deneme

18 Aralık 2009 Cuma

KRİZ KARŞILAŞTIRMASI VE KRİZDEN ÇIKIŞ SENARYOLARI (I)

(KİTAPLARDA YAZILDIĞI GİBİ KLASİK BİR EKONOMİK KRİZ SÜRECİ)

2009'un Haziran ayındaki bir makalede (”1929-1932 ve 2007/2008 Dünya Krizleri Karşılaştırması”) 1929-32 kriziyle şimdiki krizin karşılaştırmasını yapmıştık. O makalede şimdiki krizi, 1929-32 krizinin ancak ilk 14-15 ayıyla karşılaştırma imkanı vardı. Şimdi aradan biraz daha zaman geçtiği için daha uzun bir dönemi karşılaştırma olanağımız var. Aynı zamanda Mart 2009'dan itibaren sanayi üretiminde belli oranlarda bir artışın olması, dünya çapında bir kısım burjuvaziyi ve ekonomisti, “krizden çıkıldı” dedirtecek kadar heyecanlandırmıştı. Bu makalede yine söz konusu her iki krizi karşılaştıracağız ve kriz ve sonrası için üretilen senaryolardan bahsedeceğiz.
Karşılaştırmada dünya ve önde gelen emperyalist ülkelerde sanayi üretimini yılın çeyrekleri ve ayları bazında ele alacağız.

2008 krizi, kapitalist ekonomide 2000-2004 dünya krizinden sonra kurulmuş olan dengeleri yeniden sarstı; borsalarda değer kayıplarını, bankaların, özellikle de Amerikan yatırım bankalarının çökmesini sanayi üretiminde mutlak düşüşler izledi. 2008'den 2009'un ilk aylarına kadar dünya ekonomisinde geriye gidişin durması, son birkaç ayda borsa ve sanayi üretimi değerlerinde belli bir kıpırdanmanın; değer ve üretim artışının görülmesi burjuvaziyi heyecanlandırdı; fazla derinliğine inilmeden krizden çıkıldığı tespitleri yapıldı.

Doğru, borsa değerleri dibe vurdu, sanayi üretimi dibe vurdu ve son birkaç aydan buyana ekonominin her iki alanında da değerlerde belli bir yükselme var, ama bu, krizin sonlandığı anlamına asla gelmez. Borsa ve sanayi üretiminde söz konusu yükselme durumu sağlam temele dayanmamaktadır; burjuvazi, bırakalım ekonomik olarak, siyasi olarak da krizi henüz değerlendirememiştir; birtakım sonuçlar çıkartarak ona göre hareket edecek durumda dahi değildir. Neoliberal uygulamaların sonucunu gören dünya burjuvazisi, aynı politikalarla devam edilemeyeceğini de görmüştür; öyleyse göstermelik de olsa uluslararası tekellerin çıkarı için „yeni“ politikalar tespit etmek zorundadır. Ama G-20 ülkeleri toplantıları ve önde gelen hemen bütün ülkelerin; diyelim ki dünyanın en büyün 20 ülkesinin ekonomiyi korumak ve teşvik etmek için almış oldukları tedbirler, ortak hareket etmekten ziyade rekabetin, korumacılığın gündemde olduğunu göstermektedir. Öyleyse uluslararası alanda siyasal zemin oldukça kaygandır ve böyle kaygan bir zemin de kaygan ekonomik ilişkileri beraberinde getirir.

Konumuzu doğrudan ilgilendirmediği için burada, devlet borçlarının, bütçe açıklarının özellikle kriz sürecinde devasa boyutlarda artmış olduğunu belirtmekle yetinelim. Artan borçlar, devletlerin kendi sermayelerini korumak ve başka sermayeler karşısında rekabet gücünü yitirmemek için uygulanan teşviklerin, „paket“lerin doğrudan bir sonucudur: Kriz patlak verdiğinde dünya ekonomisinde belli bir rolü, ağırlığı olan hemen bütün devletler, yaygın bir para ve mali politika uygulamaya başladılar. Amaç, ekonomide etkili bir keynesçi canlanma sağlamaktı. Keynesçiliğe lanet okuyan neoliberaller, kriz sürecinde uyguladıkları para ve mali politikalardan dolayı en keskin keynesçi olmuşlardı. Ama umduklarını bulamadılar veya gerçek anlamda bulamadılar: Değerli kağıtların ve hammaddelerin fiyatları düşerken, en azından kredi ve üretim (sanayi) piyasası ucuz para ve düşük vergi ve artan devlet harcamalarıyla desteklenmeliydi ve böylece süreç içinde devletin yarattığı talebin yerini özel talep almalıydı diye düşünüyorlardı. Ama olmadı; doğru, belli bir kıpırdanma sağlandı, ama etkili, daha ziyade kalıcılığı ifade eden bir canlanma sağlanamadı.

Sonuç: Krizden dolayı yeni borçlanmalar artmıştır, vergilerde azalma olmuştur. Ekonomide kıpırdanma kaçınılmaz olarak vergilerde yeniden artışı beraberinde getirecektir ve bu süreç birçok ülkede başlamıştır. Kısa dönem çalışma, yatırım teşviki vb. türünden teşvikler kısa vadede kaldırılacak. Bu faktör de üretimi ve iş piyasasını doğrudan olumsuz etkileyecektir.

Dünya ekonomisinin veya dünya ekonomisinde belirleyici ağırlığı olan ekonomilerin kısa bir zaman içinde -diyelim ki 1-2 sene içinde kriz önceki seviyesine varması imkansız gözükmektedir; burjuvaziyi umutlandıran bu kıpırdanma böyle bir gelişmenin ipucu olmaktan çok uzaktır. Yakın geleceğe endişeli bakış, evet korku, tüketicilerde tasarrufa yol açmakta, işletmeler borçlu, iflasla karşı karşıya, kredi olanakları daralmış durumda vs. Bu koşullarda yatırım faaliyeti olsa olsa durgunluk içinde olabilir ve öyle de. Yani kriz aşılsa bile sonrasında yavaşlamış bir büyüme ile karşı karşıya kalınacaktır. Bunun adı, nispeten uzun süren bir durgunluktur.

Yaşanan gevşek para politikasının etkili olmadığı anlaşılmıştır veya beklenen sonucu vermeyecek kadar etkili olduğu anlaşılmıştır. Bu aşamasında da olsa kıpırdanma; üretimde belli artış devam ederken merkez bankaları faiz politikalarını kaçınılmaz olarak değiştireceklerdir; neredeyse faizsiz para alınamayacak, faizlerde belli bir yükselme olacaktır; enflasyonun önünü almak için bu yapılacaktır. Devletlerin/merkez bankalarının, „parasal veya nicel genişleme“ politikasını devamlı kılmaları; yani özel ve kamu borçlarını satın almaya devam etmeleri bir yerde sonlanacaktır. Sonrasının ne olacağı belli değil.

Kriz sürecindeki gelişmelerden dolayı merkez bankalarının hedefleri sürekli değişmektedir; krizden önce asli görevleri enflasyonu engellemekti. Kriz sürecinde enflasyon tehlikesi olmadığı için mali sistemi istikrarlaştırmayı asli görev olarak gördüler. Mali piyasalar çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalınca saldırgan bir politikayla borsalardaki çöküşe; hisse senetlerindeki burjuvazi açısından korkutucu düşüşe karşı etkide bulunan adımlar attılar; bu „zehirli“ kağıtlardan bolca satın aldılar. Bu varlık-fiyat-istikrar ve enflasyonu kontrol politikası, şimdiye kadar çatışmasız yürütüldü ama bunun böyle devam edeceğinin hiçbir garantisi yok. Üretimde kıpırdanma, devam eden gevşek para politikası, sonuçta enflasyona neden olabilir; bu durumda merkez bankaları enflasyonu engellemek için sıkı para politikasına baş vuracaklardır; bu da durgunluk aşamasında olan konjonktürü yeniden kriz sürecine sokabilir. Bu sefer de yeniden gevşek para politikasına baş vuracaklardır; yani sonu belli olmayan bir süreç.
Demek oluyor ki, burjuvaziyi sevindiren, umutlandıran ekonomideki kıpırdanma; konjonktürel hareketlilik sağlam olmayan zemin üzerinde yükselmektedir; böyle bir kıpırdanma ile dünya ekonomisi büyüme sürecine geçmiş olmaz. Sorunu ayrıntılaştırarak ele alalım.

I- MADDİ DEĞERLERİN ÜRETİMİNDE (SANAYİ SEKTÖRÜ) DURUM

1-2007'den 2009'a yılın çeyrekleri bazında toplam sanayi üretimi
Yaşanmakta olan kriz ne zaman patlak verdi?

Önde gelen emperyalist ülkelerde sanayi üretiminin seyri:
Fransız, Alman, Japon ve Amerikan toplam sanayi üretimi 2007'nin bütün ve 2008'in ilk çeyreğinde kesintisiz büyümüş ve sonraki çeyreklerde sürekli küçülmüştür. İngiliz sanayi üretiminde küçülme 2008'in son çeyreğinde başlamıştır. Aynı durum OECDE-Avrupa ülkeleri toplam sanayi üretimi için de geçerlidir.
Soruna 2009'un ilk 8-9 aylık dönemi -Ocak-Eylül- bazında baktığımızda bütün bu ülkelerde sanayi üretiminin dengesiz de olsa büyüme içinde olduğunu görmekteyiz. Aşağıdaki veriler bunu gösteriyor.


Alman (%117,4), Fransız (%103,2), Japon (%109,3) ve Amerikan(%104,5) toplam sanayi üretimi 2008'in ilk çeyreğine kadar büyüyor veya verili dönem içinde bu ülkelerde sanayi üretiminin artışı 2008'in ilk çeyreğinde en üst seviyesine ulaşıyor. İngiliz sanayi üretimi ise 2007'in son çeyreğinde üretim artışının en üst seviyesine(%100,6) ulaşıyor.
Bu ülkelerde sanayi üretiminin gelişmesini 2007 yılını da katarak ele alırsak, aşağıdaki grafikte de gördüğümüz gibi üretim, 2007 yılı boyunca ve 2008'in ilk çeyreğine kadar artış eğilimi içinde olmuştur.

Soruna OECD-toplamı, OECD-Avrupa, AB, Avro Alanı ve G-7 bazında baktığımızda, bir biçimde dünya sanayi üretimi ortalaması olduğu için daha isabetli sonuçlara varabiliyoruz.


OECD-Avrupa ve OECD-toplam, AB, Avro Alanı ve G-7 ülkeleri toplamında sanayi üretimi, 2007'nin bütün ve 2008'in ilk çeyreğinde sürekli büyümüştür. Sanayide büyüme 2008'in ilk çeyreğinde OECD-Avrupa'da yüzde 111,4; OECD-Toplamında yüzde 108,7; AB'de yüzde 109,9; Avro Alanında yüzde 110,1 ve G-7'de yüzde 106,4 oranlarında gerçekleşiyordu.
2008'in 2. çeyreğinde başlayan küçülme 2009'un 2. çeyreğinde de devam etmiştir.

Sanayi üretimi 2008'in diğer çeyreklerinde sürekli geriliyor ve OECD-Avrupa'da 2009'un ikinci çeyreğinde; OECD-Toplamda ilk çeyreğinde ve diğerlerinde de ikinci çeyreğinde dibe vuruyor. En azından bugünkü veriler bakımından durum böyle.
Aşağıdaki grafikte sanayi üretiminin bu seyrini görüyoruz.

Yukarıdaki örgütlenmelerde yer alan ülkelerin toplam üretimi, dünya üretiminin yüzde 95'ine varmaktadır. Dolayısıyla bu değerleri dünya üretimi değerleri olarak kabul edebiliriz. Bu durumda yukarıda beş ülke üretimindeki gelişmeye göre tespit ettiğimiz eğilim, bu örgütlenmeler bazında dünya ekonomisindeki gelişme eğilimi olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda: Dünya sanayi üretimi 2008'in ilk çeyreğine kadar sürekli büyüme içinde olmuştur. 2008'in ilk çeyreğinden itibaren de küçülme eğilimi içinde olmuştur; yani 2008'in ilk çeyreği sonu, ikinci çeyreği başlangıcı dünya sanayi üretiminde kırılma noktasını; üretim artışının üretim gerilemesine dönüşünü göstermektedir.
Soruna bir de aylık üretimin gelişmesine göre bakalım.

2-Aylar bazında toplam sanayi üretimi

Önde gelen emperyalist ülkelerde sanayi üretiminin aylık gelişmesi, 2005=100:
Toplam sanayi üretimi Almanya, Japonya ve İngiltere'de 2008 Şubat ayında, Fransa'da Nisan ayında ve ABD'de de Ocak ayında doruk noktasına ulaşıyor; bu aylar bu ülkelerde üretim artışının kırılma noktasını oluşturuyor.
Aşağıdaki grafikte bu gelişmeyi görüyoruz.


Aylık bazda dünya sanayi üretimi:
(OECD-Toplamı, OECD-Avrupa, Avro Alanı, AB ve G-7 ülkelerinde toplam sanayi üretimi, 2005=100):

Bu örgütler bazında sanayi üretiminin kırılma noktası değişik aylarda gerçekleşiyor; sanayi üretimi OECD-Avrupa'da, Avro Alanında ve AB'de Nisan ayında; OECD-Toplamında ve G-7'de de Şubat ayında doruk noktasına ulaşmış oluyor. Sonrası aylarda üretim, değişik oranlarda sürekli küçülüyor.

Sanayi üretiminin seyrine daha uzun bir dönemi ele alarak bakalım.

Ocak 2007'den itibaren son 33-34 aylık gelişme:
(2005=100 bazında şimdiki krizin gelişme seyri)
Bazı ülkeler açısında 34, bazıları açısından da 33 aylık bir süreç, nispeten sağlıklı sonuç alabilmek, karşılaştırma yapabilmek için yeterlidir.

Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya ve ABD'de toplam sanayi üretimi, 2005=100:
(Ocak 2007'den Ağustos/Eylül 2009'a toplam 33/34 aylık dönemde sanayi üretimi)
Aylar bazında Alman sanayi üretimi verili dönem içinde 2008'in Şubat ayına kadar (117,6); Japon sanayi üretimi keza Şubat ayına kadar (110); Amerikan sanayi üretimi 2008'in Ocak ayına kadar (104,8), Fransız sanayi üretimi 2008'in Nisan ayına kadar (104,1) ve İngiliz sanayi üretimi de 2008'in Şubat ayına kadar (100,7) büyüyor. Bu aylar aynı zamanda bu ülkelerde sanayi üretiminin büyüme ekseninde kırılma noktasını gösterir; bu aylardan sonra üretim mutlak küçülme sürecine giriyor.

Soruna söz konusu örgütler bazında baktığımızda daha bütünlüklü bir eğilim tespit edebiliyoruz. Toplam sanayi üretimi OECD-Avrupa'da, Avro Alanında ve AB'de Nisan 2008'de; G-7 ülkelerinde Şubat 2008'de ve OECD bütününde ise Ocak 2008'de en üst seviyesine ulaşmış oluyor.
Üretimim en yüksek noktası/aynı zamanda kırılma; üretimde gerilemenin; krizin başladığı noktadır. Yukarıdaki ve aşağıdaki grafiklerde bunu görüyoruz.


3-Dünya ekonomik krizi ne zaman patlak verdi?

Peki dünya ekonomisini kasıp kavuran, 1929-32 kriziyle karşılaştırılan, ondan daha da derin olduğu söylenen bu kriz ne zaman patlak verdi? 2008 yılının ikinci yarısında sanayi üretimindeki gerilemenin geçici olmadığı; üretimde düşüşün aralıksız arka arkaya birkaç ay devam ettiği veya bir çeyrek devam ettiği görülünce krizin 2008 ortalarında patlak verdiği düşüncesi hakim oldu. Birçoklarına göre de kriz Amerikan yatırım bankalarının arka arkaya çökmeye başladığı dönemde, yani Eylül-Ekim 2008 döneminde patlak vermişti. Bunun gerçekle bir ilişkisi yoktur. Bu tarihin, en fazlasıyla krizin derinliğini ifade etmek bakımından bir anlamı vardır.
O günün verileri dünyanın önde gelen ekonomilerinin veya dünya ekonomisinin belirleyici önemi olan bölümünü oluşturan ülkelerde sanayi üretiminin 2008'in 2. çeyreğinden itibaren ekonomik krizde olduğu tespitini yapmaya uygundu. Dünya ekonomisinin 2008'in 2. çeyreğinden itibaren ekonomik krizde olduğu tespiti yanlış değildir, ama geneldir, bu gün -daha doğrusu 2009'un başından bu yana- krizin ne zaman başladığını tespit etmek için yeterli veri vardır.

Yukarıdaki grafiklerde görüldüğü gibi, söz konusu bu ülkelerde ekonomik krizin 2008'in I.- II. çeyrekleri arasında veya 2008'in I. çeyreğinden itibaren başladığı tartışma götürmez.
Verilere göre:

2007 yılı artan üretim yılıdır: 2007/I-2007/IV=artan üretim.
2008 yılı kriz yılıdır: 2008'in ilk çeyreği, aynı zamanda, artan üretimin kırılma sürecidir.
2009 yılı: Krizin devam ettiği yıl.
Bu durumda:
Krizin aşamaları:
1. aşama: 2008/I-2008/II=Kriz başlangıcı.
2.aşama: 2008/II-2008/III=krizin derinleşmesinin ilk aşaması.
3.aşama:2008/III-2009/I=krizin dibe vuruş süreci.
4.aşama:2009/I-2009/II=dip nokta ve durgunluk=üretimde kıpırdanmanın başlaması.

Yılın çeyreklerine göre krizin başlangıç tarihi böyle. Soruna aylar ve ülkeler bazında baktığımızda fazla bir farklılığın olmadığını görüyoruz:

Önde gelen emperyalist ülkeler bazında kriz başlangıcı:
Fransa: Nisan 2008.
Almanya: Nisan 2008.
Japonya: Mayıs 2008.
İngiltere: Şubat 2008.
ABD: Ocak 2008.

Örgütler bazında kriz başlangıcı:
AB: Nisan 2008.
Avro Alanı: Nisan 2008.
G-7: Ocak-Şubat 2008.
OECD-Avrupa: Nisan 2008.
OECD-Toplam: Ocak-Şubat 2008.

Yılın çeyrekleri bazında kriz başlangıcı:
Önde gelen emperyalist ülkeler bazında:
Fransa: 2008-I. çeyrek
Almanya: 2008-I. çeyrek
Japonya: 2008-I. çeyrek
İngiltere: 2008-I. çeyrek
ABD: 2008-I. çeyrek

Örgütler bazında:
OECD-Avrupa: 2008-I. çeyrek.
OECD-Toplam:2008-I. çeyrek.
AB:2008-I. Çeyrek.
Avro Alanı:2008-I. çeyrek.
G-7: 2008-I. çeyrek.

Dünya krizi başlangıcı: 2008/I-2008/II arası veya 2008'i I. çeyreğinden itibaren.

4- Kriz karşılaştırması:

Yaşanmakta olan dünya ekonomik krizinin 1929-1932 dünya ekonomik kriziyle şimdiye kadar sayısız karşılaştırması yapılmıştır. Değerlendirme, soruna bakıştan, ele alınan verilerden bağımsız olamaz. Her halükarda yaşanmakta olan krizin 1929-32 krizinden çok daha ağır; kapsamlı ve derin olduğu görüşünün yanı sıra öyle olmadığı; 1929-32 krizinden daha kapsamlı ve derin olmadığı görüşleri de savunulmaktadır. Bu iki görüşün yanı sıra yaşanan krizin bazı açılardan 1929-32 krizinden daha derin ve kapsamlı olduğunu; bazı açılardan ise hiç de öyle olmadığını savunanlar da var. Ben bunlardan birisiyim. Aşağıda sanayi üretimini ve borsalardaki hareketi, daha doğrusu Dow Jones değerlerini esas alarak bazı sonuçlara varmaya çalışacağım ve sonuç olarak da her iki krizin benzerlik ve ayrılık özelliklerinin kapitalist ekonomide belli değişime; belli olguların yerini yenilerinin alıp almadığına; yeni oluşuma neden olup olmadıklarına cevap aramaya çalışacağım.

-Dünya sanayi üretimi açısından:
Hazirandaki yazıda 1929-32 kriziyle 2008 krizinin ancak 17 aylık bir dönemini karşılaştırma olanağı vardı; daha doğrusu ele alınan değerlerin düşüş içinde olduğu bir süreçte değerlendirme yapılmıştı. Şimdi aradan birkaç ay daha geçti ve daha detaylı değerlendirme yapma olanağı var.
[Yaşanan kriz için OECD-Toplamı değerlerini, dünya ekonomisi değerleri olarak aldık. Her halükarda ölçek yanlışlığı yok. Diğer taraftan, karşılaştırmada kolaylık olsun diye, 2005=100 bazında elde edilen aylık veriler, OECD ve ABD Ocak 2008=100'e; Almanya, Fransa ve Japonya Şubat 2008=100'e çevrilmiştir.
Ayrıca belirtelim: Aşağıdaki grafiklerde her iki kriz döneminde sanayi üretimi bazında dünya ekonomisini ve önde gelen emperyalist ülke ekonomilerini krizin seyri bakımından karşılaştırdık. Her iki kriz için de üretimin kriz öncesindeki en yüksek seviyesi esas alınmıştır; 1929 krizi için Haziran ayı ve şimdiki kriz için de (Ocak-Şubat 2008) esas alınmıştır. (1929 kriziyle ilgili grafikler Kevin H. O’Rourke ve Barry Eichengreen'in çalışmasından alındı. Şimdiki kriz ile ilgili grafikleri de OECD verileri bazında kendimiz hazırladık)].
OECD-Toplamı bazında dünya sanayi üretimi, Ocak 2008=100'e göre, ancak 15. ayda -Mart 2009- yüzde 17,5 oranında mutlak düşüş ile dibe vuruyor ve sonrasından da yeniden yükselmeye başlıyor. Bugün açısından yükseliş trendi devam etmektedir. 1929-32 krizinin 15. ayında dünya sanayi üretimindeki mutlak gerileme şimdiki krizdekinden pek farklı değildi. Ama o zamanki krizde sanayi üretim sürekli mutlak gerileme eğilimi içindeyken, şimdiki krizde bu eğilim tersine dönmüş durumdadır; o zaman dünya sanayi üretimi dibe vurmamıştı, şimdi vurmuşa benziyor.

-Önde gelen bazı emperyalist ülkeler açısından:

ABD:

Amerikan toplam sanayi üretimi 2005=100 bazında Ocak 2008=100 olarak 18. ayda, yani Haziran 2009'da yüzde 14,8 oranında mutlak gerileyerek dibe vuruyor ve sonrası aylarda üretim yeniden artmaya başlıyor. 1929-32 krizinde ise Amerikan sanayi üretimi aynı ayda yüzde 30 civarında mutlak gerilemiş, sonrasında birkaç ay süresice artan üretim, krizin 36-40. aylarında yüzde 50'den fazla mutlak gerilemeyle dibe vurmuştu. Sanayi üretimi krizin 35.-50 aylarında W biçiminde bir gelişme göstermiştir.
Diğer bir ifadeyle: Haziran 1929'dan itibaren 20. ayda üretimde gerileme yüzde 30 civarında. 2008'de ise ancak yüzde 15 civarında. Haziran 1929'dan 1933'ün 3. çeyreğine kadar üretim mutlak geriliyor. Ancak sonrasında, grafikte de görüldüğü gibi W biçiminde gelişiyor. 2008'de ise böyle bir gelişme en azından şimdiye kadarki zaman içinde görülmedi.

Japonya:

Japon toplam sanayi üretimi 2005=100 bazında Şubat 2008=100 olarak kriz başlangıcından sonraki 13. ayda -Şubat 2009- yüzde 35,7 oranında mutlak gerileyerek dibe vuruyor ve sonrasında yeniden artma trendine giriyor. 1929-32 krizin aynı döneminde Japon sanayi üretimindeki mutlak düşüş yüzde 15 civarındaydı. Ancak krizin 20.-22. aylarında sanayi üretimindeki mutlak gerileme yüzde 25 civarındaydı ve bu dibe vuruştu.

Fransa:
Fransız toplam sanayi üretimi 2005=100 bazında Şubat 2008=100 olarak yaşanan krizin 15. ayında -Nisan 2009- yüzde 18 oranında mutlak gerileyerek dibe vuruyor ve sonrası aylarda sürekli artıyor. 1929-32 krizinin ilk 4-5 ayında mutlak gerileyen Fransız sanayi üretimi esas itibariyle 1931'de krize giriyor; Haziran1929=100 bazında Fransız sanayi üretimi 15. ayında krizde değildi; ancak sonraki aylarda sanayi üretimi düşüyor ve 36.-37. aylarında yüzde 35 civarında mutlak gerileyerek dibe vuruyor. Üretimde düşüş(dibe vuruş) ve yükseliş V biçiminde oluyor.

Almanya:
Alman toplam sanayi üretimi 2005=100 bazında Şubat 2008=100 olarak krizin 15. ayında -Nisan 2009- yüzde 25 oranında mutlak gerileyerek dibe vuruyor ve sonraki aylarda yeniden artıyor. 1929-32 krizinin 15. ayında Alman sanayi üretimindeki mutlak gerileme yaklaşık şimdiki gerileme seviyesindeydi.
Yılın çeyrekleri bazında sanayi üretimi karşılaştırması:
Yukarıdaki tabloda Amerikan sanayi üretiminin 1932'nin 2. çeyreğinde yüzde 54,3 oranında mutlak gerileyerek dibe vurduğunu görüyoruz. İngiliz sanayi üretimi 1932'nin 3. çeyreğinde yüzde 17,2 oranında; Alman sanayi üretimi keza 1932'nin 3. çeyreğinde yüzde 40,4 oranında ve Fransız sanayi üretimi de 1932'nin 3. çeyreğinde yüzde 26,8 oranında mutlak gerileyerek dibe vuruyor. Japon sanayi üretimi de Mayıs 1932'de yüzde 8,6 oranında mutlak geriliyor.

Aşağıdaki tabloda ise, Japonya sanayi üretimi hariç mutlak gerileme oranlarının 1929-32 krizi verileriyle neredeyse karşılaştırılamayacak derecede önemsiz olduğunu görüyoruz. Şimdiki krizde Amerikan sanayi üretimi 2009'un ilk çeyreğinde yüzde 7,6 oranında; İngiliz sanayi üretimi 2009'un 3. çeyreğinde yüzde 13,2 oranında: Fransız sanayi üretimi 2009'un 2. çeyreğinde yüzde 13,3 oranında ve Japon sanayi üretimi de 2009'un ilk çeyreğinde yüzde 26,6 oranında mutlak gerileyerek dibe vuruyor.

Her iki krizi oransal gerileme farkı açısından da karşılaştırabiliriz. Aşağıdaki tablo böyle bir karşılaştırmanın sonuçlarını göstermektedir: Sanayi üretiminin kriz dönemlerinde mutlak gerileme farkı, Amerikan sanayi üretimi açısında yüzde 46,7; İngiliz sanayi üretimi açısında yüzde 4; Alman sanayi üretimi açısından yüzde 31,8; Fransız sanayi üretimi açısından yüzde 13,5 ve Japon sanayi üretimi açısından da yüzde 18. Sadece Japon sanayi üretimindeki bu oransal fark, şimdiki kriz lehine; yaşanan krizin Japon sanayi açısından 1929-32 krizine göre oldukça ağır olduğunu; ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere ile ilgili veriler de, bu ülkeler açısından 1929-32 krizinin şimdiki krize göre oldukça ağır olduğunu göstermektedir.


Son olarak her iki kriz döneminde söz konusu bu ülkelerde sanayi üretimin seyrini grafikleştirerek verelim. Grafik her bir ülke açısında sanayi üretimi bazında krizin nasıl geçtiğini canlandırmaktadır.(Japonya açısından veriler 1928=100 bazında ve 1932/I=1930; 32/II=1931; 32/III=1932; 32/IV=1932/II; 33/I=1932/III ve 33/II= 1932/IV olarak hazırlanmıştır).



Ülkeler bazında sanayi üretimi karşılaştırması
Burada söz konusu olan 1928=100 bazında 1932/1 1932/II, 1932/III, 1932/IV, 1933/I, 1933/II ve 2005=100 bazında 2008/I, 2008/II, 2008/III, 2008/IV, 2009/I ve 2009/II çeyrekleridir.

ABD:
Sanayi üretimi bazında her iki krizin şiddeti arasındaki farkı grafikte görüyoruz: Amerikan sanayi üretimi 1928=100 bazında ilk 6 çeyrek içinde en azından 40 mutlak gerileme bandında seyrederken 2008=100 bazında ancak 4. çeyrekten itibaren yüzde 10 mutlak gerileme bandında kalmıştır. Ancak 8. çeyrekte üretimde düşüş oranları birbirine yaklaşmaya başlamıştır; 2008 krizi açısından üretim düşüyor; 1929-32 krizi açısında üretim artıyor.

İngiltere:

İlk 4 çeyrek sürecinde sanayi üretimi 1929-32 krizinde 2008 krizine nazaran daha büyük oranlarda mutlak geriliyor. Ancak üretimde düşüş oranları 4. ve 5. çeyreklerde birbirine yaklaşıyor, sonraki dönemde ise ilk 4 çeyrektekinin tersi bir gelişme oluyor; 1929-32 krizinde sanayi üretimi 5. çeyrekten itibarende artmaya başlarken, 2008 krizinde mutlak geriliyor.

Almanya:
1929-32 krizinin 2., 3. ve 4. çeyrekleri arasında Alman sanayi üretimi yüzde 40 mutlak gerileme bandında kalırken 2008 krizinin aynı döneminde sanayi üretimi yaklaşık yüzde 6 ila 17 arasında mutlak artış bandında kalıyor, yani krizde değil. Ancak 5. çeyrekten itibaren 1929-32 krizi sürecinde üretim arttığı ve 2008 krizi sürecinde de üretim gerilediği için üretim değerlerinde belli yakınlaşama temelinde bir paralellik oluşuyor.

Fransa:
Alman sanayi üretiminde her iki kriz sürecinde görülen gelişme, farklı oranlar temelinde Fransız sanayi üretiminde de görülüyor: 2008 krizinde üretim düştüğü ve 1929-32 krizinde de artmaya başladığı için 7. çeyrekte değerlerde bir orasal aynılık çakışması oluyor (1933/III= yüzde 87,4 ve 2009/II= yüzde 86,7).

Japonya:


(Japonya açısından veriler 1928=100 bazında ve 1932/I=1930; 32/II=1931; 32/III=1932; 32/IV=1932/II; 33/I=1932/III ve 33/II= 1932/IV olarak hazırlanmıştır).

Japon sanayi üretimi Mayıs 1932'de ancak yüzde 8,6 oranında mutlak gerilemiş, sonraki dönemde ise hızlı bir yükseliş sergilemişti. 2008 krizinde ise ancak 3. çeyrekten sonra üretim mutlak gerileme sürecine giriyor ve 2009'un ilk çeyreğinde yüzde 26,6 oranda mutlak düşerek dibe vuruyor. Bu derinlikte bir üretim gerilemesini Japon sanayi 1929-32 krizinde yaşamamıştır.

Sonuç itibariyle:
1929-32 dünya krizi, Almanya’yı 1923, 1920,1903 yılına; İngiltere’yi 1926, 1921-23 veya 1909 yılına; Fransa’yı 1923 yılına; İtalya’yı 1923 yılına; ABD’yi 1912 yılına; Japonya’yı da 1927 yılına ve kapitalist dünya ekonomisini de 1923 yılına atmıştır; geriletmiştir.
Tek tek ülkeler bazında baktığımızda üretim Japonya’da % 8-9; İngiltere ve Fransa'da %26-40; Almanya ve İtalya’da %41-50 ve ABD’de de %50’den fazla bir oranda düşerken, kapitalist dünyada üretim yaklaşık %45 oranında daralmıştır.

OECD-Toplamı bazında dünya sanayi üretimi ise Ocak 2008=100'e göre, ancak 15. ayda -Mart 2009- yüzde 17,5 oranında mutlak düşüşle dibe vuruyor. Dünya ekonomisinin her iki krizden etkilenmesi arasında oransal olarak muazzam bir fark var:
1929-32 krizi= yüzde 45.
2008 krizi= yüzde 17,5.
Fark: 27,5.
Sanırsam, bu olgular karşısında hangi krizin daha ağır olduğunu sormaya bile gerek yok.

Yaşanan krizde üretimin kırılma noktası:
Önde gelen emperyalist ülkeler açısından:
Aşağıdaki grafikte yılın çeyrekleri bazında söz konusu bu ülkelerde sanayi üretiminin 2007'nin 2. çeyreğinden 2009'un 3. çeyreğine gelişmesini görüyoruz. Sanayi üretimi Almanya, Japonya, ABD ve Fransa'da 2008'in ilk çeyreğine kadar sürekli (inişli-çıkışlı da olsa) artıyor. İngiltere'de ise 2007'nin 4. çeyreğine kadar artıyor. Sonrasında; İngiltere'de 2007'nin 4. çeyreğinden, diğer ülkelerde ise 2008'in ilk çeyreğinden itibaren üretim sürekli düşüyor. Bu verilere göre Alman, Fransız, Amerikan ve Japon sanayi üretiminde kırılma noktası 2008'in ilk çeyreğidir. İngiliz sanayi üretiminde de 2007'nin son çeyreğidir.
Aşağıdaki grafikte ise bir bütün olarak dünya ekonomisinde veya onun farklı ülke örgütlenmeleri bazında sanayi üretiminin kırılma noktasını görüyoruz. Bütün bu örgütlenmeler bazında dünya sanayi üretimi ve bu anlamda da dünya ekonomisi 2008'in ilk çeyreğinde krize girmiştir.

-Dünya ticaret açısından:

1929-32 krizi ve şimdiki kriz sürecinde dünya ticareti karşılaştırıldığında her iki krizin ilk 9-10 ayında dünya ticaretinin 1929-32 krizine nazaran şimdiki kriz sürecinde oldukça sert düşüş içinde olduğunu görüyoruz. Ancak 10. aydan sonra belli bir toparlanma ve yeniden yükseliş eğilimi görülüyor. 1929 krizi patlak verdikten sonra da; 1930'un yazında dünya ticaretinde belli bir yükseliş olmuş ama sonrasında, krizin 38-40. ayları döneminde dünya ticareti yüzde 30'un üzerinde gerilemişti.

-İşsizlik açısından:
Her iki kriz, işsizliğin yaygınlaşması bazında da karşılaştırılabilir. İşsizlikle ilgili sadece birkaç veri durumu açıklamak için yeterlidir.
1929-32 krizi ve sonraki yıllarda bazı ülkelerde işsizlik oranları:

Son yıllarda işsizlik oranı:

İşsizlik açısından 1929-32 krizi bütün krizlerin rekorunu kırmış durumdadır. Hiçbir kriz döneminde işsizlik oranı 1929-32 krizi döneminde olduğu kadar yüksek olmamıştı. Şimdiki krizin nasıl gelişeceği bilinmez, ama mevcut gelişmişlik sürecinde işsizlerin oranı 1929-32'dekinden oldukça düşüktür. Örneğin ABD'de işsizlik, 1933'te yüzde 25,2 oranına varıyordu; yani her dört çalışabilir olandan birisi işsizdi. Şimdiki krizde ise, 2008 itibariyle işsizlik oranı yüzde 7,5, 2009 itibariyle bu oranın yüzde 9,2'ye, 2010'da yüzde 9,9'a çıkacağı ve 2011'de de yüzde 9,1'e düşeceği tahmin ediliyor.
Almanya'da işsizlik oranı 1932'de yüzde 30,1 idi. 2008'de ise yüzde 7,2. Bu oranın 2011de yüzde 9,7'ye çıkacağı tahmin ediliyor. Her halükarda oranlar arasında büyük farklar var.

2008'den günümüze aylar bazında işsizlik oranı:
Avro Alanı, OECD-Avrupa, OECD-Toplamı, AB ve G-7 ülkelerinde işsizlik oranı 2008 başında yüzde 5 ila 7,5 arasındayken Ekim 2009'a gelindiğinde yüzde 8,5 ila yüzde 10 arasında değişen bir seviyeye çıkmıştır. Bu veriler en fazlasıyla söz konusu bu dönemde, yaşanan ekonomik krizde işsizliğin artışını; ama aynı zamanda 1929-32 krizi dönemindeki işsizlik oranlarıyla karşılaştırıldığında şimdiki krizin çok hafif kaldığını gösterir.

II-HİSSE SENEDİ PİYASASI AÇISINDAN DURUM

Dünya borsaları açısından 2008 yılı, gerçek anlamda bir felaket yılı olmuştur. 2009 yılına da borsalar umutlu başlayamadılar. Ancak Mart ayından itibaren borsalarda bahar havası esmeye başladı. Ama uzun bir bahar yaşanmadı; borsalarda görülen yükselme dinamiği yerini nişli-çıkışlı; nereye yöneleceği belli olmayan -iniş mi- çıkış mı sorusuna cevap vermeye elverişli olmayan bir trende bıraktı. Borsa dünyasında kafalar karışık; borsa kumarbazlarının kafasında 'beklenmeli mi yoksa mevcut gelişmeyi krizden çıkış olarak değerlendirilip yatırım mı yapılmalı' sorusu var. Kocaman bir acabası olan bir soru. Borsa analizcileri ve yatırımcıları arasında söz konusu bu acaba sorusuna verilecek cevap konusunda görüş ayrılığı şimdiye kadar bu boyutlarda olmamıştı.
Borsa değerlerindeki değişim bakımından yaşanan krizi 1929-32 kriziyle karşılaştıralım.

Dünya borsa hareketinde belirleyici önemi olduğu için önce Dow Jones-İndeksi hareketine bakalım:
1929-32, 197475, 1987, 2000-2004 ve şimdiki kriz dönemlerinde Dow Jones-İndeksinin yükseliş-çöküş serüveni:

Yukarıdaki grafikte 1929-32 dünya krizinin Dow Jones-İndeksini en çok olumsuz etkileyen kriz olduğunu görüyoruz.
8 Temmuz 1932'de dip noktaya varılıyor; bu tarihte Dow Jones-İndeksi 3 Eylül 1929'daki en yüksek seviyesinden (381,17 puan) yüzde 86,19 oranında geriye düştü (41,22 puan).
Nihayetinde Dow Jones, kriz başlangıcından 34 ay sonra dibe vuruyor. Değer kaybı yüzde 86,2 oranında.

Dow Jones 11 Ocak 1973'e kadar yükseliyor (1.051.70 puan). Sonrasında, 1973'de petrol krizi ve takiben dünya ekonomik krizi -1974- döneminde indeks 6 Aralık 1974'te yüzde 45,1 oranında gerileyerek 577,60 noktasına düşüyor.
Nihayetinde 1973 petrol krizinde Dow Jones, kriz başlangıcından 21 ay sonra dibe vuruyor. Değer kaybı yüzde 56,8 oranında.

19 Eylül 1987'de ("Kara Pazartesi") Dow Jones-İndeksi kısmen yüzde 25,3 oranında düşüyor (569,18 puan). Bu tarihten 15 ay sonra, 24 Ocak 1989'da indeks 2.256,43 puan ile borsa krizi öncesi seviyesine ulaştı.
Nihayetinde 1987 borsa krizinde Dow Jones, üç ay içinde yaklaşık yüzde 32 değer kaybediyor ve dibe vuruyor.

14 Ocak 2000'de Dow Jones 11.722,98 puan ile beş seneden fazla süren bütün zamanların en yüksek seviyesine ulaşıyor.
Ama spekülasyon köpüğünün patlamasından sonra indeks 9 Ekim 2002'de 7.286,27 puan ile dibe vuruyor; bu, 14 Ocak 2000'deki en yüksek noktaya göre yüzde 37,9 oranında bir gerilemeydi. 9 Ekim 2002'de çöküş duruyor; bu tarihten sonra indeks yeniden yükselmeye başlıyor; 11 Aralık 2003'te 10.008,16 noktasına ulaşıyor.
Nihayetinde 2000-2004 dünya krizi döneminde Dow Jones, kriz başlangıcından 33 ay sonra dibe vuruyor; değer kaybı yüzde 51,3 oranında.

19 Temmuz 2007'de Dow Jones-İndeksi 14.000,41 puan ile tarihinde ilk kez 14.000 puan seviyesini aşıyor; 9 Ekim 2007'de 14.164,53 puan ile yeni bir rekor kırıyor.
2007'nin yazında patlak veren Amerikan gayri menkul krizinden dolayı Dow Jones-İndeksi yeniden düşmeye başladı. 2008'de mali krizin sanayi sektörünü etkilemeye başlamasından sonra hisse senedi değerleri dünya çapında geriledi. 6 Ekim 2008'de Dow Jones 9.955,50 puan ile 26 Ekim 2004'deki 10.000 puan sınırının altına düştü. 13 Ekim 2008'de yüzde 11,08 oranında bir artışla 21 Eylül 1932'den bu yana en yüksek günlük kazanç sağladı. Ama iki gün sonra, 15 Ekim 2008'de yüzde 7,87 oranla 26 Ekim 1987'den bu yana en yüksek günlük zarar gördü. 14 Nisan 1997'den bu yana en derin noktasına 9 Mart 2009'da düştü (6.547,05 puan), dibe vurdu. Bu, 9 Ekim 2007'deki bütün zamanların en yüksek seviyesine göre yüzde 53,8 oranında bir kayıptı.

9 Mart 2009 çöküşün durduğu dönüm noktası oldu; bu tarihten sonra Dow Jones-İndeksi yeniden yükselmeye başladı. 1 Aralık 2009'a kadar yüzde 59,9 oranında artarak 10.471,58 noktasına ulaştı.
Şimdiki krizde Dow Jones, kriz başlangıcından 17 ay sonra dibe vuruyor. Değer kaybı yüzde 57,5 oranında. Krizin 17. ayından itibaren Dow Jones değeri yükselmeye başlıyor; krizin 26. ayında değer kaybı yaklaşık yüzde 32 civarında.
Nispeten hızlı bir yükseliş. Bu trend devam eder mi yoksa yeniden bir değer kaybı söz konusu olur mu veya krizin 17. ayındaki değer kaybını aratacak derecede, 1929-32 krizini anımsatan bir çöküş olur mu, burası bilinmez. Ama 1929-32 krizinde Dow Jones, öyle bir düşmüştü ki, kriz öncesinde, 1929'da ulaştığı en üst seviyeyi ancak 25 sene sonra, 23 Kasım 1954'te 382,74 puan ile aşabildi. Aşağıdaki grafik bu gelişmeyi gösteriyor.
Aşağıdaki tabloda kriz öncesi en yüksek noktanın ne kadar zaman sonra aşıldığını görüyoruz:
Dow Jones-İndeksinin düşüş ve yükselişe geçiş serüveni 1929-32 krizinde 303; 1987 borsa krizinde 23; “1. Asya” krizinde 8; “2. Asya” krizinde 7; 2000-2004 dünya krizinde 81 ay devam etmişti. Şimdiki krizin henüz 26. ayındayız ve Dow Jones Kasım 2007'deki en üst noktayı aşmaktan da oldukça uzak: Mayıs 2009 itibariyle Dow Jones bütün zamanların en yüksek noktası olan 14.165'in (9 Ekim 2007) yüzde 42 oranında altında; yani 5949,3 noktasında. Krizin 17. haftasındaki yüzde 57,5 oranında değer kaybından sonra yüzde 25 oranında değer kazanmasına rağmen böyle.

1929-32 krizinde Dow Jones İndeksi birbirini takip eden 6 düşüş/çöküş ve beş yükseliş sürecinden geçmişti. Bu çöküş ve yükselişin zamanını ve değer kayıp ve kazanç oranlarını aşağıdaki tabloda görüyoruz:

Her canlanmayı/yükselişi bir düşüş/çöküş takip etmiştir. Şimdiki krizde de böyle olur mu; yani 17. aydaki dip noktadan yeniden yükselişi yeni bir çöküş takip eder mi, bu bilinmez. Ama açık olan, dünya ekonomisinin krizden çıkmamış olduğu ve dolayısıyla yeniden değer kaybının olabileceği ihtimalinin yüksek olmasıdır. Japonya böylesi durum için bir örnektir: Japon ekonomisi 1990-1994 krizi sonuçlarından hala kurtulamamıştır; Nikkei 225 İndeksi 2008 yılı itibariyle 1980'den bu yana en derin noktasına düşmüş; 31 Mart 2009 itibariyle bütün zamanların en yüksek değerinin (31 Aralık 1989 itibariyle 38.916 sayı) ortalama yüzde 80'ni kaybetmişti.

„Ayı pazarı“ (Borsa değerlerinin düşüş eğilimi içinde olduğu dönemdeki borsa piyasasına verilen isim) ve „boğa pazarı“ında (Borsa değerlerinin yükseliş eğilimi içinde olduğu dönemdeki borsa piyasasına verilen isim) en yüksek değer kaybı ve kazancının listesini verelim (en yüksek değerden yüzde 20'ye kadar değer oluşumu):
“Ayı Pazarı”nda en fazla oransal zararda yüzde 20'ye kadar olanlar arasında şimdiki kriz ancak bir defa yer alıyor (Tabloyu yüzde 40 zarara kadar olanları kapsayacak şekilde kısalttık): 9 Ekim 2007'de Dow Jones-İndeksi 14.164,53 puandan 9 Mart 2009'da 6.547,05 puana düşerek yüzde 53,8 oranında kayba uğruyor.
1929-32 krizinde ise üç defa önemli değer kaybına uğruyor.

1929-32 kriziyle şimdiki krizi bir de Dow Jones-İndeksinin düşme eğilim içinde olduğu pazar koşullarında (“Ayı Pazarı”) yıllık ve aylık bazda karşılaştıralım.
En kötü 30 yıl içinde 1929-32 krizi dört defa yer alıyor (1931, 1930, 1932, 1929), şimdiki kriz ise -en azından şimdilik- bir defa yer alıyor (2008).


En kötü aylar içinde 1929-32 krizi 12 kere yer alıyor (Eylül 1931, Eylül 1931, Ekim 1929, Mayıs 1932, Haziran 1930, Aralık 1931, Şubat 1933, Mayıs 1931, Eylül 1930, Ekim 1932, Nisan 1931), şimdiki kriz ise bir kere yer alıyor (Şubat 2009).

Sonuç itibariyle:
Dow Jones-İndeksi bazında karşılaştırdığımız bu krizler içinde en ağır olanı 1929-32 krizidir. Yaşanan krizin günümüze kadarki döneminde değer kaybı, bu krizin 1929-32 krizinden daha ağır olmadığını göstermektedir.

6 Aralık 2009 Pazar

“BARIŞ ÖDÜLÜ” VE SAVAŞ


06.12.2009
“BARIŞ ÖDÜLÜ” VE SAVAŞ



Nobel Komitesi, “barış ödülü”nü Obama'ya verdiğini açıkladığında  başta Hüseyin Bey olmak üzere bütün dünya şaşırmıştı. Amerikan Başkanının hangi barışa  nasıl bir katkıda bulunduğu bilinmiyor, ama ödülü aldı. Ödülü veren komite  gerekçesinde “Obama'nın çok az insanın yapabileceği ölçüde dünyanın dikkatini çektiği ve halkına daha iyi bir gelecek umudu verdiği, diplomasisinin, dünyayı yöneteceklerin, bunu, insanlığın ortak değer ve tutumları temelinde yapmak zorunda olduğu anlayışı üzerine kurulu olduğu"; “uluslararası diplomasiyi ve halklar arasındaki işbirliğini güçlendirme konusundaki olağanüstü çabalarından ötürü barış ödülünü kazandığı” türünden açıklamalara yer verildi.
Durumu düzeltmek ve inandırıcı olmak için Obama, ödüle layık görülmesini “bir eylem çağrısı” olarak algıladığını açıkladı. Aslında ödül komitesi oldukça kurnaz davrandı; Obama'yı, daha baştan, niyetini okuyarak, yakın gelecekte barışı sağlasın diye şimdiden ödüllendirerek barış yapmaya eli mahkum hale getirdi.   Nobel Komitesi'nin bu yöntemi nereden almış  olduğu pek önemli değil, ama isterseniz söyleyelim. Bu yöntem dünya borsalarında oynanan bir kumar yöntemidir; daha bu günden üretilmemiş ürünü, fiyatlar artacak umuduyla satın alırsın  ve fiyatların artmasını beklersin. Artarsa ne ala, artmazsa kaybedersin. Obama'ya aynı yöntemle ödül verilmiştir: Obama barışı sağlamaya katkıda bulunursa ne ala, bulunmazsa ne olacak? Bu sorunun muhatabı ödülü veren komitedir!

İşte bu 'barış adamı'; “halkına daha iyi bir gelecek umudu veren” ve  “halklar arasındaki işbirliğini güçlendirme konusundaki olağanüstü çabalar” harcayan bu “barış adamı”, “yeni” işgal stratejisini açıkladı ve açıklaması,  “barış” ödüllü Başkan Hüseyin Barack Obama'nın ne denli savaşçı, önceli Bush'u aratmayacak kadar işgalci olduğunu gösterdi.     
1 Aralıkta  West Point Askeri Akademisinde yaptığı konuşmasında askerlerin 2011 yılında geri dönmeleri için Afganistan'da savaşın yoğunlaştırılası gerektiğini, daha fazla asker gönderme talebiyle açıklamış oldu. Obama'nın barıştan anladığı, daha çok savaştır. 30 bin asker daha gönderilince Amerikan işgal gücünün sayısı 100 bine çıkmış olacak. Bush'un savaş politikasını devam ettirmeyeceğini, değişimden yana olduğunu açıklayarak milyonlarca Amerikalının oylarını alıp Başkan olan Hüseyin Barack Obama, değişim politikasını lafta da olsa ancak birkaç ay sürdürebildi.

Bahsedilen “yeni strateji” aslında hiç de yeni değildir; Başkan seçildikten sonra Afganistan ve Pakistan'la ilgili olarak ikinci defa strateji açıklaması yaptı. 27 Marttaki açıklamasıyla 1 Aralıktaki açıklaması arasında esasa ilişkin önemli bir fark yok. O zaman ilave olarak 21 bin askerin Afganistan'a gönderilmesini talep etmişti, şimdi de 30 bin askerin daha gönderilmesini talep etmektedir. Bu 'barış adamı', Başkan olduktan sonra Afganistan'daki işgalci Amerikan gücünü sayısal olarak üç misli arttırdı. 

1 Aralıktaki konuşmasında “Bu savaşı başarıyla sonlandırmak için şimdi dayanışma içinde olmalıyız. Tehlikede olan, sadece NATO'nun güvenirliği değildir, tehlikede olan, müttefiklerimizin  güvenliğidir ve kolektif dünyanın güvenliğidir”. “El-Kaide ve başka aşırıların nükleer silaha sahip olmaya çalıştıklarını  ve bunu kullanmamak için bir nedenlerinin olmadığını da biliyoruz” diyordu  Obama. Böylece Obama, seçim döneminde her ne kadar Bush'un politikasını devam ettirmeyeceğim demiş olsa da aynen onun yöntemleriyle bir dehşet atmosferi oluşturarak Afganistan'a asker göndermenin ne kadar doğru olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bush da Irak'a saldırmak için kitle imha silahlarını, El-Kaide'yi, demokrasi sorununu neden olarak öne sürmüştü. Şimdi Obama da aynı nedenleri öne sürmektedir.

Obama müttefiklerinden de asker göndermelerini talep etmektedir.  NATO Genel Sekreteri A. Fogh Rasmussen, bu kararından dolayı Obama'yı selamlamış ve “kararlılığının bir kanıtı” olarak değerlendirmiştir. Nitekim işgale bir şekilde katılan toplam 43 ülkeden genellikle olumlu cevap alınmıştır. Bu 43 ülkenin Afganistan'daki asker sayısı şöyledir:
 
ABD (34.800), İngiltere (9.000), Almanya (4.500), Fransa (3.750), Kanada (2.830), İtalya (2.795), Hollanda (2.160), Polonya (1.910), Avustralya (1.350), İspanya (1.000), Romanya (990),
Türkiye (720), Danimarka (690), Belçika (530), Norveç (480), Çek Cumhuriyeti (480), Bulgaristan (460), İsveç (430), Macaristan (360), Yeni Zelanda (300), Hırvatistan (290), Arnavutluk (250), Litvanya (250), Slovakya (245), Letonya (175), Finlandiya (165), Makedonya (165), Estonya (150), Yunanistan (145), Portekiz (145), Slovenya (130), Azerbaycan (90), Birleşik Arap Emirlikleri (25), Bosna-Hersek (10), Ukrayna (10), Singapur (9), İrlanda (7), Lüksemburg (8), Ürdün (7), Avusturya (4), İzlanda (2) ve Gürcistan (1). (Bkz.:  “ABD Türkiye'den hem asker hem esneklik istedi”,  http://www.cnnturk.com, 03.12.2009).
Böylece 43 işgalci ülkenin Afganistan'daki toplam asker sayısı 143 bine çıkacak. 

İşgal ordularının güçlendirilmesiyle ne pahasına olursa olsun askeri bir yenilginin önü alınmak istenmektedir. Daha fazla asker, daha fazla askeri kapasite kullanımı, savaşın, saldırganlığın daha da yaygınlaştırılması  ve yoğunlaştırılması anlamına gelmektedir.

Yeni silahların ve iç savaş taktiklerinin de öğrenildiği Afganistan neden bu kadar önemlidir? Afganistan'ın önemini “Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika” kitabından özetleyelim:

“Afganistan’ın Avrasya jeostratejisindeki ve emperyalist jeopolitikadaki yeri:
1989/90’da Revizyonist Blokun dağılmasından sonra siyasi coğrafyası en çok değişen Avrupa kıtasıydı. SB’nin dağılmasından sonra da siyasi coğrafyası en çok değişen ve şiddetli rekabete konu olan kıta  Asya oldu...Asya’da emperyalistler arası rekabetin neden olduğu dalgalanmalar ve altüst oluşlar uvertür sürecinden henüz çıkmadı... Bu durum güreşçilerin peşrev çekmesine benziyor. Dünya ve bölge hegemonyası için kendine özgü jeopolitik ve jeostratejik anlayışları olan Rusya, ABD, Çin, AB (Almanya, Fransa, İngiltere), Hindistan, İran, Türkiye gibi ülkeler henüz tam kapışmadılar.
...
Jeopolitika üretme yeteneğine sahip olan emperyalist ülkeler, 21. Yüzyılda dünyaya hakim olmanın yolunun bu kıtaya hakim olmaktan geçtiğini ve bunu tek başına bir gücün kotaramayacağını biliyorlar. Bu nedenle işbirliği ve müttefiklik konusunda kimin elinin kimin cebinde olduğu pek belli değil: ABD-Rusya-Çin-Hindistan birbirlerini dengelemek için, bir taraftan kendi aralarında saflaşmaya, diğer taraftan da jeostratejik konumu önemli... ve bölgesel güç olma yeteneği olan ülkeleri kendi jeopolitik açılımlarına koşmaya çalışıyorlar.
Jeopolitika üretme yeteneğindeki bu ülkelerden Rusya, Çin ve Hindistan Avrasyalı, sadece ABD dış kıtasal güç. Ama o da bu kıtaya siyasi, ekonomik ve askeri olarak girmiş durumda. Şimdi özellikle Amerikan emperyalizmi açısından önemli olan, bu kıtaya sürekli giriş ve çıkış için kullanılması gereken ve Amerika’nın kontrolünde olan kapının elde edilmesidir. Bu türden iki kapı var: Türkiye ve Afganistan.
Amerikan emperyalizmi, Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmek için ilk kapı olarak Türkiye’yi gördü. ABD’nin Türkiye’yi kazanmak, nüfuz altına almak için bir sorunu yok. Dolayısıyla Türkiye’yi kazanmak için, Türkiye üzerine “Avrasya satranç tahtası” aktörleriyle rekabete girişmesine gerek yok...
Amerikan emperyalizmi, Avrasya’yı ... Türkiye’den girerek ... güneybatıdan dünya pazarlarına açarken, güneyden girerek de Afganistan üzerinden dünya pazarlarına açıyor.
Kapı olmak aynı zamanda bir üs olmak anlamına gelir.
Rusya ve Çin, Orta Asya’yla olan ilişkilerini her geçen gün güçlendiriyorlar. “Şanghay İşbirliği Örgütü” de, yeni adaylarla Kafkasya’dan Doğu Türkistan üzerinden Moğolistan’a kadar uzanan bir güç merkezi oluşturacak bir şekilde gelişiyor. İkili ilişkilerini geliştiren Çin ve Rusya’yla Orta Asya’daki devletler arasındaki işbirliğine İran ve Hindistan’ın da eklenmesiyle tüm Avrasya’yı kapsamına alan yeni bir “ortaklık alanı” veya güvenlik kuşağı oluşuyor. Bu ülkeler arasındaki bu türden ilişkiler, doğrudan Amerikan karşıtlığı üzerine yükselmektedir. Bu hesapların tutması sonucunda Avrasya’da ABD’nin girebileceği, nüfuz edebileceği boş alan kalmayacak.

S. P. Huntington şöyle diyordu: “Amerika Birleşik Devletleri’nin üstün olmadığı bir dünya, küresel olayların şekillendirilmesinde ABD’nin, başka herhangi bir ülkeden daha fazla etki sahibi olduğu bir dünyaya göre daha fazla şiddet ve düzensizlik ve daha az demokrasi ve ekonomik büyüme içerecektir. ABD’nin kalıcı uluslararası önceliği, Amerikalıların refah ve güvenliği ve özgürlüğün, demokrasinin, açık ekonomilerinin geleceği ve dünyadaki uluslararası düzen için merkezi önemdedir.”
Demek oluyor ki küresel refah, küresel demokrasi ve ekonominin küresel büyümesi isteniyorsa, Amerikan hegemonyası kabul edilmelidir. Aksi taktirde dünya şiddetten, istikrarsızlıktan, özgürsüzlükten kurtulamaz. Dünyanın geleceğini sadece Amerika şekillendirmelidir!
S. P.  Huntington’un bu anlayışı aynı zamanda Amerikan emperyalizminin küresel hegemonya için mücadele ettiğini de ifade ediyor. Küresel hegemonya Avrasya’ya hakim olmaktan geçiyor. Avrasya’ya hakim olmak için de,
a) Hazar Havzası/Orta Asya enerji kaynaklarını kontrol altına almak,
b) Orta Asya’ya, esas rakipler Rusya ve Çin arasına yerleşmek gerekir.
Amerikan emperyalizmi bölgenin petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarının çıkarımında aslan payını almış durumda. Bu ekonomik ve siyasi nüfuzun fiziki nüfuzla, bizzat orada olarak, yeni üsler oluşturarak tamamlanması gerekiyordu. Birinci kapı Türkiye’de bu gerçekleştirildi. Sıra ikinci kapıya gelmişti.
Neden Afganistan sorusuna Amerikan belgelerinde de açıklık getiriliyor. 11 Eylül öncesinde Amerikan Genelkurmayının Afganistan’a ilişkin bir önerisinde şöyle deniyordu:
“Afganistan’ı artık kendi haline bırakmaktan vazgeçmeliyiz. Batının, Sovyetler’in dağılmasından sonra izlediği bu politika bütün bölgeyi, Kafkasları, Çeçenistan’ı, hatta Usame Bin Ladin’i hesaba katarsak ABD’yi bile etkiler hale geldi. Afganistan sorununa çözüm bulmadan Orta Asya’daki yeni bağımsız cumhuriyetleri güvenliğe kavuşturamayız. Bugün Afganistan’da Rusya, Çin, Pakistan, Hindistan ve İran zıt kutupları destekleyerek işin içinden çıkılmaz hale getirmiş durumdalar.”
Başka bir belgede, (15 Eylül 1999) Ulusal Güvenlik/XXI. Yüzyıl ABD Komisyonu Raporu’nda da şöyle deniyor.
“Yapılan analizler, oluşmakta olan dünya ve ABD’nin gelecek 25 yılda bu dünyadaki rolü konusunda bizi aşağıdaki genel sonuçları çıkarmaya yöneltmiştir: ABD, topraklarına yönelik düşmanca saldırılara karşı gitgide daha hassas bir konuma gelecek ve askeri üstünlüğümüz bizi tamamen korumaya yetmeyecektir. ABD, diğer herhangi bir devletten ya da devletlerin birleşiminden kesinlikle ve nispi olarak daha güçlü olacaktır. Ancak, önümüzdeki 25 yıl içinde ABD’ye küresel bir rakip çıkması olası gözükmese de, tek başına ya da koalisyon halinde ortaya çıkacak olan güçler ABD’nin seçeneklerini bölgesel olarak kısıtlayacak ve stratejik nüfuzunu sınırlandıracaktır.”
11 Eylül saldırısı, Amerikan emperyalizminin bu planını gerçekleştirmesi için bir vesile oldu. Usame bin Ladin’i yetiştiren, Taliban’ı besleyen Amerikan emperyalizmi, bu güçler üzerinden Afganistan’ı kontrolü altına alarak Rusya ve İran’ı Orta Asya’dan dışlayarak ikinci bir çıkış kapısı açmayı denedi. Ama olmadı. 11 Eylülü vesile eden ABD, bu kapıyı, Taliban rejimini yok ederek, Afganistan’a savaş açarak açmaya, Afganistan’ı nüfuzu altına almaya yöneldi. Afganistan Savaşı nedeniyle ve sonucunda Amerikan emperyalizmi, sadece bu ülkeye değil, Orta Asya’ya fiilen yerleşti. Böylece bölgede Rusya ve Çin’e karşı bir denge faktörü oldu.

Amerikan emperyalizminin Afganistan’ı hedef almasının nedenleri şöyle izah ediliyor:
“Birincisi, Afganistan üzerinde terör nedeniyle kurulacak bir denetim, aynı zamanda Çin, Pakistan ve Hindistan üzerinde de bir denetim anlamına gelecektir. İkincisi, Afganistan, Batı dışındaki üç büyük kültür havzasının -İslam, Hint ve Çin- içindedir, dolayısıyla bu yolla, o bölgedeki jeokültürel dinamikleri istediği zaman harekete geçirebilme imkanına kavuşacaktır. Üçüncüsü ise, Asya’dan güneye inen 3 geçiş yolu (Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Afganistan) kontrol altında tutulacaktır. Soğuk savaş sonrasında bu geçişlerden körfez ve kuzeyindeki bölgelerde denetim sağlanmış, Balkanlara da Kosova ve Bosna olaylarından sonra nüfuz edilebilmiş. Şimdi ise Afganistan nüfuz edilebilir bir duruma gelmiştir.”

Tabii Afganistan gerçeği sadece bu üç nedenle açıklanamaz. Soruna kapsamlı bakmak gerekir:
Hazar Havzası-Orta Asya, petrol ve doğal gazından dolayı adeta dünyanın merkezi oldu. Etrafı aç kurtlarla çevrilmiş bir alan veya inilmesi kolay, ama çıkılması zor bir kuyu. Bölgenin dört yanı birbiriyle rekabet eden güçlerle çevrilmiş.
Bölge petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşınması üzerine rekabetin tarafları oldukça kalabalık. Bu rekabette bütün emperyalist ülkeler ve bölge ülkeleri yer alıyorlar: ABD, Rusya, Japonya, Çin, AB (başta Almanya, Fransa, İngiltere), Ukrayna, Türkiye, Iran, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Pakistan, S. Arabistan vs.

11 Eylül saldırısı, Amerikan emperyalizminin bir taşla birden çok kuş vurması için vesile oldu. ABD, bir taraftan siyasi, ekonomik ve askeri araçlarını koordine ederek, diğer taraftan da kendini destekleyen güçleri örgütleyerek “uluslararası terörizme karşı yeni savaş”ını başlatmakta; Pentagon çekmecelerinde bekletilen planlarını uygulanmaya koymakta gecikmedi...

Amerikan emperyalizmi ,S. P.   Huntington’un “Kültürlerin Mücadelesi”nden etkilenerek de Afganistan’daki çağ dışı rejimi yıkmak için harekete geçmemiştir. Amerikan emperyalizminin en gerici rejimlerle en “iyi” ilişkiler geliştirdiği bilinmeyen bir gerçeklik değildir. O halde sorun, ne Afganistan’daki çağ dışı rejime, İslam kültürüne karşı bir “haçlı seferi”dir ne de “uluslararası teröre karşı savaş”tır...
Öyleyse Beyaz Saray’ın politikası, kovboy W. Bush’un ukala sözleriyle değil, tekelci sermayenin kurmay merkezlerinde soğukkanlı bir şekilde planlanmış ve gündeme getirilmiştir. W. Bush, kendini iktidara taşıyan sermayenin politikasını yerine getirmek zorundadır. Şimdi bu rolü Obama üstlenmiştir.
Peki niçin Afganistan? Saldırıda öncelikle Afganistan’ın tercih edilmesinin bir nedeni olmalıdır.
Amerikan emperyalizminin, diğer emperyalist ülkeleri de yedekleyerek Kafkasya seferine çıkması, bugün açısından düşünülemez. Bu, Rusya’ya savaş ilanıdır ki, buna ne dünya konjonktürü uygundur ne de Amerikan emperyalizmi böyle bir saldırıyla olası müttefiklerini veya Avrasya jeopolitik anlayışında potansiyel müttefiklerini ve başka ülkeleri, Rus emperyalizminin yanına itmeyi göze alabilirdi. Amerikan emperyalizmi Kafkasya’da yerli işbirlikçilerini kendisi için savaştırmak zorunda olduğunun ve ancak Rus emperyalizmiyle savaş durumunda bu bölgeyi işgale kalkışabileceğinin bilincinde.
Afganistan’ın yeraltı zenginliklerinin olduğu söyleniyor. Amerikan emperyalizmi bu söylemlerden dolayı da Afganistan’a saldırmadı. Afganistan’da Taliban rejiminin yıkılmasının ve Afganistan hakim sınıflarının Amerikan çıkarlarına hizmet edecek derecede siyasi olarak yumuşatılmasının, yani Amerikan çıkarlarını gözeten bir hükümetin kurulmasının iki temel nedeni var: Bu nedenlerden birisi, Afganistan’ın, Orta Asya petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşıması için güzergah konumuna sahip ülkelerden birisi olmasıdır. Diğer neden, uzun vadede belirleyici neden, Afganistan’ın “Avrasya satranç tahtası”ndaki stratejik konumudur.
Afganistan, “Avrasya satranç tahtası”nın güneyinde yer alan bir ülke. Amerika’ya “dost” olmayan İran ve Rusya’nın ve Çin’in kazanmaya çalıştığı ve ABD’nin de son dönemde sıcak ilişkiler geliştirdiği ve bizzat kendisi dünya çapında hegemon olacak yetenekte olan Hindistan arasında bir ülke. Bu konum ve belirtilen ülkeler arasındaki ilişkiler Afganistan’ı önemli kılıyor.
Türkiye’den bakıldığında Balkanlar, Ortadoğu görülüyor, Kuzeydoğuda ise Kafkasya, en fazlasıyla Azerbaycan görülüyor. Ama Afganistan’dan bakıldığında Orta Asya ve Çin görülüyor. Bu durumda Afganistan, bir tarafta “Avrasya satranç tahtası”ndaki gelişmeleri, Rusya-Çin-Hindistan arasındaki ilişkileri ve başka jeopolitik aktörlerin hareketlerini izlemek ve müdahale etmek için en uygun stratejik konumlanma alanıdır.
...
Amerikan emperyalizmi...yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı, Afganistan’a geri çıkmamak üzere girdi...
Amerikan emperyalizmi, Orta Asya’dan ve bu bölgedeki petrol ve doğal gazdan, Rusya-İran-Çin ve Hindistan tarafından kıskaca alınarak dışlanmasına asla ve asla izin vermeyecektir. Afganistan, Amerikan emperyalizmi açısından, olası bir Rusya-Çin-Hindistan-İran veya Rusya-İran-Çin veya Rusya-Çin-Hindistan veya “Şanghay Beşlisi” ittifaklaşmasını engellemek veya etkisizleştirmek için mutlaka hakim olunması gereken bir ülke konumunda.
Amerikan emperyalizmi, 21. Yüzyıl dünya hakimiyeti için sadece, Rusya’ya, jeopolitikacı Z. Brezinski’in deyimiyle “kara deliğe” karşı Çin ve Hindistan’la işbirliği olasılığı üzerine plan kurmuyor. O, bunun olamayacağı olasılığı üzerine de düşünüyor ve Afganistan, tam da bu olasılıktan dolayı önemli oluyor.
...
Amerikan emperyalizminin Afganistan’da “uluslararası terörizme karşı savaşı” bir hikayedir, göstermeliktir, esas amaç Orta Asya, Avrasya üzerine jeopolitik hesaplardır.
Amerika’nın Afganistan savaşı, jeopolitika oluşturma yeteneği olan güçleri de harekete geçirdi. Ne de olsa Afganistan, ABD’nin dünya hegemonyasına ve Avrasya jeopolitikasına karşı olan Rusya, Çin ve İran’ın ortasında bulunuyor. Amerika’nın elinde Afganistan bu üç ülkenin jeopolitik ve stratejik hedeflerini etkileyecektir. Ama Afganistan Savaşının dünya kamuoyu önünde hazırlanışı, görünürdeki hedef tespiti bu üç ülkeyi de (Rusya, Çin ve İran), zorunlu olarak ABD’nin yanına itmiştir.
Amerikan emperyalizmi, Afganistan’a hakim olan bir gücün, Orta Asya’yı, Çin’i, Hint yarımadasını kontrol edebileceğinin bilinciyle hareket etmiştir.  
... 
Türkiye’ye gelince.
Körfez Savaşında ve Yeni Balkan Savaşlarında olduğu gibi Afganistan Savaşında da Türkiye’ye belli bir rol verildi. Körfez Savaşında Türkiye’ye, “bir koyup, üç alma” sevdasıyla kaybetme, zarar etme rolü verilmişti. Sonra Balkanlara asker gönderme rolü verildi. Türkiye Afganistan’a da asker gönderdi...
Türk burjuvazisi yine tarihsel bağlardan, dostluktan bahsediyor... tarihsel bağların, eskiye dayanan dostluğun(!) olduğu bir gerçek. Aynı zamanda Türk burjuvazisinin, Körfez Savaşı ve Yeni Balkan Savaşlarından sonuçlar çıkardığı da bir gerçek. Bu nedenle bu sefer, kendini “ağıra” satmasını, jeostratejik konumunu pazarlamasını becerdi. Bunun ötesinde Türk burjuvazisi, geliştirmeye çalıştığı kendine özgü jeopolitikası doğrultusunda hareket etme olanağını yakaladığına da inanıyor.
...Afganistan, Orta Asya, Osmanlının önde gelen jeopolitikacılarından Enver Paşa’nın Turan’ı kurmak uğruna at koşturduğu alandır. İttihat ve Terakki Partisi, Türk jeopolitik açılımını ifade eden Pantürkçülüğü, devlet politikası seviyesine çekmişti...  
Türkiye’nin Afganistan’a olağanüstü diyebileceğimiz bir ilgi duymasının nedeninin, “tarihsel dostluk” değil, jeopolitik çıkarlar olduğu açıktır...

Bu ülkede nüfuz sahibi olmak veya Amerikan hegemonyası şemsiyesi altında nüfuz sahibi olmak, “Türk dünyası”nın coğrafi merkezinde faal olmak, bizzat askeri gücüyle yer almak anlamına gelmektedir” (Bkz: İ. Okçuoğlu, Emperyalist Küreselleşme ve Jeopoitika, s. 216-326, Ceylan Yayınları, 2009).

Belirtilen bnedenlerden dolayı Afganistan işgali ne pahasına olursa olsun sürdürülmek istenmektedir.
Anlaşılan o ki emperyalist ülkeler Afganistan'dan ders almamışlar; 20. Yüzyılda Afganistan üç kez işgal edildi ve ilk ikisinde işgalciler kovuldu, şimdi de kovulacaklar. 1919'da Afganistan'ı işgale kalkışan İngiltere bu ülkenin bağımsızlığını aynı yıl içinde tanımak  zorunda kaldı. 1979'da Afganistan'ı işgal eden Sovyet sosyal emperyalizmi, 1989'da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Şimdi de işgalci Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri bu ülkeyi terk etmek zorunda kalacaklar.

İşgalin başlangıcında günümüze  140'tan fazla direniş grupları oluşmuş ve bunlar ülkenin her bölgesinde direnişi örgütleyebilmekteler. Yoğun işgale rağmen direnişçiler, ülkenin önemli bir kısmını kontrol edebilmekteler ve işgal orduları, başkent Kabil de dahil şehir merkezlerinde dahi  tam etkili olmakta zorlanmaktalar.

Daha fazla asker, daha fazla askeri kapasite daha fazla, daha şiddetli direniş demektir. Bunun böyle olduğunu direnişçi güçlerin kontrol alanlarını genişletebilmelerinde ve işgalcilere karşı savaşın giderek şiddetlenmesinde görmekteyiz. Aşağıdaki grafik 2004'ten bu yana işgalcilere karşı saldırıların ne denli artmış olduğunu göstermektedir:


Grafikteki iniş ve çıkışlar saldırıların dönem dönem sertleştiğini, ama sürekli arttığını göstermektedir; öyle ki haftalık toplam saldırı 2009 Mayısında  2004'tekinin dört misline çıkmıştır.
İşgalcilerin hiçbir tedbiri onları yenilgiden kurtaramayacaktır.
*
7 Aralıkta Başbakan ABD Başkanıyla görüşecek, ertelenmiş görüşme gerçekleşecek. Zaten Hüseyin Bey de gözüm yollarda kaldı diyordu. Görüşme atmosferi nasıl olur onu bilemeyiz, ama Bush dönemiyle karşılaştırıldığında oldukça “rahat” bir ortamda görüşüleceği açıktır. Ortadoğu'da ve Afganistan'da sıkışan; resmen zor durumda kalan Amerikan emperyalizmi, güvenilir müttefik olarak Türkiye'yi yeniden ele alacak ve ne kadar önemli olduğunu sık sık dile getirecektir.
Irak'tan çekilmek, öyle söylendiği gibi kolay değildir. Çekilme durumunda yerli işbirlikçiler Amerikan çıkarlarını koruyacak derecede güçlü olmalılar. Irak'ın kukla rejimi, ABD'nin gerekli gördüğü kadar güçlü değil. O halde ona destek verecek ve aynı zamanda ABD ile çıkar örtüşmesi olan bir ülke olmalıdır. Bu ülke de Türkiye'den başka bir ülke değil.  Amerikan ordusunun Türkiye üzerinden çekilmesi planlanıyor, çekilişten sonra bir Kürt-Arap çatışmasının engellenmesi gerekiyor; bu nedenle Türk ordusunun, Güney Kürdistan'ı korumak için Irak'ta konuşlandırılması söz konusu olabilir. Bütün bunları yapmak için burjuvazinin temel isteği PKK'nin tasfiyesidir; yani  karşılık, PKK'nin tasfiyesine ABD'nin doğrudan destek vermesi olmalıdır.  
Tabii bu arada Erdoğan “açılım”ında ne kadar açıldığını veya kapandığını da etraflıca anlatacak ve destek bekleyecektir.

Ermenistan ile başlatılan diyalog devam ettirilmeli, imzalanan protokolün gereği yerine getirilmelidir. Ama bu yapılırken ne Azerbaycan küstürülüp Rusya'nın kucağına itilmeli ne de Ermenistan'ın Rusya'dan kopuşu zorlaştırılmalıdır. Karabağ sorunu, Ermenistan ve Azerbaycan küstürülmeden,  bir biçimde çözülmelidir.

ABD, İran'ın nükleer silah sevdasından vazgeçmesini, aksi taktirde bunu engelleyeceğini açıklıyor. Türkiye, ABD'yi kırmadan bu ve başka konularda İran yanlısı; en azından böyle gözüküyor. Doğal gaz sorununda da ABD, Türkiye-İran ilişkisinden rahatsız.

ABD, Türkiye'nin Afganistan işgaline katkısını artık yetersiz buluyor; benim gibi savaş diyor. Türkiye ise ilave asker gönderirim, ama savaşmam diyor. Şüphesiz ki, Afganistan, sadece Afganistan ile sınırlı kalan bir sorun değil; Afganistan sorunu aslında Çin'e, Rusya'ya, İran'a veya esas itibariyle Avrasya'da Çin-Rusya ittifakına/eksenine karşı ne yapabiliriz sorunudur. Bu durumda Orta Asya Türk cumhuriyetleriyle ilişkiler, Doğu Türkistan (Sincan/Uygur) sorunu gündeme geliyor. Afganistan sorunu aynı zamanda savaşın bu ülke sınırlarını aşarak yayılması sorunudur; yani doğrudan bir Pakistan sorunudur. Pakistan'ı gözden çıkartmak, onu Çin'in kucağına itmek demektir veya Pakistan'ı güçlendirmek Hindistan'ı tepkisini çekmek ve Şanghay İşbirliği Örgütüyle ilişkileri geliştirmesini teşvik etmek anlamına gelir.

ABD, Türkiye'nin AB'ye alınmasını desteklediğini yineleyecek, Kıbrıs sorununun çözümünden yana olduğunu  ve en önemlisi, başta adı önce “Kürt açılımı”, sonra da “demokratik açılım”  konan politikayı bütün gücüyle desteklediğini açıklayacak vs.

Bush dönemiyle karşılaştırıldığında Türkiye-ABD ilişkilerinde nispeten az sorunlu, nispeten çok işbirliği olanaklı bir sürece giriliyor; bu süreçte her iki ülke arasındaki sorunların hiçbirisi gündemden çıkmıyor, ama her iki ülke arasında çıkar çatışmasından ziyade çıkar örtüşmesinin ağırlıkta olduğu göz önünde tutulacak.  Ama “al gülüm ver gülüm” olmayacak; Amerikan emperyalizmi kendi çıkarları için Türkiye'yi yeniden örgütleyecek.

1 Aralık 2009 Salı

KAPİTALİZMİN KRİZİ, SOSYALİZMİN KAÇINILMAZLIĞI


KAPİTALİZMİN KRİZİ, SOSYALİZMİN KAÇINILMAZLIĞI

Yaşanan ekonomik kriz üzerine şimdiye kadar sayısız değerlendirme yapıldı. Bu değerlendirmeler, değerlendirmeyi yapanın dünya görüşünden bağımsız olamaz; bu nedenle her siyasi akımın, çevrenin vb. kriz değerlendirmesi siyasi ve ideolojik olarak nerede durulduğunu çok açık bir şekilde gösterir; kriz değerlendirmesi teorik, siyasi ve ideolojik açıdan bir kıstastır.

27 Kasım 2009 Cuma

KAPİTALİZMİN ALTERNATİFİ SOSYALİZMDİR (IV)





Sosyalizm ütopya/hayal değildir, erişilemez değildir.
Kapitalizmde imkansız olan sosyalizmde mümkündür.
Sosyalizm zaferdir, kapitalizmin yegane alternatifidir.
Kapitalizmin alternatifi sosyalizmdir'in bu (sonuncu) makalesinde ekonomide ve toplumsal yaşamın bir çok alanında kapitalizm-sosyalizm karşılaştırması yapacağız.

Ekonomi alanında:
Sovyet sanayi, sanayinin yapısı bakımından dünyanın en modern sanayi konumuna gelmiş, Sovyet ekonomisinde üretimin yapısı temelden değişmişti. Örneğin ekonomide bütün brüt üretimde sanayinin payı, 1929'da yüzde 54,5'ten 1940'ta yüzde 80,6'ya çıkarak devasa bir gelişme göstermiş; sosyalist sanayide devrim gerçekleştirilmişti. Ağır sanayinin toplam sanayideki payı bakımından SB, dünyada birinci konumdaydı. Aynı dönemde, örneğin 1929'da, ABD toplam sanayi üretiminde ağır sanayinin payı yüzde 54,5; Almanya'da yüzde 55,9; Fransa'da yüzde 41 (1926) ve İngiltere'de de yüzde 54 (1924) oranındaydı.

Sovyet sanayi üretiminde makine üretiminin payı 1929'da yüzde 11,2'den 1940'ta yüzde 31 oranına çıkarken, aynı oran ABD'de 1929'da yüzde 19,3'ten 1935'te yüzde 17,6'ya düşüyordu. Almanya'da bu pay 1935'te yüzde 14,6; Japonya'da yüzde 10,6; İngiltere'de 16,2; Fransa'da yüzde 7,4 ve İtalya'da da yüzde 7,1 oranlarındaydı (1).

Sovyet sanayi oldukça moderndi. Örneğin 1935'te ABD'de metal işleyen sanayi teçhizatı 10 seneden daha yaşlıydı. SB’nde ise metal kesen bütün torna tezgahlarının yüzde 60'ı 6 seneden daha gençti.
İkinci Beş Yıllık Planın sonuçlarını özetleyen XVIII. Parti Kongresi'nde şu tespit yapılıyordu:
"SSCB, ekonomisini ve savunmanın bütün ihtiyaçlarını bütün gerekli teknik donatımla sağlayan ekonomik açıdan bağımsız bir ülkeye dönüşmüştür."

Sosyalist sanayileşme, emekçilerin maddi ve kültürel yaşam seviyesini giderek yükseltmiş, bütün ihtiyaçlar karşılanır olmuştur.

Ulusal gelirin toplam kapsamı açısından (yüzde olarak):
SSCB'nde toplam ulusal gelir 1913'e göre 1929'da 1,4; 1932'de 2,2; 1937'de 4,6; 1940'da 6,1; 1950'de 10; 1953'de 13,7; 1955'te 17,2 ve 1956'da da 19,1 misli artmıştı.
ABD'de toplam ulusal gelir 1913'e göre 1929'da 1,5; 1937'de 1,4; 1940'da 1,6; 1950'de 2,3; 1953'de 3; 1955'te 3,1 ve 1956'da da 3,2 misli artmıştı.1932'de ise 1913'e göre yüzde 9 oranında mutlak azalmıştı.
İngiltere'de toplam ulusal gelir 1913'e göre 1929'da 1,1; 1932'de 1,1; 1937'de 1,3; 1940'da 1,5; 1950'de 1,7; 1953'de 1,7; 1955'te 1,8 ve 1956'da da 1,9 misli artmıştı.
Fransa'da toplam ulusal gelir 1913'e göre 1929'da 1,4; 1932'de 1,2; 1937'de 1,2; 1940'da 1; 1950'de 1,4; 1953'de 1,5; 1955'te 1,7 ve 1956'da da 1,8 misli artmıştı (2- Küsurları yuvarladık).

Veriler her şeyi gösteriyor; bu dönem içinde SSCB'nde ulusal gelirde devasa bir artış söz konusuyken, kapitalist dünyanın önde gelen emperyalist ülkelerinde tam tersi bir durum görülmektedir. Aynı paralelde bir gelişme kişi başına ulusal gelirin gelişmesinde de görülmektedir.
Hem toplam ulusal gelirin kapsamı hem de kişi başına ulusal gelirin artış hızı bakımından SB, kapitalist dünyanın önde gelen ülkelerini karşılaştırılamayacak derecede geride bırakmıştır.

Sosyalist ekonomi sistemi hızlı sanayileşme demektir:
Dünya sanayi üretimi bakımından:
1929-1932 dünya krizi döneminde 1929'a göre 1933'te sanayi üretimi ABD'de yüzde 46,2; İngiltere'de yüzde 16,2; Almanya'da yüzde 40,2 ve Fransa'da yüze 30,9 oranında mutlak gerilerken SB'nde yüzde 84,7 oranında artmıştır.

Sanayi üretimi 1913'e göre hesaplandığında daha vahim bir durum ortaya çıkıyor: Sanayi üretimi 1932'de 1913'deki seviyesinden ABD'de yüzde 8,6; İngiltere'de yüzde 17,5; Almanya'da 32,4; Fransa'da yüzde 3,9 oranında mutlak olarak daha geriydi. Ama aynı dönemde Sovyet sanayi üretimi yüzde 359 oranında; 3,5 misli artmıştı.

Tekil ülkeler bazında:
SSCB’nde toplam sanayi brüt üretimi 1913’e göre 1956’da 30, 1917’ye göre 1956’da 42 misli; aynı dönemde üretim araçları üretimi 67 ve 83 misli ve tüketim araçları üretimi de 12 ve 18 misli artmıştır.
SSCB'nde toplam sanayi üretimi 1917'ye göre 1928'de 1,9; 1940'da 11,9; 1945'te 11; 1956'da da 42,3 misli ve büyük sanayi üretimi de 1928'de 2,4; 1940'da 18,8; 1945'te 17,4 ve 1956'da da 69,6 misli artmıştır.
ABD'de toplam sanayi üretimi 1917'ye göre 1928'de 1,3; 1940'da 1,6; 1945'te 2,3 ve 1956'da da 3,5 misli artmıştır.
İngiltere'de toplam sanayi üretimi 1917'ye göre 1939'da 1,4; 1946'da 1,4 ve 1956'da da 2,1 misli artmıştır. 1928'de ise 1917'deki seviyesini önemsiz oranda aşmıştır.
Fransa'da toplam sanayi üretimi 1917'ye göre 1928'de 2,3; 1939'da 2; 1946'da 1,5 ve 1956'da da 3,2 misli artmıştır (3- Küsurları yuvarladık).

Asırlık tecrübe ve gelişmeye sahip kapitalizm ile 39 senelik bir sürece sahip sosyalizmin gelişmesini bu verilerde görüyoruz. Sonuç itibariyle toplam sanayi ABD'de 3,4; İngiltere'de 2,1 ve Fransa'da 3,2 misli büyürken, bu büyüme SSCB'de toplam sanayi açısından 42,2 ve büyük sanayi açısından da 69,5 misli olmuştur.

Bolşevik sanayileşme politikası sonucunda Sovyet sanayinin Avrupa ve dünyadaki konumunun tamamen değiştiğini aşağıdaki verilerde görüyoruz:

Sovyet sanayisinin konumu (4):

Böylelikle bütün dünya, sosyalizmin inşa edilip edilemeyeceğini, bir ütopya olup olmadığını gördü. Sovyetik sanayileşme yöntemiyle 1913'lerde dünyada ve Avrupa'da 4. ve 5. sıralarda olan bir ülke, 40 sene sonra 1. ve 2. sıralara geldi.
Sosyalizm toplumun sınıfsal yapısının değişmesi demektir!

Sosyalizm sömürücü sınıfların; burjuvazinin ve toprak beylerinin örgütlü sınıf olarak tasfiye edilmesi demektir. Sosyalist toplum, ilişkileri dostça olan; birbirleriyle uzlaşmaz çelişki ve ilişki içinde olmayan sınıflardan; işçi sınıfından, emekçi köylülerden ve aydınlardan oluşur. 1956 yılı başı itibariyle SB'nde aileleriyle birlikte işçi ve ücretli memur sayısı yaklaşık 117 milyon; yine aileleriyle birlikte kolhoz köylülerinin ve kooperatiflerde örgütlü üreticilerin sayısı 82 milyon ve aileleriyle birlikte bireysel köylülerin ve kooperatiflerde örgütlenmemiş üreticilerin sayısı da yaklaşık bir milyondu.
Yukarıdaki veriler 1930'lu yılların ikinci yarısından itibaren ara sosyal tabakaların da eridiğini ve ekonomik yaşamda Sovyet toplumunun ezici çoğunluğunun işçi sınıfı ve emekçi köylülerden oluştuğunu göstermektedir.

Emeğin verimliliği artmaksızın sosyalizm mümkün olamaz!
Emeğin verimliliği, yeni toplum düzeninin zaferi için son kertede en önemli, en belirleyici olandır” (Lenin).
Kolhoz ekonomisi sanayi hariç 1956'da sanayide emeğin verimliliği 1928'e göre 7,26 misli; 1940' göre 2,12 misli ve 1950'ye göre de 1,5 misli; inşaat ve montaj işlerinde verimlilik aynı dönemlerde 4,8, 1,9 ve 1,5 misli ve demiryollarında keza aynı dönemlerde 4,5, 1,7 ve 1,5 misli artmıştı.

SSCB'nde sanayide iş verimliliği 1913'e göre 1928'de 1,2; 1937'de 3,2; 1940'da 4,2; 1950'de 5,8 ve 1956'da da 9 misli artmıştır.
ABD'de sanayide iş verimliliği 1913'e göre 1928'de 1,3; 1937'de 1,4; 1940'da 1,5; 1950'de 1,6 ve 1956'da da 2,2 misli artmıştır.
İngiltere'de sanayide iş verimliliği 1913'e göre 1928'de yüzde 6 oranında mutlak gerilemiş; 1937'de 1,1 misli; 1938'de ancak yüzde 5 oranında; 1950'de 1,2 ve 1956'da da 1,4 misli artmıştır.
Fransa'da sanayide iş verimliliği 1913'e göre 1928'de ancak yüzde 5 oranında; 1937'de 1,3; 1938'de 1,1; 1950'de 1,3 ve 1956'da da 1,8 misli artmıştır (6- Küsurları yuvarladık).

Teknolojinin modernliği, mesleki eğitime verilen önemden dolayı işçilerin yüksek kalifiyeli olmaları ve nihayetinde rasyonel planlama sonucunda, SB’nde işin (emeğin) verimliliği, önde gelen kapitalist ülkelerle karşılaştırılamayacak bir hızla artmıştır. İş verimliliğinin artış hızı bakımından SB, dünyada ilk sırada yer alıyordu. Sovyet ülkesinde, verilerin de gösterdiği gibi, iş verimliliğinin en hızlı artışı İkinci Beş Yıllık Plan döneminde gerçekleşmiştir. Bu dönemde Sovyet sanayinin yapısı adeta tamamen yenilenmiş, 1937'de 1932'ye nazaran iş verimliliği toplam sanayide yüzde 82 oranında artmıştır; ağır sanayinin çeşitli sektörlerinde iş verimliliğinin artışı oldukça büyük boyutlarda gerçekleşmiştir: Örneğin 1932'den 1937'ye iş verimliliği makine imalinde yüzde 212,2; demir döküm sanayinde yüzde 226,3 ve kömür sanayinde de yüzde 65,4 oranlarında artmıştı (7).

Kapitalizmde ve sosyalizmde emeğin verimliliği ne anlama gelir?
Kapitalizmde emeğin verimliliği:
Azami karın elde edilmesi için emeğin verimliliğinin artırılması gerekir. Bunun için kapitalistler, bir taraftan gelişen tekniği üretim sürecine sokarlarken, diğer taraftan da iş gücünün yoğun sömürüsünü sağlamaya çalışırlar. Kapitalizmde emeğin verimliliğinin arttırılması, azami kar, son kertede işçinin daha fazla sömürülmesi, daha çok baskı altına alınması ile sağlanır.
Sosyalizmde emeğin verimliliği:
Sosyalizmde emeğin verimliliğinin artırılmasında çıkış noktasını kar değil, bütün toplumun çıkarları oluşturur. Yani bütün toplumun maddi ve kültürel ihtiyaçlarının giderilmesi ve yükseltilmesi esastır. Teknik gelişme üretime bu amaçla sokulur ve işçinin daha verimli çalışmasında sosyalist bilinç itici güç olur.
Sosyalizmde ve kapitalizmde emek!
Sosyalizm sömürü tanımaz, sömürüsüz kapitalizm olmaz!
Sosyalizmde emeğin temel özelliklerinden birisi, doğrudan toplumsal olmasıdır. Sosyalizmde her bir bireyin/çalışanın emeği, bilinçli ve planlı olarak toplam çalışmaya/emeğe dahildir; her birey, dolaysız olarak toplum için çalışır. Sosyalizmde bir bütün olarak toplum, her bir bireyin enerjisinin/işinin azami başarılı olmasına ilgi duyar. Sosyalizmde çalışma, “bir onur meselesidir”.
Sosyalizmde emeğin (çalışmanın/işin) başka önemli bir özeliği de, şehir ile kır arasındaki; sanayide çalışma ile tarımda çalışma arasındaki antagonist zıtlıkların aşılması sorunudur.
Sosyalizmin zaferi, aynı zamanda, zihni ve fiziki çalışma arasındaki zıtlığın tedricen yok edilmesi demektir.
Tüketim araçlarının dağıtımı, bizzat üretim koşullarının dağıtımının bir sonucundan başka bir şey değildir. Bu dağıtım, üretim biçiminin kendi özelliğidir. Örneğin kapitalist üretim biçimi, maddi üretim koşullarının sermaye mülkiyeti ve toprak mülkiyeti biçiminde, çalışmayan kişilere dağıtılmasına, buna karşılık yığının yalnızca kişisel üretim koşulunun, iş gücünün sahibi olması olgusuna dayanır. Eğer üretimin unsurları bu biçimde dağıtılırsa, tüketim araçlarının bugünkü dağıtımı, bundan kendiliğinden çıkar. Üretimin maddi koşulları, işçilerin kendilerinin kolektif mülkiyeti olunca, tüketim araçlarının bugünkünden değişik bir dağılımı, aynı biçimde, bu yeni durumun sonucu olacaktır” (8).
Demek oluyor ki, ücretlendirmenin nasıl olacağı hakim üretim biçiminin karakterine bağlıdır. Kapitalizmde bunun nasıl olduğunu yaşıyoruz. Ama sosyalizmde nasıl olmalı?
Bolşevikler, Ekim Devriminden hemen sonra bu soruyu kendilerine sorarak ücret politikası; ücretlendirme ilkeleri tespit etmeye; sosyalizmde ücretlendirmenin nasıl olması gerektiği üzerine denemelere giriştiler. Tecrübeden yoksundular ve sadece Marks ve Engels’in konuya ilişkin bazı teorik saptamalarını biliyorlardı.
Emeğin (işin) miktarı ve ücretlendirilmesi tespit edilmeksizin sosyalizm kurulamaz.
Stalin, SB’nde sosyalizmin inşa tecrübesine dayanarak sosyalist toplumun gelişme yasalarını bütün yönleriyle araştırmış ve sosyalist dağıtım ilkesini analiz etmiştir:
1-Emekçilerin kendi işlerine (çalışmalarına/emeğine) maddi ilgi duymaları.
2-Kalifiyelik özelliklerinin derinleştirilmesi için çaba.
3-Üretimde tekniğe hakimiyeti güçlendirmek.
4-Toplumsal emeğin (işin/çalışmanın) verimliliğini arttırmak.

Emeğe göre paylaşımın sosyalist ilkesi, küçük burjuva eşitçiliğine karşı uzlaşmaz mücadele sonucunda geçerli kılınmıştır (9).

Herkese yeteneğine göre, herkese emeğine göre” sosyalist ilkesi, emeğin miktarı/ölçüsü ve toplumsal ürünün dağıtımı üzerine sıkı bir kontrolü gerekli kılar. Bu kontrol, toplum tarafından yapılır. Sosyalist devlet, bu kontrolü, çalışma normlarını ve ücretlendirmenin düzenlenmesini tespit ederek gerçekleştirir.
Komünizmin "üst" evresinin gelmesini beklerken sosyalistler, toplumdan ve devletten, çalışma ve tüketim ölçüsü üzerinde en sıkı denetimi uygulamalarını isterler; bu denetim kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinden, işçilerin kapitalistler üzerindeki denetiminden başlamalı ve memurlar devleti tarafından değil, silahlı işçiler devleti tarafından uygulanmalıdır….Kayıt ve denetim, komünist toplumun ilk evresinde hem "yoluna konması" hem de düzenli işlemesi için özsel olan, işte budur“ (10).
Sosyalizmde emeğe göre dağıtımın zorunluluğu, üretici güçlerin gelişme seviyesinden ve toplumun hizmetine sunulan maddi varlıkların miktarından kaynaklanmaktadır.

Kapitalizmden sonra geldiği için sosyalist toplum, kaçınılmaz olarak kapitalizmin benlerini, artıklarını, burjuva topluma özgü alışkanlıkları bağrında taşır. Bir çok vatandaşın çalışma ve toplumsal mülkiyete karşı sosyalist olmayan tutumundan, toplumun genel çıkarlarının göz önünde tutulmamasından vs. dolayı proletarya diktatörlüğü, bu kalıntılara karşı acımasız mücadele eder, etmek zorundadır. Bu nedenden dolayı, emeğe göre dağıtımın kararlı bir şekilde gerçekleştirilmesi, aynı zamanda, sosyalist disiplinin ve işin örgütlenmesinin yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi için önemli araçlardan birisidir.
Emeğin (işin) nitelik ve niceliğe göre ücretlendirilmesi her bir emekçide;
1-Çalışma yöntemlerini daha da iyileştirmek için,
2-İş gücünden daha iyi yararlanmak için,
3-Teçhizatları daha iyi kullanmak için,
4-Kendi kalifiye durumunu yükseltmek için,
5-Nihayetinde üretimi mükemmelleştirmek ve
6-İşin verimliliğini arttırmak için ilgi uyandırır.
Sosyalizmde ücret, kapitalizmdeki ücretten tamamen farklıdır:
1-Kapitalizmde iş gücü metadır ve pazarda satın alınır ve satılır.
2-Sosyalizmde iş gücü meta değildir ve onun alınıp-satılması için pazar da yoktur.
3-Sosyalizmde “eşit işe eşit ücret” ilkesi gerçekleştirilir.
4-Kapitalizmde ise bu ilkenin gerçekleştirilme koşulu yoktur.

Sosyalizmde ücret, kapitalizmde olduğu gibi, pazarın elementar (öğesel) yasaları tarafından belirlenmez. Kapitalizmde iş gücü metadır; alınıp satılır. Sosyalizmde ise iş gücü meta olmaktan; alınıp satılmaktan çıkmıştır. Kapitalist dünyada ücretler reel ve nominal olarak düşerken, SB'de reel ücretler sanayi ve inşaatta 1913'e göre 1956'da 4,8 misli artmıştı. Kapitalizmde emekçi köylülük yoksullaşırken, SB'de emekçi köylülerin ücretleri 1913'ten 1956'ya 6 misli artmıştı. Kapitalist dünyada tüketim araçları fiyatları artarken, SB'nde temel gıda maddelerinin fiyatları sürekli düşmüştü.
Sosyalizm işsizlik tanımaz!
Kapitalizm işsizlik demektir!
İşsizlik ancak sosyalizmde tasfiye edilebilir.
SB'nde işsizlerin sayısı:1 Nisan 1928 itibariyle 1 576 000; 1 Ekim 1928 itibariyle 1 365 000;1 Nisan 1929 itibariyle1 741 000;1 Ekim 1929 itibariyle 1 242 000;1 Nisan 1930 itibariyle1 081 000 ve1 Ekim 1930 itibariyle 240 000 idi (11).
SSCB'nde işsizlik 1930 yılı sonu itibariyle tamamen yok olmuştur. Sürekli gelişme ve genişleme içinde olan Sovyet ekonomisi iş gücüne ihtiyaç duymaya başlamıştır. Aynı dönemde derin bir ekonomik kriz içinde olan kapitalist dünyanın ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi önde gelen ülkelerinde işsizlerin sayısı on milyonlara varmaktaydı: Bazı ülkelerde işsizlik oranları bu gerçeği yansıtmaktadır.

Önde gelen emperyalist ülkelerde işsizlik oranı (işsizlerin çalışan nüfusa oranı):
ABD'de işsizlik oranı 1929'da yüzde 3,2; 1930'da yüzde 8,9; 1931'de yüzde 16,3; 1932'de yüzde 24,1; 1933'de yüzde 25,2; 1934'de yüzde 22 ve 1935'te de yüzde 20,3 idi.
Almanya'da işsizlik oranı 1929'da yüzde 9,4; 1930'da yüzde 15,3; 1931'de yüzde 23,3; 1932'de yüzde 30,1; 1933'de yüzde 26,3; 1934'de yüzde 14,9 ve 1935'te de yüzde 11,6 idi.
İngiltere'de işsizlik oranı 1929'da yüzde 11; 1930'da yüzde 14,6; 1931'de yüzde 21,5; 1932'de yüzde 22,5; 1933'de yüzde 21,3; 1934'de yüzde 17,7 ve 1935'te de yüzde 16,4 idi (12).

Bu veriler bu ülkelerde çalışabilir nüfusun önemli bir kısmının işsiz kaldığını göstermektedir. SB'nde işsizliğin tasfiye edildiği dönemde örneğin Almanya'da iş bulma kurumuna işsiz olarak kayıt olan işçi sayısı 1929’dan 1,89 milyondan 1930’da 3,08 milyona, 1931’de 4,52, 1932’de 5,58 milyona ve 1932 Şubatında da 6,13 milyona çıkmıştı. ABD'de ise işsizlerin sayısı 1929'da 1 milyon 864'den 1930'da 4 milyon 770 binden 1931'de 8 milyon 738 bine, 1932'de 13 milyon 182 bine ve 1933'de de 13 milyon 723 bine çıkıyordu.
SSCB'nde işsizliğin yok edilmesi ve kapitalist dünyanın önde gelen bu emperyalist ülkelerde işsizliğin boyutları birbiriyle uzlaşamaz iki dünya; iki sistem arasındaki farkı göstermeye yetmektedir.
Sosyalizm yoksulluk ve açlık tanımaz!
Kapitalizm yoksulluk ve açlık demektir!
Krizsiz kapitalizm olmaz; kapitalizm kriz ve yoksulluk demektir. Sosyalizm kriz tanımaz, sosyalizm refah demektir. Kapitalizm işsizliği, açlığı, yoksulluğu yok eden sistem değildir. Ancak sosyalist sistemde insanlık işsizliği, yoksulluğu, açlığı yok edebilir. Kapitalizmde işsizlik, açlık ve yoksulluk sadece ve sadece ekonominin krizde olduğu dönemlerde görülen olgular değildir; kapitalist üretim koşullarında insanlık her zaman işsizliğin, açlığın, yoksulluğun pençesindedir. Bırakalım 1929-1932 dünya krizi döneminde kapitalist sistem açısından korkutucu boyutlara varan; on milyonlarla ifade edilen işsizleri, açları, yoksulları bir kenara, bugünün koşullarında da 100 milyonlarca insan açlık ve yoksulluk içindedir. Yoksullar ile varlıklı olanlar arasındaki fark 1969'da 1:30'dan 1990'da 1:60'a ve 2004'te de 1:90'a çıkmıştır; 40 sene içinde fark üç misli artmıştır. Yeterli gıda alamayanların; açların sayısı 1969-1971 döneminde 878 binden 1995-1997 döneminde 825 bine düşmesine rağmen yeniden artmaya başlayarak 2008'de bir milyar sınırını aşarak 1 milyar 20 milyona çıkmıştır.

Günde 2 dolardan daha az bir miktar kazanarak geçinmek zorunda kalan çalışanların toplam çalışanlara oranı 2003 yılı itibariyle Latin Amerika'da yüzde 33,1; Doğu Asya'da 49,2; Güneydoğu Asya'da 58,8; Batı Asya ve Kuzey Afrika'da yüzde 30,4; Sahra'nın alt kısmında yüzde 89; Orta, Doğu Avrupa ve eski SB topraklarında yüzde 23,6 ve dünya çapında yüzde 49,7 idi. Bu durumda 1 milyar 387 milyon insan yoksulluk içinde kıvranıyor demektir (13).

İşsizlik, açlık, yoksulluk sosyalizme yabancıdır. SSCB'nde sosyalizmin inşa tecrübesi, dünyanın altıda biri kadar geniş bir coğrafyada işsizliğin yok edilebileceğini, açlık ve yoksulluk kavramlarının sosyalizme yabancı olduğunu göstermiştir. Aşağıdaki veriler sosyalizmde bu gerçekliği yeteri kadar açıklamaktadır.
Sosyalizm refah demektir!
Sosyalizm sürekli kültür devrimi demektir!
Sovyet emekçilerinin maddi ve kültürel yaşam koşullarının değişimi:
Kapitalizm cehalet üretir, insanları bilgisizliğe mahkum eder. Kapitalizmde üretim kar amaçlıdır, halkın maddi ve kültürel yaşam standardını göz önünde tutmaz. Sosyalizmde tam tersi geçerlidir; sosyalizmin amacı halkın maddi ve kültürel yaşam standardını sürekli yükseltmektir. Sosyalizm kültür devrimidir. Veriler bunun böyle olduğunu göstermektedir:
1917'den 1956'ya ekonomide işçi ve ücretli sayısı 4 mislinden fazla; sanayi ve inşaat işçilerinin reel ücreti 4-8 misli; tarımda emekçi köylünün reel geliri(çalışan başına ortalama) 6 misli; ordu hariç bütün okullarda, iş rezervleri okullarında ve işletme okullarında ders alan kişi sayısı 3,6 misli; genel eğitim okullarına gidenlerin sayısı 3,1; teknik ve başkaca meslek orta okullarına (açık öğretim dahil) gidenlerin sayısı 37; yüksek okullara gidenlerin sayısı 16; askeri hizmetliler hariç yüksek okul ve meslek okulu eğitimi alan uzmanların sayısı 33; basılan kitap tirajı 11; gazetelerin günlük tirajı 16; kulüp sayısı 536; halk kütüphanesi sayısı 10; bu kütüphanelerde kitap sayısı 69; daimi kreşlerde yer sayısı 1757; diş doktoru hariç doktor sayısı 14; hastane yatak sayısı 6,6 misli artmıştır. Sosyalizmde hizmet sektörü ücretsizdir; halkın sağlığı, refahı ve kültürel gelişmesi içindir. Kapitalizmde tam da tersi geçerlidir; hizmet sektörü; sağlık, emeklilik, kültürel kurumlar özelleştirilmekte, kazanç amaçlı yapılmaktadır.
Bilimsel kurumların sayısı 1929'da 1263'ten 1957'de 2756'ya; bilim adamlarının sayısı da 1914'te 10 binden 1956'da yaklaşık 240 bine çıkmıştır.
Her türden kütüphane sayısı 1914'te 76 binden 1957'de 394 bine ve kitap mevcudu da 46 milyondan 1489 milyona çıkmıştır.
Basılan kitap sayısı 1923'te 15 binden 1956'da 60 bine ve baskı adedi de 85 milyondan 1107 milyona; aynı dönemde dergi sayısı 1609'dan 2501'e, bunların tirajı da 68 milyondan 420 milyona ve gazete sayısı 889'dan 7537'ye, günlük tiraj da 3 milyondan 54 milyona çıkmıştır.
SB'nde konut yapımı (kolhozlar hariç devlet ve kooperatif örgütleri tarafında inşa edilen konutlar) toplam alanı 1918-1928'de 3,9 milyon m2'den 1956'da 36,9 milyon m2'ye çıkmıştır.
Sosyalizm sağlık demektir!
Toplumsal yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi sağlık alanında da sosyalizm kapitalizmden üstünlüğünü göstermiştir.
SB’nde ve bazı kapitalist ülkelerde doktor sayısı (askeri doktorlar hariç):
Her on bin kişiye düşen doktor sayısı SB'de 1917'de 1'den 1928'de 4', 1940'da 7'ye,1951'de 13,9'dan 1957'de 16,9'a çıkarken bu sayı 1954'te ABD'de 12,7; 1951'de İngiltere'de 8,8; Fransa'da 1954'te 9; İtalya'da 1951'de 12,3, Japonya'da 1954'de 10 ve Almanya'da da (Batı Berlin hariç) 13,5 idi.
Diş doktoru hariç doktor sayısı SB'de 1917’de 14,5 binden 1928’de 63,2 bine; 1940’da 140,8 bine; 1951'de yaklaşık 259 binden 1954'de 299 bine ve 1956’da da 329,4 bine çıkmıştır.. Diş doktoru hariç doktor sayısı ABD'de 1954'de 206 bin; İngiltere'de 1951'de 44 bin; Fransa'da 1954'de yaklaşık 39 bin; İtalya'da 1951'de yaklaşık 58 bin; Japonya'da 1954'de yaklaşık 90 bin ve Almanya'da da (Batı Berlin hariç) yaklaşık 68 bindi.

Askeri hastaneler hariç hastanelerde yatak sayısı 1917'de 149 binden 1928'de 245 bine, 1940'da 791 bine, 1956'da 1 milyon 361 bine ve 1956'da da 1 milyon 432 bine çıkar.

SB, anne ve çocuğun korunması ve bakımında dünyanın en ileri ülkesi konumuna yükselmiştir: Hamile ve loğusalar için yatak sayısı 1913'te yaklaşık 7 binden 1928'de 27 bine, 1956'da da 179 bine çıkmıştır. Kreşlerde yer sayısı 1928'de 62 binden 1956'da 966 bine, şehirlerdeki çocuk yuvalarındaki çocuk sayısı da aynı yıllarda 130 binden 1 milyon 882 bine çıkmıştır.
Cinsiyet eşitliği ancak sosyalizmde gerçekleştirilebilir:
Sovyet iktidarı kadınları ev işinden kurtarmak için bir dizi adımlar atmıştır; bu çabaların bir sonucu olarak yemekhane sayısı 1924'te 3 binden 1928'de 15 bine; 1940'da 88 bine; 1950'de 95 bine ve 1956'da da 126 bine; buralarda ciro da 1924'te 0,14 milyar rubleden 1956'da 60,4 milyar rubleye; buralardaki cironun gıda maddeleri toplam satışındaki payı da 1924'te yüzde 10'dan 1945'te yüzde 27'ye çıkmış ve 1956'da da yüzde 19 oranında gerçekleşmiştir.

1954 seçimleri itibariyle SSCB Yüksek Sovyeti'nde kadın temsilci oranı yüzde 25,8'e; Birlik Cumhuriyetleri Yüksek Sovyeti'nde (1955 seçimi) yüzde 32,3'e; Özerk Cumhuriyetler Yüksek Sovyeti'nde de (1955 seçimi) yüzde 31,2'ye çıkmıştır.

Ulusal ekonominin çeşitli sektörlerinde çalışan kadın işçi ve ücretli memur sayısı da sürekli artmıştır; örneğin toplam ekonomide çalışan kadın işçi ve ücretli sayısı 1929'da yüzde 27'den 1930'da yüzde 30'a; 1940'da yüzde 38'e, 1945'te yüzde 55'e çıkmış ve 1957'da da yüzde 45 olarak gerçekleşmiştir.

Teknik okullarda ve başkaca meslek okullarında okuyanların 1927'de yüzde 38'i; 1940'da yüzde 55' ve 1956'da da yüzde 52'si ve yüksek öğretim görenlerin 1927'de yüzde 28'i; 1940'da yüzde 58'i ve 1956'da da yüzde 51'i kadındı.

Ekonomide çalışan yüksek okul ve orta dereceli okul eğitimi almış uzman kadın sayısı 1928'de 151 binden 1941'de 864 bine ve 1956'da da 3 milyon 778 bine çıkmıştır; böylece toplam uzman içinde kadın uzman oranı aynı yıllarda yüzde 29'dan yüzde 36'ya ve yüzde 60'a çıkmıştır.

Ekonomide orta ve yüksek seviyede meslek eğitimi görmüş olan uzmanların sayısı da1913’te 190 binden 1928’de 521 bine; 1941’de 2400 bine ve 1956’da da 6257 bine çıkmıştır. Yani 1928’de yarım milyondan biraz fazla olan uzman sayısı 12 misli artarak 6,2 milyona çıkmıştır. Bunların arasında yüksek derecede eğitim gören uzmanların sayısı 1928’de 233 binden 1941’de 908 bine ve 1956’da da 2633 bine çıkmıştır.
Sosyalizm üretimde planlama demektir!
Kapitalizm üretimde anarşi ve rekabet demektir!
Kapitalizmde üretimde anarşi hakimdir, sosyalizmde planlı ekonomi esastır; sosyalizm sanayileşmektir, üretici güçlerin özgür gelişmesidir; kapitalizm çürümektir, durgunluktur, üretici güçlerin tahribidir.
Sosyalizmde ulusal ekonominin planlı, orantılı gelişme zorunluluğu ve bunun mümkün olması üretim araçlarının toplumsal mülkiyette; sosyalist mülkiyette olmasından kaynaklanmaktadır. Ekonominin planlı/orantılı gelişmesi sosyalizmin nesnel ekonomik yasasıdır. Bu yasanın gereği yerine getirilmeksizin sosyalizm inşa adilenmez. Sosyalist ekonomide iş gücünün ve üretim araçlarının sosyalizmin temel ekonomik yasasıyla uyumluluk içinde dağılımı bu yasaya göre gerçekleştirilir. Kapitalizmde ise bunun tam tersi söz konusudur: Kapitalizmde üretimde anarşi ve rekabet söz konusudur. Esas amaç kardır, iş gücünün sömürüsüdür.

Sosyalizmin temel ekonomik yasasının merkezinde toplum vardır!
Kapitalizmin temel ekonomik yasasının merkezinde sömürü vardır!
Sosyalist sistemin karakteri konusunda fikir verici en önemli göstergelerden birisi de üretim biçiminin temel yasasıdır. Burada bu yasayı ve kapitalizmde temel ekonomik yasayı tanımlamakla yetiniyoruz.
Kapitalizmde temel ekonomik yasa:
Modern kapitalizmin ekonomik temel yasasının en önemli özellikleri ve gerekçeleri şöyle formüle edilebilir. Verili ülke nüfusu çoğunluğunun sömürüsü, yıkımı ve yoksullaştırılmasıyla, başka ülke halklarının, özellikle de geri ülkelerin köleleştirilmesi ve sistematik talanıyla ve nihayetinde en yüksek karı elde etmeye hizmet eden savaşlarla ve ekonominin askerileştirilmesiyle kapitalist azami karın teminat altına alınmasıdır” (14).

Sosyalizmin temel ekonomik yasa:
Sosyalizmin ekonomik temel yasasının önemli özellikleri ve gereksinimleri aşağı-yukarı şöyle formüle edilebilir: en gelişmiş teknik temelinde sosyalist üretimin kesintisiz büyümesi ve devamlı mükemmelleştirilmesi sayesinde bütün toplumun devamlı artan maddi ve kültürel ihtiyaçlarını azami tatmininin teminat altına alınmasıdır” (15).
Bütün toplumun devamlı artan maddi ve kültürel ihtiyaçlarının azami tatmin edilmesinin teminat altına alınması –bu, sosyalist üretimin amacıdır; en gelişmiş teknik temelinde sosyalist üretimin kesintisiz büyümesi ve devamlı mükemmelleştirilmesi- bu, amaca ulaşmak için araçtır.
Bu sosyalizmin ekonomik temel yasasıdır” (16).

Kapitalizmle karşılaştırıldığında sosyalizmde temel ekonomik yasa:
Azami karın teminat altına alınması yerine toplumun maddi ve kültürel ihtiyaçlarının azami tatmininin teminat altına alınması; yükselişten krize ve krizden yükselişe (gibi) kesintisiyle üretimin gelişmesi yerine, üretimin kesintisiz büyümesi; periyodik, toplumun üretici güçlerinin tahribatının refakat ettiği tekniğin gelişmesindeki kesintilerin yerine en çok gelişmiş teknik bazında üretimin devamlı mükemmelleştirilmesi”dir (17).

Bu yasa, toplumsal mülkiyetin gerçekleştirilmesiyle; sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasıyla, yani kapitalist üretim/mülkiyet ilişkilerinin yıkılması ve yeni (sosyalist) ekonomik koşulların doğmasıyla geçerli olmaya başlar. Böylelikle, kapitalizmde amaç olan azami kar için üretimin yerini, sosyalizmde amaç olan ihtiyaçların azami tatmini için üretim alır.
Sosyalist üretimin amacı, ihtiyaçlarıyla insandır. Yani onun maddi ve kültürel ihtiyaçlarının tatminidir... Sosyalist üretimin amacı... bütün toplumun sürekli artan maddi ve kültürel ihtiyaçlarının azami tatminidir” (18).

Ekim Devrimi ve SSCB'nde sosyalizmin inşası, insanlığın gelişmesinde çığır açıcı bir rol oynamıştır; sömürü, baskı, özel mülkiyet sisteminin yıkılabileceğini; en demokratik sistemin; proletarya diktatörlüğünün kurulabileceğini, sömürüsüz sistemin, sosyalizmin inşa edilebileceğini; kapitalizmin alternatifinin sosyalizm olduğunu göstermiştir. Ekim Devrimi ve SSCB bir başlangıçtı. Sosyalizmin değerlerinin yeniden gündemleştiği günümüz koşullarında; arayış içinde olan insanların yüzünü sosyalizme çevirmesinde Ekim Devrimi ve SSCB'de inşa edilen sosyalizmin anımsanması onun nasıl bir başlangıç olduğunu gösterir.
Che'nin “bir, iki, üç, daha fazla Vietnam”ı, bir, iki, üç, daha fazla Ekim Devrimi ve günümüz koşullarında SSCB olarak algılanmalıdır.
*
Kaynaklar:
1)Bkz.: Büyük Sovyet Ansiklopedisi, SB Bölümü, C. I, s. 859, 1952.
2)”40 Jahre Sowjetmacht in Zahlen“, s. 56. VEB Deutscher Zentralverlag, Berlin 1958.
3)Agk., s. 90.
4)Agk., s. 57.
5)Agk., s. 45.
6)Agk., s. 62.
7) Bkz.: "SSCB'de Ekonominin Gelişmesi İçin İkinci Beş Yıllık Plan'ın Yerine Getirilmesinin Sonuçları”, 1939, s. 73; Aktaran: A.K.Petrossyan;"Die Sowjetische Methode der Industrialisierung" "Sanayileşmenin Sovyetik Yöntemi", s. 104, 1953, Berlin.
8)Marks/Engels; Seçme Yazılar, C. II, s. 18, Marks, „Gotha Programı Eleştirisi“.
9) Burada Engels’in bir anlayışını eleştirmeden geçmeyelim:
Peki bütün o bileşik emeğe daha yüksek ücret ödenmesi önemli sorunu nasıl çözümlenir? Özel üreticiler toplumunda, nitelikli işçinin yetişme giderlerini özel kişiler ya da aileleri yüklenirler; öyleyse nitelikli iş gücünün daha yüksek fiyatı önce özel kişilere ödenir, usta köle daha pahalıya satılır, usta işçiye daha yüksek ücret ödenir. Sosyalist örgütlenmeli toplumda, bu giderleri toplum yüklenir. Öyleyse meyveler, bir kez üretildikten sonra, bileşik emeğin daha büyük değerleri, toplumundur. İşçinin kendisinin ek bir hakkı yoktur. Ve bu arada, bu kıssadan alınacak hisse bir de şudur ki, işçinin "emeğinin tam ürünü"ne olan hakkı, buna gösterilen rağbet ne olursa olsun, hiç bir zaman ufak-tefek pürüzler olmaksızın ileri sürülemez” (Engels: C. 20, s. 187 –Anti-Dühring).

Engels, Dühring’in basit (düz) iş ve karmaşık iş, aynı çalışma zamanı içinde aynı değerde ürün üretir anlayışını haklı olarak eleştirir. Ama aynı zamanda yanlış bir tezi de savunur. Engels’in bu tezine göre, sosyalist toplumda basit (düz) iş ile karmaşık iş, eşit ücretledirilmelidir.

Tabi Engels’in inşa edilen sosyalizm üzerine tecrübesi yoktu ve inşa edilen sosyalizm tecrübesi basit (düz) iş ile karmaşık işin eşit değerde ücretlendirilemeyeceğini göstermiştir. Engels’in tezinin geçerli olduğu bir toplumda; sosyalizmi inşa eden bir toplumda işin verimliliğinin artması, işçilerin mesleki olarak ilerlemeleri; uzmanlaşmaları düşünülemez. Çünkü “nasıl olsa aynı ücreti alıyorum” anlayışı hakim olur. Engels’in savı, esas itibariyle sosyalist dağıtım ilkesi ile maddi teşvik arasındaki bağı; sosyalizmi inşa eden bir toplumda sosyalist dağıtım ilkesiyle daha karmaşık, daha kaliteli işin gerçekleştirilmesi için maddi teşvik yöntemleri arasındaki diyalektik bağı koparmaktadır.
Başka türlü ifade edersek: Engels’in bu tezi, ücrette eşitçilik tezidir.
10) Lenin; C. 25, s. 484 ve 486/487, “Devlet ve Devrim”.
11)„40 Jahre Sowjetmacht in Zahlen“, s. 281.
12) Bkz.: IPW- Forschungshefte: 1987/I, s.18, Berlin.
13) Bkz.: ILO, 2005 verileri.
14) Stalin; C. 15, Ökonomische Probleme des Sozialismus in der UdSSR, s. 290.
15)Stalin; agk., s. 29.
16)Stalin; agk., s. 327.
17)Stalin; Agk., s. 292.
18) Stalin; Agk., s. 326