deneme

15 Haziran 2004 Salı

AVRUPA PARLAMENTOSU SEÇİMLERİ


 
Avrupa Parlamentosu seçimleri, seçmenlerin uygulanan politikalar karşısında tavırlarını göstermeleri bakımından ölçü olma özelliği taşımaktadır. AB’nin çoğu ülkesinde seçmenler, seçimi, hükümetleri ile hesaplaşma vesilesi yaptılar. 25 ülkede seçmenlerin ortalama olarak yarıdan fazlasının sandığa gitmemesi ise başlı başına bir protestoydu.

Almanya’da koalisyon hükümetinin büyük ortağı Sosyal Demokratlar, tarihi bir yenilgi aldılar, seçmelerin ancak yüzde 21,4’ü oyunu bu partiye verdi. Buna karşın Birlik partilerinin aldığı oy oranı yüzde 44,5.

Fransa’daki seçimden Sosyalistler kazançlı çıktı. Sosyalistler oyların yüzde 28,9’unu aldılar. Devlet başkanı Jacques Chirac partisi yüzde 16,6 oranlık oyuyla ikinci sırada kaldı.

Büyük Britanya’da Başbakan Tony Blair, Alman meslektaşı gibi ağır bir yenilgi tattı. Emek Partisi, 1918’den bu yana tarihinin en düşük oy oranını aldı: yüzde 26,3.

İtalya’da Başbakan Silvio Berlusconi’nin partisi Forza Italia, oy kaybına uğradı (yüzde 21,5).

AB ülkeleri genelinde seçimlere katılma oranı yüzde 45,3 gibi geri bir seviyede kaldı.

25 ülkedeki seçimlere toplu olarak baktığımızda Büyük Britanya’da Avrupa karşıtlarının ve Fransa’da Sosyalistlerin kazandığını; İtalya’da S. Berlusconi’nin partisi Forza Italia’nın oy kaybına uğradığını, Avusturya’da “Özgürlükçü Parti’nin hezimete uğradığını; Belçika’da “Vlaams Blok”unun ve Hollanda’da Hıristiyan Demokratların oy kazandıklarını; Polonya’da Liberallerin en güçlü parti konumuna geldiklerini;Yunanistan’da muhafazakarların; İspanya’da Sosyalistlerin kazandıklarını; Çek Cumhuriyeti’nde hükümetin hezimete uğradığını; İsveç’te ve Danimarka’da Sosyal Demokratların kazandıklarını; Macaristan’da “sağcı” muhalefetin kazandığını görmekteyiz.

Avrupa parlamentosu seçimleri, bir-iki ülke hariç diğer bütün AB ülkelerinde hükümet eden partilerin yenilgi aldıklarını göstermektedir. Seçmenler, hükümetleri cezalandırdılar. Uygulanan neoliberal politikaların; birçok ülkede ekonomik krizin, kitlesel işsizliğin, militarizmin, emekli sistemine, sağlık sistemine saldırının, eğitim olanaklarının sınırlandırılmasının, ulusal gelirin paylaşımın tekeller lehine yeniden düzenlenmesinin, reel ücretlerin düşürülmesinin, bir bütün olarak yoksullaşmanın hesabını sordular.

Seçim sonuçları, aynı zamanda, Irak savaşını ve bu ülkenin işgalini destekleyen ve bu işgalde yer alan İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde hükümetlere ağır bir yenilgi tattırdı. Emekçi yığınlar, sermayenin çıkarları için başka ülkelerin işgal edilmesine, insanların katledilmesine karşı olduklarını oylarıyla da gösterdiler.

Tekelci sermayenin gerici, şovenist, faşist güçleri desteklemesi sonuç verdi. Halkın dikkatini, sorunların kaynağı, işsizliğin nedeni yabancılardır, onların olmaması durumunda mevcut sorunlarımız da olmaz görüşüne çekmek isteyen güçler, Almanya örneğinde olduğu gibi, seçimlerde güçlenerek çıktılar. Seçim sonuçları gerici, şovenist, yabancı-göçmen düşmanı güçleri, faşist partileri güçlendirdi. Gerici-ırkçı propagandanın etkisi altında kalanlar bu partilere destek verdiler.

Seçim sonuçları, geniş emekçi yığınların arayış içinde olduklarını, mevcut koşullar altında yaşamak istemediklerini, ama aynı zamanda alternatif konusunda kafalarını açık olmadığını da gösterdi. Mevcut hükümetlere ve partilere karşı alternatif olarak ortaya çıkanlar, en azından hükümet eden partiler kadar sermayenin partileridir. Bu gerçeği göremeyen seçmenlerin önemli bir kısmı, oylarıyla bu gerici, muhafazakar güçleri destekledi.

Bu seçimlerde komünist ve devrimci güçler, herhangi bir varlık gösteremediler. Öyle ki çoğu ülkede seçim sürecini sosyalizmin propagandasını yapmak, kapitalist sitemi teşhir etmek için dahi kullanamadılar.

Avrupa Parlamentosu seçimleri, mevcut yaşam koşullarından memnun olmayan, koşulların değişmesini talep eden geniş emekçi yığınların mücadeleye hazır olduklarını göstermiştir.

1 Haziran 2004 Salı

NATO- BOP VE TÜRKİYE (I, II ve III)

NATO, sosyalist dünya sistemine karşı, „soğuk savaş“ döneminin savaş örgütü olarak 1949’da kurulmuştu. Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin ve Revizyonist Bloğun dağılmasından ve böylece „soğuk savaş“ döneminin sona ermesinden sonra, kuruluş amacı açısından işlevsiz kalmıştı. NATO’nun var oluş koşullarının ortadan kalktığı üzerine tartışmalar, bizzat NATO çerçevesinde de yürütülmüştü. Ama sonuçta hiçbir NATO üyesi ülke, bu savaş makinesinin dağıtılmasından yana olmadı. NATO’nun önde gelen emperyalist üyeleri, dünya çapında güç dengelerinin değiştiğini, emperyalistler arası rekabette yeni koşulların ortaya çıktığını görüyorlar ve yeni ittifakların tohumlarının atılacağı bu dönemde rakipler karşısında mümkün olduğunca güçlü olmanın ve kalmanın hesaplarını yapıyorlardı.
Amerikan emperyalizmi, 21. yüzyıl hâkimiyetini düşünerek NATO’nu dağılmasından yana değildi. NATO, o zamana kadarki asli görevinin yanı sıra veya aynı zamanda Amerikan emperyalizmine Avrupa’daki gelişmeleri; AB’nin gelişmesini doğrudan etkileme olanağı veren bir kurumdu. ABD, böyle bir olanağın yok olmasını istemiyordu. ABD, AB üyesi değil, ama NATO’nun yönlendirici üyesi olarak, AB’nin gelişme seyrini etkiliyor.(Irak savaşı öncesinde bu açıkça görülmüştür). İngiltere, NATO’nun devamından yanaydı. Çünkü AB içinde Almanya-Fransa ekseni karşısında ancak ikinci bir rol oynayabiliyordu. Ama NATO içinde, Amerikan desteğiyle birlikte dönem dönem İngiliz çıkarlarının kabul ettirebiliyor ve Almanya-Fransa ikilisine karşı gelebiliyordu.
Fransa, ABD’nin NATO’daki etkisini ve önderliğini geriletmek isteyen tek ülkedir. Bu emperyalist ülke, kendi önderliğinde Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) inşasından yanadır. Ama BAB’nin istenilen kalitede kurulmasına kadar geçen dönem içindeki olası krizler, NATO’nun desteğini kaçınılmaz kılacağı için Fransa da NATO’nun devamından yana oldu.
ABD ve Fransa, Almanya’yı kendi pozisyonları için kazanmaya çalıştılar. Alman emperyalizmi, her iki tarafın görüşlerine hem evet, hem de hayır diyordu. Bir taraftan Fransa ile birlikte BAB içinde konumunu güçlendirmek çekici geliyordu, ama diğer taraftan „Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği“nin kurumlaşması önünde aşılması zor engellerin olduğunu düşünerek salt BAB’a angaje olmaktan çekiniyordu. Berlin Duvarının yıkılmasından sonra ABD Başkanı Bush’un, Almanya’yı, Avrupa’daki güç dengesi bakımından daha çok ön plana çıkartan konuşması, Alman tekelci burjuvazisinin ağzını sulandırmıştı. Bush, ABD ve Almanya arasında NATO içinde bir „stratejik ortaklık“tan bahsediyordu.
Ama Alman tekelci burjuvazisinin bir kısmı, Bush’un önerisinin kabul edilmesi durumunda Almanya-Fransa ilişkilerinin bozulacağı anlayışındaydı. Bu ilişkilerin bozunmasını göze alamıyordu. Ne de olsa AB’de her iki ülke karşılıklı uzlaşma temelinde bu entegrasyonun yönelimlerini belirliyorlardı.
Bush’un konuşması İngiltere’yi tedirgin etti. Amerikan emperyalizminin Avrupa’daki bu stratejik ortağı, efendisinin bir dediğini iki ettirmemekten, daha çok göze girmekten başka çaresinin olmadığını gördü.
NATO’nun her bir emperyalist üyesinin, bu savaş örgütünün varlığında bir biçimde –geçici de olsa- çıkarı vardı. Bu nedenle NATO, „soğuk savaş“ döneminin bir savaş örgütü olarak dağıtılmadı. Şimdi bütün sorun dünya kamuoyu önünde NATO’nun varlığını haklı kılacak yeni görevlerin tespitindeydi.
Başlangıçta, konseptsizlik, yön tayin etmede „serseri mayın“ durumu hâkimdi. Ne anlama geldiği açıklanmayan risklerden ve NATO’nun bu risklere karşı silahlanması gerektiğinden bahsedildi. NATO’ya yeni misyon bulmak için adeta bir yarış vardı: Nükleer silahsızlanmanın, ve Rusya’da nükleer silahların yok edilişinin kontrolü, uluslararası silah ticaretinin denetlenmesi, uluslararası terörizme karşı mücadele, hatta Sovyetler Birliği’nin yeniden kurulması için uğraşı, NATO’nun görevlerini tespit etmek için öne sürülen anlayışlardan sadece birkaçını oluşturmaktadır.
Bush’un ilan ettiği „Yeni Dünya Düzeni“, uluslararası çapta faal olan yeni bir savaş örgütünü gerekli kılmaktaydı. Bu savaş örgütü NATO olmalıydı.
Revizyonist Blok ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bu blok ve birlik ülkelerinin çoğunun, yeniden güçlenecek Rusya’dan çekinerek „Batı“nın koşullarını kabul etmeleri, özellikle NATO’ya koşmaları, Amerikan emperyalizminin işini kolaylaştıran bir gelişme oldu. NATO, bu ülkelerin bir kısmını üye olarak kabul etti ve bir kısmayla da “Barış için Ortaklık“ anlaşmaları imzaladı.
Yugoslavya’nın parçalanması ve Yeni Balkan Savaşları da NATO’nun işine yaradı. Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetlerdeki hâkim burjuvazileri kışkırtarak bu topraklarda halkların birbirlerini boğazlamasını teşvik eden tek tek ülkeler ve de AB, BAB, OSZE ve BM işin içinden çıkamadılar. Bu süreçte NATO, BM’i zorlamaya, NATO’yu barış getiren askeri araç olarak görevlendirmesi için açıktan sıkıştırmaya başladı. Amerikan emperyalizmi, NATO’yu dünya kamuoyuna barış götüren bir askeri kurum olarak lanse etmek istiyordu. Amerikan emperyalizminin „Yeni Dünya Düzeni“ni kurmak için böyle bir araca ihtiyacı vardı. Bu nedenle NATO, kendisini Balkanlarda kanıtlamalıydı.
Öyle de oldu: Balkanlardaki „barış“ ve NATO’nun Barış için Doğu Avrupa ülkeleriyle ortaklığının gelişme yönünü belirlemede bu savaş örgütünün ön plana çıkartılmasıyla OSZE, önemsizleştirildi. Güya bu örgütün üstlenmesi gereken görevleri NATO üstlenmiş oldu.
NATO, Bosna’da görevlendirildi. Sonraki gelişmelerin de gösterdiği gibi NATO, savaş örgütü olduğunu kanıtladı. Ancak „Dayton Barışı“ ile fiili savaşı durdurabildi. Böylece NATO, Balkanlara „barış“ getirmiş oldu. Söz konusu olan ise emperyalistlerin çıkarlarını gözeten, aralarındaki güç dengesine göre bir „barış“tı, emperyalist bir barıştı. Savaşan güçler, daha güçlü olanlar tarafından sindirilmişti.
NATO, Balkanlara yerleşti, onunla birlikte Amerikan emperyalizmi de askeri olarak Balkanlara yerleşti. Sonrası belli. Birçok Doğu ve Orta Avrupa ülkesi NATO üyesi oldular. Böylece AB ve NATO aynı alanlarda genişlemiş oldular.
NATO, dünyaya “barış ve demokrasi” götürmeye Balkanlarda başladı. Ama savaş ve katliamdan başka bir şey götürmedi. Sürekli insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, barıştan bahsedenler, işe Balkanlarda bombardıman ve katliamla başladılar.
NATO sorumluları, „NATO’nun güvenirliliği söz konusudur. Miloseviç’in NATO’yu etkisiz hale getirmesine izin veremeyiz“ anlayışındaydılar. Yani NATO, güvenirliliğini bütün dünyaya göstermek için Sırbistan’ı bombalamak ve insanları katletmek göreviyle karşı karşıyaydı. Böylece NATO, güvenirliliğinin, barış, demokrasi ve özgürlük anlayışının temelinde savaşmak, bombalamak ve katletmek olduğunu kanıtladı. NATO’nun stratejik amaçlarının güvenilir olduğunun kanıtlanması için binlerce insanın öldürülmesi gerekiyordu. Sırbistan yenilmeliydi, ne pahasına olursa olsun yenilmeliydi. Aksi taktirde hiç kimse NATO’nun yeteneklerine güvenmeyecekti ve NATO’nun varlık nedeni yeniden sorgulanacaktı. Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri NATO’ya güvenle bakmayacaklardı ve „Batı“nın çıkarlarının dünya çapında korunması ve savunulması tehlikeye düşecekti.
NATO, Balkanlarda kendini kanıtladı.
NATO- BOP VE TÜRKİYE (II)
Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra ortaya çıkan kısmi şaşkınlığı, yeni alanlara müdahaledeki ve emperyalist çıkarları, yeni durumdan dolayı yeniden tanımlamadaki şaşkınlığı da kullanan Amerikan emperyalizmi, dünyanın tek hegemon gücü olduğunu, gerçekleştirmek için ortaya attığı jeopolikayla da göstermeye başladı. Amerikan emperyalizmi 21. yüzyılın en azından ilk yarısında tek hegemon güç olarak kalabilmek için hangi alanları kontrolü altına alması gerektiğini ve bu rekabette mevcut hangi güçlere ve potansiyel hangi güçlere karşı mücadele etmesi ve hangi güçleri, hangi amaçlar için kendisine bağlaması gerektiğini açıklıyordu. Başta Brzezinski olmak üzere Amerikan jeopolitikacıları, tarih boyunca jeopilitik planları Amerikan çıkarlarına uygulamak için yeniden yorumluyorlardı.
Gücüne güvenen veya dayanan Amerikan emperyalizmi, adımlarını 21. yüzyıl hakimiyeti ve jeopolitikası için atıyordu. Bu anlamda NATO’nun geleceği üzerine tartışma geride kalmış ve yön tayininde kem küm edenler, ikna, havuç ve sopa yöntemiyle hizaya getirildiler.
Amerikan senatörü Richard Lugar „Out of area or out of business”, yani “ittifak alanı dışında da faaliyet veya ticari ilişki yok” tehdidini NATO’nun Avrupa emperyalist üyelerine karşı savuruyordu. Bu anlayış NATO’nun „Yeni Stratejik Konsepti“ olarak Washington toplantısında (28 Nisan 1999) olduğu gibi kabul edildi.
Böylece NATO, yeni stratejik konsepti gereği, NATO üyesi ülkelerin sınırları dışında, yani bütün dünyada veya Amerikan emperyalizminin çıkarlarının savunulması gerektiği her yerde görevli olmuştu. Yeni konseptin 24. maddesinde şöyle deniyor: „İttifakın güvenlik çıkarları, yaşamsal önemi olan kaynakların akışının engellenmesi de dâhil kapsamlı risklerden kaynaklanabilirler“. Bunun ötesinde NATO, müdahale ve işgal harekâtında, işgal edilen ülke nükleer silaha başvurmaya çalışırsa, nükleer silah kullanan ilk taraf olma hakkını da elde etmişti. Böylece NATO, nükleer silah kullanmak da dâhil olarak Amerikan emperyalizminin dünya çapındaki çıkarlarını korumak için harekete geçti.
ABD-AB arasında alevlenen ayrı askeri yapılanma, AB’nin kendi ordusunu kurma çabasından dolayı süren çelişkilerine burada girmeyi gerekli görmüyorum. Açık olan şu ki, ABD, AB’nin ağzına „Avrupa Ordusu“yla bir parmak bal çalmış, kendini „bağımsız Avrupa Ordusu“ anlayışıyla avutmasına ses çıkartmamıştır. Önemli olan, NATO’nun dünyanın her yerinde müdahale etme yeteneğine sahip bir savaş örgütü olarak yapılandırılmasında engel olunmamasıdır.
Amerikan emperyalizmi, rakibi AB’yi ve bu entegrasyonun önde gelen Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerini, „havuç ve sopa“ taktiğiyle NATO içinde de istediğini yaptıracak derecede yumuşatmıştır.
Amerikan emperyalizmi, Avrupalı „dostlarını“ NATO’nun Washington konzeptine koştu; artık NATO, üye ülkelerin sınırları ötesinde müdahale, işgal hareketlerine girişebilir, savaşabilir ve üyeleri de bunu desteklerler.
Amerikan emperyalizminin çekmecesinde ise hazırlanmış savaş planları; 21. yüzyıl hâkimiyeti için atılması, öncelikle işgal edilmesi gereken alanların/ülkelerin işgal planları var. Bu öncelikli alan, Ortadoğu’dan Orta Asya’ya kadar uzanan alandır. Yani dünya petrol ve gaz rezervlerinin üçte ikisinin bulunduğu alan. Amerikan emperyalizmi, NATO’nun bu alandaki rolünü tespit etmiş ve „bağımsız Avrupa Ordusu“nun da bu alanda görev alması için muhataplarını zorluyor.
Amerikan emperyalizminin NATO sorumlusu Nicholas Burns’un Prag konuşmasının başlığı da „Büyük Ortadoğu’da NATO’nun Geleceği“dir.(19 Ekim 2003).
Burns bu konuşmasında şunları dile getiriyordu (Amerikan emperyalizminin niyeti açıkça dile getirildiği için anlayışı olduğu gibi aktarmayı uygun gördük):
“Bu konferansın adının “NATO ve Büyük Ortadoğu” şeklinde düşünülmüş olması çok isabetli olmuştur; çünkü... biz, NATO’nun çabalarını Büyük Ortadoğu’da yoğunlaştırması gerektiğini düşünüyoruz. Şöyle diyelim: NATO 54 yıldır varlığını sürdürüyor ve bu 54 yılın büyük bir bölümünde NATO için tek bir tehdit vardı. Bu tehdidin ne olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Bütün askeri ve diplomatik stratejimiz tamamen bu tehdide karşı yoğunlaşmıştı.
…Prag zirvesi, kanımca NATO’nun 54 yıllık tarihinde bir dönüm noktası oldu. Çünkü önümüze yeni bir görev koydu. Bize, kendimizi askeri olarak yeniden yapılandırmamız gerektiği duygusunu verdi, İttifakı daha da iyi yönde değiştirecek olan yedi yeni üye kattı ve bize yeni bir değerlendirme yapma olanağı verdi: Tehdit değiştiyse, bu değişen tehditle birlikte biz de değişmeliydik.
Bu nedenle… Bush yönetimi, o tarihten bu yana, Prag toplantısının gündemini hayata geçirmeye çalışmaktadır. Sanıyorum ki, bir on yıl daha bu gündemi uygulayacağız…
Bu yeni görev çok önemliydi. Soğuk Savaş sırasında, Batı Avrupa’yı korumak için Batı Avrupa’da muazzam bir ordu oluşturmuştuk. NATO’nun koruma yükümlülüğü hala Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dır. Ama bunu Batı Avrupa’da, ya da Orta Avrupa’da veya Kuzey Amerika’da üslenerek yapabileceğimizi sanmıyoruz. Fikirsel dikkatimizi ve askeri gücümüzü doğuya ve güneye kaydırmalıyız. NATO’nun geleceği, inanıyoruz ki, doğuda ve güneydedir. Büyük Ortadoğu’dadır.
NATO’nun geleceği krizleri önlemek ve krizlere yanıt vermektir; bu, … Orta ve Güney Asya’da, Ortadoğu’nun bizzat kendisinde ve Kuzey Afrika’da ortaya çıkmış bir çarpışma da olabilir, bir rehine kurtarma görevi de olabilir, bir barışı koruma operasyonu da olabilir. Tehdit ise, hepimizin bildiği gibi, terörizm ile kitle imha silahlarının iç içe geçmiş olmasıdır. Bu,… 11 Eylül’den bu yana, Amerikan halkını etkileyen en büyük tehdittir ve aynı zamanda İttifakı oluşturan, sayıları şu anda 19 olan, yakında 26 olacak olan ülkelerin halklarını da etkileyen en büyük tehdittir.
Bu büyük bir değişikliktir. Benim ülkemde, bu konuda partiler birbirlerinden çok farklı düşünmemektedirler. Ortak düşünce, NATO’nun görevinin değişmesi gerektiği şeklindedir ve bu yeni görev Büyük Ortadoğu’dur. …
Prag’dan bu yana neler yaptık? Irak Krizinin tam ortasında, ilişkilerimiz süresince görülen en sıkıntılı krizi yaşarken… bütün… NATO müttefikleri NATO’nun Afganistan’a gitmesini ve BM’den barışı koruma görevini devralmasını kararlaştırdılar. 11 Ağustos’ta bu karar uygulandı. Şimdi orada 6000 askerimiz var ve artık bu gücün, iki yıldır bulunduğu Kabil’den dışarı doğru açılarak, herkesin de kabul ettiği gibi, kent dışına da yayılmasını tartışıyorlar. Bir uluslararası barış gücü olmazsa Afganistan’da uzun vadeli barış kurulamaz”.
Demek oluyor ki Amerikan emperyalizmi, NATO’nun önümüzdeki en azından 10 yıllık misyonunun merkezinde „Büyük Ortadoğu’nun olduğundan emin. Burns bu alanı, „Merkezi ve Güney Asya, Esas Ortadoğu ve Kuzey Afrika“ olarak tanımlıyor. Bu alan NATO’nun yeni cephe hattını oluşturmaktadır.
“Yeni ortaklar, yeni üyeler, yeni askeri yetenekler ve yeni bir stratejik misyon, bütün bunlar bir araya getirildiğinde“ yeni NATO ortaya çıkar diyor Burns’ün ağzından Amerikan emperyalizmi.
Amerikan Başkan yardımcısı Dick Cheney, Davos’daki Dünya Ekonomik Forumu’ndan sonra (2003) Roma’ya uğrar. Dostu S. Berlusconi ile görüşür. Cheney, Avrupalı NATO üyesi ülkeleri, „bütün medeni önderleri“, Ortadoğu ülkelerine „demokrasi ve hukuk götürmesi“ için ABD’ye yardım etmeye çağırır.
Amerikan Başkan yardımcısı Dick Cheney’nin Roma’da Avrupalı müttefiklerine yaptığı çağrıyı Berlusconi bir kaç ay öncesi şöyle açıklıyordu: NATO’nun yeni misyonu; bütün dünyaya demokrasi, özgürlük ve pazar ekonomisi ihraç etmektir, gerekirse zor kullanarak ihraç etmektir. Bölgenin, „Büyük Ortadoğu“nun büyük petrol ve gaz rezervleri göz önüne getirilirse bu karlı bir iştir!
NATO’nun yeni sekreteri Hollandalı Jaap de Hoop Scheffer de, savaş örgütü NATO’nun Ortadoğu’da „sorumluluk“ alması için yoğun uğraşmaktadır. J. de Hoop Scheffer, Amerikan emperyalizminin Irak’a, binlerce yıllık kültürü olan Mezopotamya’ya medeniyet ve demokrasi götürmesi için yanıp tutuşuyor. Temmuzda Irak yönetimi yerli işbirlikçilere devredilince, bunların, daha doğrusu „meşru Irak hükümeti“nin isteklerini, AB’nin Almanya ve Fransa gibi üyelerinin de geri çeviremeyeceğine ve böylece NATO’nun bu alanda görev, sorumluluk üstleneceğini düşünüyor.
Plan oldukça basit: İşgalci güçler, Irak’ta yönetimi „demokratik“ olarak belirlenmiş, tabii ki aynı zamanda „bağımsız“ olan yeni hükümete devredecekler. Yeni iktidar da „uluslararası devletler topluluğunu“ (Yugoslavya savaşından sonra NATO kendisini böyle de isimlendiriyor) yardıma çağıracak. Tabii ki NATO bu isteği geri çevirmeyecek. Çeviremez de. Çünkü savaşa güya karşı çıkan Almanya ve Fransa’da tekeller; Alman ve Fransız tekelleri, hükümetlerini Irak’a yardım için, yani ABD’nin isteklerini kabul etmeleri için zorluyorlar.
“Irak’ta NATO“ projesi, anlaşılan o ki İstanbul’daki toplantıda ele alınacak. Bu proje, Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının Güney, Güneydoğu ve Güneybatı ayağını oluşturan ve Kuzey Afrika’dan Hindistan’a kadar uzanan alanı kapsamına alan „Büyük Ortadoğu Projesi“nin bir parçasını oluşturmaktadır. İstanbul’da Amerikan emperyalizmi, aynen NATO’nun Afganistan’a gönderilmesinde olduğu gibi, Avrupalı dostlarından söz konusu bu alana; yani dünya petrol ve gaz rezervlerinin üçte ikisinin bulunduğu bu alana demokrasi ve pazar ekonomisi götürmek için yardım isteyecek ve onun Avrupalı dostları, güya Irak’a karşı savaşa karşı çıkan dostları, NATO’nun Afganistan seferine yardımcı oldukları gibi Irak seferine de yardımcı olacaklar.
“Kolektif savunma“ temeli üzerinde kurulan NATO, Revizyonist Bloğun dağılmasından birkaç sene sonra gerçek yüzünü; müdahale, işgal ve saldırganlık ittifakı olduğunu gösterdi. O zamana kadar NATO’nun müdahale alanları belliydi. En azından tespit edilmişti. Ama şimdi pek öyle değil. Balkanlarda olduğu gibi BOP’ta da müdahale sınırları tam çizilmiyor. Üye ülkelerin „ortak değerleri“nden, „ulusal çıkarlar“dan, „uluslararası terörizm“den bahsediliyor. Böylesi koşularda veya günümüz dünyası koşullarında, Alman savunma bakanın Struck’un dediği gibi Almanya’nın çıkarlarını „Hindikuşu“nda „savunmak“ da gerekli oluyor!
NATO’nun yeni konsepti, NATO’nun olası faaliyet alanını belirliyor. Bu alanını adı „Avrupa-Atlantik“tir. Yoruma açık bir formülasyon. Alman savunma bakanı bunu Almanya’nın çıkarlarını Hindikuşu’nda savunmak gerekir diye yorumluyor. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı M. Albright da „Ortadoğu’dan Merkezi Afrika’ya kadar uzanan alanda barış gücü“ NATO olarak yorumluyordu(1998).
Hazar Havzasından Somali’ye kadar uzanan bu alan, mevcut ve potansiyel petrol alanıdır. Ama belli bir sınırlamanın olduğunu zamanın Amerikan Dışişleri Bakan yardımcısı Talbott şöyle açıklıyor: „Hiç kimse bizden NATO güçlerini Spratley adalarına göndermemizi talep etmiyor“.(4.2.1999). (Bu adalar Doğu Asya’da; Güney Çin Denizi’nde bulunuyorlar ve yeraltı kaynaklarından (petrol) dolayı Çin, Vietnam, Filipinler, Malezya ve Endonezya arasında sorundur). Demek oluyor ki NATO, Pasifik Okyanusunun Amerika’dan bakınca batı, Avrupa’dan bakınca doğu yakasına karışmayacak. Böylece Alman savunma bakanı da Almanya’nın çıkarlarını bu alanlarda savunmaya kalkışmayacak!
Şu kadarı açık: Avrupa’nın NATO üyesi ülkeleri, Amerikan emperyalizminin genel tanımlaması olan ve istenildiği gibi yorumlanan „Avrupa-Atlantik Alanı“ anlayışını kabul etmişlerdir. BOP da bu alanın bir parçasıdır ve Amerikan emperyalizmi İstanbul’da Avrupa’nın „barışsever“ hükümetlerini; AB’nin önde gelen emperyalist ülkelerini, öncelikle de Almanya ve Fransa’yı, BOP’da NATO çerçevesinde görev almaya çağıracaktır. Belki biraz tartışırlar, ama göreceğiz…
NATO- BOP VE TÜRKİYE (III)
BOP Yolunda NATO ve Türkiye: NATO’nun yeni Genel Sekreteri Hollandalı Jaap de Hoop Scheffer, kraldan çok kralcı. Zaten öyle olmasaydı NATO Genel Sekreteri olamazdı. Bu bay İstanbul toplantısına çok önem veriyor. Orada birtakım kararların alınacağından bahsediyor. İstanbul’da önemli kararlar alınmayacak, tersine Amerikan emperyalizmi almış olduğu kararları bütün NATO üyelerine kabul ettirmeye çalışacak. Toplantının gündemi belli, tarafların bu gündem üzerine düşünceleri de belli. Yapılması gereken, Amerikan çıkarları doğrultusunda NATO’nun şimdilik Irak eksenli olarak “Büyük Ortadoğu”da görevlendirilmesidir, ona sorumluluk verilmesidir.
Yeni Genel Sekreter, NATO’nun yeniden aktüel olmasından çok memnun. Terörizm, kitle imha silahlarının yayılması vb. olgular NATO’yu yeniden sorumluluk almaya çağırıyormuş. Burada transatlantik ilişkileri, yani ABD-AB ilişkileri de çok iyi gidiyormuş! Yani İstanbul’da Amerikan emperyalizminin çıkarlarını savunmak için alınması gereken kararlar önünde engel yok gibi görüyor!
Yeni Genel Sekretere göre Afganistan bir numaralı sorun olmaya devam ediyor. Bu baya göre “terörizme karşı savaşı kazanmak isteyen, her şeyden önce Afganistan’da barışı kazanmak zorundadır”. “Afganistan’da İttifakın güvenirliliği söz konusudur”. (Yugoslavya’da da İttifakın güvenirliliği söz konusu olmuştu. Sonucunu biliyoruz.). Söylenmek istenen şu: Burns’ün dediği gibi NATO, Kabil’in dışına çıkmalıdır, ülkenin her tarafında asker bulundurmalıdır. Gerekirse savaşmalıdır, Afganlıların başına bomba yağdırmalıdır. Aynen Sırbistan’da yaptığını yapmalıdır. Bunun için de Afganistan’da NATO ek görevler almalıdır. Yani Afgan geçici hükümetinin otoritesini bütün ülke sathına yayabilmesi için, bütün ülkede hâkimiyet kurabilmesi için NATO, gerekeni yapmalıdır. Genel Sekretere göre bu görevin yerine getirilmesi için, yani “demokratik Afganistan Projesinin başarılı olması isteniyorsa NATO varlığının Kabil’i aşarak genişlemesi kaçınılmazdır”. Bunun nedenle de NATO üyeleri, bu projenin başarılı olması için maddi katkıda bulunmalılar ve istenildiği kadar asker göndermeliler.
Sanki bir şeyden haberi yokmuş ve sonradan duymuşçasına yeni Genel Sekreter, “bu arada, NATO’nun Irak’ta daha büyük bir rol oynayıp oynamayacağı üzerine bir tartışma başladı” tespitini yapıyor. “Irak’ta NATO, şimdilik Polonyalı güçleri destekliyor. Ama bu asla yeterli değil” ve “BM’in desteğini alan meşru bir Irak hükümeti, NATO’ya çok uluslu silahlı güçler gönderme ricasında bulunursa, buna hayır demek için siyasi ve ahlaki bir neden görmüyorum”.
NATO’nun yeni Genel Sekreteri adeta uçuyor: “Bizim diğer ortaklık devletleriyle, her şeyden önce Kafkaslardaki ve Orta Asya’daki devletlerle siyasi ve askeri işbirliğimizi yoğunlaştırmalıyız. OSZE ve BM ile daha sıkı bağlar kurmalıyız. Bu adımlar, NATO’nun sadece üye devletler için değil, uluslararası topluluk için de giderek vazgeçilmez bir araç olduğunu daha çıplak gösterecektir. Çok sayıda diğer uluslararası örgütlerin ve aktörlerin yanı sıra NATO, “Büyük Ortadoğu” denilen alan devletlerine; Akdeniz devletlerine, Yakın Doğu devletlerine güvenlik, ekonomi ve sivil toplum gibi geniş çaplı alanlarda sıkı işbirliği önerildiğinde önemli bir rol oynayacaktır. Şüphesiz ki bu, İstanbul zirvesi için önemli bir noktadır”. (Bkz.: NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer. “İstanbul Yolunda NATO” makalesi).
Demek oluyor ki, “Büyük Ortadoğu” alanı dâhilindeki devletler, bir şekilde Amerikan emperyalizminden veya NATO’dan ricada bulunurlarsa; yani “biz insanlıktan, insan haklarından, demokrasiden, barıştan vb. anlamıyoruz, gelin bize yardım edin, sıkı bir işbirliği içinde buralarda da demokrasi zafer kazansın” derlerse, NATO, gözünü kırpmadan göreve hazır olduğunu açıklayacak. Bu alandaki devletlerin böle ricada bulunmalarına da aslında gerek yok. NATO, uluslararası terörizme karşı mücadele, Batı değerlerini ve çıkarlarını koruma adı altında da davet edilmeden bu alana müdahale edebilir.
Tezkere meselesinden dolayı burnu sürtülen burjuvazi, ABD nezdinde “irtifa” kaybına uğradı ve Amerika ile “stratejik ortaklık” bir hayal oldu. Her halükarda burjuvazi, boyundan büyük işlere karışma, efendisine karşı çıkma konularında akıllandı ve ilişkilerini, efendisinin istediği boyutlarda ve alanlarda yeniden geliştirmeye özen göstermeye başladı. Bunun ne anlama geldiğini bilmeyen yok: Kürt sorununda “kırmızıçizgilerini” ben belirlerim. Irak’a giremezsin. Afganistan’a asker göndermeye hazırlan. BOP’ta üstüne düşeni yerine getir!
Amerikan emperyalizminin bütün NATO üyelerine yönelik veya bir bütün olarak NATO’ya yönelik taleplerini topladığımızda ortaya çıkan şu: Amerikan emperyalizmi, 21. yüzyıl hâkimiyet planını, gerçekleştirmek için bir orkestra şefi gibi hareket ediyor ve kimin ne zaman hangi enstrümanı çalacağını belirliyor ve aynı zamanda ilişkilerinin kapsamını kendi çıkarlarına hizmetteki öneme göre saptıyor. Amerika ile tartışabilirsin, ama sonunda onun dediğini kabul etmek için tartışabilirsin.
Balkanlara, Orta ve Doğu Avrupa’ya NATO vasıtasıyla yerleşen Amerikan emperyalizmi, bu alanlarda AB’yi kontrol ediyor. Ama “Büyük Ortadoğu” gibi devasa bir projeyi tek başına gerçekleştirmeyeceğini de çok iyi biliyor. Bu nedenle öncelikle AB’yi bu projesine ortak etmeye önem veriyor. Duruma göre ikna, havuç ve sopa, tehdit yöntemlerini kullanıyor. Önemli olan, AB’nin Amerika’nın gücünü zayıflatacak girişimlerde bulunmamasıdır.
Amerika’nın Türkiye’yi BOP için kazanma diye bir sorunu yok. Başbakanı “şu anda Amerika’nın da Büyük Ortadoğu projesi var ya, genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız, bir merkez olabilir. Bunu başarmamız lazım”(16 Şubat 2004) diye açıklama yapan bir ülkeyi kendi çıkarlarına koşması için niçin çaba harcasın ki. Amerikan emperyalizmi, Türk burjuvazisinin hevesli ve hazır olduğunu biliyor.
Peki, bu projenin gerçekleşebilmesi için Türkiye’ye ne türden görevler verilebilir? Bunu bilemeyiz! Ama Türk burjuvazisinin ve hükümetinin bildiğinden eminiz. Bilmeseler de olur, nasıl olsa kabul ettirirler. Ama her halükarda Türk burjuvazisinin ağzına bir parmak bal çalınacak. Bakın, Kıbrıs’ta beklemediğiniz halde hayal edemeyeceğiniz sonuçlar aldınız. AB’den müzakere tarihi alacaksınız. Tam üye olmanız için elimizden geleni yaparız. Bakü-Ceyhan Boru Hattı gerçekleşiyor. İstediğiniz kadar ve kolayca kredi buluyorsunuz. Güçlü bir ekonominiz var. O kadar güçlü ki, verdiğimiz 8,5 milyar dolarlık krediyi bile kullanmadınız. Reformlarınızla herkesi şaşırttınız. Laiksiniz ve ılımlı Müslümansınız. Atalarınızın yüzyıllarca hâkim olduğu bu topraklara demokrasi ve özgürlük götürmede üstünüze düşeni yapmalısınız. Yani bize topraklarınızda yeni üsler vermelisiniz, kullandıklarımızı genişletmemize izin vermelisiniz. Türkiye, Amerika’nın 21. yüzyıl boyunca bu alana demokrasi ve özgürlük götürme mücadelesinde her alanda ve anlamda kullanabileceği bir üs olmalıdır. Türkiye’nin şurası burası değil, kendisi bir üs olmalıdır. Afganistan’a yeniden ve daha çok asker göndermelisiniz. BOP çerçevesinde gerek görürsek asker verirsiniz. Türkiye’de ve söz konusu bu alanda terörizme karşı mücadelede ön cephede olmalısınız!
Amerikan emperyalizme, Türkiye’yi, kendine ve yerli işbirlikçilerine karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınların, ezilen ulusların ve halkların mücadelesini bastırmada sürekli yanında olmaya çağırmaktadır.
Bu projenin gerçekleştirilmesinde ve AB’nin de bu projenin gerçekleştirilmesine kazanılmasında Türkiye’nin stratejik bakımdan kilit konumda olduğunu başta ABD olmak üzere önde gelen bütün emperyalist ülkeler biliyorlar.
Amerikan emperyalizmi sadece bu projenin gerçekleştirilmesi için değil, “küreselleşme” şemsiyesi altında bütün dünya üzerinde hâkimiyetini kurmanın kılıfı olarak birtakım değerlerden bahsetmektedir. Bu değerlerin veya Amerikan emperyalizminin uğrunda savaşmayı göze aldığı ve savaştığı değerlerin neler olduğunu baktığımızda genel hatlarıyla şunları görmekteyiz:
ABD; İnsanlık onurunu, insan haklarını savunmak için mücadele eder. Uluslararası terörizme karşı ittifaklar oluşturarak mücadele eder. ABD, müttefiklerini korun. Bölgesel çatışmaların önlenmesi için diğer önde gelen ülkelerle ve bölge devletleriyle işbirliği yapar. Kitle imha silahlarını tehdit unsuru olarak kullanmak isteyenlere karşı mücadele eder. “Küreselleşme”, demokrasi ve özgürlük demektir. Bu nedenle ABD, küresel ekonominin daha da büyümesinden yanadır vs.
Amerikan emperyalizmi BOP’u gerçekleştirmek için de bu demagojilere sarılmıştır ve bölgede en çok güvenebileceği ülke olarak da Türkiye’yi görmektedir. Bu anlamda, BOP’un gerçekleştirilmesi koşullarında Türkiye-ABD ilişkilerinde belli bir kapsamlaşmanın ve derinleşmenin olacağı açıktır.
Türkiye’ye biçilen rol konusunda açık bir şey söylenmiyor, ama yanlış yorumlanmaya pek açık olmayan ifadeler kullanılıyor. Anlaşılan o ki, Türkiye’nin rolü salt askeri yeteneklerle sınırlı kalmayacaktır. Ortadoğu, Türkiye, ılımlı İslam cumhuriyeti ve model ülke kavramları sık sık bir arada kullanılıyor. Almanya’da 2 Nisan günü bir açıklama yapan Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powel’ın, “Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu ve Hıristiyan ile Müslüman kültürleri arasında vazgeçilemez bir köprü”dür, “İslam’ın demokrasiyle bir arada olmaması için bir sebep yok. Türkiye gibi bir İslam ülkesi, neden aynı zamanda Türkiye gibi bir demokrasi olmasın?” anlayışını dile getiriyordu.
“Abant Platformu”, 19-20 Nisan günleri arasında Washington’da toplandı. Toplantısının gündemi “İslam, laiklik ve demokrasi: Türkiye deneyimi” olarak belirlendi. Toplantıda “ılımlı İslam”, “Türkiye modeli”, “Fethullah Gülen düşüncesi”, “AKP deneyimi” gibi konular ele alındı. Bu konuların “Büyük Ortadoğu Projesi” ile doğrudan bağı vardır. Ve ele alınan konular, BOP’un gerçekleştirilmesinde Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye biçmiş olduğu rolün içerik ve kapsamını da göstermektedir.
Toplantı, Türkiye’nin İslam dünyası için model bir ülke olduğu ve BOP’un önemi doğrultusunda yönlendirilmiştir. Ortaya çıkması gereken Türkiye’nin model bir ülke olduğu ve BOP’tur. ABD, bu toplantı vesilesiyle Türkiye’yi “Büyük Ortadoğu Projesi”ne uygun bir şekilde İslam ve demokrasi tartışmaları yaparak Ortadoğu ülkeleri için “model ülke” olarak göstermiştir.
Bu projenin gerçekleştirilip germeleştirilemeyeceği her şeyden önce iki faktöre bağlıdır: Emperyalist ülkeler, rekabet merkezleri arasındaki çelişkilerin keskinleşme derecesi ve dünya işçi sınıfı, emekçileri ve ezilen halkları ve uluslarıyla emperyalizm arasındaki çelişkilerin şiddeti.
Son 10-15 yılda, daha doğrusu Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana bu iki çelişkinin gelişme seyri, Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti planını ne derece gerçekleştirdiğini göstermektedir.
Amerikan emperyalizmi, emperyalist koalisyon kurarak ilk Irak savaşı gereçleştirdi. Irak, ikinci savaşa kadar ambargo altında tutuldu.
Amerikan emperyalizmi, AB ve kısmen de Rusya ile anlaşarak Balkanlara kendi barışını dayattı.
Amerikan emperyalizmi, Rusya’nın zayıf konumundan yararlanarak Hazar Havzası doğal kaynaklarını Rusya’ya ait olmayan kısmını ele geçirdi.
Amerikan emperyalizmi, yeni bir emperyalist koalisyonla Afganistan’a saldırdı, Taliban rejimini yıktı, ama hâkimiyeti Kabil’in ötesine geçmiyor.
Bu alanlarda antiemperyalist direnişlerle karşılaşmadı ve emperyalist rakipleriyle çelişkilerini uzlaşmayla çözdü.
İkinci Irak savaşında Saddam rejimi yıkıldı, ama işgalciler beklemedikleri bir direnişle karşılaştılar. Iraklılar, işgalcileri ülkelerinden kovana kadar savaşacaklarını gösterdiler. Bu savaşta Amerikan emperyalizmini zorlayan emperyalist rakipleri değil, Irak’taki direniştir.
Bu veriler Amerikan emperyalizminin 21.yüzyıl dünya hâkimiyeti jeopolitikasını gerçekleştirmede ne kadar yol aldığını açıkça göstermektedir.
Söz konusu olan Avrasya jeopolitikası olduğu için, yapılanlar, Kabil’in elde tutulmasından, Orta Asya devletleriyle imzalanan birkaç askeri anlaşmadan, birkaç petrol ve doğal gaz anlaşmasından, Bakü-Ceyhan projesinin inşasından, Kosova’nın paylaşılmasından öteye geçmemiştir. ABD, ne Filistin’i ve ne de Irak’ı dize getirebildi. Bu anlamda Amerikan emperyalizmini Ortadoğu’da perişan eden, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi değil, ezilen halkların Siyonizm’e ve Amerikan emperyalizmine karşı direnişidir.
BOP’un gerçekleştirilmesi için atılacak her adım, “Büyük Ortadoğu”da işçi sınıfını, emekçi yığınları, ezilen halkları ve ulusları; bir bütün olarak bütün antiemperyalist dinamikleri emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi örgütlemeye yöneltecektir.
BOP, “Büyük Ortadoğu”da birleşik antiemperyalist, antisömürgeci örgütlü mücadeleye ivme kazandıracaktır.