deneme

27 Şubat 2008 Çarşamba

DEMEK Kİ İŞSİZLİĞİN NEDENİ “YANLIŞ EKONOMİ POLİTİKALARIN SONUCU”YMUŞ!


 
21 Şubat 2008 tarihli Milliyet’te Güngör Uras, “İşsizlik artıyor umursayan yok” başlıklı yazısında artan işsizlikten bahsediyor. Uras beyin artan işsizlik konusunda duyduğu kaygıları paylaşıyoruz. “Politikacılar bu konuya ilgi göstermiyorlar” anlayışına ise katılmıyoruz. Ama aynı zamanda Sayın Uras’ın “Politikacılar bu konuya ilgi göstermiyorlar” anlayışının –politikacılar bu konuya Sayın Uras’ın beklentileri doğrultusunda ilgi gösterseler de- boş bir beklenti olduğunu ve “İşsizlik… yanlış ekonomi politikalarının sonucu olarak ortaya çıkar. İşsizlik artarken uygulanan ekonomi politikasının başarısından söz edilemez” anlayışının ise tamamen yanlış olduğunu söylemek isteriz.

Politikacılar bu konuyla oldukça ilgilidirler. Bu ilgi, işçilerin çıkarları doğrultusunda olmayan, ama doğrudan doğruya sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir ilgidir. Bu nedenden dolayı politikacıların bu konuya duydukları ilgi çoğu kez toplum tarafında ilgisizlik olarak algılanır.
Burjuva politikacıların işçilerin çıkarları açısından işsizliğe ilgi göstermelerini beklemek gerçekten de bir hayaldir. Onlar kendilerine verilen oyla oraya seçilmişlerdir veya seçilmemiş olarak güya “halkın” adına politika yapmaktalar. Ama insanlık tarihinin burjuva döneminin gösterdiği gerçek, burjuva politikacıların işçi sınıfı ve emekçi yığınların sorunlarına çözüm bulmak için politika yapmadıklarıdır. Bu türden politikacı unsurların görevi, mevcut düzenin, insanları işsiz bırakan, aç bırakan, evsiz bırakan, sağlıksız bırakan, sömürüye, baskıya mahkûm eden bu düzenin; burjuva düzenin çıkarlarını korumaktır. Kimileri bu düzeni muhafazakâr konumda, kimileri sosyal demokrat konumda politika yaparak korumaya çalışır. Herhalde Sayın Uras da bu görüşe katılır.

Sayın Uras’ın söz konusu makalesindeki temel yanılgısı, işsizliğin nedenini “yanlış ekonomi politikalar”da aramasıdır.
Demek oluyor ki, politikacılar doğru ekonomi politikalar ileri sürerlerse veya ülkede uygulanan ekonomi politikalar doğru olursa o ülkede işsizlik de olmazmış! Bizim itiraz ettiğimiz, tamamen yanlış bulduğumuz anlayış da budur.

En azından siyasi görüşlerinden dolayı Sayın Uras’ın işsizliğin nedenini “yanlış ekonomi politikalar”da aramaması gerekirdi. Sayın Uras da bilir ki, kapitalist üretim biçiminin hâkim olmasından bu yana burjuva ekonomistler ve politikacılar işsizliğin nedeni üzerine bir dizi anlayış geliştirmişlerdir. 1830’lu yılların İngiltere’sinde ekonomik krizden ve üretimde kullanılan yeni makinelerden (teknolojilerden) dolayı sokağa atılan işçilerin, işsizliğin nedeni olarak makineleri gördükleri ve tahrip etmek için makinelere saldırdıkları dönem artık geride kalmıştır. Bugünün işçi sınıfı işsizliği öyle savunulduğu gibi yanlış ekonomi politikaların sonucu olarak da görmüyorlar.  Günümüzde işçi sınıfı,    işsizliğin kapitalist üretim biçiminden kaynaklandığını, bu sistem var oldukça da işsizliğin var olacağını anlamasalar da, işsizliğin üretimden, teknolojinin üretimde kullanılmasından kaynaklandığını, ister ekonomik kriz olsun isterse de olmasın işçilerin her dönem sokağa atıldıklarını yaşadıkları, gördükleri için anlıyorlar.

Hükümeti ve muhalefetiyle burjuvazi, burjuva ekonomistler, yazarlar, politikacılar yüzyıllardan bu yana -en azından 1800’lerin ilk çeyreğinden bu yana işsizliğin nedeni üzerine bolca yazıp çizmişler, öneriler, paketler sunmuşlardır. Ama bunların hiç birisi tutmamış, çıplak yaşam bu türden anlayışları mahkûm etmiştir.  Kapitalist üretim biçiminin hâkim olmasından beri sürekli işsiz olduğuna ve bu konu sürekli gündemde olduğuna göre ve Uras Bey de işsizlik “Yanlış ekonomi politikalarının sonucu olarak ortaya çıkar” anlayışında olduğuna göre bu burjuvazi, ekonomistleri, hükümetleri hiç mi doğru ekonomi politikalarına sahip olmadılar? Bunlar hep yanlış mı düşündüler ve düşünüyorlar?

Sayın Uras’a göre "İşsizlik artarken uygulanan ekonomi politikasının başarısından söz edilemez"miş.
Uygulanan ekonomi politikalarının başarılı olup olmamasının kıstasını işsizliğin gelişme seyri ile bağlam içinde alanlar sosyal demokratlardır. Sosyal demokratlara göre issizlik ne kadar azalırsa uygulanan ekonomi politikaları da o kadar başarılıdır ve tersi. Tabii diğer burjuva kesimler de ayni anlayıştalar. Ama bu konuyla en çok oynayanlar sosyal demokratlardır.

Unutulan nokta, uygulanan hiçbir ekonomi politikası, işsizliği göz önünde tutmaz. Burjuvazi tarafından uygulanan ekonomi politika, sermayenin çıkarlarına göre şekillenmiş bir ekonomi politikadır. Burjuvazinin ister muhafazakâr kanadı olsun, isterse de sosyal demokrat kanadı olsun, söylem, ifade etme biçimi ne kadar farklı olursa olsun sermayenin çıkarlarına hizmet etmek göreviyle karşı karşıyadır. Sermayenin ihtiyacı, ekonomi politikanın içeriğini oluşturur. İşsizlik ise sermayenin talepleri arasında öncelikli bir konuma sahip değildir.

Sermayeler/işletmeler arasındaki rekabet kaçınılmaz olarak en modern teknolojinin üretimde kullanılmasını beraberinde getirir. Her modern makine, otomasyon, rasyonelleştirme, özelleştirme sürekli olarak işçilerin yığın yığın sokağa atılmalarına neden olur ve burjuva ekonomi politikanın başarısı da sermayenin taleplerini yerine getirmek için ne kadar çok işçinin işsiz kaldığıyla doğru orantılıdır. Yani burjuva ekonomi politika, sermayenin kendini yenilemesi talebini ne kadar çok yerine getiriyorsa ve ne kadar çok işçiyi sokağa atıyorsa o kadar başarılıdır. İşin gerçeği böyledir.

Hiçbir ekonomi politikası kapitalizmin nesnel yasalarını değiştiremez. Hiçbir ekonomi politikası işsizliği ortadan kaldıramaz. Hele işsizliğin kronikleştiği, süreklilik arz ettiği ve kitleselleştiği günümüz koşullarında bu bir hayaldir. Çünkü Türkiye de dâhil gelişen ve gelişmiş kapitalizm koşullarında varlığını sürdürmek isteyen her sermaye, rekabet gücünü arttırmak zorundadır. Rekabet gücünü arttırmak da yoğun teknoloji kullanmaktan geçer. Yoğun teknoloji kullanımı daha çok işçinin sokağa atılması demektir. Burjuva ekonomi politikasının başarılı olup olmadığının kıstası budur: Rekabet gücü olsun diye sermayeyi desteklemek, daha çok işçinin sokağa atılmasının önünü açmak. İster ekonomik kriz dönemlerinde olsun isterse de ekonomik krizin olmadığı dönemlerde olsun burjuva ekonomi politikasının sonuçları hep böyledir. Mevcut hükümetin ekonomi politikası ve ekonomik krizin patlak vermesi durumunda ekonomi politika adına alacağı tedbirlerin kimin çıkarına olduğunu ve olacağını hep beraber göreceğiz.
Burjuva düzende bunun böyle olduğunu ve başka türlü olamayacağını Sayın Uras bilmiyor mu? Mutlaka biliyordur. Ama söylemiyor. Kendine göre sosyal demokratlık yapıyor.

İşçi sınıfı örgütlü, siyasal mücadelesiyle sermayenin saldırganlığını frenleyebilir, ama bu düzen içinde işsizliği ortadan kaldıramaz.
İşsizlik ancak ve ancak sosyalizmde yok edilebilir. Bunun böyle olduğunu Sayın Uras da biliyor. Ama kendine göre sosyal demokratlık yaptığı için gerçeğini dile getirmiyor.

21 Şubat 2008 Perşembe

BAGIMSIZLIK MI YOKSA BAGIMLILIK MI?



 
17 Şubatta Kosova bağımsızlığını ilan etti. Bunun nasıl bir bağımsızlık olduğu, bağımsızlığın koşullara bağlı olmasından da anlaşılmaktadır. Yani ortada bir bağımsızlık yok, bağımsızlık adına belli koşullara bağlanmış bir bağımlılık söz konusudur.

Şüphesiz ki Kosovalılar bağımsızlık ile sosyal ve ekonomik durumlarının iyileşmesi arasında bağ kuruyorlar, Sırbistan’dan ayrılmanın sosyal ve ekonomik durumlarını iyileştireceğine inanıyorlar. Emperyalizm tarafından baskı altında tutulan bir ulusun kendi devletini kurmak da dâhil olmak üzere kendi kaderini tayin etme hakkı vardır. Kosovalıların da bu hakkı vardır. Ama Kosova’da ilan edilen bağımsızlık ile özgürce kendi kaderini tayin etme, ulusal bağımsızlığı elde etme aynı anlama gelmemektedir. Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılması ve böylece Rus emperyalizminin nüfuzundan çıkarak Batılı emperyalist güçlerin nüfuzu altına girmesi –ki Yugoslavya’nın parçalanmasından bu yana bu böyledir- bağımsızlık, kendi kaderini tayin olarak tanımlanamaz. Açık ki Kosova’da olan, Kosovalı Arnavutların kendi kaderlerini özgürce tayin etmenin ötesinde bir durumu ifade etmektedir. Pazar günü ilan edilen, kendi kaderini özgürce tayinin ötesinde, özgürsüzlüğün, bağımlılığın, Batılı tekellerin, emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda bir "devlet" oluşumunun onanmasıdır. Kosova, ne Tito dönemindeki Yugoslavya`da ne de sonrası dönemdeki Yugoslavya’da özgürdü. Batılı emperyalist güçlerin kışkırtması sonrasında patlak veren yeni Balkan savaşları sonucunda işgal edilen bir "ülke", Balkanların ve eski Yugoslavya’nın ortasında paylaşılamayan bir toprak parçası oldu. Peki, Kosova’yı Batılı emperyalist üçler açısından bu kadar önemli kılan, paylaşılamaz yapan nedir? Onu önemli kılan neden bilinmiyor değil. Kosova’yı paylaşılamaz yapanı iki neden vardır: Birincisi yeraltı zenginlikleri, ikincisi de stratejik önemidir.
  
Kosova’nın yeraltı zenginlikleri küçümsenemeyecek kapasitede. Avrupa’nın en büyük kömür yatakları buradadır. Örneğin bilinen linyit kömürü rezerv miktarı 8,3 milyar ton civarında. Bu kapsamda bir miktarın varlığı da tahmin edilmektedir. Mitrovica yakınlarında bakır, Arnavutluk sınırında krom çıkartılıyor.
Bu madenlerin işletilmesi için Batılı sermaye ile anlaşmalar yapıldı. Ve böylece Kosova’nın zenginlikleri Batılı tekellerin hizmetine sunulmuş oldu.
  
İkinci nedeni de onun sahip olduğu stratejik önemde aramak gerekir. Kosova, Hazar Havzası petrol ve doğalgaz zenginliklerinin Avrupa ve dünya pazarlarına taşınmasında boru hatlarının geçtiği alandır. Bunun ötesinde Rusya’nın Sırbistan üzerinden Balkanlara yerleşmesi durumunda onun hareketini yakından takip etmek için öncelikle Amerikan emperyalizminin kolay kolay vazgeçemeyeceği bir alandır. Ayni anlayış AB için de geçerlidir. Bunun yanı sıra ABD, AB’nin Balkanlardaki faaliyetini de kontrol altında tutmak için Kosova’ya ihtiyacı vardır.

Balkanları kontrol etmek hem AB ve hem de ABD açısından oldukça önemlidir. Bu kontrolün stratejik bir anlamı vardır. Yugoslavya’nın parçalanması ve Kosova’nın „bağımsız“ devlet olarak tanınması bu kontrolün gerçekleştirilmesi için ön adımları oluşturmaktaydı.
ABD’nin Avrupa kıtasındaki en büyük askeri üssü olan Camp Bondsteel Kosova’dadır (Urosevac yakınında). ABD’nin Balkanlardaki ve Doğu Avrupa’daki askeri varlığı, bir taraftan AB’nin küresel rakip olarak gelişmesini; en azından adı geçen alanlarda kendine karşı rekabetini engelleme veya kontrol etme amacını güderken, diğer taraftan da Rusya’nın, Sovyetler Birliği dönemindeki nüfuz alanlarına yeniden sızmasını engellemek, bu alanlara girerek Rusya’yı çembere almak stratejisinin bir parçasıdır. Bu strateji aynı zamanda ABD’nin bütün Avrupa üzerindeki nüfuzunun devamına hizmet etmektedir.
Avrupalı emperyalist güçler, başta da Alman emperyalizmi, Balkanlardaki varlıklarıyla Avrupa’daki etkilerini güçlendirmeyi amaçlıyorlar.

Kosova ve bir bütün olarak Balkanlar, Kara Deniz’e açılan en önemli alanlardan birisidir. Bu özelliğinden dolayı belirttiğimiz gibi, Hazar Havzası enerji kaynaklarının Avrupa ve dünya pazarlarına ulaştırılmasında mutlaka kontrol edilmesi gereken bir alandır. Farklı petrol ve doğalgaz boru hatları projelerinin varlığı, Kosova’nın merkezi bir rol oynadığını, bölgenin önemini göstermektedir.

Yeraltı zenginliklerinden ve belirttiğimiz stratejik konumundan dolayı Kosova, başta ABD olmak üzere AB ve onun Almanya, Fransa, İngiltere gibi önde gelen emperyalist ülkeleri için oldukça önemlidir. Bu çıkarlarından dolayı bu Batili emperyalist güçler, Kosova’nın bağımsızlığını bizzat hazırlamışlar ve Kosova yönetimine de "bağımsızlığı" ilan etmek düşmüştür.

Kosova’nın sözde bağımsızlığı, Balkanlarda bir taraftan emperyalistler arası çelişkileri keskinleştiren, diğer taraftan da Arnavut milliyetçiliğinin gelişmesini kışkırtan, Arnavut milliyetçiliğinin "Büyük Arnavutluk" anlayışını besleyen ve sonuçta da Arnavutluk-Makedonya, Arnavutluk-Sırbistan, Arnavutluk-Yunanistan arasında çatışmalara yol açabilecek çelişkileri geliştirecek olan bir olgudur.

Rusya ile ABD arasındaki ilişkiler Putin döneminde giderek gerilmiş, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB`ye üye olmalarının yani sıra NATO`ya da üye olmaları ve son olarak da ABD’nin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne füze rampaları kurması meselesi iki emperyalist ülke arasındaki ilişkileri adeta soğuk savaş dönemindeki ilişkilere dönüştürmüştür. Rusya, Kosova’nın bağımsızlığıyla ilgili olarak Batili emperyalist güçlerin, somutta da ABD ve AB’nin ne denli ikiyüzlülük yaptıklarını, bu bağımsızlığı tanımayacağını sert bir üslupla açıkladı. Rus desteğinden emin olan Sırbistan da Kosova’nın bağımsızlığını asla tanımayacağını açıkladı.

Hazırlığı bütün dünyanın gözü önünde yapılan bağımsızlık ilanı, Batının önde gelen emperyalist ülkeleri tarafından hemen kabul edildi. 

Kosova’nın bağımsızlığı konusunda AB ikiye bölündü. Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkeler Kosova’nın bağımsızlığını tanırlarken, İspanya, Yunanistan gibi ülkeler bağımsızlığı tanımayacaklarını açıkladılar. Bu ülkelerin bu bağımsızlığı kabul etmemeleri, bu türden bağımsızlıkların Bask ülkesi ve KKTC için birer emsal oluşturabileceği korkusundan kaynaklanmaktadır.

Kosova’nın bağımsızlığı konusunda dünya da iki kampa ayrıldı: Rusya ve Çin’in bağımsızlık ilanına karşı açıklamada bulunmaları meselenin özünde bir şey değiştirmedi.   Salt bu kamplaşma; bir taraftan Rusya+Çin ve diğer taraftan da ABD arasındaki çelişkilerin keskinleşmesine bir işarettir.  

Kosova’nın bağımsızlığıyla ilgili olarak Batılı emperyalist güçlerin; bir bütün olarak AB ve ABD’nin sergilemiş olduğu tavır, emperyalistler arasında nüfuz alanları üzerine rekabetin ne denli keskinleşmiş olduğunu da göstermektedir. Bu rekabet Kosova’da Rus emperyalizminin aleyhine gelişmiştir.

Kosova bağımsız olmadı. Tam tersine bağımlılık ilişkilerinin bağımsızlık adı altında daha da yapısallaştırılacağı bir sürece girdi. Yeni Balkan Savaşlarından sonra Kosova’da devlet gücü BM’in (Kosova’da BM Misyonu) eline geçti. NATO, 16 000’e varan askeri varlığıyla Kosova’ya hâkim durumda.
2007’de BM yetkisini AB’ye devretti. Böylece Kosova’yı resmen ve fiilen yöneten AB, bağımsızlık ilanından sonar da Kosova’da sömürgeci güç olarak kalıyor.   „Ahtisaari-Planı“ bunun böyle olduğunu göstermektedir.
Bağımsızlığın temelini oluşturan bu plan, aslında AB önderliğinde daha çok NATO gücünün Kosova’da konuşlandırılmasını öngörmektedir. Gönderilmesi planlanan 2000 kişilik „uzman“ güçle Kosova polisi, idari kurumları, hukuku yeniden yapılandırılacak.
„Ahtisaari-Planı“, „pazar ekonomisi“nin iktisadi sistem olarak uygulanmasını, devlet sektörünün kontrolünü, özelleştirilmesi gereken işletmelerin nasıl özelleştirileceğini de öngörmektedir.   Kosova’da yürütme gücü NATO ve AB’nin elindedir.

Görünen o ki Kosova, sürekli bağımlılık koşullarında var olmaya mahkûm edilmekte. AB’nin amacı Kosova’yı ve sonrasında da Sırbistan’ı ve böylece bütün batı Balkanları AB’ye yeni sömürge olarak entegre etmektir. Böylece bütün Batı Balkanlar AB’de söz sahibi olan Alman ve Fransız emperyalizminin çıkarları doğrultusunda şekillenecektir.

Ama AB’nin bu planını bozmaya çalışan, bu planın gerçekleşmesi önünde engeller oluşturan güçler var. Bu plan, Rusya ve ABD’nin çıkarlarına ters düşmektedir. Yeniden küresel güç olduğunu göstermeye çalışan ve küresel güç olarak kabul edilmek isteyen Rusya açısından Sırbistan önemli bir rol oynamaktadır. Sırbistan, AB ve ABD karşısında Rus hegemonyasını gönüllü olarak istemektedir. Şüphesiz ki Rusya, Sırbistan ve Kosova sorununda AB ile ilişkilerinin tamamen gerilmesinden yana değildir. Ama Rusya, Sırbistan üzerinde koruyucu bir güç olarak kabul edilmesi için elinden geleni de yapacaktır ve böylece bütün Balkanlarda belli bir nüfuza sahip olacaktır. Kosova’nın Sırbistan’ın bir parçası olarak kalması, söz konusu yeraltı zenginliklerinin ve stratejik konumunun Sırbistan ve dolayısıyla Rus emperyalizmi tarafından Batılı emperyalist güçlere karşı kullanılması anlamına gelecekti.

Kosova konusunda ABD ve AB’nin çıkarları görünüşte örtüşmektedir. Gerçekten de şimdiye kadar atılan adımlar –Kosova’nın tanınması, asker konuşlandırmak vs.- bunun böyle olduğunu göstermektedir. Ama stratejik hedef bakımından AB ve ABD’nin çıkarları örtüşmemekte, tersine farklılaşmaktadır.

Şüphesiz ki, AB ve Alman emperyalizmi, Yugoslavya’nın parçalanmasında önemli bir rol oynadılar, ama Batı Balkanlardaki siyasi ve askeri gelişmeye yön vermek, yeni bir düzen kurmak konusunda ABD’nin politikalarına tabi olmak zorunda kaldılar.

„Ahtisaari-Planı“yla AB, amacına biraz daha yakınlaşmıştır.  AB, Kosova’da olduğu gibi bütün Balkanlarda „Balkanlaştırma“ politikasını sürdürerek; ulusları ve milliyetleri birbirine karşı kışkırtarak emperyalist politikasını geçerli kılacaktır. Bu politikanın gerçekleştirilmesinde, Kosova örneğinde olduğu gibi, küçük ve güçsüz ulusların elit tabakaları; emperyalizmin işbirlikçileri bir veya daha fazla emperyalist güce dayanarak hâkim olmaya çalışacaklardır. Aynı politikayı Sırp burjuvazisi Rus emperyalizmine dayanarak uygulamak istiyor.

Kosova, bağımsız bir devlet değil, uluslararası denetimde olan bir protektorattır. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra hep bu statüde olmuştur. Yeni bir durum değil. Emperyalizm, yüz yıl önce uyguladığı protektoratçılığı işine geldiği için şimdi de, yüz yıl sonra da uygulamaktadır  





4 Şubat 2008 Pazartesi

NATO’nun Bükreş Zirvesi


 
NATO, çözümü zor sorunlarla karşı karşıya olduğu, üyesi ve üyesi olmayan emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleştiği bir süreçte “tarihin en büyük” toplantısını gerçekleştiriyor Bükreş’te.

NATO’nun bu zirvesinde Taliban’a karşı mücadeleye daha çok müttefik ülkenin katılması, katkı sunması çağrısı yapılacaktır. Bu ülkeler arasında Türkiye de var.

Bu zirvenin diğer önemli bir gündemini de ittifakın genişlemesi sorunu oluşturmaktadır. Arnavutluk ve Hırvatistan’ın NATO’ya katılmalarında herhangi bir sorun yok. Ama Makedonya’nın üyeliğine Yunanistan, devletin ismini kabul etmediği için karşı çıkmaktadır. Esas sorun Gürcistan’ın ve Ukrayna’nın üyeliğinden kaynaklanmaktadır.

Bu her iki ülkenin üyeliğini ABD destekliyor. Ama NATO içinde birçok ülke de desteklemiyor. Bu ülkeler, başta da Almanya, Gürcistan ve Ukrayna’nın üyeliğinin Rusya için bir kışkırtma, ağır bir provokasyon olacağını öne sürüyorlar. Özellikle Ukrayna’nın üyeliğine karşı Rusya’nın tepkisi, ABD-Rusya arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesinde bir kırılma, sıçrama noktası oluşturabilir.

Zirvenin bir diğer gündemi de füze savunmasıdır. ABD, bu sistemi Orta ve Doğu Avrupa’da konuşlandırmak için destek arayışlarını sürdürecektir. Bunun yanı sıran NATO’nun kendi füze savunma programını geliştirme projesi de bu zirvede ele alınacak.

Bu NATO zirvesine ABD-Rusya, ABD-AB, AB-Rusya arasındaki çelişkiler damgasını vuracaktır. Amerikan emperyalizmi bir taraftan Ukrayna ve Gürcistan gibi yeni NATO üyeleriyle Rusya’yı çembere almaya devam ederken, diğer taraftan da Arnavutluk, Hırvatistan ve Makedonya’nın üyeliğiyle de Avrupa’da AB ile daha elverişli rekabet koşulları oluşturmak istemektedir. Ukrayna ve Gürcistan’ a ittifaka katılım için yol haritası özelliğindeki Üyelik Eylem Planı (MAP) ile üyelik yolunun açılması, Amerikan emperyalizminin bu iki ülkede Rusya’ya karşı şimdikinden daha kapsamlı konuşlanması ve Kafkaslardaki ve Orta Asya’daki gelişmelere bu cepheden de hareket ederek müdahil olması anlamına gelir. Orta Asya ülkelerindeki askeri varlığının sorunlu olması ve geri çekilme durumu, bu ülkelerin üyeliğiyle kapatılmaya çalışılmaktadır.

AB, Rusya ile ilişkileri germemek için ve aynı zamanda bu ülkelerin üyeliğiyle NATO çerçevesinde Amerikan emperyalizmini askeri olarak da bu bölgelere taşımamak için Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliğine soğuk bakmaktadır. AB’nin, aralarında Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi üyelerinin de bulunduğu toplam 12 üyesi bu ülkelerin üyeliğine soğuk bakmaktadır. Bu iki ülkenin üyeliği ve ABD’nin askeri olarak da bu ülkelere yerleşmesi AB’nin bu alanda Rusya’ya ve ABD’ye karşı rekabetini zorlaştırıcı bir rol oynayacaktır.

Rusya’nın ise soruna bakışı Putin tarafından uzun zamandan beri dile getirilmektedir. Füze kalkan sisteminin Çek Cumhuriyetine ve Polonya’ya konuşlandırılması da aynı sorunun; Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üyelik sorununun bir parçasıdır. Rusya ABD’nin kendini çembere almaya çalıştığından hareketle onun bu türden faaliyetlerine karşı çıkmaktadır.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un "En ciddi sorun, Gürcistan ile Ukrayna'nın utanmazca NATO'ya itilmesi. Washington eski Sovyet topraklarına giderek daha fazla aktif biçimde sızıyor. Bunun en vurucu örnekleri de Ukrayna ile Gürcistan"dır açıklaması Rus emperyalizminin soruna bakışına yeteri kadar açıklık getirmektedir.

Rus emperyalizmi, Amerikan emperyalizmini bu konularda yalnız bırakmak ve Bükreş’te tecrit etmek için sorunlara ılımlı yaklaşacağı, uzlaşma yolları arayacağı sinyalleri vermektedir. Böyle bir taktikle NATO’nun AB üyelerini kazanmaya çalışmaktadır. Ama ne Almanya ve ne de Fransa, bu zirvede ABD ile çelişkilerini önplana çıkartarak Rusya’nın yanında tavır alacak durumda değildir. Özellikle, ABD’ye yeniden yakınlaşmaya ve yeniden NATO’ya tam üye olmaya çalışan ve Afganistan’a asker göndermeyi kabul eden Fransa’dan açık anti-amerikancı bir tavır beklenemez.

Amerikan emperyalizminin, AB çerçevesinde de olsa kendi nüfuz alanı olarak gördüğü alanlarda yayılmasını engellemeye çalışan Alman emperyalizmi, Rusya’nın çıkarlarını, tedirginliğini dikkate almalıyız taktiğine göre hareket edecektir.

Fransa ise taktiksel olarak bu ülkelerin üyeliği konusunda aktif olmayacak ve karşı olmasına rağmen ses çıkartmamayı tercih edecektir. Fransa, tavrının, günümüz koşullarında ABD’ye karşı mücadele etmemek, ama bunun aynı zamanda Rusya’nın baskısına, taleplerine boyun eğmek anlamına gelmediği biçiminde anlaşılmasını istiyor.
Bu nedenlerden dolayı Bükreş zirvesinde AB’nin ABD’ye, NATO’nun genişleme planlarına karşı bir ayaklanmasını beklemek abartı olur.

Bükreş toplantısının gündemi her ne kadar bu konulardan oluşuyorsa da NATO’nun sorunu oldukça stratejik içeriklidir ve kapsamlıdır. Her şeyden önce NATO’nun istikrarlı olup olmadığı, güven verip vermediği sorgulanmaktadır. Afganistan direnişi NATO’da bu sorunun sürekli gündemde olmasını sağlamaktadır.

Bazen dile getirilse de açıkça konuşulmayan, ama bilinen gerçek, NATO üyeleri, özellikle de önde gelen emperyalist üyeleri veya ABD, AB arasında bu ittifakın amaç ve geleceği hakkında derin farklı görüşlerin olmasıdır. Sovyetler Birliği, Revizyonist Blok ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra NATO, sürekli bir ortak strateji arayışı içinde olmuştur. Genel söylemlerin ötesinde ortak bir stratejisinin olmayışı Ukrayna ve Gürcistan’ın üyelik sorununda açığa çıkıyor. Önde gelen üyeler bu ülkelerin üyeliğini kendi çıkarları temelinde ele alıyorlar. Bükreş’te bu sorun hangi kapsamda ele alınır, bunu göreceğiz. Ama açık olan şu ki, Amerikan emperyalizmi kendi “önleyici saldır savaşı” konseptini NATO’ya dayatmaktadır. ABD, NATO üzerinden BM ve AB’yi de söz konusu konseptine dâhil ederek hareket etmektedir. NATO’nun Almanya, Fransa gibi önde gelen üyeleri bunu kabul etmiyorlar ve AB’nin kendi ordusunu kurması için mücadele ediyorlar.

ABD-AB arasındaki dünya pazarları için rekabetin, her iki taraf arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi NATO’yu ya dağılmayla ya da AB’nin ayrılmasıyla salt ABD güdümlü bir ittifaka dönüşmekle karşı karşıya bırakmaktadır. NATO’nun esas sorunu budur.