deneme

31 Ocak 2003 Cuma

SAVAŞ VE BARIŞ

2 Ağustos 1991’de Irak ordusu Kuveyt’e girdi. Körfez Savaşının nedenleri farklı biçimlerde anlatıldı: ABD’nin başını çektiği emperyalist koalisyon, bu savaşın nedeni olarak bazen Kuveyt’in işgalini, bazen de Irak’ın atom silahı üretecek aşamaya gelmiş olduğunu öne sürüdü. Ama savaşın stratejik ve ekonomik nedenleri, pek arzu edilmeyen, ama gerek görüldüğünde bütün çıplaklığıyla açıklanması gereken konular hanesinde kaldı. Emperyalist koalisyon, Kuveyt’in işgaline son vermek, barışı sağlamak ve atom silahının yaygınlaşmasını engellemek gibi nedenlerden (!) dolayı Irak’a saldırdı.
Savaşın başlamasından iki hafta sonra Irak, İsrail’e Scud-füzeleri attı. O zaman uluslararası arenada birçok “sol” aydın, Irak’a karşı emperyalist koalisyonun sürdürdüğü bu savaşı, İsrail’in korunması için sürdürülen bir antifaşist mücadele olarak yorumlamaktan geri kalmadı. Birçokları, özellikle Alman “sol” aydınları, Irak’a karşı savaşta belli bir “Anti-Hitler Koalisyonu” bile gördüler. Saddam rejimi, yaşayan Alman faşizmi olarak tanımlandı. Birçok “sol” aydın böyle emperyalist savaş yanlısı olmuştu.
İlk defa bu savaşta „cerrahi savaş yönetimi“ kavramı savaş yanlılarının literatürüne girmişti. Yani „kötü“ olanlara, diktatörlere karşı halka, altyapıya zarar vermeden sürdürülen savaş. Ama olan tam tersiydi: Bu savaş yüz binlerin ölümüne neden oldu, sivil altyapı; örneğin su ve enerji tesisleri sistematik olarak tahrip edildi, kullanılamayacak hale getirildi. Amaç, savaştan sonra Irak halkını esir almaktı. Böylece Amerikan emperyalizmi, ekonomik çıkarlarının yanı sıra siyasi çıkarlarını da gerçekleştirmiş olacaktı. Ama olmadı.
Bu savaşı destekleyen „sol“ların aksine Pentagon, pek arzu edilmeyeni, ama gerek görüldüğünde bütün çıplaklığıyla açıklanması gerekeni, yani savaşın stratejik amacını yanlış anlaşılmayacak bir biçimde açıkladı. Savaş ve ambargo arasında bağ üzerine açık konuşuldu. Pentagon şöyle diyordu: “Bombardımanın su ve kanalizasyon tesisleri üzerinde etkide bulunacağını göremediniz. Ambargo ile neyi elde etmek istiyoruz? Iraklılara yardım etmek mi? Hayır. Alt yapıya yaptığımız saldırılarla elde ettiğimiz, ambargonun etkisini hızlandırmaktı“.
Bu savaşta açlık da belli bir rol oynadı, silah olarak kullanıldı. BM verilerine göre ölenlerin sayısı bir milyondu (1995). Dünya Sağlık Örgütü de 1996’da, çocuk ölümlerinin altı misli arttığı tespitini yapıyordu. O zamanın ABD Dışişleri Bakanı M. Albright’e göre, yarım milyon çocuğun ölmesi, bu savaşı sürdürmekten daha değerli değildi.
1991 savaşının esas amacı, Amerikan emperyalizmi önderliğinde „Yeni Dünya Düzeni“ni kurmaya hizmetti. Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve onun güdümünde olan Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra tek süper güç konumunda kalan Amerikan emperyalizmi, „Yeni Dünya Düzeni“ni Amerika’nın bütün dünya üzerinde hâkimiyeti olarak görüyordu. Ama olmadı. Emperyalist koalisyon arasındaki çelişkilerden dolayı, Irak yenilgiye uğratılmasına rağmen, Saddam ve rejimi ayakta kaldı. Ülke askeri ve ekonomik olarak yerle bir edilmişti, ama siyasi olarak rejim ayaktaydı.
Ambargo, açlık, halkı yeniden düşünmeye ve Saddam rejimini devirmeye yöneltecekti. Yine olmadı. Irak/Kürt muhalefeti, istenileni gerçekleştiremedi.
Evet, paradoks gözükebilir, ama Irak, ambargo nedeniyle askeri ve ekonomik olarak Amerikan emperyalizmine bağlıydı. 11 Eylüle kadar böyle gelindi.
Emperyalizmin merkezlerine yapılan saldırı, „uluslararası terörizme karşı mücadele“ için vesile oldu. Ama bu saldırının „terörizme karşı mücadele“ ile uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktu. Burjuva dünya; daha doğrusu başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, son 50 yıl içinde teröre ve zora karşı mücadele etmemişti, tam tersine terör ve zora başvurma üzerine tekellerini korumak için mücadele etmişlerdi. Bu tekel, Vietnam’da olduğu gibi katliamları, kimyasal silah kullanımını, darbeleri, ülkeleri bölmeyi (Yugoslavya), ambargoları içeriyordu. Emperyalist dünya, bu tekelini korumanın mücadelesini veriyordu. Yok etmeye, yerle bir etmeye dayanan bu tekel, stratejik ve jeopolitik çıkarların „barışçıl“ gerçekleştirilmesi için ön koşuldu ve öyledir de.
1991’deki savaş ile Amerikan emperyalizmi, o zamana kadar, II. Dünya Savaşından sonra kendi nüfuz alanı olarak görülmeyen bölgelere girmiş oluyordu. Bu savaşla Amerikan emperyalizmi, Saddam ve rejimini devirme gibi siyasi amacına ulaşamadı, ama jeostratijik amacına ulaştı; dünya hegemonyası için önemli olan bu bölgeye yerleşti. Körfez’in, Kuveyt, S. Arabistan, Katar gibi ülkelerinde askeri üsler kurdu, bölgenin Arap ülkelerinde askerlerini konuşlandırdı.
Emperyalist propagandanın etkisinde olanlar için Afganistan Savaşı, „iyi“nin „kötü“ye karşı savaşıdır. Afganistan Savaşı, 1991’deki savaşla karşılaştırıldığında ne kadar „kör“ göz açmıştır, ne kadar „sol“ aydını kendine getirmiştir, bunu bilmiyoruz. Ama mutlaka düşündürücü olmuştur. Düşündürücü olmuştur, çünkü Irak ile Afganistan arasında belli bir ilişki var ve bu ilişki her iki ülke halklarının ezici çoğunluğunun Müslüman olmasından kaynaklanmıyor. Her iki ülkenin dünya enerji kaynaklarıyla doğrudan ilişkisi vardır. Irak’a hâkim olmak Ortadoğu üzerine hâkim olmak, dünyanın en büyük enerji kaynağını kontrol etmek ve nihayetinde İran’ı da dize getirme olanağına sahip olmak anlamına gelir. Afganistan üzerinde hâkimiyet kurmak ise Orta Asya’nın, Hazar Havzası’nın yeniden paylaşımında belirleyici önemi haiz mevziler elde etmek anlamına gelir.
Amerikan emperyalizmi, 1991’de „Kuveyt’i kurtarmak“ adı altında bölgeye yerleşti. Afganistan’a ise „uluslararası terörizme karşı mücadele“ adı altında yerleşti. Her iki bölge de belirttiğimiz nedenlerden dolayı dünya hegemonyası için vazgeçilemez alanlardır. Bunun böyle olduğunu görmek için mutlaka antiemperyalist veya devrimci olmaya gerek yok. Sadece doğru okumak yeterli. Bir örnek:
„Umarız ki Hazar Bölgesi, bizi Ortadoğu’nun petrolüne tam bağımlılıktan kurtaracaktır… Burada söz konusu olan, Amerika’nın enerji temini güvenliğidir ve bu güvenlik, petrol ve gaz temini kaynaklarının çeşitliliğine bağlıdır. Aynı zamanda esas olan, bizim değerlerimizi paylaşmayan ülkelerin stratejik nüfuzunu engellemektir. Bu ülkelerin, Batının ticari ve politik değerlerine dayanmalarını istiyoruz… Hazar Bölgesinde oldukça önemli yatırımlarımız var ve nihayetinde güzergah yollarının ve politikanın istediğimiz gibi olması bizim için oldukça önemlidir“ (Bill Richardson, ABD Eneri Bakanı, 1998).
Demek ki sorun oldukça açık: Milyar dolarlarla ifade edilen yatırımlar, elde edilecek enerjinin sevkıyatı için boru hattı güzergâhları ve bunların gerçekleştirilmesi için amaca uygun yönetimler söz konusu. Bunun sağlanması için de –her ihtimale karşı- Amerikan askerlerinin konuşlandırılması, askeri üslerin kurulması gerekli. Nerede? Bu bölgelerde veya oraya yakın ülkelerde. Petrol/gaz=rekabet=hegemonya=savaş!
Irak’a karşı savaşın Afganistan savaşıyla veya bu ülke çevresinde olup bitenle ilişkisinin olup olmadığı aslında gereksiz bir sorudur. Afganistan’a saldırmak için „uluslararası terörizme karşı mücadele“ ve Irak’a saldırmak için de olası atom silahı gerçek neden değildi. Her iki ülkeye saldırının gerçek nedeni, belirttiğimiz gibi, siyasi, askeri ve iktisadi bakımdan stratejiktir. Irak nezdinde Ortadoğu ve Afganistan nezdinde de Orta Asya’nın Amerikan emperyalizmi tarafından siyasi ve ekonomik olarak ele geçirilmesi ve askeri olarak da korunması için, Amerikan emperyalizminin petrol bazında enerji temin kaynaklarının çeşitlendirilmesinin yanı sıra, emperyalist rakiplerinin de bu alanlardan, dolayısıyla enerji kaynaklarından uzak tutulması ve Avrasya jeopolitik anlayışının yaşama geçirilmesi için önemli bir adımdır.
Amerikan emperyalizmi, petrolün, OPEC’te örgütlü Arap devletleri tarafından yeniden siyasi silah olarak kullanılmasını da engellemek istiyor. Böylece, Amerikan emperyalizminin OPEC’te örgütlü Arap devletlerine petrolden dolayı bağımlılığı kaybolunca, Amerikan emperyalizminin bu bağımlılıktan dolayı bazı petrol zengini Arap ülkelerini dikkate almasının da bir nedeni kalmayacak ve bu, ittifak anlayışını yeniden düşünmeye neden olacaktır. Bu anlamda Irak’ın işgali, Amerikan emperyalizmi tarafından Ortadoğu’nun siyasi olarak yeniden şekillendirilmesi için atılması gereken adımın başlangıcı olacaktır. Bu adım hemen mi atılır, yoksa zamanla mı gündeme getirilir, bunu bilmiyoruz, ama her halükarda gündeme getirilecektir.
Açık olan şu ki Amerikan emperyalizmi, Arap devletlerinin rızası alınmadan da, onlara herhangi bir taviz verilmeden de Irak’a karşı savaşın sürdürülebileceği düşüncesine varmıştır. Bunu Arap ülkeleri de biliyorlar ve Amerikan emperyalizminin bu pervasızlığı onlar için oldukça düşündürücü oluyor.
İlan edilen bu savaşın henüz başlamamış olmasında şüphesiz ki savaş karşıtı hareketin eylemlerinin bir rolü olmuştur. (Bu rolü abartmamak gerekir. Çünkü mevcut haliyle savaş karşıtı hareket, ulusal ve uluslararası örgütlülükten uzaktır ve taleplerinin içeriğinden dolayı da bir gökkuşağı hareketini andırmaktadır. Bu haliyle bu hareketin Irak’a karşı savaşın başlamasını engellediği iddia edilirse, emperyalist savaşları engellemekten kolay hiçbir şeyin olmadığı anlayışı da yaygınlaşır). Savaşın henüz başlamamasında belirleyici olan, önde gelen emperyalist ülkelerin savaş konusunda kendi aralarında anlaşamamış olmalarıdır. Irak’a karşı savaş konusunda, emperyalist çıkarlarından dolayı Almanya, Fransa, Çin, Rusya, Japonya gibi ülkeler ABD ve İngiltere ili çelişki içindeler.
Bu demektir ki savaş ve barış üzerine karar verecek olan Irak değil, önde gelen emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin geçici olarak giderilmesi veya çıkarlarının bir şekilde çakışmasıdır. Özellikle bir taraftan ABD ve İngiltere ve diğer taraftan da Almanya, Fransa ve Rusya, Irak’a karşı savaş konusunda farklı konumdalar.
Emperyalist koalisyon, Afganistan savaşıyla stratejik kaynakları (petrol ve doğalgaz) siyasi ve askeri olarak garanti altına aldı. Ama Irak’ta durum tamamen değişik. Amerikan emperyalizmi açısından 1991 Savaşı istenilen sonucu vermedi. Bunun ötesinde ambargo vasıtasıyla da istenilen amaca; rejim değişikliği, ulaşılamadı. Böylece dünyanın ikinci derecede büyük petrol rezervleri, Amerikan hâkimiyetinin dışında kaldı.
ABD ve İngiltere 1991’den bu yana ambargoyla Irak ekonomisini cendereye alırlarken, diğer emperyalist ülkeler, Irak ile çok karlı ticari ilişkiler geliştirdiler. Bu ülkelerin Irak ile yapmış olduğu anlaşmaların yürürlüğe girmesi için Amerikan emperyalizminin Irak stratejisinin yenilgiye uğratılmış olması gerekiyor. Yani Almanya, Fransa, Rusya, Çin gibi emperyalist ülkelerin Irak petrolü üzerinde söz sahibi olmaları, ABD’nin başarısızlığına bağlı. (Bugün Irak ile ticari ilişkilerde önde olanlar Avrupa’nın bazı emperyalist ülkeleri ve Rusya’dır. Alman, Fransız, Rus, İtalyan, İspanyol tekelleri Irak’ta petrol çıkarma ve işleme anlaşmaları yapmış durumdalar).
Bu anlaşmalar, ambargo olmasaydı çoktan uygulamaya konacaktı. Şayet Amerikan emperyalizmi savaş ile bu duruma bir son vermezse, bu anlaşmalar bir gün uygulanacak. Amerikan emperyalizminin Irak’ı işgal etmesi, petrol üzerine yapılmış hesapları bozacak ve Amerikan emperyalizminin onayını almayan hiçbir petrol tekeli, Irak’ta faaliyet sürdüremeyecek. Bunun böyle olacağını Alman, Fransız, Rus sermayesi çok iyi biliyor.
Irak’a karşı savaş konusunda çelişki ABD-AB arasında mı, yoksa ABD-Almanya arasında mı veya Amerikan emperyalizmiyle AB-emperyalizmi arasındaki sorun ne?
20 Ocakta Almanya ve Fransa, BM Güvenlik Konseyi’nin bir özel toplantısında ABD’nin Irak’a karşı önleyici savaş planlarına karşı olduklarını açıkladılar. ABD, BM Güvenlik Konseyi’ne Rusya’dan ve Çin’den gelen eleştiriye alışıktı. Ama bu sefer eleştiri Almanya ve Fransa’dan geliyordu ve bu ABD Dışişleri Bakanı Powell’i şoke etmişti. Almanya’nın, iç politik nedenlerden dolayı (seçim) olası Irak savaşa karşı olduğunu açıklamasını ABD affetmedi. Ama Fransa’nın bu savaşa karşı olduğunu açıklamasını da bir türlü anlamadı. Çünkü Amerikan emperyalizmi, Irak’a karşı savaş durumunda Fransa’nın bu savaşa mutlaka katılacağını biliyor. Fransız emperyalizmi, bölgedeki yatırımlarını kaybetmek ve savaş sonrasında Irak’ın yeniden yapılandırılması söz konusu olduğunda dışlanmak istemeyecektir. Fransız emperyalizmi, Irak ve bölgenin yeniden yapılandırılmasında ve petrolün bölüşümünde payına düşeni almak isteyecektir.
20 Ocaktan bu yana Almanya ile Fransa arasındaki ABD karşıtı cepheyi oluşturma çabaları yoğunlaşmış durumda. Açık ki bu sefer durum, daha önceki dönemlerdeki tartışmalara benzemiyor. Burjuva medya, bu sefer işin ciddi olduğu söylüyor. Yine aynı medyaya göre böyle giderse NATO içinde çatlaklar ortaya çıkacakmış!
Amerikan Savunma Bakanı D.H. Rumsfeld’in Almanya ve Fransa’yı kast ederek „yaşlı Avrupa“dan bahsetmesi, Alman ve Fransız burjuvazisini oldukça kızdırdı. Devamla Rumsfeld, „Almanya ve Fransa Avrupa değil, „çekim merkezi“ doğuya kaymıştır dedi. Böylece NATO üyesi olan Doğu Avrupa ülkelerini kastetmiş oluyordu. Rumsfeld’e göre „çok sayıda başka Avrupa ülkeleri Almanya ve Fransa’nın arkasında durmuyorlar, bilakis Birleşik Devletler’in arkasında duruyorlar“.
Gerçekten de bu „yeni Avrupa“da burjuvazi, ABD yanında Irak’a karşı savaşa katılmak için can atar durumda. Bu ülkelerde burjuvazi, NATO’ya, Amerikan hâkimiyetine çok güveniyor.
Alman-Fransız „cephesi“, Doğu Avrupa ülkelerinin bu savaşta nasıl bir tavır takınacaklarını; ABD’nin yanında mı, yoksa Almanya-Fransa’nın yanında mı yer alacaklarını biraz zorlaştırabilir, ama karar almalarında belirleyici olmaz. Bu ülkelerin durumunu, halkların savaş istememesi de zorlaştıracaktır.
1991’de Irak’a saldıran emperyalist koalisyon, yanılmıyorsak 38 ülkeden oluşmaktaydı. 11 Eylül saldırısından sonra „uluslararası terörizme karşı savaş“a 70 ülke imza attı ve birçok ülke „uluslararası terörizme karşı savaş“a katıldığı için iç katliam ve terörünü meşrulaştırdı. Ama bu sefer durum değişik. Amerikan emperyalizminin yanı sıra Irak’a karşı savaşa katılmak isteyen ülke sayısı az, en azından öyle gözüküyor. Emperyalist ülkeler açısından bunun nedenine yukarıda değindik.
AB’nin ve NATO’nun „Doğu Genişlemesi“ ve Irak’a karşı savaş, ABD-AB veya ABD-Almanya arasındaki ilişkilerin durumunu açıklamada yeterli ipucu vermektedir.
NATO vasıtasıyla Amerikan emperyalizmi, AB’nin „Doğu Genişlemesi“ adı altında Doğu ve Güneydoğu Avrupa’daki yayılma alanlarına, özellikle Alman emperyalizminin yayılma alanlarına askeri olarak da yerleşti. Prag’da sonuçlandırılan NATO’nun „Doğu Genişlemesi“ ile Kopenhag’da gerçekleştirilen AB’nin „Doğu Genişlemesi“ birbiriyle doğrudan ilişkili olan genişlemelerdir. Coğrafi olarak hemen hemen aynı bölgede iki farklı emperyalist güç; bir taraftan Alman emperyalizmi, AB’nin “Doğu Genişlemesi” adı altında, diğer taraftan da Amerikan emperyalizmi, NATO’nun “Doğu Genişlemesi” adı altında karşı karşıya geliyorlar. Bu durumdan kaynaklanan emperyalistler arası çelişki, somutta da Amerikan emperyalizmiyle Alman emperyalizmi arasındaki çelişki, olası Irak savaşı vesilesiyle gün ışığına çıkmış oldu. AB’ye dâhil edilen Doğu Avrupa ülkeleri, ekonomik olarak AB’ye, somutta da Alman emperyalizmine bağımlı durumdalar, ama aynı ülkeler, aynı zamanda NATO üyesi. Bu üyelik vasıtasıyla da ABD’ye bağımlı durumdalar. Bu ülkelerin veya bir bütün olarak NATO üyesi ülkelerin Irak’a karşı savaş durumunda tavırlarının ne olacağını, şimdiye kadar yapmış oldukları açıklamalarda görmekteyiz.
Polonya: Doğu Avrupa’nın NATO üyesi ülkeleri içinde her koşul altında ABD’nin yayında yer almak isteyen tek ülke Polonya’dır. Polonya Devlet Başkanı A. Kwasniewski, Ocak ayının ortalarında yaptığı ABD ziyaretinde bu durumu şöyle açıklıyordu: Irak’a karşı savaş Başkan Bush’un bir vizyonuysa, bu, aynı zamanda benim de vizyonumdur“.
İspanya: Beyaz Saray’ın sözcülerine göre İspanya Başbakanı J. M. Aznar, „Avrupa’nın devlet başkanları içinde Başkan Bush ile en çok konuşandır“. İspanya da her koşul altında Irak’a karşı savaşa katılmaya en yatkın ülkelerden birisidir. Diplomatik olarak İspanya, Irak’a karşı savaş konusunda BM’in ikinci bir bildirgesini aruzu edilir olarak görüyor, ama mutlaka gereklidir demiyor. Askeri üslerini ABD’ye açmaya hazır.
İtalya: Bu ülke ABD ile Almanya/Fransa arasındaki „it dalaşı“ndan sonra konum belirlemede daha dikkatli olmaya başladı. BM’in, son sözü söylemesinden yana, ama buna rağmen üslerin kullanılmasına karşı değil, yani Irak’a karşı savaşında Amerikan emperyalizmine lojistik destek vermeye hazır. Asker göndermeyi ise parlamentonun bir kararı olarak görüyor.
Yunanistan: ABD ve İngiltere’nin kendi başlarına bir savaşını reddediyor. Dışişleri Bakanı G. Papandreou, „BM çerçevesi dışında bir kararı benimsenmeyeceklerini“, BM savaş kararı alsa dahi böyle bir savaşa katılmakta isteksiz olduklarını açıkladı.
Fransa: Irak’a askeri müdahale ve buna katılım için Güvenlik Konseyi’nin kararını ön koşul olarak görüyor, ama ABD’nin kendi başına hareket etmesi durumunda da seyirci kalmak istemiyor.
İngiltere: Her halükarda ABD ile beraber hareket edeceğini açıklıyor. Blair’e göre BM, „sorumluluk taşımak istemiyorsa“ Büyük Britanya, ABD ile ortak hareket eder anlayışında.
İrlanda: BM silah denetçilerine biraz zaman verilmesinden yana. ABD ve İngiltere, Irak’a karşı askeri bir müdahaleden önce BM’e bir kez daha danışmalılar anlayışında.
Portekiz: ABD’ni Irak politikasını destekliyor. BM şemsiyesi altında Irak’a karşı savaşı da sınırsız destekliyor.
Belçika: Belçika, savaşa ve tek yanlı müdahaleye karşı. Uluslararası sorunların uluslararası çözümünden yana ve ikinci bir BM kararından önce savaşa katılıp katılmayacağını açıklamıyor.
Hollanda: Amerikan politikasını doğru buluyor, Irak’a karşı olası bir savaşın hazırlığına katılmak istediğini açıkladı ve NATO’dan yardım istenmesini de doğru buluyor.
Luksemburg: Diplomatik çözümden yana. ABD’nin kendi başına hareketine karşı ve Irak’a karşı savaşa sadece BM şemsiyesi altında katılmaktan yana.
İsveç ve Finlandiya: Her iki ülke de Irak’a karşı savaş için bir BM kararını ön koşul olarak görüyor.
Norveç: Başbakan K. M. Bondevik, ülkesinin Almanya gibi hareket edebileceğini açıkladı. Yani bu ülke Irak’a karşı askeri hiçbir faaliyet içinde olmak istemiyor.
Danimarka: ABD’nin politikasını destekliyor ve BM kararı olmadan da Irak’a karşı savaşılabileceği anlayışında.
İzlanda: Irak’a karşı savaş için yeni bir BM kararışı ön koşul olarak görüyor ve savaş denetçilerini biraz daha zaman verilmesinden yana.
Avusturya: Bu ülke henüz bir tavır belirlemiş durumda değil. Ama parlamentoda temsil edilen bütün partiler, savaşa karşılar ve BM denetçilerini zaman tanınmasından yanalar.
Macaristan: Irak, kitle imha silahlarına sahipse bu ülkeye karşı savaş yürütülmelidir ve bunun için de bir BM kararı tercih edilmelidir anlayışında.
Çek Cumhuriyeti: ABD’nin politikasını destekliyor.
Slovenya: ABD ve İngiltere’nin tek başına hareketini reddediyor. BM kararı olması durumunda nasıl hareket edeceği konusunda tavrı belirsiz.
Bulgaristan: Tavrı belirsiz. Karar vermek için zamanın henüz erken olduğu anlayışında.
Estonya: Amerikan politikasını destekliyor.
Letonya: Irak’a karşı savaş tutumunu NATO ile uyumluluk içinde belirlemek istiyor.
Litvanya: Kararı bilinmiyor.
Türkiye: Burjuvazinin „ulusal“ çıkarları savaşa katılmayı kaçınılmaz kılıyor.
Amerikan Dışişleri Bakanı Powell, Irak’a karşı savaşta ABD’nin bir dizi müttefiki olduğunu açıkladı. Amerikan emperyalizmi bu müttefiklerle „gönüllüler koalisyonu“nu oluşturacak. Bu gönüllülerin içinde sadece ABD, Türkiye ve Avustralya AB üyesi değil(x). Sadece bu gerçeklik NATO ve AB’nin „Doğu Genişlemesi“nin emperyalistler arası rekabetin; AB-ABD rekabetin boyutlarını gösteriyor.
Kanada, Japonya, Çin, bölge ülkeleri ve daha birçok ülke, BM silah denetçilerine biraz daha zaman tanınmasından yanalar. Çin, „Fransız tavrına“ benzer bir tavır içinde olduğunu açıklarken, Rusya, Irak’a silahlı müdahale için bir neden görmediğini açıkladı. Her halükarda BM silah denetçilerini biraz daha zaman verilecek.
Bazı Avrupa devletlerinin, Rusya’nın ve muhtemelen Çin’in de Irak’a karşı olası savaşı reddetme tavırları bu ülkelerin barışsever oldukları anlamına asla gelmez. Irak’a karşı olası savaşın engellenmesi konusunda bu ülkeler, umutla bakılması gereken ülkeler değil. Bu ülkelerin ekonomik çıkarları Amerika’nınkiyle çeliştiği için savaşa karşılar. Amerikan emperyalizminin elde etmek istediğini savaşarak elde edecek güçte olsalar, onlar da savaşırlar. Bunun böyle olduğunu, Ruanda’da (Fransa-ABD), Balkanlar’da (NATO ülkeleri, Rusya), Irak’a karşı ilk savaşta gördük. Barışçıl, savaşa karşı gözüken Alman emperyalizminin binlerce askeri, dünyanın dört bir yanında üslenmiş durumda.
Amerikan emperyalizminin kendisi açısından çözümü askeri müdahalede görmesi ve buna karşı bazı Avrupa devletlerinin insan haklarının savunucusu, barışsever gözükmesi, sorunun özünde hiçbir şey değiştirmiyor.
Amerikan emperyalizminin bu saldırganlığını sadece Ortadoğu’nun enerji kaynaklarını kontrol etme isteğiyle açıklayabilir miyiz? Veya ABD-Almanya-Rusya ve Çin arasındaki Irak’a karşı savaş vesilesiyle yaşanan çelişkili durum, sadece enerji sorunundan mı kaynaklanıyor?
Bu sorulara evet demek yanlış olmaz, ama eksik bir cevap olur. Amerikan emperyalizmi, “uluslararası terörizme karşı savaş” bahanesiyle bütün dünyaya karşı savaş ilan etmiş durumda. ABD, kendisinden yana olmayan herkese karşı savaşıyor.
Amerikan emperyalizminin Irak’a karşı savaşı, onun 21. yüzyıl hâkimiyeti planının, 21.yüzyılda dünya hegemonyası için jeopolitik açılımının önemli bir unsurudur. Hazar Havzası petrollerinde aslan payını alan Amerikan sermayesi, bu enerjiyi dünya pazarlarına taşıma sorunuyla karşı karşıya kaldı. Bu nedenle ve ayrıca, jeopolitika üretecek yetenekte olan Rusya, Çin, Almanya gibi rakiplerinin bu bölgeden uzak tutulması veya onların yanı başında olmak için Afganistan’ı işgal etti. Bu ülkenin işgali ve Orta Asya ülkelerine askeri olarak yerleşmek, Rus emperyalizminin kalbine saplanmış bir hançer anlamına geliyor. Afganistan’ın işgali, aynı zamanda, İran’ın ve Kafkasya’nın Güneyden/Doğudan da sarılması anlamına gelmektedir. Kafkasya’da ve Orta Asya’da Amerikan emperyalizmi, bu iki ülkenin jeopolitik yeteneğini zayıflatmak anlamına da gelmektedir.
Kıbrıs’ta ve Doğu Avrupa’da (NATO) Amerikan emperyalizmi, bir bütün olarak AB’nin ve özel olarak da Alman emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkasya yolunu kesmek anlamına gelmektedir.
Amerikan emperyalizmi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, ekonomik ve askeri gücüne dayanarak bütün rakiplerinde daha erken hareket ederek, 21.yüzyıl dünya hegemonyası için işgal etmesi gereken ülke ve bölgeleri önemli oranda işgal etmiştir.
Böylesi bir dünya koşullarında alternatif sorununa nasıl bakılmalıdır? Savaşa, kapitalizme, kapitalist barbarlığa, emperyalizme karşı kim alternatif güçü oluşturmaktadır? Gerçek alternatif güçün ortaya çıkmaması için adeta özel bir çalışma yapılmaktadır. Bu faaliyete katılanların kişisel anlayış ve niyetinden bağımsız olarak, faaliyetin örgütleyicileri, “başka bir dünya mümkündür” adı altında reforme edilmiş kapitalizmin, pasifizmin, dolayısıyla da yeniden savaşların örgütleyicileri durumundalar.
Tarih, barış talebinin yükseltenlerin sadece pasifistler olmadığını sayısız defa kanıtlamıştır. Bizzat savaş kışkırtıcıları, barışı sağlamak için savaştıklarını açıklamıyorlar mı? Barış konusunda pasifistlerin belirleyici özelliği, kapitalizme; burjuva mülkiyet ilişkilerine, burjuva iktidara dokunmadan savaşın engellenebileceği anlayışıdır. “Antiküresel hareket”in, savaş karşıtı hareketin ve anti-AB hareketinin bileşenlerinin anlayışına bakın: Hepsi sınıf mücadelesini reddediyor. Hepsi reformdan, kapitalizmi insancıllaştırmaktan, yaşanabilir bir sisteme dönüştürmekten yana. Pasifistler, savaşa karşı sınıf mücadelesini reddediyorlar. Yani işçi sınıfı, savaşsız bir kapitalizmin olabileceğine, insancıl bir kapitalizmin olabileceğine inanmalıdır, savaşın kapitalizmin/emperyalizmin ayrılmaz bir parçası, evet bir yasası olduğunu unutmalıdır. Dolayısıyla işçi sınıfı, sınıfsal çıkarlarını, sömürü düzenini yıkmak ve sosyalizmi kurmak gibi tarihsel misyonunu unutmalıdır.
Pasifizm zor sorununun materyalist analizini yapmaz. Onun işçi hareketiyle bağı, militarizme ve savaşa karşı (işçi sınıfı açısından sadece haksız savaşa karşı) muhalifliktir. Pasifizmin zora başvurmama dogmatizmi, sınıf mücadelesini ve ulusal kurtuluş hareketini reddetmesi anlamına gelmektedir. Böylece pasifizm, sınıflar arası bir konum alıyor ve savaş kışkırtıcılarıyla savaşın kurbanları arasında kalıyor. Her iki tarafa da siyasi olarak eşit mesafede duruyor. Onun suçu, safderunluğunda aranmalıdır.
İlk barış güvercinleri yükselmeye başladığında elini çabuk tutan burjuva, küçük burjuva yorumcular ve erken başarı umuduyla kıvranan bazı “sol”lar, yeni bir barış hareketinin doğduğunu ilan etmekte gecikmediler. Ama “yeni” olanı ilan etme peşinde olan bu akıl fukaraları, barış için hareketlenmenin veya savaş karşıtı hareketin, aynen “antiküresel hareket” gibi oldukça heterojen olduğunu bilmezlikten geliyorlar. Savaş karşıtı harekette veya yeni bir barış hareketi olarak gelişen bu harekette; en basitinden ve somut olarak Irak’a karşı savaşı protesto mantığında esas olan, bir an önce normal yaşama dönülmesi istemidir. Yani Irak’a karşı savaşı protesto eylemleri örgütleyen çevrelerin bir kısmı (dini çevreler buna bir örnektir), biran önce günlük yaşama dönülmesini talep ediyor. Onlar açısından, şurada burada katliamdan, talandan, sömürüden ve baskıdan oluşan günlük yaşam, “barış zamanı”dır.
Tabii bununla yetinmeyen, “barış zamanı”nı biraz farklı anlayan pasifistler de var. Bu pasifistler, barış talebini, savaşa karşı tavırlarını kapitalizmin insancıllaştırılması talepleriyle, kapitalist sistemin reforme edilmesi talepleriyle bağlam içinde ele alıyorlar.
Bu türden pasifistlere, “antiküresel hareket”in önde gelenlerini örnek olarak gösterebiliriz (Kuzey Amerika’dan Naomi Klein, Walden Bello. Fransa’dan Pierre Bourdieu, Susan George ve daha “sol” gözüken ve 21. yüzyılın “Manifesto”sunu yazdığına inanan Toni Negri. Bunlar, “antiküresel hareket” içinde yer alan küçük burjuva kesimin, örneğin ATTAC’ta yuvalananların bir kısmıdır.
Bu türden pasifistler, kapitalist sistem içinde demokratik hakların geçerli kılınabileceği hayalini yayıyorlar. Öyle ki, savaşa karşı mücadelede, “terörizme karşı sivil bir cevabın” bulunmasını talep ediyorlar. Burjuva iktidarları, hukuka riayete, devletlerarası hukuka uymaya çağırıyorlar, yani insanları, bu taleplerin kapitalizmde gerçekleştirilebileceği hayaliyle avutuyorlar. Onların temel düşüncesi şöyle: Suçlular (yani “teröristler”) bulunmalı ve yargılanmalı. Bunlar açısından devrimci zor da terördür. O halde devrimciler ve komünistler de bulunmalı ve yargıya teslim edilmelidir. Bu “barışseverler”, terörün kaynağına kafa yormuyorlar. Tam tersine, terörün kaynağının, düzeltmek, reforme etmek istedikleri sistem,; kapitalizm olduğunu görmek istemiyorlar. Tabii “Tobin-Vergisi”ni kapitalizme karşı mücadelesinde bayrak edinenlerin, bu verginin de terör ve sömürünün, talanın ve savaşın bir parçası olduğunu görmeleri olası değildir.
Bu bayların dilinden düşmeyen bir slogan da şu: „Savaş çözüm değildir“! Niye değil ki? Savaş, bir çözümdür. Savaş, hem burjuvazi açısından ve hem de işçi sınıfı açısından bir çözümdür. Şüphesiz ki işçi sınıfı, kan dökmeden, savaşmadan siyasi iktidarı ele almak ister, ama burjuvazi buna yanaşmayacağı için, işçi sınıfının da kapitalist düzeni yıkmak için savaşmaktan başka yolu yoktur. Burjuvazi ise savaşı, çıkarlarını geçerli kılmanın en meşru yollarından birisi olarak görür ve ona göre hazırlanır. “Savaş çözüm değildir” anlayışıyla bu pasifistler, savaşsız bir kapitalizmin olabileceği ve işçi sınıfının da siyasi iktidar için savaşmaması gerektiği, çünkü kapitalizmin reforme edilerek yaşanabilir sistem haline getirilebileceği hayalini yayıyorlar.
Pasifistler ve tabii reformistler de, savaşa karşı gelişen hareketi, sembolik ve medyatik eylemlerle ve burjuva iktidarlara yönelik moral çağrılarıyla sınırlandırmak istiyorlar. Moral (ahlak) ve adalet, burjuvaziyi etkilemez. Bu anlayışla sınırlandırılmış kitle eylemleri de fazla etkilemez. Ama bu eylemler, üretimi ve iletişimi; ekonomik ve toplumsal yaşamı etkileyen anlayışlarla birleştirildiğinde –pasifistlerin ve reformistlerin korkusu da budur- işte o zaman burjuvazi geri adım atmak zorunda kalır.
Pasifistlerin talepleri, savaşa karşı mücadelede mücadele amacı yapılamaz, sloganlaştırılamaz Bunu yapan da –sübjektif niyeti ne olursa olsun- bizzat pasifist olmuş demektir. Pasifistlerin bildikleri doğrultuda mücadele etmelerine karşı olamayız. Ama onların anlayışının ideolojik olarak ne denli yanlış ve tehlikeli olduğunu, bu anlayışların esas alındığı ittifakların olamayacağını hitap ettiğimiz yığınlara açıklamak zorundayız. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, savaşa karşı mücadelenin pasifist anlayışlarla yapılmayacağını bilmek zorundadırlar. Sorunumuz ne pahasına olursa olsun en geniş kesime ulaşmak değil, mücadeleci bir hareketin oluşması için mücadele etmek olmalıdır. Bu, pasifistlerin düzenledikleri eylemlerden uzak durma anlamına gelmez. Tam tersine orada yer almalıyız ve hareketi etkilemeliyiz.
Şüphesiz ki burada söz konusu olan, savaşa karşı şu veya bu biçimde sürdürülen eylemler değildir. Önemli olan, üzerinde durulması gereken bu değil. Önemli olan, ideoloji, sınıfsal bir duruş olarak pasifizmdir. Bunun üzerinde durmak gerekir. Bugün bu ideoloji doğrultusunda hareket edenler, savaşla kapitalizm arasındaki bağı özellikle kopartıyorlar, savaşsız bir kapitalist düzenin olabileceği hayalini yayıyorlar.
Hemen bütün önde gelmen emperyalist ülkelerde pasifizm, işçi sınıfının devrimci duruşu önünde bir tuzaktır. Bu ülkelerde pasifizm, militarist ideolojinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu ülkelerde “barış” partileriyle savaş partileri arasında; barıştan ve savaştan yana olan partiler arasında hemen hiçbir fark kalmamıştır. Almanya, buna en tipik örneği oluşturmaktadır. Bu ülkede birçok “sol”, bunun ötesinde Cohn Bendit, Fischer gibileri, barış ve insancıl müdahale adına savaş kışkırtıcılığı yapıyorlar. Yugoslavya’ya; Bosna ve Kosova’ya bakan bunun böyle olduğu görülecektir.
Pasifizmin ideologları, bilinçli savunucuları, pasifizmin yeniden savaşa neden olduğunun bilincindeler. Acaba pasifizmin etkisi altında olan yığınlar da bunun bilincindeler mi ve buna karşı ne türden bir aydınlatma çabası içindeyiz?
Savaş ve barış arasındaki sınırlar giderek yok oluyor. Özellikle 11 Eylülden sonra Amerikan emperyalizmi önderliğinde sürdürülen “uluslararası terörizme karşı savaş”, kanıksanmamalıdır, dünyanın normal durumu, “barış” hali olarak görülmemelidir.
Emperyalizm küresel kontrolünü polisiye ve askeri müdahaleler sistemiyle gerçekleştiriyor. Bu, bir savaş durumu mudur, yoksa barış durumu mudur?
-----------------------
(x)Bu yazının hazırlanmasından birkaç gün sonra 8 AB ülkesi (İngiltere, İtalya, Portekiz, İspanya, Danimarka, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti) Amerikan emperyalizminin yanında yer aldığını açıkladı.

30 Ocak 2003 Perşembe

DÜNYA SOSYAL FORUMU ALTERNATİF Mİ?

Bu seferki Dünya Sosyal Forumu’nda (DSF), dört veya beş ana başlık altında toplayabileceğimiz 30 kadar konu ele alındı: Demokratik gelişme; ilkeler ve değerler, insan hakları ve çeşitlilik ve eşitlik; siyasi iktidar, sivil toplum ve demokrasi; demokratik dünya düzeni, militarizme karşı mücadele ve barışın teşviki.

23-28 Ocak arasında gerçekleştirilen bu DSF’na kimler katıldı? (Daha doğrusu kim katılmadı ki!) Soruna sınıfsal açıdan baktığımızda bu foruma katılmayan hiçbir sınıf yoktu: Büyüğü, ortancılı ve küçüğüyle bir bütün olarak burjuvazi oradaydı. Emekçiler ve işçi sınıfı da oradaydı. Şöyle de diyebiliriz: Açılışına katılan 100 binlik kitle, köylü örgütlerini, gençlik örgütlerini, sendikaları, reformist partileri, kiliseyi; dini grupları, barış hareketini, savaş karşıtı hareketi, feministleri, homoseksüelleri, kendini satan kadınlar hareketini, değişik hükümet dışı örgütlenmeleri temsil ediyorlardı. Yani bu forumda, dünyalı adına hemen herkes; her siyasi akım oradaydı.

Bu foruma 121 ülkeden ve toplam 4962 örgütten 29704 delege katıldı. Ve Davos’a (Dünya Ekonomik Forumu) alternatif olarak aynı zaman dilimi içinde gerçekleştirildi

DSF, bütün dünyada kurulan bölgesel ve konulara göre sosyal forumların çatı örgütü durumunda (Avrupa, Asya, Afrika, Pan-Amazon, Filistin Sosyal Forumları).

DSF, Haziran 2001’deki ilk DSF tarafından kararlaştırılan „İlkeler Şartı“nı esas almaktadır: Buna göre DSF, bütün bölgesel ve konuya göre forumları birleştirerek neoliberalizme, paranın hâkimiyetine, her biçimde emperyalizme karşı ve insan ve vatandaş hakları, çevre temizliği, demokratik ve sosyal adalet, halkların eşitliği ve kendi kaderlerini tayin hakkı için mücadele etmeyi esas alır. Örgütleyicilerinin açıklamasına göre bu türden sosyal forumlar, dünya çapında bütün örgütlere, gruplara, inisyatiflere, partilere vs. açıktır ve tartışmak, siyasi analizler yapmak, görüş teatisinde bulunmak için bir kürsü görevi görmektedir. Bu anlamda sosyal forumların kendileri siyasi tavır belirlemiyorlar, ama başkalarının siyasi tavır belirlemeleri için olanak sağlıyorlar. Bu forumlara parti ve askeri örgütlenmelerin temsilcileri çaeğrılmıyor. Buna rağmen, parti temsilcilerinin çağrıldıkları ve konuştukları da bir gerçektir.

DSF’unun anlamı nedir? Kime hizmet ediyor veya ele alınan sorunlara hangi sınıfsal açıdan bakıyor? Veya DSF, belirtilen sorunların çözümünde bir araç mıdır? Irak’a karşı emperyalist savaşın ve neoliberalizme karşı mücadelenin ön plana çıkarıldığı bu forum veya genel olarak DSF, bir alternatif midir? Bir stratejiye ihtiyacı var mıdır veya bir strateji oluşturmak için gerekli siyasal ve sınıfsal özelliği var mıdır?
Şüphesiz, soruna hangi açıdan bakarsak bakalım, bu forumda da sermayenin uluslararasılaşmasına; burjuva kavramla ifade edecek olursak “küreselleşmeye” alternatif olmak esas alındı.

DSF’nun temel özelliği, kapitalist sistemin eleştiriyle düzeltilmesine yardımcı olmaktır. Bu forumun bileşenlerinin ezici çoğunluğu veya onun politik yönlenmesini belirleyen güçler, burjuva düzenin, kapitalist üretim biçiminin reformist savunucularıdır. DSF açısından bugünkü kapitalizm/emperyalizm vahşidir, insan haklarını, başka ulusların kendi kaderini tayin hakkını dikkate almıyor, azami kar için talan ediyor, başka ülkeleri işgal ediyor. Bu haliyle kapitalizm işsizliğe neden oluyor vs. vs. DSF, bu kapitalizm/emperyalizm karşısında reforme edilmiş, demokratikleştirilmiş (!) bir kapitalist-emperyalist sistemi alternatif olarak görüyor. Dolayısıyla bu forumun temel sloganı “başka bir dünya olasıdır”, reforme edilmiş kapitalizmi ifade ediyor. “Başka bir dünya olasıdır” kavramı, mülkiyet ve üretim ilişkilerini hiçbir şekilde tartışma konusu yapmıyor. Tam tersine, sosyal forumun bileşenlerinin ezici çoğunluğu, açıktan açığa burjuva mülkiyet ilişkilerini savunuyor. Onlara göre bu mülkiyet ilişkilerine dokunulmayacak, bu mülkiyetten dolayı siyasi iktidarı elinde tutan burjuvazinin hâkim konumuna dokunulmayacak. Peki ne yapılacak? Tekellerin, sermayenin “aşırı” kar hırsı, talancı eğilimleri frenlenecek, kar için, nüfuz alanı için savaşmaya değmez denecek. Ve gerçekten de bu yapılıyor. Savaşa hayır deniyor, ama bu forumun eylemlerine, faaliyetine umutla bakan milyonlarca insana savaşın, talanın, sömürünün gerçek nedeni açıklanmıyor. Dünya çapında milyonlarca insan nezdinde kapitalist/emperyalist sistemin reforme edilebileceği, düzeltilebileceği ve insanların özgürce yaşayabilecekleri bir sistem haline getirilebileceği hayali yayılıyor.

DSF anlayışı, sosyalizme karşı bir anlayıştır. Marksistler de “başka bir dünya olasıdır” diyorlar ve bu olasılığı 1917’de Ekim Devrimiyle gerçekliğe dönüştürdüler. Markistlerin anladığı “başka bir dünya olasıdır” ile bu forumun anladığı “başka bir dünya olasıdır” arasındaki çelişki sınıfsal karakter taşımaktadır, uzlaşmazdır. Birisi mevcut kapitalizm/emperyalizm karşısında reforme edilmiş kapitalizm/emperyalizmi alternatif olarak görüyor, diğeri ise hangi biçimde olursa olsun kapitalist/emperyalist sistemin alternatif olarak sosyalizmi görüyor. Yani soru reformizm mi devri mi anlayışında düğümleniyor.
Dünya çapında milyonlarca insanı etkileyen bu forum hareketine komünist güçler gerekli ilgiyi göstermiyorlar. Adeta seyrediyoruz, eleştiriyoruz. Yapmamız gereken, bu forumun her eyleminde uluslararası çapta örgütlü olarak hareket etmektir. Şu ülkenin, bu ülkenin komünistleri olarak değil, uluslararası komünist hareket olarak bu türden kendiliğindenci kitlesel hareket içinde yer alarak onu yönlendirmek zorundayız. Bunu yapmadığımız müddetçe de bu türden hareketlerin etkisinde kalan yığınlar, reformizm tarafından şekillendirilirler.

15 Ocak 2003 Çarşamba

PETROL, MİLİTARİZM VE SAVAŞ


 
Amerikan emperyalizmi, her an dünya çapında askeri müdahalede bulunmak için yerküreyi beş komutanlık merkezine bölmüştür. Kuzey Amerika’da sorumlu olan, “Joint-Forces-Commando” (USJFCOM) merkezidir. “Pacific Command” (USPACOM), Asya ve Okyanuslar için sorumludur. Avrupa’dan sorumlu olan da “European Command”dır (USEUCOM). “Southern Command” (USSOUTHCOM) ise Orta ve Güney Amerika’dan sorumludur. Afrika, Arap Yarımadası, Basra Körfezi ve Orta Asya’dan sorumlu olan da “Central Command”dır (USCENTCOM). (1991’de USCENTCOM, etki alanını, eski Sovyet cumhuriyetlerini kapsayacak şekilde genişletti ve böylece faaliyet alanına bu bölgeden Somali’ye kadar uzanan coğrafyadaki 25 devlet dahil oldu).

Amerikan emperyalizmi oluşturmuş olduğu bu beş komutanlık merkeziyle Amerikan tekelci sermayesinin çıkarlarını savunmayı, dünya çapındaki mevcut üstün konumunu devam ettirmeyi, bunun ötesinde 21. yüzyılda da hakimiyetini sürdürmeyi, olası rakiplerinin gelişmesini ve önemli yeraltı zenginliklerini kontrol etmeyi ve devrimci mücadeleleri, ayaklanmaları bastırmayı amaçlamaktadır.

Amerikan emperyalizmi, hakimiyet alanını genişletmek ve rakiplerini bu alanlardan uzak tutmak veya onların hakimiyet alanını ele geçirmek için Monreo’dan bugüne bir dizi doktrin geliştirmiştir.

Soruna son dönem ve Körfez’deki durum açısından bakarsak Carter-Doktrin’inin Körfez Savaşında önemli bir çıkış noktası oluşturduğunu görürüz. “Arc of crisis“ („Kriz Kavisi“) geçen yüzyılın ’70’li yıllarının sonundan itibaren Amerikan emperyalizminin Orta Asya ve Ortadoğu için kullanmaya başladığı bir kavramdır. Bu anlayışın oluşturulmasında sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin Afganistan’da hakimiyet kurmak için bu ülkeyi işgale girişmesi ve Irak’ta S. Hüseyin’in iktidara gelmesini sağlayan 1978/1979 olayları belirleyici rol oynamıştır. Bu doktrinin içeriği esas itibariyle şöyle: Basra Körfezi’ni, özellikle de petrol kaynaklarını ele geçirmeye çalışan dost olmayan her güç, ABD’nin yaşamsal çıkarlarını tehdit ediyor demektir. Bu nedenle, bu güce karşı mücadele esastır ve bu mücadele, gerekirse askeri araçlarla da yürütülmelidir.

Bu doktrini gerçekleştirmek için „Rapid Deployment Task Forces“ (RDJTF) kurulmuştur (Mart 1980). Daha o zaman Amerikan emperyalizmi, bölgedeki olası askeri harekat yeteneğini, her an engelsiz kullanmak için, bölgeye deniz ve kara gücü yerleştirmeye çalışmış ve bölge ülkelerini amacına ulaşmak için zorlamıştır. Reagan’ın iktidara geldiğinde RDJTF, “US Central Command”a dönüştürülmüştür.

Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi (1990), Amerikan emperyalizminin bölgedeki askeri yapısını hızla yeniden şekillendirmeye zorlamıştır. Aynı zamanda Amerikan emperyalizmi, Körfez Savaşını (1990/1991), dünya çapında önderlik iddiasını güçlendirmek (Bu savaşta 30 ülkeden oluşan emperyalist koalisyonu kurması ve savaşa önderlik etmesi, onu bu iddiasında daha da güçlü kılıyordu) için kullanmış ve bölgedeki devletlerle güvenlik ve işbirliği anlaşmaları yapmıştır. Bu türden işbirliğinin gelişmesinde 1981’de kurulmuş olan „Körfez-Kooperasyon Konseyi (GCC) önemli bir rol oynamıştır. GCC’nin kurulmasından sonra bölge ülkeleri arasındaki ilişkiler de değişmiştir. Yeni olan, bir tehdit durumunda hangi devletin Amerikan askeri yardımını talep edebileceğinin, hangilerinin bu talepten yoksun olduklarının belirlenmiş olmasıydı. Bu işbirliğin sonucu olarak Amerikan emperyalizminin bölgede asker konuşlandırması sorun olmaktan çıkmış, işbirliğine dahil ülkelerde silahlanma artmış, ortak tatbikatlar düzenlenmiştir. ABD, Türkiye ve İsrail arasındaki stratejik işbirliği de bu çerçevede ele alınmalıdır.
Böylece Amerikan emperyalizmi, Irak başta olmak üzere bütün bölgeyi, her an, istediği gibi kontrol etme ve gelişmeleri izleme olanağına kavuşmuş oluyordu.

11 Eylül saldırısını fırsat bilen Amerikan emperyalizmi, Pentagon planlarını hızla gerçekleştirmeye başlamış ve bu nedenle önce Afganistan’a karşı savaş açmıştır ve aynı zamanda da Körfez’deki askeri varlığını takviye etmiş, bölge ülkeleriyle yeni ek anlaşmalar imzalamıştır. Gelişmelerin de gösterdiği gibi Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’da askeri olarak, sadece bu bölgeyle sınırlı gelişmeleri kontrol etmek için konuşlanmamıştır. ABD, Ortadoğu’yu, Kafkasya ve Orta Asya’ya sızmak için bir üs olarak da kullanmaktadır. 
 
Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu kavramını, Kafkasya/Hazar Havzası ve Orta Asya’ya doğru genişletmiştir. Açık ki, 11 Eylül saldırısı ve onu takip eden „uluslararası teröre karşı savaş“, Pentagon tarafından daha önce; Soğuk Savaş döneminde hazırlanan planların yaşama geçirilmesi için bir vesile olmuştur.

Kafkasya’dan Çin’e kadar uzanan bölge, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl hakimiyetinin, jeopolitikasının esasını oluşturmaktadır. Amerikan emperyalizminin ideologları ve jeopolitikacıları, 21. yüzyıla hakimiyetin bu bölge üzerine hakimiyetten geçtiğini biliyorlar. Körfez Savaşı, yeni Balkan Savaşları, Afganistan Savaşı ve şimdi de olası Irak savaşı, Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti stratejisini gerçekleştirmeye hizmet etmiştir ve etmektedir.

Savaş ve „küreselleşme“, birbirinden ayrılmaz oldu, adeta ikiz kardeşler. Savaş, „küreselleşme“, dünya çapında militarizm, neoliberalizmin ajandasını oluşturmaktadır. Dikte eden, Amerikan emperyalizminin Askeri Sanayisel Kompleksi’dir. Kime karşı niçin savaş açılacağını da jeopolitikacılar belirliyorlar.

Amerikan emperyalizmi, Balkanlar’dan, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası’ndan oluşan üçgene yerleşti, NATO vasıtasıyla bu bölgelerde stratejik konuşlandı. Böylece Amerikan ve aynı zamanda İngiliz petrol tekellerinin çıkarları garanti altına alındı. Bu tekeller de silahlanma sanayi ile sıkı işbirliği içindeler.

Orduların nerelerde konuşlandırıldığı, amacın ne olduğunu ele veriyor: Amerikan işgal orduları, önemli enerji kaynaklarının olduğu yerlerde konuşlandırılıyor. Dünya çapında bilinen petrol kaynaklarının yüzde 65’i ve doğalgaz kaynaklarının da yüzde 35’i Basra Körfezi’nde bulunmaktadır.

Hazar Havzası’nın bilinen ve tahmin edilen petrol ve doğalgaz zenginliği, Basra Körfezi’ninki kadar olmasa da, bu bölge, bu yeraltı zenginlikleri bakımından dünyada ikinci sırada yer alıyor. Bu nedenle Körfez ve Hazar Havzası, Amerikan hakimiyeti açısından mutlaka ele geçirilmesi gereken alanlardır. Aynı durum diğer önde gelen emperyalist ülkeler için de geçerlidir.

ABD, dünya nüfusunun ancak yüzde 5’ini oluşturmasına rağmen, dünya enerji üretiminin yüzde 25’ini tüketmektedir. Amerikan emperyalizmi, enerji ihtiyacını karşılamak için ithalat yapmak zorunda. Örneğin 2001 yılında enerji ihtiyacının yüzde 54’ünü ithalat yoluyla gidermiştir. Bu ihtiyacın yaklaşık yüzde 30’ Ortadoğu’dan, yüzde 15’i Afrika’dan ithal edilmiştir. Amerikan enerji bakanı Spencer Abraham’ın yaptığı açıklamaya göre 2020 yılında Amerika’nın Ortadoğu’dan yapacağı enerji ithalatı, bütün enerji ithalatının yüzde 62’sine eş düşecek. Avrupa’nın ise enerji bakımından bu bölgeye bağımlılığı, 2030 yılında petrolde yüzde 92’ye ve doğalgazda da yüzde 81’e çıkacak.

Cheney-Raporu“na göre Amerikan emperyalizmi, enerji ihtiyacını sağlamak için enerji kaynaklarına her an sahip olmanın garanti altına alınmasını kararlaştırmış. Yurt dışında enerji kaynaklarının garanti altına alınması, enerji bölgelerinin işgal edilmesinden başka bir anlama gelmez. Bugün yapılan da bundan başka bir şey değildir.
Ortadoğu ve Hazar Havzası’na yerleşen ABD, bu bölgelerdeki enerji kaynağına sahip olmanın ötesinde, AB ve Japonya gibi rakiplerinin enerji ihtiyacını da kontrol altına almayı ve bu bölgelerdeki enerji kaynaklarını, rakipleri karşısında rekabet silahı olarak kullanmayı amaçlıyor.

Şüphesiz ki bu emperyalist merkezler (AB ve Japonya) ve bunların ötesinde Rusya ve Çin, Amerikan emperyalizminin enerji bölgelerindeki hakimiyeti karşısında sessiz kalmayacaklardır. Bugün açısından bakıldığında bu bölgelere ABD, Rusya ve Çin’in rızasını alarak yerleşiyor gözüküyor. Gerçekte ise durum tamamen başka. Bu rekabet merkezleri (ABD,AB, Japonya, Rusya, Çin) arasında „it dalaşı“ süreklilik arz etmektedir. Bugün ABD, bölgede görece önde gelen aktör konumundadır. Irak’a karşı olası saldırıyla bu konumunu daha da güçlendirmeyi hedeflemektedir.