deneme

22 Nisan 2007 Pazar

Afganistan Direnişi


 
Afganistan’da 18., 19. ve 20. yüzyıllarda dönemin hakim güçleri arasında oynanan „büyük oyun“ 21. yüzyılın başında tekrarlanıyor. Afgan halkı, ülkenin stratejik konumundan ve dolayısıyla jeopolitik öneminden dolayı sürekli, „büyük oyunculara” karşı bağımsızlığı için mücadele etmek zorunda kalmıştır. Rusya ile İngiltere arasındaki rekabetin bir sonucu da Afganistan’ın işgal edilmesi olmuştu. Afganistan, 20. yüzyılın son çeyreğinde Sovyet sosyal emperyalizmi ile Amerikan emperyalizmi arasındaki rekabetin bir sonucu olarak Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmişti. Sovyet işgaline karşı direnen Afgan halkı, Sovyet işgalcilerini ülkeden kovdu ve kukla rejimini de yıktı. 21. yüzyılın başında ise Afganistan, 11 Eylül saldırısı bahane edilerek ABD tarafından NATO aracılığıyla işgal edildi. Sanıldı ki, Afgan halkı bu işgale boyun eğecek, kendini Taliban rejiminden “kurtaran” işgalcileri selamlayacak.

Afgan halkı teslimiyeti değil, direnişi seçti. Afganistan direnişi, işgalciler için önemli bir sorun olmaya başladı. Beş yıllık işgal ve buna karşı mücadeleden sonra Afganistan’da direniş yeni bir sürece girmektedir. Bu süreç, direnişi bütün ülke sathına yayma ve küçük gruplarla saldırı yerine büyük formasyonlarla saldırma ve kurtarılmış bölgeler oluşturma aşamasıdır. Direniş, bölgesel olmaktan çıkmakta, ulusal çapta sürdürülen bir ayaklanma aşamasına girmektedir. NATO’nun Afganistan’daki komutanının direnişin ülkenin Kuzeyinde de yayılması olasılığından bahsetmesi boşuna değil. Bu, işgalci güçlere karşı sürdürülen bir ulusal kurtuluş mücadelesidir. Direnişçilerin Pakistan’dan gelerek eylemler düzenledikleri ve sonra geri döndükleri de gerçeği yansıtmamaktadır. Artık direnişçi güçlerin ülkede konuşlanacak ve mücadele edecek derecede güçlenmiş olduğu gerçeğin işgalciler bile inkâr edemiyorlar. Kukla rejimin başı Karzai’nin direnişçilerle görüşme trafiğini başlattığını açıklaması bu gerçeğin bir ifadesidir.

Irak direnişiyle karşılaştırıldığında Afganistan direnişi, uluslararası alanda gereken desteği, dayanışmayı görmemektedir. Bu da Taliban’ın ideolojik duruşuyla açıklanmaktadır. Afganistan direnişi söz konusu olduğunda İslam motifi daha ziyade önplana çıkartılıyor. Aynı ideolojiden güçlerin Irak direnişinde de yer aldıkları görmezlikten geliniyor. Öyle ki, Afganistan’da direnişe Taliban güçlerinin önderlik etmesi ile Irak’ta direnişe yine İslami güçlerin ve Baascıların önderlik etmesi arasında sanki çok önemli bir fark varmış gibi hareket edilerek, Irak direnişinin yanında yer alınırken, Afganistan direnişi ya geçiştiriliyor ya da reddediliyor. Bunu yapanlar da kendilerini “sol”, “komünist”, “Marksist-Leninist” olarak tanımlayanlardır. Dahası, Afganistan işgalini „medeniyetin savunulması“ diye destekleyenler de var. Bunlar, bu ülkede sürdürülen emperyalist savaşı, nihayetinde tarihsel olarak “ileri” bir adımdır diye destekliyorlar. Yani Amerikan emperyalizminin bu ülkeye “demokrasi” götürdüğüne inanılıyor.

Sol geçinen hareketlerin çoğunluğu Taliban rejimini gerici olarak niteliyor, Afganistan’a saldırıyı emperyalist bir saldırı ve savaşı da emperyalist bir savaş olarak tanımlıyor. Bu doğrudur. Ama bu savaşla herhangi bir şekilde ilgilenmek, ilişkilenmek istemiyorlar. Bunlara göre Afganistan’da sürdürülen savaş, ortaçağ ile emperyalizm arasındaki bir savaştır. Bu savaşta tarafsız kalmak tercih ediliyor ve eylemlerde –kongrelerde, bildirilerde, savaş karşıtı gösterilerde „Dünya çapında barış ve adalet“, „Savaş durdurulsun“, „Hemen barış“ gibi sloganların gölgesinde tarafsızlık ilan ediliyor. Bu türden tavırlar tabii ki, pasifizmle oldukça uyumluluk içinde olan tavırlardır.

Böylesi tarafsızlığı yetersiz bulanlar da var. Bunların sorunu da Taliban yanlısı gözükmeden Afganistan’daki savaşa karşı gelmek, Amerikan emperyalizminin savaş politikasına karşı tavır alabilmektir. Bu bulmacanın yegâne çözümü de „ilerici güçler“ bulmaktır; Afganistan’da savaşa karşı gelmenin, Amerikan emperyalizminin savaş politikasını mahkûm etmenin ve aynı zamanda Taliban ve direniş ile ilişkilenmemenin veya ilişkilendirilemeyecek bir politika izlemenin yegâne yolu, kendi „ilerici güçler“ini desteklemekten geçmektedir. Bu görüşte olanların „ilerici güçleri“, Afganistan’da „ulusal ve sosyal mücadeleyi yükseltecek“ kadar güçlenmişler. Bu nedenle de „Afganistan halkının kurtuluş mücadelesini desteklemek“ için çağrı yapılabilirmiş ve „ABD’ye hayır, Taliban’a hayır, özgür Afganistan“ denebilirmiş.

Hangi „ilerici güçler“den bahsedildiği bilinmez. Açık ki, Afganistan’da tanımı yapılmayan „ilerici güç“ bulmak, emperyalist savaşa ve işgale karşı İslami motifin ağır bastığı direniş karşısında durumu kurtarmaya yaramaktadır. Deniyor ki, Afganistan’da bir tarafta Taliban’ın temsil ettiği ortaçağ karanlığı ve diğer tarafta da emperyalist işgal söz konusudur. Burada tarihsel ilericiliğin (yani burjuvazinin) gericiliğe, işgale karşı mücadelesi söz konusu değildir. Öyleyse her iki tarafın da kendi perspektifi bazında gerici olduğu bu savaşta ve direnişte „taraflı“ olmanın gereği de yoktur. Mesele bu kadar basit!
Aynen Irak’ta olduğu gibi Afganistan’da da direniş, uluslararası çapta antiemperyalist mücadelenin bir bileşenidir. Direniş önderliğinin ideolojik yapısı yanıltıcı olmamalıdır. 1919’da Afgan Emiri’nin İngiliz emperyalizmine karşı mücadelesi ile bugünkü direnişçilerin emperyalist işgale karşı mücadelesi arasında zamandan öte pek bir fark yoktur.

Afgan Emiri’nin Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, Emir’in ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine karşın, nesnel olarak devrimci bir mücadeleydi. Çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatıyor, parçalıyor, baltalıyor”. Bugün de Afganlı direnişçilerin mücadelesi, onların ideolojik niteliğine karşın nesnel olarak emperyalizme, başta da Amerikan emperyalizmine darbeler vuruyor, dünya çapında emperyalist tahakkümü zayıflatıyor, dünyayı çıkarları temelinde yeniden paylaşmak isteyen emperyalist güçlere bu işin kolay olmayacağını, her onurlu halkın ulusal bağımsızlık için direneceğini gösteriyor.


12 Nisan 2007 Perşembe

BÜYÜYEN EKONOMİ, İŞSİZLİK VE YOKSULLUK





Ekonominin durumu açısından burjuvazinin keyfine diyecek yok. Geçen hafta burjuva basında ekonominin gelişmesi son veriler ışığında değerlendirildi. 

Devlet Bakanı Ali Babacan’ın yaptığı değerlendirmeye göre ekonomi son 20 çeyrekte kesintisiz büyümüş. 2006 yılında büyüme oranı yüzde 6 ve 2003-2006 döneminde de ortalama büyüme oranı yüzde 7,3 olarak gerçekleşmiş. Bu verilerle Türkiye yeni bir rekora imza atmış.  

Özel sektörde yatırımlar, 2002’de 20,6 milyar dolar iken 2005 yılına göre 2006’da reel olarak yüzde 17,4 artarak 66,9 milyar dolara çıkmış.  

Kişi başına ulusal gelir 2002'de 2 bin 598 dolardan 2006'da 5 bin 477 dolara yükselmiş.  
Ulusal gelir ikiye katlanmış. GSMH, 2002’de 181 milyar dolardan 2006’da 399 milyar dolara çıkmış.

Cari açıkta olumlu gelişmeler olmuş. Ekonominin büyümesinden dolayı cari açığın GSMH'ya oranı yüzde 7,9’a düşmüş.  

2007 itibariyle ilk üç ayda doğrudan yabancı yatırım miktarı 12 milyar doları geçmiş.
Borç stoku azalmış.   Borçların GSMH'ya oranı yüzde 44,8’de kalmış. Borç stoku içinde dış borçların oranı 2002'de yüzde 32,2’den, 2006'da yüzde 5,2’ye düşmüş.  

2007 itibariyle Türkiye'nin toplam dış borç tutarı 206,5 milyar dolar olarak gerçekleşmiş. Bu miktarın 121 milyar doları özel sektörün ve geriye kalanı da kamunun borçlarıymış.

Tabii hükümet ekonomik göstergelerdeki bu olumlu gelişmeyi kendi hanesine önemli bir artı olarak kaydetti ve propaganda malzemesi olarak da kullanmakta.
İnkâr edilemeyen bir gerçek de ekonominin büyümesinin her zaman işsizliğe çare olmayacağı ve toplumda zengin-fakir veya sermaye birikimi-yoksulluk arasındaki uçurumu kapatmayacağıdır. Nitekim yapılan açıklamalarda ekonomideki büyümenin istihdama pek yansımadığından bahsedilmektedir. Şüphesiz ki, ekonomideki her büyüme şu veya bu şekilde istihdama da yansır. Ama rekabet edebilmek için Türkiye gibi ülkelerde de teknolojinin yoğun bir biçimde üretimde ve dolaşımda kullanılması; daha az işgücü kullanarak üretim yapılması, ekonomi ne kadar büyürse büyüsün bu büyümenin istihdama gerçek anlamda yansımayacağını ve işsiz sayısını önemli oranda azaltmayacağını ve ekonominin krizde olduğu ve olmadığı her dönemde belli bir işsizler ordusunun var olacağını göstermektedir.

Kapitalist üretim biçimi bugünkü gelişme aşamasında, geçen yüzyılın 20’li yıllarından buyana izlenen kronik kitlesel işsizliğin artık bu üretim biçiminin nesnel bir yasası olduğunu göstermektedir. Bundan kurtuluş yok. Bu olgu, işsizlik sorununu kapitalizm koşullarında çözmeye çalışan reformist anlayışları da tamamen çürütmüştür. Ekonomik büyümeden dolayı işsizlik oranı, diyelim ki yüzde 10’dan yüzde 9’a veya yüzde 8’e düşebilir. Bu dönemde çalışma sürecine katılan yeni iş gücü sayısı da yerinde sayabilir. Böyle bir şey olmaz, ama olduğunu kabul edelim. Ama sermayeler arasındaki rekabet, daha çok ve daha modern teknoloji kullanımını sürekli kaçınılmaz kılar. Her modern teknoloji belli sayıda işçinin sokağa atılması demektir. Bu nedenle kapitalist üretim biçimi, rekabet-üretim-teknoloji-işsizlik bağlamında geriye dönüşümü olmayan gerçekliğiyle yüz yüze gelmiştir ve dolayısıyla burjuvazinin, ekonomi gelişirse işsizliğe çare bulunur savının da bir demagoji olduğu inkar edilemez olmuştur.

Ekonominin büyümesi ile işsizlik arasındaki diyalektik bağ kendini sermaye birikimi ve yoksulluk bağlamında ortaya koymaktadır.

2002 yılı başından bu yana ulusal gelir reel olarak yüzde 43 oranında artmış ve kişi başına ortalama gelir 5,500 dolara varmış.  Ama gelir dağılımında dengesizlik korkunç boyutlarda.
Yapılan bir araştırmada hane halkı aylık geliri, 300 YTL altı, 300-700 YTL, 700-1200 YTL, 1200-3000 YTL ve 3000 YTL üstü olarak belli gelir dilimlerine göre sınıflandırılıyor. Bu sınıflandırmaya göre en düşük gelir diliminde yer alanlar (ayda 300 YTL ve altında kazananlar) yüzde 16,40,   ikinci gelir diliminde yer alanlar (300-700 YTL kazananlar)   yüzde 44 oranında. 3 bin YTL üstü gelir diliminde yer alanların toplam nüfusa oranı sadece yüzde 2.  Varılan sonuçlar, toplam nüfusun yüzde 87’sinin “orta gelir düzey”inin altında olduğunu, yani ayda 1200 YTL’den daha az bir gelirle yaşamak zorunda kaldıklarını göstermektedir.

TÜİK, 2005 yılında dört kişilik bir ailenin aylık açlık sınırının 190 YTL ve yoksulluk sınırının da 487 YTL olduğundan hareketle açlık sınırının altında yaşayanların nüfusa oranın yüzde 0,87 (yüzde 1'in altında), yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranını ise yüzde 20,5 olarak tespit ediyor. Tabii burada kıstas alınan 190 YTL ve 487 YTL gerçeği yansıtmamaktadır. Ama buna rağmen varılan sonuçlar Türkiye’de gelir dağılımındaki uçurumu göstermeye yetmektedir.  
Dünya Bankasının 2004 yılı verilerine göre yaptığı yoksulluk araştırmasında ise Türkiye'de bu oran yüzde 25’ti.

2004’te en yoksul yüzde 10'luk kesimin kullanılabilir toplam gelirden aldığı pay yüzde 2,3 ve en zengin yüzde 10'luk kesimin aldığı pay ise yüzde 30,9 oranındaydı. 2004’te en zengin ile en yoksul arasındaki gelir farkı, bir yıl öncesine göre 14,4 kattan 13,4 kata düşüyor. Bu “önemli” değişim, burjuvazi açısından böbürlenmenin bir nedeni olabilir. Ama gelir farkının bir uçurum olduğu gerçeğini gizleyemez.

Devletin verileri 2005 itibariyle nüfusun yüzde 20'sinin yoksul olduğunu, yani 15 milyon insanın yoksul olduğunu göstermektedir. 

Kapitalist sistemde işçi sınıfının ve emekçi yığınların yoksulluktan kurtulmaları nesnel olarak mümkün değildir. Şu veya bu dönemde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar mücadele sonucu yaşam koşullarında birtakım iyileşme sağlayabilirler. Ama bu görecedir. Bu sistem; kapitalizm yoksulluk üretmeksizin var olamaz: Sermaye birikimi işçi üretir; işçilerin sayısını çoğaltır. Teknolojinin üretimde kullanılması ve buna bağlı olarak iş verimliliğinin artması, sayısı giderek artan işçilerin daha çok sayıda işsiz kalmalarını beraberinde getirir. Yani sermaye birikimi aynı zamanda işsizlik üretir. Ve işsizlerin çalışan işçilere oranı ne kadar büyük olursa toplumda sefalet ve yoksulluk da o derece büyük, yaygın olur. “Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilisizliğin, zalimliğin, aklı yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur”.
Bundan kurtulmanın yegâne yolu da sistemi değiştirmektir.

3 Nisan 2007 Salı

SERMAYE BİRİKİMİNİN VE YOKSULLUĞUN BOYUTLARI






Rahmetli De Gaulle’ün bir söz var: „Ortak yanları olan iki politikacı tipi vardır; her ikisi de yalan söyler. Aralarında sadece bir fark vardır: Bunlardan birisi, söylediği yalanlara inanıldığına şaşıp kalır. Diğeri ise söylediği yalanlara bizzat inanır“. Bu türden politikacıların karşılaştıkları yegâne zorluk, her gün yalan söylemekten ziyade, „körün“ de gördüğü gerçeklerin üstünü kapatmak için nasıl yalan söylemek gerektiğinden ibarettir. Nesnel gerçeklik en kabadayı yalancıları bile zorda bırakmakta. Bundan 10-15 sene önce ne denmişti? Küreselleşme demokrasidir, iştir, özgürlüktür vs. Sonra ne oldu? Nesnel gerçeklik veya diyelim ki, geçen yüzyılın ‚90’lı yıllarının başından buyana geçen süreç küreselleşmenin demokrasi olmadığını, ama emperyalist savaş olduğunu; iş olmadığını ama işsizlik olduğunu; özgürlük olmadığını ama işgal ve baskı olduğunu gösterdi. Bolca adaletten bahsedilmişti. Her anlamda eşitlik sözünü duya duya eşitlik sarhoşu olmuştuk! Nesnel gerçeklik gösterdi ki, eşitlikten bahsedenler veya tüm bunlardan bahsedenler; „yenilikleri“ dillerinden düşürmeyenler bir gerçeği gizlemeye çalışıyorlar: Kapitalizmin tarihsel ve moral açısından ömrünü doldurmuş olmasını. Tabii ki, böylesi tarihsel dönemeçlerde birtakım küçük burjuva avanak takımına da iş düşüyor. Hani emperyalist burjuvaziyi ve onunla işbirliği içinde olanları anlıyoruz. Onların mesleği, bütün çabaları, sistemlerinin ömrünü uzatmaktır. Ya şu hep „yenilik“ten bahseden „radikal“ küçük burjuvaziye ne demeli? Bunlar da „nema”larının hakkını vermek için „kraldan çok kralcı“ olmaya çalışıyorlar. Bu unsurlar, dünya çapında yüz milyonlarca işçiye ve emekçiye; diyelim ki, çalışabilir dünya nüfusunun yüzde 90’ına kapitalizmin tarihsel olarak bittiğini anlamamaları için yeni ufuklar göstermeye çalışıyorlar. Burjuva hâkimiyet, mülkiyet ve üretim ilişkileri dönemi bitti, şimdi sıra sizde deme yerine „İmparatorluk“ düzeninden, işçi sınıfı yerine, emekçiler yerine „çokluk“tan bahsederek yeni bir „çağ“ açıyorlar ve tarihsel misyonunu yerine getirmesi gereken sınıfın, yani işçi sınıfının bu misyonunu yerine getirmesinin gereksiz olduğunu, bunun koşullarının kalmadığını anlatmaya çalışıyorlar. Bunlar, olsa olsa dönemin „Sülün Osman”ları olabilirler. Bu rahmetli bugün Negri ve ona inananlar nezdinde yaşamaktadır. Devrinin kapanmadığını bilse ne yapardı bilemeyiz, ama bildiğimiz bir şey varsa o da, burjuvazi ve kalemşorları yalan söylüyorlar; bahsetmek zorunda kaldıkları sefaletin gerçek nedenlerin; bahsettikleri sefaletin işçi sınıfının yoksullaşmasının bir ifadesi olduğunu gizlemeye çalışıyorlar. Şimdi bu unsurları bazı gerçeklikle baş başa bırakalım:

Dünya çapında mevcut yoksulluk, işsizlik kapitalistlerin; burjuvazinin hatalarının bir sonucu değildir. Bunların hatası en fazlasıyla daha az yoksulluk üretmek olabilir. O da iyi niyetli olduklarından dolayı değil, sermaye hareketinin gereğini yerine getirememekten dolayıdır. Yani yoksulluk ve işsizlik sorunu hata sorunu değil, sistem sorunudur. Daha 1848’de şöyle deniyordu: “Yoksulluk, nüfustan ve servetten daha hızlı gelişiyor“, “Modern işçi ise, tersine, sanayinin gelişmesiyle yükseleceği yerde, gittikçe daha çok kendi sınıfının varlık koşullarının altına düşüyor. Yoksul bir kimse oluyor”.“Burjuvazinin artık toplumda egemen sınıf olarak kalacak ve kendi varlık koşullarını topluma belirleyici yasa olarak dayatacak durumda olmadığı burada açıkça ortaya çıkıyor“. “Egemen olacak durumda değildir, çünkü kölesine köleliği çerçevesinde bir varlık sağlayacak durumda değildir, çünkü kölesini, onun tarafından besleneceği yerde, onu beslemek zorunda kaldığı bir duruma düşürmeden edemiyor. Toplum bu burjuvazinin egemenliği altında artık yaşayamaz, bir başka deyişle, onun varlığı toplumla artık bağdaşmıyor“.  

İşçi sınıfı ve emekçilerin görece ve mutlak yoksullaşması bütün dünyada diz boyu. Bir kutupta servet toplanırken, diğer kutupta da yoksulluk toplanıyor. Sermaye birikimine paralel olarak, bu birikimden bağımsız olmayarak yoksulluk birikiyor: “Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır” ( Kapital C.1).

Sermaye birikimi, dünya ekonomisinde uluslararası tekellerin konumu ve yoksulluğun Boyutları: Unctad’ın tanımına göre uluslararası tekel, bir ana işletmeden ve yurtdışında faal olan en azından bir bağımlı işletmeden oluşmaktadır. Ana işletmenin, bağımlı işletmedeki payı en azından yüzde 10’dur.
Unctad verilerine göre (WIR 2005) bu tanımlama kapsamına giren 69.727 uluslararası tekel var. Bunlara bağımlı işletmelerin sayısı da 690.391. 2005 verileri ana tekellerin sayısının arttığını, bağımlı işletmelerin sayısının ise azaldığını göstermektedir: 1969’da uluslararası tekel sayısı 7200’den 1990’da 37.000’e, 1995’te 44.000’e, 2001’de 65.000’e ve 2005’te de 69.391’e çıkıyor. Bu tekellere bağımlı işletmelerin sayısı da 1969’da 27.000’den 1990’da 170.000’e, 1995’te 280.000’e ve 2001’de de 850.000’e çıkıyor. 2005’te ise bu türden işletmelerin sayısı 690.391’e düşüyor.
Uluslararası tekellerin 50.520’sinin ve bağımlı işletmelerin de 247.241’inin merkezi sanayi ülkelerinde bulunuyor. Bunların arasında Avrupa’da olan uluslararası tekel sayısı 41.461 ve bunlara bağımlı işletme sayısı da 209.788. ABD ve Kanada merkezli olan uluslararası tekel sayısı 3.857 ve bunlara bağımlı işletme sayısı da 28.332. Japonya ve Avustralya’da olanların sayısı da sırayla 5.202 ve 9.121.
Merkezi “gelişen” ülkelerde bulunan uluslararası tekel sayısı 18.029 ve bunlara bağımlı olan işletme sayısı da 335.338.
Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde bulunanların sayısı da sırayla 1.178 ve 107.812.
Bu tekeller arasında en büyük olanlar, onbinlerce küçük tekelin toplamından daha güçlü konumdalar.

En büyük 100 uluslararası tekelin gücü: En büyük 100 uluslararası tekel içinde 90 tekelin her birinin yurtdışındaki kendine bağımlı işletme sayısı 100’den fazladır (Hisse senedi çoğunluğu ana tekelde olan bağımlı işletmeler dikkate alınıyor). Her bir uluslararası tekelin kendine bağımlı işletme sayısı ortalama olarak 342. Bunların yüzde 66’sı, yani 225’i yurtdışındadır. Her bir uluslararası tekel, ortalama olarak 40 ülkede temsil edilmektedir. En büyük 100 uluslararası tekel içinde “liman”ı “gelişen” ülkeler olanların sayısı sadece 4.  

2003 yılı itibariyle uluslararası tekellerin dünya ekonomisindeki konumları:
En büyük 100 uluslararası tekel açısından: En büyük 100 tekelde çalışanların toplam sayısı: 14.626.000. Yurtdışında çalışanların sayısı: 7.242.000. Yurtdışında çalışanların payı: % 49,5. Sermaye varlığı: 8.023 milyar dolar.  Yurtdışındaki varlık: 3.993 milyar dolar. Yurtdışının payı: % 49,8.

Bütün uluslararası tekeller (69.727) açısından: Yurtdışında çalışanların sayısı: 53.196.000;
69.727 uluslararası tekel içinde en büyük 100’ün payı:% 13,6; 69.727 uluslararası tekelin sermaye varlığı toplamı: 32.186 milyar dolar.   Bunda en büyük 100’ün payı: % 12,4; 69.727 uluslararası tekelin ihracat miktarı: 3.073 milyar dolar. 69.727 uluslararası tekelin yarattığı yeni değer miktarı: 3.573 milyar dolar.

Dünya ekonomisi: Toplam ihracat: 9.216 milyar dolar. Toplam yeni değer üretimi: 36.327 milyar dolar.

Uluslararası tekellerin yurtdışı acentelerinin dünya ekonomisindeki payı: Dünya ihracatındaki payı: % 33,3. Yeni değer üretimindeki payı: % 9,8. En büyük 100 uluslararası tekel, 69.727 tekelin ancak yüzde 0,143’ünü oluşturmasına rağmen, bütün tekellerin yurtdışı toplam üretim potansiyelinin yüzde 12 ila yüzde 14’ünü kontrol ediyor.
Bütün tekellerin sadece yurtdışı acenteleri, toplam dünya ihracatının üçte birini yapıyorlar ve dünya GSH’ının da onda birini üretiyorlar. 20 sene önce bu pay yüzde 5 civarındaydı (WIR 2000).
Dünya üretiminin dörtte biri uluslararası tekeller tarafından üretilmektedir. Mali sektör dışındaki, sanayi ve ticaret alanındaki bu tekellerin toplam ekonomik gücü, neredeyse ABD’nin ekonomik gücüne eşittir.

En büyük 100 tekelden her birinin yurtdışındaki sermaye varlığı ortalama olarak 40 milyar dolardır ve her birinde çalışanların sayısı da 70 binden fazladır. Bütün uluslararası tekellerin yurtdışındaki sermaye varlığı toplamı 32.000 milyar dolardır. Bu miktar, yurtdışı doğrudan yatırım miktarından (9.000 milyar dolar) üç misli fazladır.  

Dünya çapında işsizlik ve sefalet patlaması: Emperyalist burjuvaziye göre “küreselleşme”, herkese iş olanağı sağlıyor ve refah getiriyor. Gerçek durum ise tamamen başka: 2004 yılı itibariyle kayıtlı (resmen bildirilmiş) işsiz sayısı ILO verilerine (2005) göre 185 milyon. İşsizlerin sayısını olduğundan daha az göstermek için işsizlik istatistikleri üzerine ne denli oynandığı biliniyor. Buna rağmen dünya çapında işsizlerin sayısı son 15 sene içinde ikiye katlanmıştır. Ama kayıtlı işsiz sayısı, gerçeği yansıtmaktan oldukça uzaktır. Sadece Çin’de işsizlerin sayısı 200 milyondan fazladır. Emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerin hemen hepsinde kayıtlı işsizlik, sorunun sadece görünen tarafıdır. Kayıt dışı ekonomide çalıştığı için veya çalışıyor kategorisinde olduğu işin işsizlik istatistikleri dışında kalanların sayısı bir milyarın çok üstündedir.
Dünya çapında çalışan 2,8 milyar insanın yarısı günde iki dolardan daha az kazanıyor. Bunların içinde 550 milyonu günde bir dolardan daha az bir miktarla geçinmek zorunda kalıyor. (Tarımda (köylüler) ve şehirlerde “serbest meslek” sahipleri bu kategori dışında).

Günlük kazanç bakımından:
Günde bir dolardan daha az kazanan 550 milyon insanın bölgesel dağılımı:
Latin Amerika’nın payı: 1990’da yüzde 16,1 ve 2003’te yüzde 13,5.
Doğu Asya’nın payı: 1990’da yüzde 35,9 ve 2003’te yüzde 17.
Güneydoğu Asya’nın payı: 1990’da yüzde 19,9 ve 2003’te yüzde 11,3.
Batı Sahra ve Kuzey Afrika’nın payı: 1990’da yüzde 3,9 ve 2003’te 2,9.
Sahranın güneyi ve Afrika’nın payı: 1990’da yüzde 55,8 ve 2003’te yüzde 55,8.
Ortadoğu, Avrupa ve eski SSCB’nin payı: 1990’da yüzde 1,7 ve 2003’te 5,2.
Dünya toplamındaki pay: 1990’da yüzde 27,5 ve 2003’te yüzde 19,7.

Günde iki dolardan daha az kazanan 1.387 milyar insanın bölgesel dağılımı:
Latin Amerika’nın payı: 1990’da yüzde 39,3 ve 2003’te yüzde 133,1.
Doğu Asya’nın payı: 1990’da yüzde 79,1 ve 2003’te yüzde 49,2.
Güneydoğu Asya’nın payı: 1990’da yüzde 69,1 ve 2003’te yüzde 58,8.
Batı Sahra ve Kuzey Afrika’nın payı: 1990’da yüzde 33,9 ve 2003’te 30,4.
Sahranın güneyi ve Afrika’nın payı: 1990’da yüzde 89,1 ve 2003’te yüzde 89,0.
Ortadoğu, Avrupa ve eski SSCB’nin payı: 1990’da yüzde 5,0 ve 2003’te 23,6.
Dünya toplamındaki pay: 1990’da yüzde 57,2 ve 2003’te yüzde 49,7.

Dünya nüfusunun, geliri en yüksek yüzde 10’unun geliri, en fakir yüzde 10’un gelirinden 103 misli daha fazladır. Bugün dünyanın en zengin 500 insanının geliri, 416 milyon en fakir insanın gelirinden daha fazladır. Araştırma yapılan 73 ülkenin 53’ünde (dünya nüfusunun yüzde 80’inin yaşadığı ülkeler) gelir dağılımındaki eşitsizlik son 20 sene içinde daha da derinleşmiştir. Bu alandaki eşitsizlik eski revizyonist ülkelerde uçurum boyutlarına varmıştır.
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının ve birikiminin bazı sonuçları böyle.