareket etmelerini engelliyordu. Bu yöntemi sermaye sadece ulusal değil, uluslararası çapta da kullanmaktadır. İşletmeler küçülüyor, teknoloji yoğun olarak kullanılıyor ve böylece işçilerin ve bunların arasında da örgütlü olanların sayıları azalıyor ve bütün bunların ötesinde sermaye, aslında birbirine bağlı olan üretim ve dağıtım sürecinin çeşitli işletmelerini birbirine karşı kullanarak işçilerin mücadelesini etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Bunun ötesinde uluslararası alanda bol ve ucuz işgücü olduğundan bahsederek ulusal çapta işçilerin eylem isteğini kırıyor. Tekelci burjuvazinin, uluslararası alanda bol ve ucuz işgücü var tehdidi, emperyalist merkezlerdeki bütün işçi sınıfını oldukça olumsuz etkiliyor.

İşyeri kaybı üzerine tedirginlik çalışan işçilerin üzerine bir kâbus gibi çöktü. Sermayenin en ufak bir tehdidi, örneğin işletmeyi başka yere taşırız vb., işçilerden taviz almak için yetiyor. Bu süreç içinde sermaye, ücretleri reel olarak düşürmeyi ve kar oranını yükseltmeyi başardı. Öyle ki ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren tekeller devasa karlar elde etmeye başladılar. Tekelci burjuvazi bu karlarını yeniden yatırım olarak kullandı. Her yeni yatırım, yeni ve daha kapsamlı rasyonelleştirme anlamına geliyor. Yani daha fazla işçinin sokağa atılmasına neden oluyor. Artan kar, sermayenin hacmini büyütüyor. Büyüyen sermayenin rasyonelleştirmeye dönüştürülmesi, daha çok işçinin sokağa atılması anlamına geliyor.

“Toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve işin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki işgücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bunun için, yedek sanayi ordusunun nispi büyüklüğü, servetin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. En sonu, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır “ (Marks; Kapital, C. I, s. 673/674).

Hızla artan toplumsal maddi zenginlik, aynı hızla yoksulluk üretiyor. Böylece; sermaye birikimi, sanayi yedek ordusunun büyümesini, proletaryanın yoksulluğunun artmasını ve sermayenin işçiler üzerindeki baskısının artmasını beraberinde getiriyor. Burjuvazinin iddia ettiğinin aksine, tekellerin karı arttıkça, yeni işyerleri açılmıyor, tersine daha çok sayıda ve daha hızlı olarak mevcut işyerleri yok ediliyor.
Böylece büyüyen, yatırıma dönüştürülen sermaye, bir dışlama makinesi olarak çalışıyordu.

Mevcut işsizliğin devam eden ekonomik krizle öyle pek ilişkisi de yok. Şüphesi ki, ekonomik krizden dolayı da işçiler sokağa atıldılar ve atılıyorlar. Ama istihdam sorununu bu boyutlara getiren, en azından son çeyrek yüzyılda görülen devresel ekonomik krizler değildir. Çükü ekonomik kriz olmasa da işçiler sokağa atılıyorlar. O halde nedeni başka yerde aramak gerekir. Bu da rasyonelleştirmedir, otomasyondur, işin verimliliğinin artmasıdır. Örneğin Almanya’da 1991’den 2002’ye işçi başına ciro 167 800 Euro’dan 343 300 Euro’ya çıkmıştır. 1991’den buyana ise işsizlik yüzde 33 oranında artmıştır. Böylece işgücüne ihtiyaç kalmadığı için toplumdan dışlanan işsizlerin sayısı giderek artmıştır. Bunun sonucu yoksulluktur, toplumsal yaşamdan dışlanmaktır. Bunun adı kitlesel kronik işsizliktir. Bu işsizlik artık kapitalist üretim biçiminin bir yasası olmuştur. Teknolojinin bu gelişme seviyesinden sonra kapitalizmin bu işsizlikten kurtulmasının olanağı yoktur. Kronik kitlesel işsizlik nesnel bir gerçekliktir.

Toplumda zengin-fakir arasındaki uçurumun derinleşmesi ve toplumun böyle parçalanması, sorunun sadece bir yönü. Sermaye-emek arasındaki bu parçalanmanın yanı sıra, işçi sınıfı kendi arasında parçalanıyor. Çalışan işçiler, işsizler, işletme içinde işçilerin parçalanması. İşletmelerde çekirdek işçi kesiminin yanı sıra düşük ücretli, geçici iş aktı olan ve bundan dolayı da görece garantili iş ilişkisi olmayan geniş bir kesim oluşmuştur.

Kapitalist, işletmede özellikle çekirdek işçi kesimine özel bir konum veriyor; reformist sendikaların da desteğiyle bu kesim işletmede istikrar faktörü oluyor. Birtakım sosyal imtiyazlarla, çalışma sürecinde gerçekleştirilen grupsal örgütlenme yapılarıyla bu kesimin üretim alanında yaratıcı bir potansiyel oluşturması öngörülüyor. (kalite çemberleri denen espri). Böylece bu işçi kesiminde kapitaliste karşı sadık bir tutum geliştiriliyor. Bu imtiyazlı grubun altında daha geri statülü başka gruplar yer alıyorlar. İşletme içinde bu statülerle işçiler bölünüyor ve sınıf bilinçli olmayan işçiler nezdinde çıkarlar farklılaşmış oluyor.

Tekelci sermaye ekonomik kriz dönemlerinde imtiyazlı, çekirdek işçi kesimini işten atmamayı tercih ediyor. Bu kesim bir nevi korunurken, işçilerin geriye kalan kısımları konjonktürün seyrine terk ediliyorlar. Bu kesim, ücretlerinin düşük olmasının ötesinde duruma göre her türlü işi yapmaya zorlanıyorlar veya gerek görüldüğünde kapı dışarı ediliyorlar. İşçi sınıfının en çok korku ve endişe içinde yaşayan kesimini bu grup oluşturmaktadır.

İşçi sınıfının bu şekilde parçalanması, katmanlarına ayrıştırılmış olması, tekelci sermayenin çıkarlarına tekabül ediyor. Çünkü böylece işgücünün sömürüsü daha da yoğunlaştırılabiliyor. İş dünyası, oldukça farklı hak ve ücretlendirmeyle, sosyal teminatın farklı normlarıyla ve istihdam sürekliliği perspektifinin farklılaştırılmasıyla yeniden şekillendiriliyor, örgütleniyor. Bu yeni örgütlenmenin veya değişen sömürü stratejisinin temel unsurunu, süreli iş aktı oluşturmaktadır. Süresiz iş aktı, artık önemini kaybetmektedir. Yani farklı ücretlendirilmiş ve hukuksal korumasız iş ilişkileri giderek önem kazanmaktadır. Çoğu gelişmiş (sanayi) ülkelerinde bu koşullarda çalışan işçilerin oranı yüzde 35 civarındadır ve bu oran giderek artmaktadır. .

Çıkarına daha iyi hizmet ettiği için sermaye, işçileri işletmelerde bu şekilde gruplandırmaktadır. İşletmede çekirdek işçi kesimi, istikrarı ifade ediyor. Burjuvazi bu kesimi, dışlanmış olanlarla, işsizlerle tehdit ediyor ve sesini çıkartırsan onlar gibi olursun diyor. Böylece işsizler, çalışmasalar da sermaye açısından önemli bir rol oynuyorlar.

İşçi sınıfı içinde farklılaşma eğiliminin olduğunu Marks ve Engels daha Manifesto’da belirtiyorlardı. Ama aynı zamanda işçi sınıfını bütünleştiren faktörlerden de bahsediyorlardı:
“Ama sanayin gelişmesiyle, proletarya, yalnız sayıca artmakla kalmaz, daha büyük yığınlar halinde yoğunlaşır, gücü büyür ve bu gücü daha çok hisseder. Proletarya saflarındaki farklı çıkarlar ve yaşam koşulları, makinenin tüm iş ayrılıklarını silmesi ve hemen her yerde ücretleri aynı düşük düzeye indirmesi oranında giderek daha çok eşitlenirler. Burjuvazi arasındaki büyüyen rekabet ve bunun sonucu ortaya çıkan ticari bunalımlar, işçi ücretlerini durmadan dalgalandırır. Makinelerdeki sonu gelmez iyileşme, durmadan daha hızlı gelişerek, bunların geçimlerini giderek daha çok güvensiz yapar; tek tek işçiler ile tek tek burjuvalar arasındaki çatışmalar, giderek daha çok iki sınıf arasındaki çatışma niteliğini alır. Bunun üzerine, işçiler, burjuvalara karşı birlikler (sendikalar) oluşturmaya başlarlar; ücret hadlerini yüksek tutmak için bir araya gelirler; zaman zaman çıkan isyanlar için önceden hazırlık yapmak üzere kalıcı dernekler kurarlar. Şurada burada, mücadele, ayaklanma halini alır“ (Komünist Manifesto; M-E; C. 4, s. 470).

Son çeyrek yüzyıl içinde tekelci burjuvazi, işçi sınıfını bölmek ve her bir bölüğünü birbirinin rakibi yapmak için sınıf olarak ortaya çıktığından beri başarısız sürdürdüğü mücadelesinde başarılı olmanın olanaklarını yakalamış durumda. İşletmelerin yeniden örgütlenmesi, işsizlerin çalışan işçilere karşı kullanılması, ücretlerin genel olarak düşürülmesinin ötesinde farklılaştırılması ile işçi sınıfında aynı sınıfa aitlik ruhunu öldürmeye çalışmaktadır. İşçilerin çıkarlarının ortak olduğunu kavramalarını ve bir sınıf olarak hareket etmelerini, aynı sınıfın unsurları oldukları, ortak çıkarları olduğu bilincinin gelişmesini engellemeye çalışmaktadır. Tabii ki tekelci burjuvazinin bu çabası, satılmış kalemler tarafından da desteklenmektedir. Fransa’da gerçekleştirilen bir ankete göre deneklerin üçte ikisi, çalışan işçilerle işsizler arasındaki farkın zengin-yoksul farkından daha önemli olduğu görüşünde. Böylece işçi sınıfının çalışan-çalışmayan bazında ayrımı, zengin-yoksul bazında toplumun burjuvazi-işçi sınıfı olarak ayrımının önüne geçiyor. Ne korkunç bir durum. Tabii ki böyle bir durumda işçi sınıfının çalışan kesimiyle işsiz kesiminin ortak mücadelesi gelişmez, sınıfın sermaye karşısındaki direnci kırılır.
İşçi sınıfının bu hale gelmesinde veya burjuvazinin bu yöntemleri karşısında silahsız kalmasında komünist faktörün olmaması veya etkisiz kalması belirleyici bir rol oynamaktadır.

SB’nde revizyonist ihanetten bu yana (XX. Parti Kongresi, 1956), çoğu ülkelerde, özelliklede revizyonist partilerin ve sosyal demokratların etkili oldukları ülkelerde; bir bütün olarak komünist partilerinin etkili olmadığı ülkelerde işçi sınıfı, sınıf olarak sosyal konumunun bilincine varamamıştır. Tabii ki bu, bilim olarak Marksizm’in bir eksikliği değildir. Lafta Marksizm’den bahsetmek, işçi sınıfının otomatikman sınıf bilinçli olacağı anlamına gelmiyor. Ama Marksizm’in çarpıtılması, işçi sınıfının bilinçlenmesini de çarpıtıyor. İşçi sınıfı, nesnel sosyal konumundan, üretim sürecindeki konumundan veya üretim ilişkilerindeki konumundan dolayı sınıf bilinçli olmuyor. Şüphesiz ki genel olarak toplumsal yaşamdaki ve üretim sürecindeki konum, işçilerde kendiliğindenci bir bilincin gelişmesini beraberinde getiriyor ve en fazlasıyla belli bir sınıf mantalitesi geliştirebiliyor ve bugün tekelci burjuvazi, komünist faktörün marjinalliğini veya olmayışını da kullanarak, işçi sınıfını çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışıyor. Onun bu çabası önünde etkili hiçbir direnç odağı yok.

Bu koşullarda işçi sınıfının çalışan kesiminin ve işsiz kesiminin sermayeye karşı süreklilik arz eden bir mücadele geliştirmesi, direnç odağı olması pek düşünülemez. Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde işçi hareketinin dönem dönem yükselmesi ve sonra da gerilemesi bunu göstermektedir. Özellikle işsizlerin sınıf mücadelesine yaklaşımında gelecekten umut kesmiş olmaları, niçin mücadele etmek gerektiğini kavramamaları belirleyici bir rol oynamaktadır. Açık ki kronik kitlesel işsizliğin olduğu bütün ülkelerde etkili olduğu kadarıyla devrimci ve komünist örgütler veya sendikalar, işçi hareketinin işsizler kesimini örgütleyen, onları kendi haline bırakmayan bir faaliyet sürdürmekte geç kalmışlardır.

HANGİ “SOSYAL DEVLET”!

II
Irak savaşıyla balgam içinde özellikle Alman kamuoyunda ABD’ye karşı bir “Avrupa ulusalcılığı” tetiklenmişti. Avrupa, iktidar kaynakları bakımından ABD’ye eş değerlidir ve sosyal sistemleri ABD’ninkinden daha üstündür. Dolayısıyla AB ABD karşısında rekabet gücüne sahiptir. İddia buydu.

„Der Spiegel“ dergisinde, arka arkaya çıkan yazılarda ABD’nin giderek yok olan gücü, Avrupa’nın yükselişi ele alınıyordu. Birtakım verilerle AB’nin ABD karşısındaki üstünlüğü kanıtlanmaya çalışılıyordu. Bu derginin ve başka gazetelerin de sürdürdüğü kampanyaya Avrupa’nın önde gelen aydınları da katıldılar.

31 Mayıs 2003’te yedi filozof ve yazar, Avrupa’nın yeni rolü üzerine Avrupa’nın önde gelen gazetelerinde bir manifesto yayımladılar. Bu manifestonun inisiyatifçilerinden birisi de Jürgen Habermas’tı.
Jürgen Habermas ve Jacques Derrida’nın imzasını taşıyan ve Frankfurter Allgemeinen Zeitung’da yayımlanan makalede („Avrupa’nın Yeniden Doğuşu, Ortak Bir Dış Politika İçin Söylev“) şöyle deniyordu: „ABD’nin hegemon ünilateralizmini dengelemek için Avrupa, uluslararası alanda ve BM çerçevesi içinde gücünü ortaya koymalıdır. „Gelecekteki bir dünya iç politikasının dizaynının şekillendirilmesi“ Avrupa’nın görevidir. „Karmaşık bir dünya toplumunda sadece tümenler önemli değildir, bilakis görüşme ajandalarından, ilişkilerden ve ekonomik avantajlardan oluşan yumuşak bir iktidar önemlidir“. Jürgen Habermas ve Jacques Derrida’ya göre, Avrupalılar „sınıf zıtlıklarının sosyal devletsel bir barışını“ sağlamışlar, „sosyal adalet için ölçüler“ koymuşlar vs. Habermas ve benzerleri ABD karşısında AB’nin üstünlüğünü „sosyal devlet“ ile açıklamaya çalışıyorlar. Bizi burada ilgilendiren de bu konudur.

Bu filozof ve yazarların, evet bir bütün olarak AB’nin „sosyal devlet“ anlayışı, propagandadan öte hiçbir anlam taşımamaktadır. Avrupa devletlerinin, burada Batı Avrupa devletleri kastediliyor, sosyal adalet adına uygulamaları hiçbir şekilde örnek ölçü olamaz. Hele ABD’ninkinden de hiçbir şekilde daha üstün değil. Hemen bütün AB ülkelerinde, özellikle de AB’nin emperyalist ülkelerinde hükümetler, neoliberal politikaları paket paket yasalaştırıyorlar ve uygulamaya koyuyorlar. Tam da böyle bir dönemde, tarihi misyonu burjuva düzeni korumak olan birtakım aydın ortala çıkıyor, insanların dikkatini uygulanan neoliberal politikalardan, AB’nin „sosyal adalet“ bakımından ABD’den daha üstün olduğu noktasına çekmeye çalışıyor. Bu baylar da çok iyi biliyorlar ki, kıta Avrupa’sında uygulamaya konan neoliberal politikalar, daha önce ABD’de Reagan ve İngiltere’de de Thatcher dönemlerinde uygulamaya konmuştu.

Habermas, koşulların değiştiğinin ve artık „sosyal devlet“in tarihe karıştığının farkında değil. Bu aydınlar, kendi yaşam koşullarını „sosyal devlet“ için, „sosyal adalet“ için ölçü olarak alıyorlar ve sanıyorlar ki işçi ve emekçi yığınları da kendileri gibi yaşıyor ve düşünüyor.

2000 yılının başından beri dünya ekonomisi krizde, Avrupa ekonomileri de krizde. AB’nin dünya ekonomisinin krizden çıkması için veya artan işsizlik ve yoksulluk karşısında reçete olarak öne sürdüğü, ABD’nin uygulamalarından farklı örnek olarak alınacak bir önerisi oldu mu? Olmadı. Avrupa’nın güya „sosyal adalet“ dağıtan devletleri de, en katı bir şekilde neoliberal politikaları uygulamaya koymadılar mı ve hala da paket paket yasalaştırmıyorlar mı? Habermas ve benzerleri için herhalde bu neoliberal dayatmalar, Reagan ve Thatcher döneminde uygulanan politikalar, AB’nin ABD’den üstünlüğünü gösteren ölçü oluyor!?

Habermas ve benzerleri için AB ülkelerindeki bütün sosyal sistemler, garantilenmiş dayanışma düzenlemeleridir. Öyle de olsa, peki bu baylar, sağlık, emeklilik, eğitim, iş vb. sosyal sistemlerin teker teker işlevsizleştirildiğini, geçersiz kılındıklarını ve Almanya’da Agenda 2010’un buna hizmet ettiğini bilmiyorlar mı? „Sosyal adalet“in bütün yükünün çalışanların sırtına yıkıldığını bilmiyorlar mı? Örneğin sadece işsizlik parasındaki ve işsizlik yardımındaki kesintilerin ve hastalık parasının özelleştirilmesinin yığınların sırtına yüklenen 11 milyar Eoroluk bir yük olduğunu bilmiyor olamazlar.

2001-2002 döneminde Almanya’da tekellerin karları 50 milyar Euro civarındaydı. Ama bu dönemde, tekel karlarının arttığı bu dönemde sermaye ve kapitalistleri ilgilendiren bütün vergiler önemli boyutlarda düşürüldü.
Devletin vergi gelirinde kar ve sermaye vergisinin payı 1980’den beri yüzde 26’dan yüzde 13,4’e indirildi. Aynı dönemde işçilerden kesilen ücret vergisinin payı yüzde 30,5’ten yüzde 31,9’a yükseltildi. Keza toplumun her kesiminden eşit olarak alınan muamele ve tüketim vergileri yüzde 43,5’ten yüzde 55,8’e çıkartıldı. 1999’dan bu yana bütün yığınları ilgilendiren vergiler yüzde 2 civarında artarken, bankaların ve tekellerin ödedikleri vergi, 1999’da ödediklerinin yaklaşık yarısına indirilmiştir (yüzde -44). 2003’ün ilk yarısında emekçi yığınların ödedikleri vergi, toplam vergi gelirlerinin yüzde 80’ini oluştururken tekellerin ödedikleri verginin toplamdaki payı ancak yüzde 3 civarındaydı. Son 11 sene içinde işçilerin gelirlerindeki reel gerileme yüzde 4,4 oranındaydı. Ama aynı dönemde tekellerin net geliri (enflasyondan arındırılmış gelir) yaklaşık yüzde 40 oranında arttı. Bu gelişme, gelir dağılımındaki farklılığı uçuruma çevirdi. Örneğin Almanya’da 365000 milyoner, ülkedeki toplam parasal varlığın yüzde 26 kontrol ediyor. Ama nüfusun yarısı; yüzde 50’si ise ancak yüzde 4,5’ini kontrol ediyor. Ve bu „sosyal adalet“ ülkesinde işsizlerin yüzde 50’si ve her 12. aile yoksul statüsünde.

Şimdi Hartz 4 de yasalaştırıldı. (Tabii ki Habermas bunu, yazıyı yazdığı dönemde bilemezdi!!). Bu yasaya göre işsizlere verilen para/yardım, sosyal yardım seviyesine düşürülüyor, yoksulluk yasalaştırılıyor.
Hartz 4’ün yasalaştırıldığı dönemde bir de istatistik açıklama yapıldı. Dünya ihracatında, ABD’yi de geride bırakarak payını yüzde 10’un üzerine çıkartan Almanya, 11 yıl sonra yeniden „dünya şampiyonu“ olmuş.
İstatistikler başka gelişmelere de işaret ediyorlar. Resmi (kayıtlı) işsiz sayısı 4,5 milyon sınırına varıyor. Bu da bir rekor.

Her iki rekoru bir araya getirdiğimize şunu görüyoruz: Alman tekilci burjuvazisi uluslararası alanda rakiplerini geride bırakıyor. Ülke içinde ise rakibini (işçi sınıfını) yoksulluğa mahkûm ediyor. Uluslararası alanda güçlü olmak için ulusal alanda yoksulluğu yasalaştırmak zorunda. Çünkü yoksulluğa mahkûm ettiği işçilerin işgücüne ihtiyacı yok. Alman tekelci burjuvazisi, Sosyal Demokrat ağırlıklı hükümetiyle işsizlerin yaşam seviyesini daha da geriye çekmeye çalışıyor, çünkü onun görüşüne göre, bu yığınların varlığı dünya pazarı ölçeklerinde gereksizdir, dünya pazarında daha fazla pay elde etmenin önünde bir engeldir. Diğer bir ifadeyle; dünya pazarında ilk sıralarda yer almak isteyen her ülke, ülke içinde, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerdeki yaşam koşullarını geçerli kılmalıdır. Uygulanmaya konan neoliberal politikalarla, çıkartılan yasalarla ve bir bütün olarak Agenda 2010 ile „tüketmeyenin yaşamaya da hakkı yok“ mesajı veriliyor. „Tüketmeyenin yaşamaya da hakkı yok“ anlayışı neoliberalizmin temel anlayışlarından birisidir. Özellikle AB içinde ücretler, Almanya’da olduğu kadar aşağıya çekilmemiştir. AB’nin hiçbir ülkesinde Almanya’da olduğu gibi yeni işyeri açmak için değil, rasyonelleştirme amaçlı yatırımlar yapılmamıştır.
Peki, Habermas bunları bilmiyor mu?

Mayıs 2003 itibariyle ve OECD ölçülerine göre Euro alanında işsizlik oranı yüzde 8,8. OECD ortalamasından (%7,2), 15 AB üyesindekinden (%8,1) ve ABD’dekinden (yüzde 6,1) daha yüksek bir oran. AB’nin „sosyal adalet“ ülkesi Almanya’da işsizlik oranı yüzde 9,4 ve Fransa’da da yüzde 9,1 oranında. Habermas ve benzerleri sosyal koşulları böyle olan bir AB’yi savunuyorlar, haklı bir şekilde Amerikan sosyal sisteminin dayanışmacı olmadığını, sosyal olmadığını teşhir ediyorlar, ama savundukları AB’nin ABD modeli karşısında alternatif bir model oluşturmadığının, AB’nin Amerikanlaştığını kabul etmiyorlar.

Her halükarda, daha başka uluslararası gelişmelerde de göreceğimiz gibi, AB ve ABD arasındaki rekabet keskinleştikçe Avrupa’nın emperyalist ülkeleri, Habermas ve benzeri filozof ve yazarları, AB’nin gücünü, haklılığını, ABD’den üstünlüğünü anlatmak ve Avrupalı işçi ve emekçi yığınlarının AB politikasının peşine takmak için seferber edeceklerdir. Bunu, Irak savaşı döneminde, Avrupa kamuoyunun ABD’ye karşı, güya barış adı altında Alman ve Fransız politikalarının yanında yer almasında gördük.

16 Ekim 2003 Perşembe

AB ÜLKELERİNDE İŞÇİ HAREKETİ VE REFORMİZM

Emperyalist ülkelerde son 30, özellikle de 20 yıl içinde kapsamlı değişimler olmuştur. Bu değişimler, her bir ülkede görünüm bakımından farklı da olsalar, esas itibariyle neoliberal politikaların uygulanmasının sonuçlarından ibarettir. Tekelci sermaye, ulusal ve uluslararası pazar dinamiklerinin nesnel hareketi önündeki engellerin kaldırılmasını ve sömürünün yoğunlaştırılmasını talep ediyordu. Bu nedenle sosyal alanlar da dâhil bir bütün olarak yaşam, sermayenin azami kar çabasına, sermaye birikimi hareketine tabi kılınmalıydı. Diğer bir ifadeyle, ‘50’li yıllardan ‘70’li yıllara kadar uygulanan “sosyal devlet” pratiğine artık son verilmeliydi.

“Sosyal ortaklığı” esas alan “sosyal devlet”te veya “refah devleti”nde toplumda imtiyaz farkının aşıldığı anlayışı, yerini belli bir eşitliğin; imtiyazlarda eşitliğin aldığı anlayışı, emperyalist burjuvazinin sürekli kullandığı propaganda malzemelerinden birisiydi. Bugün ise bu anlayışın tam tersi söyleniyor; toplumda sosyal farklılaşmanın varlığı sadece kabul edilmiyor, bunun ötesinde eşitsizliğin doğal olduğundan bahsediliyor. Böylece zengin ile fakir; bir taraftan işçi sınıfı ve emekçi yığınlar ile diğer taraftan hâkim sınıf olan burjuvazi arasındaki uçurumun giderek daha çok derinleşmesi kabul edilmiş oluyordu.

“Sosyal devlet” pratiği, bir dizi olguyu önkoşul yapıyordu. SB’nde sosyalizmin başarılı inşası, II. Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin, kapitalist dünya karşısında dünya sistemi oluşturacak derecede güçlenmesi, emperyalistleri, işçi sınıfını mücadelesizliğe mahkûm etmek için, yaşamı kolaylaştırıcı adımlar atmaya, Marks’ın deyimiyle “tahammül edilebilir… biçimleri”nin uygulanmasına yöneltmişti (Kapital, C. I, s. 645). Savaştan dolayı yıkımın kapsamı, yeniden inşanın ve dolayısıyla nispeten uzun süren kesintisiz veya fazla etkili olmayan ekonomik krizli bir dönemin yaşanmasını beraberinde getirmişti. ‘50’lilerden ‘70’li yılarla kadar süren yaklaşık 20 senelik bu dönem, “işgücünün satışı koşulları için az çok uygun”du (Agk., s. 647); “uygun birikim koşulları,… işgücünün satışı için az çok uygun” koşulları beraberinde getirmişti. Bu koşullarda tekelci burjuvazi, birtakım sosyal haklar kazanmış işçi sınıfını sömürerek azami kar elde etme olanağına sahipti. Çalışan işçi sayısını azaltmaksızın teknolojinin kazanımlarını üretimde kullanarak verimliliği arttırmak, emperyalist burjuvazinin “sosyal devlet” pratiğinin maddi temelini oluşturuyordu, ona bu pratiği uygulama olanağı veriyordu. Bu dönemde, hemen bütün emperyalist ülkelerde sosyal sistemler (emeklilik, sağlık vb.) genişletilmişti. Emekçilerin gelirlerinin artış olanağı vardı. Yine Marks’ın dediği gibi, “sermaye birikiminden dolayı işin (gücünün) artan fiyatı” (Agk., s. 646), geniş toplum kesimlerinin toplam üretime (ulusal gelire) “ortak” olmalarına olanak sağlıyordu. Emperyalist burjuvazi buna “tüketim toplumu” diyordu.

‘70’li yıllara gelindiğinde bütün emperyalist ülkelerde ulusal gelirin dağılımı, tekelci burjuvazinin çıkarlarına uygun düşmemeye başladı. Çünkü nesnel koşullar değişmişti. Ekonomik büyüme, birikim oranları eski seviyesine çıkamıyordu. Dolayısıyla, azami kar derdinde olan tekelci burjuvazi açısından dağıtılacak, işçi sınıfını susturacak, mücadelesizliğe mahkûm edecek bir şey de kalmamıştı. ‘70’li yıllardan bugüne tekelci burjuvazinin bütün sorunu, azami kar elde edilebilmek için, sermaye hareketinin önündeki bütün engellerin yıkılmasıydı. Bunun siyasi adı da neoliberalizmdir.

Aslında bugün Almanya, Fransa gibi AB’nin önde gelen emperyalist ülkelerinde paket paket hazırlanan ve uygulanmaya konan neoliberal politikalar, ‘80’li yıllarda ABD’de Reagan ve İngiltere’de de Thatcher hükümetleri tarafından uygulanmaya konmuştu.

Bugünlerde hemen bütün AB ülkelerinde gündemde olan hâkim sınıfların, tekelci burjuvazinin sosyal sistemlere karşı yaygın saldırıları, daha önceden saptanmış politikaların uygulanmasıdır. Sosyal sistemleri, örneğin emeklilik sistemini neoliberal normlara göre yeniden yapılandırmak, şu veya bu hükümetin değil, AB’nin temel bir politikası olmuştur. AB ülkeleri Lizbon ve Barselona zirvelerinde sosyal sistemlerin reforme edilmesi politikası üzerinde anlaşmışlardı.

Sorunun özü neden ibaret?
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, horizontal ve vartikal örgütlenmesi süreci ilerliyor. Dev adımlarla gelişen teknolojinin kazanımlarının üretim ve dolaşım sürecinde kullanılması; otomasyon, rasyonelleştirme sonuç itibariyle verimliliği arttırıyor ve işçilerin kitlesel olarak sokağa atılmasına neden oluyor. Giderek keskinleşen ve kapsamlaşan emperyalistler arası rekabet, emperyalist devletlerin bütün olanaklarını tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesini kaçınılmaz kılıyor. Dolayısıyla “sosyal devlet”in yıkılması kaçınılmaz oluyor.
Amaca ulaşılması için öncelikle, elde edilmiş haklara sahip çıkan güçlerin etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Çünkü neoliberal politikaların uygulanabilmesi önünde en önemli engelin örgütlü işçi hareketi olduğunu bilen tekelci burjuvazi, bu gücün etkisizleştirilmesini öncelikli temel görev olarak tespit ediyordu.

Bütün emperyalist ülkelerde çalışma koşullarıyla ilgili olarak elde edilmiş hakların geri alınması, bu koşulların yeniden belirlenmesi için, farklı –çoğu kez düşük- ücretlendirmelerle işletmelerde işçilerin karşı karşıya getirilmesi, bir bütün olarak toplumsal yaşamda işçi sınıfı ve emekçi yığınların farklılaştırılması, farklı kategorilere ayırarak atomize edilmesi gerekiyordu. Bu, her neoliberal stratejinin temel amacıdır ve tekelci burjuvazi bu amacı gerçekleştirmek için kapsamlı saldırıya geçmiştir. Neoliberal saldırı birkaç noktada yoğunlaşmaktadır:

a-Sağlık sistemini özelleştirmek veya bütün yükünü emekçi yığınların sırtına yıkmak,
b-Emeklilik sistemini özelleştirmek veya bütün yükünü çalışanların sırtına yıkmak,
c-Eğitim sistemini özelleştirmek,
d-İşsizlik parasını, sosyal yardım seviyesine indirmek,
e-İş ve İşçi Bulma Kurumunu özelleştirmek veya kuşa çevirmek gerekiyordu.

Almanya’da Riester ile başlayan ve Agenda 2010 ile devam eden sosyal sistemlere (örneğin emekliliğin 67 yaşa çıkartılması) yönelik neoliberal saldırılar, AB’nin Avusturya, Fransa, İtalya gibi başka ülkelerinde de benzeri içerikli saldırılar olarak sürdürülmektedir. Bu ülkelerde, özellikle de Fransa ve Almanya gibi emperyalist ülkelerde art arda uygulanmaya konan neoliberal politikalara karşı mücadelenin, kapması, şiddeti ve siyasi içeriği, farklı açılardan ele alındığında ancak anlaşılabilir.

Bu ülkelerde, aynı zamanda AB’nin başka ülkelerinde de –örneğin Yunanistan ve Danimarka’da da- hükümetlerin neoliberal politikalarına karşı mücadelede komünist ve devrimci faktör, ne yazık ki hemen hiçbir rol oynamamaktadır. Almanya’da komünist parti bile yok (AKP üçe bölünmüş durumda). Fransa’da İtalya’da, Yunanistan’da veya AB’nin herhangi bir ülkesinde Marksist Leninist Komünistlerin kıstaslarına göre komünist güçler ya örgütsüz, ya da marjinaldir, etkisizdir. Buna karşın, özellikle Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerde revizyonist güçler örgütlüdür. Bu ülkelerde, başta sendikalar olmak üzere, “sol” güçler, toplumsal muhalefeti yönlendirmede belli bir rol oynuyorlar.

Geriye sendikalar kalıyor. Bu ülkelerde, devrimci ve komünist faktörün etkisizliği, sendikal mücadele bazında sınıf mücadelesini önplana çıkartıyor. Bundan, sendikaların çok tutarlı, kararlı bir mücadele ile işçi sınıfının ve emekçi yığınların elde etmiş oldukları ekonomik ve sosyal haklarını savundukları, tekelci sermayeye neoliberal politikalarını uygulama olanağı vermedikleri sonucu çıkartılmamalıdır. Bazı durumlarda uzlaşma sağlanabiliyor veya uygulama tarihi ertelettiriliyor.

Yaz mevsiminde Fransa’yı, emeklilik sistemini tekelci sermayenin çıkarına göre değiştirmek, eğitim sistemini ademi merkezileştirmek için harekete geçen Raffarin hükümetine karşı protestolar sarstı. Hükümetin bu iki neoliberal paketine karşı Fransız “sol”u ve özellikle sendikalar geniş bir kamuoyu oluşturabildiler ve harekete geçirebildiler. Eğitim sorununda hükümet, 2005’e kadar geri adım attı. Emeklilik sisteminin yeniden düzenlenmesinde ise durum daha karışık. Emeklilik sistemiyle ilgili alanda protestoların başlangıç aşamasında yüzde 71 oranında bir çoğunluk, emekliliğin finanse sorununda reformun kaçınılmaz olduğu anlayışındaydı. Yüzde 64’ü fedakârlığın sadece kendilerinden istendiğini savunuyordu. Yüzde 41’i emeklilik katkı payını ödeme süresinin uzatılmasını ve yüzde 21’i de katkı payının arttırılmasını doğru buluyordu.
Sendikaların verilerine göre emeklilik sisteminde reforma karşı protestolara katılanların sayısı 12.12.1995’te 2.05.000; 1.2.2003’te 500.000; 3.4.2003’te 580.000; 13.5.2003’te 2.050.000; 25.5.2003’te 730.000; 3.6.2003’te 1.000.000 ve 10.6.2003’te de 1,500.000 idi.
Fransız halkının yüzde 60’dan fazlası, emeklilik sistemine dokunulmaması için sürdürülen mücadeleyi haklı bir mücadele olarak görüyordu.
İlkbahar-yaz döneminde yükselen kitlesel mücadele hükümete geri adım attırdı ve hükümet, uzlaşmaya hazır olduğunu açıklamak zorunda kaldı. Ama bir iki noktada yapılan değişiklikle hükümet, emeklilik projesini kabul ettirdi.

İster Fransa’da, isterse de AB’nin başka ülkelerinde olsun, neoliberal saldırılar daha ziyade emeklilik, eğitim, sağlık, iş dünyası alanlarında yoğunlaşmaktadır. Tekelci sermaye bu sosyal alanların özelleştirilmesini, rekabet gücünü devam ettirebilmenin ve arttırmanın bir faktörü olarak görmektedir. Örneğin Almanya’da Sosyal Demokratların ve Yeşillerin hükümet olduğu bir dönemde Alman tekelci burjuvazisi, güya bu işçi, emekçi “dost” Sosyal Demokratlara ve “yenilikçi” Yeşillere formüle ettiği neoliberal politikaları hükümet projesi, Agenda 2010 olarak açıklatabiliyor. Agenda 2010, Almanya’da iş, ücret, sağlık koşullarını Amerikanlaştırıyor. Agenda 2010, emeklilik, sağlık, eğitim sistemlerinin özelleştirilmesinden veya yükün yığınların sırtına yıkılmasından başka bir anlam taşımıyor. Alman hükümetinin bu politikasını muhalefet de desteliyor.

Almanya’da iş bulma, çalışma, ücret koşullarını altüst eden Hartz-Konsepti, Hartz-Yasalarına dönüştü. Alman hükümeti, 2,5 milyon Euro harcayarak “Almanya için iş”, “daha çok iş yeri” vb. sloganlarla Agenda 2010’un propagandasını yapıyor. Yasallaştırdığı neoliberal politikaları uygulamaya koyuyor ve yeni neoliberal politikaları paket paket hazırlayarak yasallaştırmaya çalışıyor.

Almanya’da tekeller, komisyonlar kuruyorlar ve bu komisyonlara hazırlattıkları paketleri hükümete öneriyorlar ve hükümet de bu paketleri yasallaştırmak için mücadele ediyor. Bu komisyonların bileşimi çok şeyi anlatıyor. Örneğin Rürup-Komisyonu 26 üyeden oluşmaktadır. Bu üyelerden sadece 8’i sendikalardan geliyor. 6’sı tekelleri temsil ediyor. 3’ü politikayı ve 9’ da bilim alanını temsil ediyor. Bu son 12 üye hükümet ve muhalefet ile iç içe. İşte bileşimi böyle olan bu komisyon, Alman emeklilik sistemini yeniden düzenleyecek! Bu komisyon da, Hartz-Komisyonunun yaptığı gibi, bir paket hazırlayacak ve sendikaların da imzasını taşıyan bu paket, olası önemsiz değiştirmelerle kabul ettirilecek.

Peki, buna karşı ne yapılıyor?
Almanya’da, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde olduğu gibi, hükümetin neoliberal politikalarına karşı geniş katılımlı, onbinlerle ifade edilen yığınların katıldığı merkezi protestolar, 1 Kasım eylemine kadar pek olmamıştır. Buna karşın işletme, şehir, bölge bazında yaygın gösteriler gerçekleştirilmiştir ve bu türden mücadeleler aralıksız devam etmektedir. Bunun öyle olmasının başlıca nedeni, bu ülkede sendikaların, yığınların eylemi yerine hükümetle pazarlık yapması ve hükümetin politikasını, şu veya bu biçimde onamasıdır. Örneğin Almanya’da en son kitlesel eylem olarak tanımlanan Doğu Almanya’da 35 saatlik çalışma haftası için sürdürülen grev, sendika tarafından, beklenmedik bir anda, sendikanın hükümet ile görüşmesinden sonra sonlandırılmıştır. Sendika, hükümetin geleceği için yenilgiyi kabul etmiş, işçi sınıfının grevini satmıştır. 1 Kasım merkezi eylemi için ise sendika yönetimi çağrıda bulunmamıştır. Tabandan gelen zorlama ve alt seviyelerdeki muhalif sendikacıların çabasıyla 1 Kasım eylemi gerçekleştirilmiştir. Bunun ötesinde Almanya ATTAC da eylemin gerçekleşmemesi için son ana kadar uğraşmış, başarılı olamayınca çağrı yapmak zorunda kalmıştır. Bunun nedeni bilinmiyor değil; Başka ülkelerden, örneğin Fransa’dan farklı olarak Almanya’da sendikalar, sosyal demokratik hâkimiyetten dolayı, sosyal demokrat hükümet ile adeta iç içedir. Bu durum, bu ülkedeki sendikal bazda sınıf mücadelesinin gelişmesini olumsuz etkilemekte, evet engellemektedir. Fransa’da, İtalya’da veya Yunanistan’da olduğu gibi revizyonist, “sol” partiler etkili olmadıklarından, tersine tamamen marjinal olduklarından, Alman işçi sınıfının mücadelesi, güçlü örgütlü sosyal demokrat hakimiyetli sendikaların eline kalmıştır. Bu sendikalar da Alman işçi sınıfının çıkarlarını Alman tekelci burjuvazinin çıkarlarına tabi kılıyorlar. Çünkü bizzat hükümetleri, tekellerin saptadığı neoliberal politikaları uyguluyor.

Neoliberal politikalar söz konusu olduğuna göre, Avrupa Sosyal Forumu çerçevesinde örgütlenen güçlerin ne yaptıkları sorulabilir. “Antiküresel Hareket” olarak doğan ve bugün Avrupa Sosyal Forumu, Dünya Sosyal Forumu, Savaş Karşıtı hareket vb. biçimler alarak gelişen ve aynı zamanda farklılaşan bu hareketin Avrupa kanadı, siyasi misyonunun daha ziyade, AB’yi ABD karşısında desteklemek olduğunu sergilemiştir. Irak’a karşı savaş döneminde bu hareket, Almanya ve Fransa’nın ABD karşıtı tutumunu barış ve savaş karşıtlığı adına desteklemiştir. NATO, ABD söz konusu olduğu için Evian’da gösterilerin kitlesel olması için mücadele etmiştir. Ama Kopenhag’da AB’nin Doğu Genişlemesi, Selanik’te AB içi sorunlar gündemde olduğu için bu toplantıların protesto edilmesi pek umurunda olmamıştır.
Bu hareketin programatik açıklamasında neoliberalizme karşı mücadele ilk sırada yer alıyor. Ama bu hareketin, örneğin Fransa ve Almanya’da ATTAC’ın Fransız ve Alman tekelci burjuvazilerinin neoliberal politikalarını protesto etmek, mahkum etmek için pratikte özel bir çaba harcadıkları söylenemez. Anlaşılan o ki, bu unsurlar açısından neoliberalizm karşıtı mücadele ABD’ye, NATO’ya, IMF, AB ve DTÖ’ne karşı mücadele ile eş anlamlıdır. AB emperyalizmi, bu neoliberalizmin dışında kalmaktadır.

Sonuç itibariyle:
AB ülkelerinde neoliberal saldırılara karşı mücadele kendiliğindenci ve kitlesel karakterlidir. Bu mücadeleler, Fransa ve Almanya’da olduğu gibi sendikal taban ile sendika yönetimini çoğu kez karşı karşıya getirmiştir. Sendika yönetimleri, geniş yığınların sahip çıktığı eylemlerin toplumu politikleştireceğinden ve kendilerini aşacağından korktukları için bu eylemlerin bir yere kadar devamından yana olmuşlar ve belli bir noktadan sonra hükümet ile uzlaşmaya çalışmışlardır. Sendikaların bu tavrı mücadelenin seyrini olumsuz etkilemiştir. Bundan dolayı, Irak’a karşı savaş vesileyiyse ve sonraki dönemde de çoğu AB ülkelerinde olduğu gibi neoliberal politikalara karşı işçi sınıfı ve emekçilerin gelişen güçlü kitlesel eylemlerinde bugün gözle görülür bir gerileme söz konusudur. Hükümetlerin bazen geri adım atmaları, planlarını ertelemeleri, bazen değiştirmeleri ve bazen de sendikaların hükümetlerle pazarlık yaparak işçi sınıfının çıkarlarını satmaları ve yığınları örgütleyecek ve mücadeleye seferber edecek başka politik güçlerin olmamasından dolayı AB ülkelerinde görülen canlı, kitlesel işçi hareketi, gelişmesinin, daha da güçlenmesinin nesnel koşulları olmasına rağmen, gerilemeyle karşı karşıyadır.
Yığınlar örgütlenmeye, mücadele etmeye hazırlar, ama anlaşılan o ki, devrimci ve komünist faktör ortalıkta yok.

13 Ekim 2003 Pazartesi

PAX AMERİCANA'YA KARŞI PAX EUROPA!

Irak’a karşı savaş döneminde ABD ve AB arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi yerini görünüşte yumuşamaya bıraktı. Ama sadece görünüşte. AB, dünyanın yeniden şekillendirilmesini, yeni bir dünya düzeninin kurulamasını ABD’ye bırakmayacağını geliştirdiği politikalar ve yaptığı hazırlıklarla göstermektedir. AB, dünyanın yeniden şekillendirilmesinde en önde gelen, en azından ABD kadar önemli mimarlardan birisi olmak niyetinde. Bu nedenle AB, ABD’yi örnek alarak yeni bir güvelik politikası geliştirmektedir

AB, Selanik toplantısında yeni bir güvenlik politikasının temel ilkelerini kabul etmiş ve bu ilkeler doğrultusunda hareket edilmesi gerektiğini vurgulamıştı. Irak Savaşı döneminde AB’nin savaş yanlıları ve savaş karşıtları olarak ikiye bölünmesi, AB’nin Selanik kararlarının geleceğini karanlıkta bırakmıştı. Şimdi bu krizin aşıldığı anlayışına varılmış olacak ki, alınan kararlar doğrultusunda hareket etmek için çaba harcanmaktadır. AB, dünya çapında rekabet eden bütün güçlere, özellikle de Amerikan emperyalizmine adete meydan okuyan yeni bir rotaya girme çabası içinde.

AB, Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti için kullandığı savaş ve zor kullanma yöntemlerini benimsiyor, aynen onun gibi, „terörizmi“, siyasi hareketlerin zor kullanma eylemlerini bahane ediyor ve bütün bunları AB’nin çıkarlarına zarar veren gelişmeler olarak, dünya „barışını“ zedeleyen eylemler olarak görüyor.

Amerikan emperyalizminin „kötü niyetli“ (Bush) dediğine Alman Dışişleri Bakanı Fischer „insan düşmanı“, „saçma“ diyor. Bu durumda, ABD’nin ve AB’nin yeni dünya düzeni kurma çabalarına ve bunun için sürdürdükleri baskı, talan ve savaşa karşı çıkmak veya emperyalizmden bağımsızlık için mücadele etmek, “saçmalık” oluyor, “insan düşmanı” hareketlerde bulunmak oluyor.

AB, kitle imha silahlarını da, aynen ABD gibi, yeni güvenlik politikasının bir faktörü yapmıştır. AB emperyalistlerine göre bu silahlar ancak ve ancak, yeni bir dünya düzeni kurma iddiasında olan ülkelerin elinde olmalıdır. Kitle imha silahları, emperyalist çıkarlara boyun eğmeyen, yeni dünya düzeninin kurulması önünde engel olan veya stratejik konumundan ve sahip olduğu yeraltı zenginliklerinden dolayı emperyalist ülkelerle işbirliği yapmayan ülkeleri tehdit etmek için günümüzün en geçerli vesilesi olmuştur. Bu nedenle olsa ki Alman emperyalizmi, Almanya’nın çıkarlarının Hindikuş’ta savunulması gerektiğini açıklıyor.

Bunun ötesinde, emperyalist güçlere göre “başarısız” kalmış, dünya toplumuna katkısı olmayan, sınırları içinde hâkimiyet kuramayan ve bu nedenden dolayı da „teröristler“ için üs konumunda olan devletler de yeni bir dünya düzeninin kurulması önünde engel konumundadırlar. Bu devletler ya yıkılmalılar ya da emperyalistlerin istedikleri gibi hareket etmeliler. Buna en tipik örneği Suriye oluşturmaktadır.

Böylece emperyalist ülkeler; özellikle de ABD, AB emperyalistleri, Rusya ve Çin, kendi aralarındaki dünya hegemonyası için sürdürdükleri rekabeti, rekabet olarak göstermeme, dünya barışı için hareket ediyoruz deme, dünya barışı için terörizme karşı mücadele ediyoruz deme olanağına kavuşuyorlar ve Rusya ve Çin’de olduğu gibi bağımsızlık mücadelesi veren ulusların ezilmesine göz yumuluyor. Özellikle AB ve ABD, ortak hareket ederken kendi çıkarları için rekabet ediyorlar.
“Önleyici savaş“ anlayışı da AB’nin bir anlayışı oldu. Afganistan ve Irak savaşlarında AB, sürekli ABD’nin destekçisi durumunda olmuştu, daha doğrusu kalmıştı. Şimdi –ne olduysa?- “Eski” ve “Yeni” Avrupa devletleri, bir bütün olarak AB, aynen ABD gibi düşünüyor ve „terörizm“in kendi güvenliklerini de tehlikeye soktuğunu söyleyerek, bu terörizmi yok etmek için „önleyici savaş“ yöntemine başvurmanın doğru olduğunu savunuyorlar. “Önleyici savaş”, aslında uluslararası alanda etkili olmanın, dünya hâkimiyeti için mücadele etmenin veya ABD’ye karış uluslararası rekabetin bir göstergesi olarak görülmektedir. Bu nedenle AB de, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun AB’nin güvenliğini tehdit eden bütün güçlere karşı silahlı mücadele için hazırlanmaktadır.

”Terörizme” karşı mümkün olan bütün araçların devreye sokulması, kitle imha silahları bahane edilmesi ve dolayısıyla “askeri yaptırım”, AB tarafından sadece onanmıyor, bunun ötesinde teşvik ediliyor. AB, bunlara karşı; potansiyel tehlikelere karşı „bütün araçları geliştirmeliyiz ve onların içinde en etkili olanlarını kullanmalıyız“ diyor. Ama Irak savaşı döneminde aynı anlayışla hareket eden Amerikan emperyalizmine bu anlayışından dolayı karşı çıkıyor ve bu nedenle de Uluslararası Protesto Hareketinin Avrupa kesiminin desteğini alıyordu.

Bugünkü anlayışıyla; gerçek anlayışıyla AB, hiç de barışsever olmadığını Amerikan emperyalizminin açtığı yoldan devam etmek istediğini, onu kendisine örnek aldığını göstermektedir. Irak’a karşı “önleyici savaşı”, uluslararası hukuka aykırı bulan, bunu emperyalist bir maceracılık olarak değerlendiren AB’nin “Yaşlı Avrupa” üyesi ülkeleri, başta da Almanya ve Fransa, şimdi aynı anlayışı doğru buluyorlar. Tabii kendini savunma adı altında. Dün, ‘terörizm ve kitle imha silahı ile bağ kurmak için yeterli kanıt yok’ diyen AB emperyalistleri, bu gün bu anlayışlarını bir kenara ittiler ve olasılıktan, potansiyel bağlardan bahsetmeye başladılar, aynen Amerikan emperyalizmi gibi.

Ama her şeye rağmen (!), AB’nin ABD gibi, hemen bugünden Suriye’ye, İran’a veya Libya’ya saldırma veya bu ülkelerde iktidarları değiştirme gibi özel yoğun bir çabası yok. Bunu yapacak gücü de yok. AB’nin elinde AB ülkelerine saldırıda “uzmanlaşmış”, AB’yi hedef alan ne bir „şer üçgeni“ ve ne de „terörist gruplar“ var. Bütün bu nedenlerden dolayı AB’nin ekonomik ambargo uyguladığı, siyasi ve askeri yaptırımlar uyguladığı ülkeler de yok. Bütün bunlara rağmen AB, „Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası“nı geliştirmek ve kurumlaştırmak istiyor. Amerikan emperyalizmi, durumu ve niyeti bildiği için buna karşı çıkıyor ve rahatsızlığını de geçenlerde ABD’de düzenlenmiş olan NATO Bakanlar toplantısında dile getirdi.

AB, ABD ile rekabetini gizlemek ve „dünya barışı“ için mücadele ediyor yaftası altında dünyanın yeniden şekillenmesinde söz sahibi olmak için Amerikan yöntemlerini uygulamaya yöneliyor. AB, bu nedenle silahlanıyor. AB üyeleri, özellikle de Almanya ve Fransa, AB’nin silahlanmasının ne denli önemli olduğunu ve bütün üyelerin silahlanmaya katkıda bulunmaları gerektiğini her fırsatta dile getiriyorlar. Dünya politikasında ABD tarafından yönlendirilmek istemiyorsak, silahlanmamız gerekir diyorlar. Böylece AB, gözüne kestirdiği, AB çıkarları için mutlaka elde edilmesi, işgal edilmesi gereken ülkeleri işgale hazırlanıyor. Böylece kim daha önce vuracak; AB mi ABD mi, yarışı başlıyor.
AB, Doğu Genişlemesini gerçekleştirdi. NATO da, Avrupa’dan baktığımızda, keza Doğu Genişlemesini gerçekleştirdi. Bu durumda „Yeni Avrupa“nın AB üyeleri, aynı zamanda NATO’nun da üyeleri. Böylece „Yeni Avrupa“, iktisadi olarak AB’nin ve askeri olarak da ABD’nin kontrolü altına girdi. Tam da bu durum AB’nin „başını ağrıtıyor“. AB, „Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası“ vasıtasıyla bu yeni üyelerini de kendine bağlayarak, NATO’yu işlevsizleştirmek istiyor. Bunun için de silahlanıyor.
AB, ABD’nin dünya hâkimiyeti için öne sürdüğü savları, demagojileri aynen kabullenerek, aynı yolda ilerlemek istiyor, ABD’nin kendisi için düşündüğü bu rolü tartışma konusu yapıyor.

AB dünya sorunlarında, daha doğrusu dünyanın yeniden şekillendirilmesinde ABD ile aynı konumda, aynı seviyede ele alınması gerektiğini vurguluyor.
Bu nedenle AB, „daha iyi bir dünyada güvenli bir Avrupa“nın sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğunu açıklıyor. Bunun ötesinde ABD ile birlikte ulusal ve uluslararası „terörizme“ ve „kitle imha silahlarına“ karşı“ „ortak açıklamalara“ imza atıyor. ABD ile birlikte Demokratik Halk Cumhuriyeti Kore’yi „nükleer silah programları“ndan dolayı mahkûm ediyor. İran’a „ nükleer programından“ dolayı duyduğu „endişeyi“ iletiyor. Amerikan taklitçiliğinde ilk adımını da „Kongo Misyonu“, daha doğrusu serüveni oluşturuyor.
AB, bütün dünyaya, ABD gibi bizi de her yerde görebilirsiniz diyor.
Pax Americana ile „Pax Europa“ rekabet ediyor.

25 Eylül 2003 Perşembe

AYNI ROTADA BİRLEŞTİLER


 
Amerikan emperyalizmi, askeri gücüne dayanarak Saddam rejimini devirdi ve kısa zamanda kendi hizmetinde olacak bir proktektoratı kuracağını sanıyordu. Olmadı, çünkü Irak halkı, Saddam rejimini askeri olarak deviren güçleri; Amerikan ve İngiliz ordularını işgalci güçler olarak gördüler ve bunlar ve başka bütün işgalci güçler Irak topraklarını terk edene kadar savaşacaklarını açıkladılar ve bu açıklamaları doğrultusunda da hareket ediyorlar. İşgalci güçler, her gün kayıplar veriyorlar ve Irak’ta istedikleri bir rejimi kısa zamanda kurma umutları da giderek kırılıyor.

Amerikan emperyalizmi, Irak sorununu uluslararasılaştırmak ve başka ülkeleri de Ortadoğu politikasına koşmak için, başka ülkelerden asker talebinde bulundu ve daha şimdiden 30 kadar ülke, ABD’nin bu isteğine uyarak Irak’a asker gönderdi. Bu askerlerin görevi, Amerikan ve İngiliz çıkarlarının korunması ve yükselen anti-işgalci mücadelenin bastırılması için Amerikan ve İngiliz ordularına yardımcı olmaktır.

Amerikan emperyalizminin Irak ve dolayısıyla Ortadoğu politikasında görülen siyasi ve askeri kriz, giderek derinleşmektedir. Hem ülke içinde direnen güçlerin yaygın ve daha da örgütlü saldırıları; sonuç alan saldırıları, savaşın haksızlığının, yanlışlığının, bir zamanlar onu destekleyen yığınlar tarafından da anlaşılması; uluslararası tepkinin devamı, savaşın şimdilik beraberinde getirdiği mali sorunlar, bütün bunlar, Amerikan emperyalizmini, Irak sorununu BM nezdinde uluslararasılaştırma arayışına itmiştir.

Irak işgalinin MB nezdinde uluslararasılaştırılması, yani işgalin sorumluluğuna BM’in de ortak edilmesi, her şeyden önce, savaş kararına karşı gelen Almanya, Fransa ve Rusya gibi ülkelerin bir şekilde ikna edilmelerine bağlıydı. BM’in, birkaç gün önce sonuçlanan toplantısı öncesinde ve esnasında yapılan görüşmeler; ABD-Fransa-Almanya-Rusya arasındaki görüşmeler, bu ülkelerin de Amerikan politikası doğrultusunda hareket edeceklerini göstermiştir. Irak savaşına karşı çıkan bu emperyalist ülkeler, Irak’ta işlenen cinayete ortak olacaklarını açıklamışlardır. Dün, savaş başlamadan önce, bu savaşa karşı geliş nedenlerini tarihin çöplüğüne atmışlar ve Alman Başbakanı Schröder’in dediği gibi, aralarındaki görüş ayrılıklarını geride bırakmışlardır.

Amerikan emperyalizminin anlayışına göre, işgal uluslararasılaştırılmalıdır, ama Amerika, Irak’taki hakimiyetini hiç bir güçle paylaşmamalıdır. Demek oluyor ki, başka emperyalist ülkeler ve Amerikan emperyalizmine bağımlı ülkeler, Irak’ta Amerikan çıkarlarına hizmet etmek için işgalciliği kabul ediyorlar. Tabii bunun mutlaka bir karşılığı olmalıdır. 
 
Savaşın bitmesinden sonra, ABD bir yandan, Rusya, Almanya ve Fransa öbür yandan sürdürülen karşılıklı atışmalar da giderek azaldı ve önemsizleşti. Artık Amerikan tarafı „eski“ ve „yeni“ Avrupa’dan bahsetmiyordu. Diğer emperyalist ülkeler de, karşılaşılan zorluklardan dolayı ABD’nin kendilerine bu işgale dahil edeceği günü, bunun için davetiyeyi bekliyorlardı. Bu süreç, bu emperyalist ülkelerin, permament olarak Amerikan emperyalizminin çizgisine yakınlaştıkları bir süreç olmuştur.

Amerikan emperyalizmi, bu emperyalizm ilkelere ne vaat etmiştir, bu henüz belli değil. Her halükarda, Irak savaşına katılmamakla bölgenden fiilen siyasi, askeri ve ekonomik olarak kovulmuş durumda olan bu emperyalist ülkeler, şimdi BM şemsiyesi altında, Amerika’ya taşeronluk yaparak, bölgede tutunmaya çalışıyorlar. Bu konumlarından dolayı bu emperyalist ülkelerle, Türkiye, Pakistan gibi ülkeler arasında pek bir fark kalmamıştır. Birisinin elde edeceği kırıntı 8,8 milyar dolarken, diğerininki belki daha fazla olacaktır veya siyasi açıdan anlamlı olacaktır. Her halükarda Amerikan emperyalizmin, rakiplerini kendi politikasına bağlamıştır.

Aslında bu durum, burjuva, küçük burjuva pasifistleri için oldukça düşündürücü olmalıdır. Burjuva pasifizminin, aslında emperyalist burjuvazinin bir politikası olduğunu, savaş öncesinde Almanya ve Fransa’nın „antisavaş“ tavırlarının, hiç de savaşa karşı olduklarının bir ifadesi olmadığını, sadece bu konuda Amerikan emperyalizminden biraz farklı düşündüklerini, aslında onların da Irak’a karşı savaştan yana olduklarını, ama bunun BM şemsiyesi altında yapılması gerektiğini savunduklarını göstermektedir. Dün bu emperyalist ülkeleri, ABD’ye karşı AB’yi savunanlar, bugün, bu güçlerin almış oldukları tavır karşısından kendi siyasi tutumlarını nasıl açıklarlar, bunu henüz bilmiyoruz. Ama bu burjuva pasifizminin, savaş karşıtlığının ancak bu kadar; en fazlasıyla bu kadar olabileceğini gösterir.

ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya, Irak’ta ortak çıkarlarının omluğunu yeniden keşfetmiş durumdalar!

23 Temmuz 2003 Çarşamba

NEYE KARŞI, KİME KARŞI MÜCADELE!



İşsizliğin kitleselleşmesinden ve kitlesel işsizliğin de kronikleşmesinden bu yana, özellikle emperyalist ülkelerde hükümetlerin işsizliğe karşı mücadelesi ayrı bir önem kazanmıştır. Özellikle geçen yüzyılın ‘80’li yıllarından bu yana gündemden hiç düşmeyen bu sorunun çözümü için çok sayıda yöntem geliştirilmiştir. Ama sonuç alınamamıştır. Bu yöntemlerden birisi de istatistik verilerle oynamak, var olanı yok saymak ve verileri işsizliğe karşı ne denli başarılı mücadele edildiğini göstermeye hizmet edecek biçimde düzenlemektir.

İş mucizesi” için model olarak gösterilen ABD, aslında verileri çarpıtmanın modelidir. Burjuvazinin işsizliğe karşı mücadelesi, işsizliği yok etmek mücadelesi değildir. Çünkü burjuvazi, işsizliğe karşı değil, işsizlere karşı mücadele etmektedir ve başarısının kıstası da ne kadar işsizi, işsiz statüsünden çıkarttığıyla ölçülmektedir.

İşsizlerin sayısını az göstermek için kullanılan yöntemlerden birisi, “çalışma mükellefiyeti” koşullarının ağırlaştırılmasıdır. İşsiz kalan, resmi yoldan iş bulma umudunu yitirdiği için ve koşullarının ağırlığından dolayı “çalışma mükellefiyeti” kategorisinden çıkmak istiyor. Böylece de devlet nezdinde işsiz olmaktan çıkmış oluyor.

ABD’de tutuklular da işsiz sayılmıyorlar. Bu ülkede çalışabilir nüfusun yüzde ikisinin hapishanelerde oldukları göz önünde tutulursa, bu rakamın işsizlik oranındaki yeri anlaşılır.
ABD’de resmi ve gerçek işsizlik oranları arasında uçurum vardır. Aşağıdaki veriler bu durumu göstermektedir.

Yıllar
Erkekler toplamı
Siyahlar
Beyazlar
resmi
Gerçek*
resmi
Gerçek*
resmi
Gerçek*
Resmi işsizlik oranı
1983
9,7
10,6
19,1
23,0
8,6
9,2
1985-1989
5,5
6,7
11,6
16,9
4,7
5,5
1990-1995
5,9
7,7
11,3
18,8
5,2
6,3
Gerçek işsizlik oranı
1983
29,4
29,9
39,5
41,7
28,3
28,6
1985-1989
26,2
27,0
34,0
37,0
25,3
25,7
1990-1995
27,0
28,1
34,3
38,5
26,2
26,8
*) resmi işsizlik+tutuklular
Kaynak: WSI, 8/2000, Syf., 546

Bu verilere göre çalışabilir olan Amerikalı erkeklerin 1990-1995 döneminde yüzde 5,9’u resmi işsiz. Bu kategoride olanların ise gerçekte yüzde 27’si işsiz.

Bunun ötesinde ABD, “sanayi ülkeleri” arasında en asosyal ve yoksulluk oranı en yüksek olan ülkedir. Örneğin 2002 verilerine göre (bekar, çocuksuz bir işçinin ortalama sosyal katkısı bazında) ABD’de sosyal katkı oranı yüzde 14. Bu oran Fransa’da yüzde 38, Almanya’da yüzde 34, Belçika’da yüzde 35. Bu katkıda işverenin payı ABD’de yüzde 7, Fransa’da yüzde 29, Almanya’da yüzde 17, Belçika’da yüzde 24.

ABD’de bütün işçilerin ancak yüzde 30 ila yüzde 40’ı işsizlik parası alabiliyorlar. Çalışanların önemli bir kısmı part-time ve süreklilik arz etmeyen işlerde çalıştıklarından dolayı yeterli gelir limitine ulaşamadıkları için sigorta sisteminden de dışlanıyorlar.
İşsizlik parası en son net ücretin ortalama yüzde 35’ine tekabül ediyor ve bu da en fazlasıyla 26 hafta ödeniyor. Bu süre bitince işçi, çıplak sefalete itiliyor. Çünkü işsizlik yardımı alma olanağı yok (Böyle bir sistem yok). Bu nedenle ABD’de en uzun işsizlik süresi en fazla 26 haftadır. ABD, uzun dönem işsizlik sorununun böyle çözüyor!

ABD’de sosyal yardım sınırlıdır ve koşulludur. Gençler (18 yaşı üstünde) ve yalnız yaşayanlar bazı koşullarda sosyal yardım alabilirler. Yardım, para biçiminde değil, eşya ve kupon biçiminde verilir.

Sosyal hakların sürekli tırpanlanması ve süreklilik arz eden baskılar, sonuç itibariyle 2 milyon yardıma muhtaç insanın istatistiklerden çıkartılmasını beraberinde getirmiştir. “Çalışma mükellefiyeti” koşullarında yaşamak istemeyen ve iş piyasasına entegre olmak isteyenlerin ekonomik durumu sürekli kötüleşmektedir. Bunlar, en fazlasıyla asgari ücret kategorisinde iş bulabiliyorlar (5,5-8 dolar). Kayıtlı çalışabilir nüfusun yüzde 10’u bu kategoride. Bunlar, gelirleri yaşamak için yeterli olmadığından dolayı yardım almak zorundalar. Bu türden yardım alanların oranı 1999’da yüzde 33’e ve aynı dönemde 12 eyalette yoksulluk sınırının altına düşenlerin oranı da yüzde 40’a çıkmıştır.

İngiltere’de de aynı yöntemler kullanılmaktadır. En “sosyal” ülkelerden Almanya’da da hükümet, sosyal ve iş yaşamını amerikanlaştırmak için yasalar çıkartmaktadır.

17 Temmuz 2003 Perşembe

KRONİK KİTLESEL İŞSİZLİK NEDEN ÖNLENEMEZ? REEL ÜCRETLERİN ARTIŞI VE İSTİHDAM

Güncel neoliberal istihdam politikası iki temel anlayış üzerinde yükselmektedir. Anlayışlar yanlış olduğu için beklenilenin tersi sonuçlara varılmaktadır.
1.Anlayış: Reel ücretler, verimlilik gelişmesine göre oldukça güçlü artarsa işsizlik doğar. Ekonomide böyle bir durum söz konusuysa, bu sorunun aşılması için yapılması gereken, işletmelerin pahalı işgücü yerine ucuz sermaye kullanmaya geçmeleridir. Artan işsizliğin, reel ücretleri yeniden baskılaması; aşağıya doğru çekmesi durumunda daha çok işgücü ve görece daha az sermaye talebi doğar. Bu anlayışa göre işsizlik, nispeten uzun bir dönem verimlilik gelişmesinin gerisinde kaldığında aşılmış olur. Yani reel ücret artışı, verimlilik artışını aşmamalıdır.
2. Anlayış: Sosyal haklar sınırlandırılmalı, yardım alanlar baskı altında tutulmalı ve böylece, işsizlikten dolayı sosyal yardım alma olanakları sınırlandırılacağı için, işsizler iş aramak zorunda kalırlar.
ABD’de –İngiltere’de de- istihdam politikası bu iki anlayış üzerine kurulmuş. Almanya’da gündemde olan Hartz-Konseptiyle veya genel anlamda bu alandaki “reform” çabalarıyla Alman istihdam politikasının amerikanlaştırılmasını hedefleniyor.
Bu iki anlayışın uygulanması sonucunda ABD’de bir istihdam “mucizesi” gerçekleştirilmişti. Ama gerçek durum ise tamamen farklıdır.
Ücret-istihdam bazında ABD ve Avrupa’yı karşılaştıran IMF şu sonuca varıyor: “ABD’de reel ücretin artışı, iş verimliliğinin artışının gerisinde kalırken, Avrupa’da reel ücret masrafları iş verimliliğiyle uyumluluk içinde artmıştır” (IMF; World Economic Outlook, Syf., 45. Aktaran; Heiner Flassbeck/Friederike Spiecker; Reallohn und Arbeitslosigkeit. Es gibt keine Wahl. WSI-Mitteilungen, s. 700/701).
Bunun anlamı şudur: Verimlilik artışı ABD’de yeni işyeri için kullanılırken, Avrupa’da reel ücretlerin artışı için kullanılmıştır.
Varılan sonuç yanlış: Şüphesiz, ABD’de geçen yüzyılın ‘80’li yıllarından bu yana istihdam, Avrupa ile karşılaştırıldığında oldukça artmıştır. Ama aynı zamanda reel ücretler de, Avrupa’da olduğu gibi iki misli artmıştır. Özellikle 1995’ten bu yana reel ücretler güçlü artmıştır. Bu dönem, istihdam olanaklarının daha ziyade mevcut olduğu bir dönemdir.
Sonuç itibariyle:
ABD’de ücretler artıyor, işsizlik oranı düşüyor!
İngiltere’de ücretler artıyor, işsizlik oranı düşüyor!
Almanya (Batı), ücret gelişmesinde AB sıralamasının gerilerinde yer alıyor.
Fransa, ücret gelişmesinde AB sıralamasının ortalarında yer alıyor.
Bu anlayışa göre reel ücretlerin arttığı ülkelerde istihdam olanakları doğuyor ve işsizlik oranı düşüyor! Buna karşın reel ücretlerin artmadığı, verimliliğin gerisinde kaldığı ülkelerde işsizlik oranı yükseliyor. Burada istihdam ile reel ücret arasındaki ilişki şöyle: Reel ücretler ne kadar artarsa, işsizlik de o kadar azalır!
Fransa ve Almanya, en düşük “reel ücret pozisyonu”na sahipler (“Reel ücret pozisyonu”, verimliliğin artış oranı çıkartıldıktan sonraki reel ücret artışı demektir). Somutlaştırırsak: Bu iki ülkede ücret artışı, verimlilik artışının çok gerisinde kalmıştır. Örneğin Almanya’da 1980’lerden bu yana ücret artışı, verimlilik artışından yüzde 17 oranında geridir. Bu oran ABD ve İngiltere’de ancak yüzde 3’tür.
“Reel ücret pozisyonu”na göre ABD’de reel ücretler arttığı için veya verimlilik artışını yüzde 3 oranında geride takip ettiği için işsizlik oranı da yüzde 7’den yüzde 5’e düşmüş. Almanya’da ise ücret artışı, verimlilik artışını yüzde 17 oranında geriden takip ettiği için işsizlik artmış ve ele alınan dönemde yüzde 3’ten yüzde 9’a çıkmış.
Bu hesaplama, “reel ücret pozisyonu” ne kadar yüksek olursa, işsizlik oranı da o kadar düşer sonucuna götürmektedir.
Bu anlayışların, istihdam politikalarının gerçekle ilişkisi ne? Gerçekten, reel ücretler artınca, işsizlik oranı düşüyor mu veya reel ücretler, verimlilik artışının gerisinde kalınca işsizlik oranı yükseliyor mu? İstatistik veriler, gelişmenin böyle olduğunu görünüşte kanıtlıyorlar!
Bunların gerçekle ilişkisi yok. İstatistik veriler, istenilen sonuçları elde etmek için çarpıtılıyor. Sayısız nedenlerden, uygulanan baskılardan, birkaç saatlik iş olanağından dolayı yüz binlerce işsiz, işsizler istatistiğinden çıkartılıyor ve böylece işsizlik oranı düşük çıkartılıyor. ABD ve İngiltere’de böyle yapılıyor. Almanya da bu anlamda Amerikanlaşıyor ve İngiltereleşiyor. İstihdam politikası da kuralsızlaştırmaya dayandırılıyor. Bu alanda ABD ve İngiltere model olarak gösteriliyor.
ABD açısından yukarıda belirtilen sonuca nasıl varılmıştır sorusunun ayrıntısı başka bir gerçeği açığa çıkartıyor: ABD’de orta ve yüksek gelirliler (kalifiye iş) kategorisinde olanların ücretleri artıyor. Bu ülkede en iyi kazananların üst kesiminde gelirler 1980’den bu yana yüzde 157 oranında artmıştır. Ama ortalama bir Amerikan ailesinin geliri hemen hemen aynı kalmıştır. Amerikan işçilerinin büyük kesiminin reel ücretleri 20 sene öncesi seviyesinden daha düşük. Amerikan Ticaret Bakanlığına göre Amerikan vatandaşlarının yüzde 30’u yoksul kategorisindedir.
Amerika’da, istatistik oyunlarla resmi işsizlik oranı yüzde 3,8 oranında düşürülmüştür (Diğer ülkelerde de bu oyun oynanıyor). Gerçek işsizlik oranı ise bunun üç mislidir. Ancak, iş dünyasındaki kuralsızlaştırma ve yüksek gelirliler kategorisinde reel ücretlerin artışı sonucunda gerçek işsizlik oranı yüzde 2,4 oranında düşmüştür. Yani, resmi değil, gerçek işsizlik oranı yüzde 11,4’ten (3,8x3=11,4) yüzde 9’a (11,4-2,4) düşmüştür.
Krizden dolayı ABD’de orta tabakalarda da işsizli yeniden artmaya başlamıştır.
Yüksek ücret, istihdam iç pazarı tetikler ve krizden çıkılır reformist anlayışlar da iflas etmiştir.
Kapitalizmde işsizlik neden ortadan kaldırılamaz veya günümüz kapitalizminde kronik kitlesel işsizlik neden önlenemez?
Emperyalist burjuvazinin, uluslararası tekellerin ve bunun ötesinde burjuva sendikaların işsizliğe çare bulmak için ürettikleri düşünceler, gerçeklik karşısında ancak çürük olduklarını, bilimsel olmadıklarını, işsizliğe çare olmadıklarını gösterme şansına sahip olabildiler. Bütün bu çabalar, sonuçta sermaye hareketinin nesnel yasasına ters düştükleri için sonuçsuz kalmışlardır. Her bir sermaye (tekel, kapitalist) rekabetten dolayı var olabilmek ve bunun ötesinde dünya pazarlarında pay kapmak ve bu payı genişletmek için modern, rasyonel yeniden yapılanmak zorundadır. Her yeni yatırım, sermayenin organik bileşimini, değişmeyen sermaye (makineler, teçhizatlar, binalar, hammaddeler vs.) lehine değiştirir. Buna sermayenin organik bileşiminin yükselmesi denir. Bu bileşimin yükselmesi, değişen sermayenin (işgücü) değişmeyen sermayeye oranla görece küçülmesi demektir. Sömürünün, artı değerin kaynağı da işgücü olduğu için, her yeni yatırım, sonunda kar oranlarının düşmesine neden olur. Çeşitli faktörleri devreye sokarak kapitalist, kar oranlarının düşmesini belli bir süre engelleyebilir, ama ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla ekonomik krizleri, işsizliği ve günümüz açısından da kronikleşmiş kitlesel işsizliği ortadan kaldıramaz.
Kapitalistin, rekabette var olabilmek için attığı adımlar (yatırımlar, modernleşme, otomasyon, rasyonel üretim ve işletme yönetimi/örgütlenmesi vs.) başlangıçta, kar oranını yükseltse de, sonuçta sermayenin organik bileşimini değişmeyen sermayenin lehine değiştirdiği ve bileşimi yükselttiği için kaçınılmaz olarak işsizliğe neden olur. Yani sermaye birikimi→yatırım=sermayenin organik bileşiminin yükselmesi=işsizlik demektir. Bunun böyle olduğunu şu veriler göstermektedir: Almanya’da 1991’den 2001’e verimlilik yüzde 22 civarında, üretim yüzde 16 civarında artarken istihdam 2001’de 1991’deki seviyesinde kalıyor.

8 Temmuz 2003 Salı

HAFTADA 35 SAAT ÇALIŞMA TALEBİ VE İŞSİZLİK


 
Doğu Almanya’da sürdürülen grev, beklenmedik bir biçimde yenilgiyle sonuçlandı. İşçiler greve hazırdılar ve devamından yanaydılar. Ama IG-Metall sendikası başkanı grevin yenilgiyle sonuçlandığını açıkladı. Böyle bir açıklamanın ve grev kırıcılığının esas nedeni henüz tam olarak bilinmiyor. Ama her halükarda hükümetin neoliberal saldırılarına boyun eğildiği, bu anlamda da tekeller-hükümet ve sendika bürokrasisi arasında grevin sonlandırılması, aksi taktirde bütün ülkeye yayılama tehlikesinin olduğu konusunda belli bir uzlaşmaya varıldığı açık.
Haftada 35 saat çalışma, Doğu Almanya metal işletmelerinde başlatılan grevin temel talebiydi.
Bu makalede, birçok ülkede olduğu gibi Almanya’da da hiç gündemden düşmeyen ve işsizliği önlemenin temel yolu olarak gösterilmeye çalışılan bu talebin işsizlikle, daha doğrusu kitlesel kronik işsizlikle ilişkisine bakacağız.

Kapitalizmde işsizliği ortadan kaldırmanın olanağı yoktur. Ama işsizlerin sayısının azaltılmasının koşulları vardır. Ekonomik devreviliğin yükseliş döneminde; konjonktürün iyi olduğu dönemlerde işsizlerin sayısında belli bir azalma olur. Bu dönemlerde yeni iş olanaklarıyla işsizlik bir nebze de olsa emilir. Ama kapitalist ekonomi tarihinin gösterdiği gibi, ekonominin yükseliş döneminde de sürekli bir işsizler ordusu vardır. Kapitalistler, bu sanayi yedek ordusunu, çalışan işçiler ve ücretlerin seyri üzerinde baskı aracı olarak kullanırlar.

İşsizler ordusunun sayısal büyümesi veya küçülmesi, önceleri, kapitalist ekonominin devrevi hareketine bağlı bir gelişmeydi. Ekonomi krizde olduğu zaman işsizlerin sayısı olağanüstü artıyor, ekonomi krizden çıkmaya başladığında ve yükselmeye geçtiğinde de işsizlerin sayısı azalmaya başlıyordu. Böylece ekonominin seyri, sanayi yedek ordusunun hacminin seyrini belirliyordu. Bu durumu şöyle de açıklayabiliriz: Sermaye birikimi, sanayi yedek ordusunu sayısal olarak azaltıyordu (ama eğilim olarak çoğaltıyordu). Çünkü sermaye birikimi, yatırım demektir ve yatırım da yeni iş yerlerinin açılması ve bir kısım işsizin iş bulması anlamına gelmektedir. Ama bu, aynı zamanda, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi (değişmeyen sermayenin değişken sermayeye oranla görece artması) ve işsizlik demektir.

Bu gelişmenin; sermaye birikimi-işsizli, kriz-işsizlik, ekonominin yükselmesi-işsizlik arasındaki ilişkinin en klasik gerçekleşmesini kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden emperyalizmin I. Dünya Savaşına kadar olan döneminde görüyoruz.

Teknolojinin kazanımlarının daha yoğun olarak üretimde kullanılması; otomasyon, rasyonelleştirme, işletme sistemlerinde verim arttırıcı tedbirler, sonuç itibariyle ekonominin yükseliş döneminde de işsizlerin sayısında artışı beraberinde getirdi ve işsizler ordusunun sayısal azalması veya çoğalması, ekonomik devrevilikten bağımsızlaşmaya başladı. Sermaye birikiminin gerçekten görece fazla nüfusa; işsizlerin sayısının artmasına neden olduğu, ifadesini kitlesel kronik işsizlikte buldu.

Geçen yüzyılın 20’li yıllarında gündeme gelen ve ‘70’li yıllarından buyana da kapitalist sistemin bir görüngüsü olan kronik kitlesel işsizlik, önceleri (kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden geçen yüzyılın ‘20’li yıllarına kadar olan dönemde) bir eğilimdi. Ama bu eğilim, bugün kapitalist sistemin nesnel bir yasasına dönüşmüştür. Bugünün koşullarında rekabet, teknolojik gelişme, otomasyon, rasyonelleştirme, devasa yatırımları kaçınılmaz kılıyor; Sermaye birikimi, sermayenin organik bileşimini değişmeyen sermaye lehine değiştirerek büyüyor veya sağlanıyor. Yani sermayenin organik bileşiminde değişken sermayenin (işgücü, ücretler) payı, değişmeyen sermayeye (makineler, fabrikalar, hammaddeler vs.) oranla görece küçülüyor. Böylece, önceleri, birikimin görece fazla nüfusa (işsizliğe) neden olma eğilimi, nesnel bir yasaya dönüşüyor. Her birikim, dolayısıyla yatırım, giderek daha çok işçinin işsiz kalmasını beraberinde getiriyor ve böylece işsizlik, kitleselleşiyor ve kitleselleşen işsizlik de kronikleşiyor.

Sermaye birikimi, kaçınılmaz olarak işsizliğe neden oluyor. Belirttiğimiz nedenlerden dolayı yatırımlar, sermayenin organik bileşimini yükseltiyor. Yani değişmeyen sermayenin payı değişken sermayeye göre artıyor. Bu da görece fazla nüfusun (işsizliğin) artması demektir. Bu durumda kapitalistin artı değer elde etme olanağı azalıyor. Çünkü sadece ve sadece işgücü artı değer yaratabilir. Bu süreç son kertede kar oranlarını düşürüyor. Böylece kapitalistler, tekeller, elde edilmek istenen sonucun tam tersini elde ediyorlar. Rekabet edebilmek, dünya pazarlarında pay kapmak ve iddialı olabilmek için sermayenin organik bileşimini yükselten modern teknoloji bazında devasa yatırımlar yapmak gerekiyor. Böylesi yatırımlar, sürekli daha az işgücü kullanımını beraberinde getiriyor. Sömürünün ve artı değerin kaynağı olarak daha az işgücü kullanımı, kar oranlarının düşmesi ve işsizliğin kitleselleşmesi ve kronikleşmesi anlamına geliyor.

Üretim/mülkiyet ilişkileri değiştirilmeksizin, kapitalist sistem ortadan kaldırılmaksızın bu çelişkiden kurtulmanın, işsizliği ve günümüzde de kitlesel kronik işsizliği ortadan kaldırmanın olanağı yoktur. Bu nedenle kapitalizmin bu gelişme koşullarında, özellikle de emperyalist ülkelerde işsizliğe karşı mücadelede sendikaların haftada 35 saat çalışma talebi, geri seviyede bir reform talebine dönüşüyor. Almanya gibi ülkelerde üretimde verimlilik ve teknolojik gelişme göz önünde tutulursa, haftada 35 saat değil, 25 saat, 30 saat çalışma talep edilmelidir ve bu talep, işsizlik sorununun çözümü olarak algılanacak bir biçimde yansıtılmamalıdır. Almanya’da çalışma saatlerinin kısaltılması için mücadele sonucunda 1983-1995 döneminde bir milyon yeni işyeri ve haftada 35 saatlik çalışma talebinin gerçekleştirilmesi sonucunda da 350 bin yeni işyeri açıldı. Ama aynı dönemde; 1983’ten 1995’e kayıtlı işsiz sayısı 2,5 milyondan 4 milyona çıktı.
Demek ki işsizlik sorunu, kapitalizm koşullarında çözülmez. Sorunun kaynağının/nedeninin ortadan kaldırılması gerekir.



28 Mayıs 2003 Çarşamba

DÜNYA EKONOMİSİNİN GELİŞME SEYRİ


 
Hiçbir çaba, hiçbir tedbir, ne Amerikan ekonomisini ve ne de onunla birlikte dünya ekonomisini krizden kurtaramadı. Amerikan sanayi üretimi, krizin başlangıcında, 2, 2,5 sene geriye savruldu. Ancak devletin yoğun müdahalesi (faizlerin düşürülmesi, devasa silah siparişleri vs.) sonucunda ekonomide belli bir canlanma oldu, ama bu müdahaleler, ekonomik krizin seyrini etkilemekten öteye değiştiremedi. Bu müdahalelerin sonucudur ki, 2001’in son çeyreğinde en düşük üretim seviyesine ulaşan sanayi üretimi, bu tarihten sonra 2002’nin 3. çeyreğine kadar belli bir canlanma sürecine girmiş, ama sonra üretim yeniden düşmeye başlamıştır. Üretim düşüşü hala devam ediyor.

2000 yılının sonu itibariyle Alman ekonomisi de ekonomik krize girmişti. ABD ve Japon ekonomileriyle karşılaştırdığımızda Alman ekonomisi (sanayi üretimi, brüt yurt içi üretim) oldukça zikzaklı bir gelişme göstermiştir. 2002’nin ilk çeyreği itibariyle başlayan üretim artışı aynı yılın son çeyreğinde yeniden düşmeye başlamıştır ve bu trend devam ediyor.
1990-1994 dünya ekonomik krizinden buyana Japon ekonomisinde dikkate değer bir canlanma olmamıştır. 1992’de 6,1 oranında mutlak küçülün Japon sanayi üretimi bugün, 1990’daki seviyesine bile ulaşmış değildir




Diyagramda da görüldüğü gibi, 2000’nin son çeyreğinden 2001’nin son çeyreğini Amerikan sanayi üretimi yüzde 6; Japon sanayi üretimi yüzde 22; Alman sanayi üretimi yüzde 4; İngiliz sanayi üretimi yüzde 5; Fransız sanayi üretimi yüzde 2 ve İtalyan sanayi üretimi de yüzde 6 oranlarında ve 2000’in son çeyreğinden 2002’nin son çeyreğine de Amerikan sanayi üretimi yüzde 7; Japon sanayi üretimi yüzde 6; Alman sanayi üretimi yüzde 3; İngiliz sanayi üretimi yüzde 3 ve İtalyan sanayi üretimi de yüzde 5 oranlarında mutlak geriliyor. Sadece Fransız sanayi üretimi baz alınan dönemdeki seviyesine ulaşıyor.

Ekonomik krizden bahsedebilmek için üretimin, daha önceki en yüksek seviyesinin gerisine düşmesi gerekir ve krizden çıkabilmek için de üretimin, o seviyeyi aşmış olması veya en azından o seviyeye ulaşmış olması gerekir. Bu üç ülke ekonomide böyle bir gelişme görmüyoruz

Bu üç ülke dünya sanayi üretiminin 1990’da yüzde 52’sini (ABD: yüzde 26,4; Almanya8,6 ve Japonya: yüzde 18,7), 2000 yılında da yüzde 51’ini üretiyorlardı( ABD: yüzde 26,4; Almanya: yüzde 7,9 ve Japonya: yüzde 16,7). Dünya ticareti ve sermaye ihracında da bu üç ülke belirleyici konumdalar. Bu nedenlerden dolayı bu ülkelerin, özellikle de Amerikan ekonomisinin krize girmesi, bu ülke ekonomilerini ve dolayısıyla da bütün dünya ekonomisini krize sürüklemektedir.

Burjuva bilim adamları, ekonomistleri, 11 Eylül saldırısını dünya ekonomik krizinin başlangıcı olarak tanımlarlar. Oysa kriz, 2000 yılı sonu itibariyle önce Amerikan ekonomisinde patlak vermişti. 2001’in üçüncü çeyreğine gelindiğin de ise 20 OECD üyesi ülke ekonomilerinde üretimde düşüşü olmuştur.

11 Eylül demagojisi tutmadı. Ama yeni bir demagoji piyasaya sürüldü. Her kriz döneminde tekrarlandığı gibi bu sefer de yeniden „ücretlerin yüksekliği“ gündeme getirildi. Oysa ücretlerin son yıllarda reel olarak gerilediği çok ve yaygın bilinen bir gerçektir. Bunun ötesinde ücretlerin üretim masraflarındaki payı OECD ülkelerinde ancak yüzde 10’dur. 1970’de ise bu oran yüzde 25 idi.

Burjuva ekonomistler, hükümetlerin ısmarlama bilirkişileri, bu sefer pek „umut“ satamadılar ve dolayısıyla borsalarda da belli bir canlanmaya yol açamadılar. Emperyalist burjuvazinin işine yarar bir „teori“ de üretemediler. Bu türden ekonomistler için Marks, şu değerlendirmeyi yapar:Burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirmesinden “sonra sınıf mücadelesi, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştı“ (Kapital, C. 1, s. 21).
Bu unsurlar, en fazlasıyla, yığınların dikkatini başka alana çekmek; krizin nedenleri üzerine düşünmelerini engellemek için kapitalist düzeni savunmanın yollarını ararlar. Örneğin „küreselleşme“döneminin demokrasi dönemi olduğunu,“küreselleşme“ döneminde özgürlüklerin elde edileceğini vb. demagojileri tekrarlamaktan usanmazlar. Ama hiçbir zaman, ekonomik krizlerin nesnel nedenlerini açıklamazlar, çünkü bunu açıklayacak durumda değiller. Önemli olan, uluslararası tekellerin karlarının artmasına katkıda bulunmak ve krizin yükünü de geniş yığınların sırtına yıkmaktır. Onların görevi budur.
Marks’ın dediği gibi, “işçilerin tüketim gücü kısmen ücretler yasası ile, kısmen de, bunların kapitalist sınıf tarafından kârlı bir biçimde çalıştırılabildiği sürece kullanılmaları olgusu ile sınırlıdır. Bütün gerçek krizlerin nihai nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri , sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir“ (Kapital, C. 3, s. 501).

Bu anlayış günümüz koşullarında şöyle somutlaşıyor: Marks, ekonomik krizin nedenini, kar oranlarının eğilimli düşüş yasasına göre açıklıyor. Bu yasaya göre, sermaye kullanımı arttığı oranda kar oranları düşer. Ve aynı zamanda toplam sermayeye oranlar ücretler için yapılan harcamalar düşer. İşgücünden ziyade daha çok makinenin kullanılması, işçinin verimliliğini arttırır ve aynı zamanda ücret harcamasını azaltır. Ama yatırılan sermaye ile elde edilen kar arasındaki olması gereken oranı, kapitalistin beklediği oranı bozar. Son kertede, kapitalist, herkes satın alır diye üretir, ama yığınların alım gücü bu gelişmeden dolayı da sınırlanmıştır. Maddi bolluk içinde kriz başlar.

Bu gelişkinin çözümü ve dolayısıyla ekonomik krizlerin yok olması, ancak ve ancak, mülkiyet ilişkilerinin değişmesiyle, iktidarın işçi sınıfının eline geçmesiyle; sosyalist devrimle mümkün olur. Krizden, işsizlikten, baskı ve sömürüden kurtulmanın başka bir yolu yoktur.




22 Mayıs 2003 Perşembe

ULUSLARARASI PETROL TEKELLERİ VE IRAK SAVAŞI



Irak savaşının nedeni üzerine çok şey söylendi. Amerikan emperyalizminin özelikle petrol için savaştığı ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek istediği anlayışları vurgulandı. Irak’ın, bütün olarak Ortadoğu’nun, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası için bir üs olduğu da söylendi. Bu anlayışların hepsi doğrudur. Ama bu savaş, herhangi bir emperyalist savaş, herhangi bir istila ve işgal değildi. Onu diğer bu tür savaşlardan ayıran ve Yeni Balkan Savaşlarıyla, Afganistan Savaşıyla eş anlamlı yapan birtakım özellikleri var. Bu savaşlar, uluslararası planda emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği üç alanda -Balkanlar, Ortadoğu ve Hazar Havzası/Orta Asya- sürdürüldü ve emperyalist ülkeler, askeri güçlerine dayanarak bu bölgelerde protektorat rejimleri kurdular/kuruyorlar. Bu bölgelerden ikisi, dünyanın en büyük iki enerji kaynağı. Bu nedenle önemli. Balkanlar ise, Amerikan emperyalizmi açısından olası petrol boru hattı (Kafkasya-Karadeniz-Bulgaristan) ve AB’nin, özellikle de Alman emperyalizminin yayılmasının önünü almak için önemli.
Bu çelişkilerin ve en güncel olarak da Irak Savaşının arka planına baktığımızda uluslararası tekellerin, Lenin’in deyimiyle „süper tekel“lerin kavgasını görmekteyiz.

Burada söz konusu olan, sıradan uluslararası tekeller değil. Dünya pazarındaki payıyla, sermayesiyle önde gelen uluslararası tekellerdir. Petrol sektöründe bu tekeller ve başka sektörlerde de önde gelen tekeller, sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesinde söz sahibi olmak, bu örgütlenmeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için kıyasıya rekabet içindeler.

Revizyonist Blokun ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve dünya pazarının yeniden bütünlüklü olmasından sonra uluslararası tekeller, sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası örgütlenmesi mücadelesini, o zamana kadar hakim oldukları dünya pazarının bir bölümünden (klasik kapitalist pazar) bütün dünyaya, dağılan SB’nin hakimiyet alanlarına da yayarak/yansıtarak şiddetlendirdiler. Böylece bu tekellerin dünya pazarı, dünya pazarlarına hakimiyet ufku, bütün dünyayı kapsamına alacak şekilde genişlemiş oluyordu. Öldürücü rekabet, bütünlüklü dünya pazarında en büyük pay için sürdürülmeye başlandı.

Bu mücadeleyi sürdürebilmek için uluslararası tekellerin esasen iki dayanak noktası vardı: Sermaye gücü ve emperyalist devletin desteği. Ekonominin diğer sektörlerinde olduğu gibi, petrol sektöründe de kapitalizmin tarihinde görülmemiş boyutlarda sermaye birikimine yönelindi. Bu alanda, ya en güçlü olmak gerekiyordu, ya da ilk 5-10 en güçlü arasında yer almak gerekiyordu. Aksi taktirde dünya pazarında pay kapma, payı elde tutma veya büyütme şansı hiç yok. Ama emperyalist devletin her türlü desteği olmazsa, olağanüstü boyutlardaki sermaye birikimi de pek fazla bir işe yaramıyor. (Bir de derler ki, uluslararasılaşmış sermayenin, uluslararası tekellerin, çok uluslu tekellerin vatanı yoktur!).

1990’da dünyanın en büyük 500 tekeli arasında 54 petrol tekeli vardı, bu sayı 2000’de 33’e düştü. Dünyanın en büyük 100 tekeli arasında 1993’te 11 ve 2000’de de 10 petrol tekeli vardı. Dünya pazarında en büyük paya sahip olmak veya bu payı korumak ve arttırmak için uluslararası tekeller, birleşmelere, hasmane devralmalara ve satın almalara yöneldiler. AMACO-BP, Exxon-Mobil, Total-Elf Aquitaine birleşmesi buna birer örnektir.

Petrolün ekonomide önemli olmaya başlamasından buyana, diyelim ki bütün 20. yüzyıl boyunca bu sektörde rekabet, sürekli İngiliz ve Amerikan tekelleri arasında yapılmıştı. Şimdi İngiliz ve Amerikan tekelleri başka ve saldırgan adaylarla karşı karşıyalar.
Total-Elf Aquitaine birleşmesinden doğan Fransız tekeli TotalFinaElf, 2000 yılı itibariyle dünyanın en güçlü 25 tekeli (19. sıra) ve en güçlü petrol tekelleri arasında (4. sıra) yer alıyor. Bunun ötesinde Çin ve Rus tekellerinin de saldırgan bir yükselişi söz konusu. Örneğin Çin ve Rus petrol tekellerinin saldırgan hızlı yükselişleridir. Örneğin Çin petrol tekeli Sinopec ve Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), 1995’te dünyanın en büyük 500’leri arasında yer alamazlarken 2000’de dünyanın en büyük 100 tekeli arasında Sinopec (45 milyar dolarlık cirosuyla) 68. ve CNPC de (42 milyar dolarlık cirosuyla) 83. sıraya yükselmişlerdi. İki dev Rus petrol tekelinin; Jukos ve Sibneft’in birleşmesiyle dünyanın dördüncü büyük petrol tekeli oluşmuş ve bu oluşum, petrol sektöründeki rekabet daha da keskinleştirecektir.

Bu tekeller arasındaki kıran kırana rekabet, herhangi bir ülke veya bölge pazarı üzerine değil. Arkadan gelenler, güçlenerek yükselenler, ilerleyebilmek için önlerinde duran engeli aşmaları gerekir. Yani dünya pazarında söz sahibi olanların paylarını elde etmeleri gerekir. Bu, uluslararasılaşmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bu anlamda da Amerikan tekellerini zorlayan Fransız tekeli TotalFinaElf’tir.

Kendi açıklamasına göre bu tekel, petrol alanında Afrika’da ilk sırada, Ortadoğu’da da 2. sırada yer alıyor. İşlediği petrolün yüzde 30’unu Nijerya, Kongo, Angola, Gabun, Cezayir ve Libya gibi Afrika ülkelerinden, yüzde 18’ini de Oman, Katar, Iran, Jemen ve S. Arabistan gibi ülkelerden alıyor.

Irak savaşı öncesindeki durum şöyleydi: Fransa, Rusya ve Çin, Saddam rejimiyle kapsamlı petrol anlaşmaları imzalamışlardı. Bu ülkelerin ardında duran da bu tekellerdir. Ambargonun kalkması durumunda bu anlaşmalar yürürlüğe girecekti ve kaybedenler de doğrudan Amerikan ve İngiliz tekelleri olacaktı. Amerikan emperyalizmi ya savaşacaktı, ya da tekellerinin petrol sektöründe yenilgisini, bu sektörün başka ülke menşeli tekellere kaptırılmasına göze alacaktı. Saddam rejiminin devrilmesi, Amerikan petrol tekelleri için tek çareydi.

Amerikan emperyalizmi Irak’ı işgal ederek, diğer şeylerin yanı sıra petrol ganimetini de elde etti. Amerikan emperyalizminin, biz savaştık, Irak’ı da biz yeniden şekillendireceğiz demesinin ve bunun vurgulamasının altında yatan gerçeklerden birisi de, bizim petrol tekellerimiz bu savaşı kazandı anlayışıdır. Irak’ın işgaliyle savaş bitmiş olmuyor. Öldürücü rekabet devam edecektir.

Söz konusu uluslararası tekellerin gücü nedir de üzerinde bu kadar duruluyor deniyorsa: Dünya çapında sayıları 500 olan bu tekeller, sermayenin ve üretimin uluslararasılaştırılmasının ve uluslararası örgütlenmesinin motorunu oluşturmaktalar. Birçoğu, birçok devletten daha güçlüdür. Örneğin dünyanın en güçlü 100 ekonomisi arasında 29 uluslararası tekel vardır. Exxon/Mobil 206 milyar dolarlık cirosuyla dünyanın 45. güçlü ekonomisidir, Gerenal Motors 47. (ciro 185 milyar dolar), Ford 55 (ciro 170 milyar dolar), Daimler/Chrysler 56. (ciro 152 milyar dolar) sırada yer alıyorlar.

2000 yılı itibariyle bu 500 uluslararası tekelin toplam cirosu 14 trilyon dolardı. 2000 yılında dünya üretimi toplamı 30 trilyon dolardı. Bu değerin neredeyse yarısı bu 500 tekelin elinde.