deneme

23 Şubat 2007 Cuma

AFGANİSTAN DİRENİŞİ BÜYÜYOR


 
Afganistan’da 18., 19. ve 20. Yüzyılın „büyük oyunu“ 21. yüzyılın başında da tekrarlanıyor. Ülkenin stratejik konumundan ve dolayısıyla jeopolitik öneminden dolayı Afgan halkı sürekli „büyük oyuncu”lara karşı ülkenin bağımsızlığı için sürekli mücadele etmek zorunda kalmıştır. Rusya-İngiltere arasındaki rekabette işgal edilen ülke Afganistan olmuştur. 20. yüzyılın son çeyreğinde Amerikan emperyalizmine karşı rekabetin bir sonucu olarak Sovyet sosyal emperyalizmi Afganistan’ı işgal etmişti. Mücadele sonucunda Afgan halı, Sovyet işgalcilerini ülkeden kovdu. 21. yüzyılın başında ise, dünya hakimiyeti kurmak isteyen Amerikan emperyalizmi bu amacına ulaşmak için stratejik öneminden dolayı Afganistan’ı müttefikleriyle birlikte işgal etti. 300 seneden bu yana Afgan halkı uzun yıllar süren mücadeleler sonucunda işgalci güçleri ülkeden kovmayı başarmıştır. Bu sefer de başaracaktır.

11 Eylül saldırısını bahane ederek Afganistan’ı işgal eden ve böylece dünya hakimiyeti stratejisini uygulamaya koyan Amerikan emperyalizmi, Afganistan’da kendi yetiştirmesi olan Taliban rejimini devirdi. Taliban rejiminin güçleri işgalcilere karşı mücadele içinde yeniden örgütlendi. Önceleri vur-kaç eylemleri düzenleyen direnişçiler bugün hiç de küçük olmayan yerleşim birimlerinde yönetimi ele geçirecek derecede güçlendiler. Öyle ki, direnişçi güçler helikopter düşürebiliyorlar, binlerce direnişçiden oluşan formasyonlarla karşı saldırıya geçebiliyorlar. İşgalden beş sene sonra emperyalist koalisyon, ülkenin en azından güneyinde ve güneydoğusunda savaşı kaybetmiş durumda. İşgalci güçler artık Kabul’de ve ülkenin kuzeyinde de rahat hareket edemiyorlar. Irak direnişinin gölgesinde kaldığı için pek bilinmeyen veya duyulmayan gerçek şudur ki, köylerini savunan, işgalcilere karşı mücadele eden binlerce Afganistanlı NATO askerleri tarafından katledilmekteler. Mevcut gücüyle ve yapılanmasıyla direnişle baş edemeyeceğini anlayan Amerikan emperyalizmi, koalisyon güçlerinden (NATO’dan) daha fazla asker göndermelerini ve sıcak savaşın sürdüğü güneyde ve güneydoğuda da görev almalarını talep etmek zorunda kalmıştır.

Afganistan direnişi, NATO içinde önemli bir sorun olmaya başlamıştır. Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra, Soğuk Savaş döneminin askeri bir örgütlenmesi olan NATO’nun asıl görevinin ötesine geçerek dünya çapında faaliyet sürdürmesi için Afganistan’da aldığı görev, üye ülkeler arasında derin çelişkilerin çıkmasına neden olmuştur. Çıkarlarını Hindikuş’ta savunma gereğini duyan Alman emperyalizmi, hem bu nedenden dolayı hem de Amerikan emperyalizminin baskıları karşısında Afganistan’daki askeri varlığını güçlendirme kararı alırken, çoğu NATO üyesi ülke, ülkenin güneyine ve güneydoğusuna asker göndermeye yanaşmamıştır. Bunun ötesinde Afganistan işgalinin yenilgiye doğru gittiği değerlendirmesi yapan Kanada, güçlerini geri çekilmeyi düşünecek duruma gelmiştir.

Beş yıllık işgal ve buna karşı mücadeleden sonra Afganistan’da direniş yeni bir sürece girmektedir. Bu süreç, direnişi bütün ülke sathına yayma ve küçük gruplarla saldırı yerine büyük formasyonlarla saldırma ve kurtarılmış bölgeler oluşturma aşamasıdır. Direniş, bölgesel olmaktan çıkmakta, ulusal çapta sürdürülen bir ayaklanma aşamasına girmektedir. Bu, işgalci güçlere karşı sürdürülen bir ulusal kurtuluş mücadelesidir. Direnişçilerin Pakistan’dan gelerek eylemler düzenledikleri ve sonra geri döndükleri de gerçeği yansıtmamaktadır. Gerçek olan, artık direnişçi güçlerin ezici çoğunluğunun ülkede konuşlanacak ve mücadele edecek derecede güçlenmiş olmalarıdır.

Aynen Irak’ta olduğu gibi Afganistan’da da direniş uluslararası çapta antiemperyalist mücadelenin bir bileşenidir. Direniş önderliğinin ideolojik yapısı yanıltıcı olmamalıdır. 1919’da Afgan Emiri’nin İngiliz emperyalizmine karşı mücadelesi ile bugünkü direnişçilerin emperyalist işgale karşı mücadelesi arasında zamandan öte pek bir fark yoktur.
“Afgan Emiri’nin Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, Emir’in ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine karşın, nesnel olarak devrimci bir mücadele(ydi)dir. Çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatıyor(du), parçalıyor(du), baltalıyor(du)”. Bugün de Afganlı direnişçilerin mücadelesi, onların ideolojik niteliğine karşın nesnel olarak emperyalizme, başta da Amerikan emperyalizmine darbeler vuruyor, dünya çapında emperyalist tahakkümü zayıflatıyor, dünyayı çıkarları temelinde yeniden paylaşmak isteyen emperyalist güçlere bu işin kolay olmayacağını, her onurlu halkın ulusal bağımsızlık için direneceğini gösteriyor.

19 Şubat 2007 Pazartesi

İSRAİL’İ TANIMAK

Mekke'de, Sefa Sarayı'nda çekilen fotoğraflara bakılacak olursan Hamas ve Fetih arasındaki görüşmeler samimi bir atmosferde geçmiş. Hamas lideri Halid Meşal coşku içinde. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas'ın keyfi yerinde. Abbas, ABD ve İsrail'in teşvikiyle Hamas hükümetini devirme planları yaptığını ve Hamas lideri Meşal de Siyonizm’e karşı mücadeleyi unutmuş gözüküyorlardı.

Sorunun güçlüğü bilindiği için, Suudiler, ulusal birlik hükümeti anlaşması sağlanana dek Abbas ve Meşal’in geniş uzmanlar heyetini sonuç alınana kadar bir arada tutmaya özen gösterdiler. Baskı altında elde edilmiş bir anlaşma sağlandı. Tabii bunda özellikle Suudilerin mali yardım vaatleri de belli bir rol oynadı. Ama her şeye rağmen ulusal birlik hükümeti kurmak için anlaşmaya varıldı. Bütün mesele şimdi, verilen sözlerin yerine getirilip getirilmeyeceğinde. Sözlerin yerine getirilip getirilmemesinde, anlaşmanın fiiliyata geçirilip geçirilmemesinde tarafların şu veya bu konudaki farklı görüşleri, önemli olsa da belirleyici bir rol oynamayacaktır. Filistin-İsrail sorununda çözüm arayışları son kertede İsrail’in Filistin tarafından tanınması noktasında tıkanıp kalmıştır. Bu seferki anlaşmanın da neden sonuçsuz kalacağı şimdiden belli. Görüşmeler başlamadan bir hafta önce Hamas lideri Halid Meşal Şam’da yaptığı bir açıklamada İsrail’i tanımanın imkânsız olduğunu belirtiyordu.

Konunun nerede düğümlendiğini İsrail ve ABD de çok iyi biliyorlar. Şu günlerde Ortadoğu’da olan Amerikan Dışişleri Bakanı C. Rice, seyahate çıkmadan önce yaptığı açıklamada “gelecekteki birlik hükümetinin İsrail’in tanınması gibi uluslararası talepleri yerine getireceğine dair bir veri henüz ortada yok” diyordu.

Beyaz Saray sözcüsü Tony Snow da geçen Perşembe günü yaptığı açıklamada taleplerimiz hep aynıdır, değişen bir şey yok diyerek Filistin-İsrail sorununun çözümünün neye bağlı olduğunu belirtiyordu: “İsrail’in tanınmasının yanı sıra…”. Yani Amerikan emperyalizminin birçok talebi var, ama taleplerin hepsi ancak, “İsrail’in tanınmasının yanı sıra” önemli oluyorlar. Demek ki, bağlayıcı olan “İsrail’in tanınması”. Bu tanıma olmazsa ABD, Filistin hükümetini; kurulacak olan birlik hükümetini boykot edecek. Filistin de İsrail’i, Siyonizm’in ve Amerikan emperyalizminin talep ettiği gibi tanımayacağı için yeni kurulacak hükümetin başta ABD ve İsrail olmak üzere emperyalist ülkeler, özellikle de AB tarafından boykot edileceğinin garantisi var.
O halde daha başından beri Filistin-İsrail sorununda çözüm, İsrail’in Filistin tarafından tanınıp tanınmayacağında düğümleniyor. İsrail’i tanımak ne anlama gelir?

Başta İsrail, ABD ve AB olmak üzere Siyonist ve emperyalist güçler ve çoğu devlet, Ocak 2006’da Filistin halkı Hamas’ı seçmekle yanlış yaptı anlayışından hareket ederek Filistin halkına kolektif bir suç atfında bulunuyorlar. Yanlış iş yaptınız, başınıza gelenler, mali boykotumuz, Hamas’ı seçmenizden dolayıdır diyorlar. Nedeni açık: Hamas, dün olduğu gibi bugün de İsrail’i tanımıyor.

İsrail’i tanımayı içeren farklı kavramlar, formülasyonlar var: “İsrail’i tanımak“, bunlardan biri. İkinci kavram „İsrail’in varlığını tanımak“. Üçüncü kavram ise „İsrail’in varoluş hakkını tanımak“. Bu kavramlar, bilerek veya bilmeyerek, ama burjuva medya, politikacılar ve diplomatlar tarafından bilerek yanlış, farklı kullanılıyor. Oysa bu kavramlar bir ve aynı anlama gelmiyor.

„İsrail’i tanımak“: Bu, herhangi bir devleti tanımaktan başka bir anlam taşımaz. İsrail devleti, bir gerçekliktir. Elle tutulur, gözle görülür bir yapıdır. Filistin halkının düşman olarak gördüğü bir yapıdır. Filistin’in bu yapıyı tanıması, düşmanının varlığını kabul etmesi anlamına gelir. Bu doğaldır. Böyle bir İsrail’i tanımada Hamas da dâhil hiç bir Filistin örgütünün veya genel olarak Filistinlinin herhangi bir sorunu yoktur. Bu tanıma, İsrail’i diplomatik olarak tanıma veya tanımamadır. Diplomatik olarak tanımamak da bir tanımadır, var oluşun olumsuz kabulüdür.

„İsrail’in varlığını tanımak“: „İsrail’in varlığını tanımak“ kavramı, ilk bakışta „İsrail’i tanımak“ kavramının aynısı gibi, aynı içerikli iki kavram gibi gözüküyor. „İsrail’in varlığını tanımak“, var olan bir devleti tanımak gibi geliyor. Ama bu kavramı kullanarak İsrail’i tanımak, Filistin kurtuluş mücadelesini hiçe saymak anlamına gelir. Sorular şöyle: Hangi İsrail’in varlığı tanınıyor? Böylelikle hangi sınırlar içindeki İsrail tanınmış oluyor? BM tarafından 1947’de tespit edilen Filistin’in yüzde 55’ini işgal eden İsrail’in varlığı mı tanınmış oluyor? Yoksa 1948’de Filistin’in yüzde 78’ini işgal eden Siyonist İsrail devletinin varlığı mı tanınmış oluyor? Veya da 1967’den bu yana Filistin’in hepsini işgal eden, İsrail okul kitaplarında yer alan ve çoğu devletler tarafından kabul edilen Siyonist İsrail’in varlığı mı tanınmış oluyor?

Görüyoruz ki, İsrail, sınırları belli olmayan bir devlettir. Gerçekten de İsrail, hiçbir zaman sınırları tanımlamamıştır. İsrail’in varlığını tanımak, bilerek sınırlarını tanımlamayan, sürekli işgal ve genişleme peşinde olan bir İsrail’in varlığını tanımak anlamına gelmiyor mu?

Sınırları belli bir İsrail’i tanımak mümkündür. 1947’de BM tarafından belirlenen sınırları içindeki İsrail, varlığı tanınması gereken İsrail’dir.

Ama Siyonizm ve Amerikan emperyalizmi açısından bu talep geri bir taleptir. Bunların öne sürdükleri gerçek talep „İsrail’in varoluş hakkını tanıma“ talebidir.

„İsrail’in varoluş hakkını tanıma“: Bu talebin, diplomasıyla ve mevcut gerçeklikle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bu talebi kabul etmek veya „İsrail’in varoluş hakkını tanımak“ ahlaki bir sorundur, Filistin halkını mahkûm etme sorunudur.

Var olma hakkının tanınması istenen İsrail, Filistin’i işgal eden İsrail’in var olma hakkının tanınması anlamına gelir. Bu, Filistin halkını ikinci sınıf insan olarak gören, ona insanca yaşama hakkını tanımayan, hor gören, evet katleden bir devletin var olma hakkını tanımak anlamına gelir. Hangi Filistinli böyle bir devleti tanır. Yani bağımsızlığını, ülkesini elinden alan, onu insan yerine koymayan, her gün katleden bir devletin var olma hakkını hangi Filistinli, hangi ahlaki norm çerçevesinde tanıyabilir? Böylece Filistin halkı, kendini köleleştirme, yok etme, katletme hakkını tanımış olmuyor mu? Böylece İsrail’in öldürme, katletme, işgal etme hakkı tanınmış olmuyor mu? Böylece Filistin halkı, İsrail tarafından vatan topraklarından kovulmayı, on yıllarca göçmen olarak yaşamayı hak ettiğini ve başka yerlerden gelenlerin kendilerini ezen bir devlet kurma hakkını tanımış olmuyor mu?

İsrail’i tanıma konusunda Arafat suçlanabilir. Ama haksızlık edilmiş olur. Arafat, 1988’deki konuşmasında (Stockholm) “İsrail’in barış ve güvenlik içinde var olmasını” tanımıştır. Yani ilk kavram -„İsrail’i tanımak“- içerikli bir tanıma. Burada Arafat, fiilen var olan bir devletin var oluş koşullarını formüle etmekten öte bir şey söylememiştir. Arafat burada ikinci ve üçüncü kavramların içeriğine ilişkin bir şey söylemiş olmuyor.

„İsrail’in var olma hakkını tanımak“ ve bunu Filistin halkına dayatmak, zamanın İsrail lehine gelişmesini istemekten başka bir anlam taşımaz. Böylece İsrail’e şu deniyor: Kovmaya, işgal etmeye devam et. Duvar çekmekte haklısın. Filistinlinin elinden topraklarını alarak yeni yerleşim birimleri kurmaya devam et. Bombala. Yeni oldu-bitti yarat. Senin İsrail olarak var olma hakkın tanındığında yaptıkları da; işgallerin, katliamların, hemen her gün Filistinli çocukları öldürme de meşru olarak görülecektir, tanınmış olacaktır. Amerikan emperyalizmi ve Siyonizm bu anlayış temelinde bir çözümden yana.

Filistin, İsrail’i tanımaz mı? Tanır. Ama ancak Filistin, bağımsız, hükümran bir devlet olarak var olduğunda İsrail’i tanır. Şimdiki Filistin yönetimi bağımsız bir devlet değil, işgal edilmiş topraklarda var olma mücadelesi veren ucube bir yapı. Sınırı belli değil, çünkü İsrail sınırını belirlemiyor. Ve böyle bir yapının, sınırı belli olmayan bir devleti tanıması, her an yok olmayı kabullenmesi anlamına gelir. Çünkü İsrail genişledikçe Filistin ve komşu ülkeler küçülecek ve yok olacaktır.

Peki, İsrail var oluş hakkının tanınmasıyla neyi kast ediyor? İsrail, herhangi bir devlet olarak tanınmak istemiyor. İsrail, var oluş hakkının tanınmasıyla, sadece Yahudilerden oluşan bir devlet olarak tanınmayı kastetmektedir. Şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Filistin, İsrail’i, onun talep ettiği anlamda tanırsa, yani İsrail’in var olma hakkını tanırsa, böylece İsrail’in sadece Yahudilerden oluşan bir devlet olduğunu ve bu devlet içinde Yahudi olmayanların, yani Arapların, bu durumda da Filistinlilerin yerinin olmadığını tanımış oluyor. İsrail’e, senin böyle bir devlet olma hakkın var ve ben bu hakkı sana tanıyorum demiş oluyor. Böylece İsrail devleti içindeki Filistinliler, Yahudilerin birinci sınıf, kendilerinin de ikinci sınıf insan olma hakkını tanımış oluyorlar.

Filistinlilere bu talebi dayatan İsrail, Filistin’in var olma hakkını tanımıyor. Sen beni, benim istediğim gibi tanı, ama ben seni tanımıyorum diyor. Tanımaz. Çünkü bu durumda işgali, katliamı “meşru” olmaktan çıkar. İsrail, genişlemek, işgal etmek, Filistin’i Filistinlilerden arındırmak için beni, seni yok etme karakterimle tanı, ben de seni tanımamaya devam edeceğim diyor.

Devlet olarak var olma hakkı, emperyalizm ve İsrail: Uluslararası hukuka göre her devletin var olma hakkı vardır. Faşist de olsa, kendi vatandaşlarını katletse de her devletin var olma hakkı vardır. Tabii bir devlet olmanın özelliklerini taşıyorsa. Ama bu var olma hakkı, kendi başına bir hak değildir. Bu hakkı, güçlü olan devletler, emperyalist ülkeler kendi çıkarlarına göre yorumlayabiliyorlar ve birçok örneğini gördüğümüz gibi, bu hakkın nasıl kullanılacağı hakkını kendilerinde görüyorlar. Örneğin Yugoslavya’nın devlet olarak var olma hakkını bu ülkenin elinden aldılar. Keza Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yugoslavya’nın da var olma hakkını istedikleri gibi kullandılar. Kosova örneğinde olduğu gibi, devlet olarak var olma veya olmama hakkını protektorat olarak var olma hakkına dönüştürdüler. Şimdi Irak’ın devlet olarak var olma hakkını kendi çıkarlarına göre kullanıyorlar. Irak’ı üçe bölme hakkını kendilerinde görüyorlar.
İsrail, sınırları olmayan veya belli olmayan bir devlettir. Bu anlamda, aslında, uluslararası hukuka göre devlet bile değildir. Çünkü sınırlarının nerede başladığı, nerede bittiği belli değildir. Hangi sınırları içinde İsrail sorusu açıkta kalmaktadır. İsrail’in sınırları doğu veya batı Kudüs’ten mi, Golan Tepelerinden mi geçiyor? İsrail’in sınırları Batı Şeria’nın neresinden geçiyor? Çekilen duvarlar sınır mıdır? İsrail’in bu sorulara vereceği bir cevap yok ve cevap vermeye de niyeti yok.

Sınırları belli olmayan İsrail, işgal altındaki Filistin’de yaşayan Filistinlilere ve İsrail’de yaşayan Araplara kişisel ve vatandaş olarak var olma hakkını dahi tanımıyor. Yani İsrail’de tanımlanmış bir vatandaşlık hakkı da yok. Bütün vatandaşlık haklarına sahip olanlar sadece ve sadece Yahudilerdir. Bunlar asker olabilirler, her türlü meslek eğitimi görebilirler. Ama Yahudi olmayanlar, asker olamazlar, her meslekte çalışamazlar. Kimliklerde kimin Yahudi olduğu, kimin Yahudi olmadığı belirtilmiştir. İşgal altında yaşayan Filistinliler, İsrail’de yaşayan Filistinlilere göre köle durumundalar. Bunların birey olarak var olma hakları dahi yok: Her an tutuklanabilirler, öldürülebilirler.
İsrail’de kimin gerçekten vatandaş olduğu sadece ve sadece Yahudiler bakımından tanımlanmıştır.

Dünyanın neresinde doğmuş olursa olsun her insan, geçmiş neslinin Yahudi kökenli olduğunu kanıtlarsa sorunsuz bir şekilde İsrail vatandaşı olabilir. Ama Filistin’i terk etmeye zorlanan ve terk etmek zorunda kalan Filistinlilerin ne geriye dönme ve nede vatandaş olma hakları vardır.
İsrail, anayasası olmayan bir devlettir. Her devletin bir anayasası vardır, ama İsrail’in anayasası yoktur. Siyonist devlet, sadece 8 temel yasa ve bu temel yasalardan kaynaklanan yasalarla (insan ve vatandaş haklarını açıklayan yasalar) yönetilmektedir.
Bu haliyle İsrail, Filistin halkına var olma hakkımı tanı diye dayatmaktadır.

18 Şubat 2007 Pazar

Rusya’nın Geri Dönüşü


 
Putin’in, Münih’te düzenlenen bu yılki “Güvenlik Konferansı”nda yaptığı konuşma birçok çevre tarafından dünyanın yeniden iki kutuplu hale dönüşünün habercisi olarak değerlendirildi. Putin, SB’nin yıkılmasından bu yana ABD-Rusya ilişkilerinde kullanılan diploması dilini bir kenara atarak yaklaşık 40 ülkenin önde gelen politikacıları ve omuzu kalabalık subayları önünde Amerikan emperyalizmine adeta haddini bildirdi; Rusya’nın da dünya hegemonyasında söz sahibi olduğunu, ABD’nin tek başına at koşturduğu bir dünya anlayışını kabullenmeyeceklerini açıkladı.

2001’den bu yana düzenlenen “Güvenlik Konferansı”nda bu sefer gündemi “teröre karşı mücadele” ve güçlenen ulusal kurtuluş mücadelelerini bastırmak için ortak strateji tespiti üzerine tartışma oluşturdu. Ama konferansın kendisi ve gündemi, işgalci güçlerin Afganistan ve Irak’taki zor duruları ve İran’a karşı olası saldırı gölgesinde geçti. Diğer bir ifadeyle bu seferki toplantıda gündem, emperyalistler arası çelişkiler daha sert bir biçimde ortaya konarak ele alındı. 

Putin, ABD dış politikasının „oldukça tehlikeli“ olduğundan, „uluslararası ilişkilerde dizginsiz ve aşırı derecede şiddete” başvurduğundan, bu „zor kullanımının dünyayı sürekli yeni çatışmalar uçurumuna” ittiğinden, ABD’nin „tek taraflı ve yasal olmayan hareketlerinin tek bir sorunu dahi çözmediğinden“, aksine başka „çatışmalara yataklık“ ettiğinden, insanlığın, „uluslararası hukuk ilkelerinin ayaklar altına alınmasına şahit olduğundan, hiç kimsenin güvenlik içinde olmadığından, hiç kimsenin uluslararası hukuka sığınacak durumda olmadığından ve bunun da silahlanma ve başka ülkelerin nükleer silah üretmesi için zemin oluşturduğundan“ bahsetti.

Putin, “tek kutuplu dünya tek bir iktidar merkezidir ve bu da bir efendinin elinde olan askeri zor merkezidir“. ‘Demokrasi konusunda bizi eleştirenlerin kendileri demokrasiden öğrenmiyor. ABD, Rusya’ya yönelik askeri bir politika izliyor’. Polonya ve Çek ülkesine konuşlandırılması planlanan savunma füzelerini kastederek „Bize yeni sınır çizgileri ve duvarlar dayatılıyor“, “durumu biliyoruz, karşı tedbirler alacağız ve Rusya’nın ABD’nin bu yeni silah sisteminin üstesinden gelecek yeni silah sistemine sahiptir” diyerek ABD’yi tehdit etti. 

Putin, İran’a karşı ABD’nin savaş hazırlığı konusunda da Rusya’nın tedirginliğini dile getirdi. Rusya, sınırları içindeki ve Orta Asya’daki islami güçlerin güçlenebileceğinden ve Rus emperyalizminin yayılmacı politikası önünde bir engel olabileceğinden çekindiği için İran’ın bir bölge gücü olmasına karşı. Ama diğer taraftan da İran ile mevcut ekonomik ilişkilerini ve Amerikan emperyalizmine karşı ortak hareket etme olanağını geri tepmek istemiyor.

İran, hem ABD ve hem de Rusya açısından anahtar rol oynayacak bir konumda. Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasına göre İran’ın Amerikan emperyalizminin güdümüne girmesiyle Rusya’nın ABD tarafından çembere alınması tamamlanmış olacak. Orta ve doğu Avrupa ülkelerinin hemen hepsi NATO üyesi, Ukrayna ve Gürcistan’daki „renkli devrim”lerle bu ülkeler Batıya yöneldiler, Orta Asya ve Azerbaycan’da Amerikan etkisi belli. Bu durumda Rusya’ya açık sınır olarak geriye sadece Çin kalıyor.

Putin’in çıkışını AB’nin önde gelen ülkeleri, özellikle Almanya ve Fransa yumuşak bir tonla cevaplandırmayı yeğlediler. AB’nin bu ülkeleri, hem Rusya hem de İran ile ekonomik ilişkilerinden dolayı, ABD’nin Rusya tarafından eleştirilmesine içten içe sevinirlerken, kamuoyu önünde müttefik olmanın sorumluluğunu taşıyan bir tavır içinde oldular. 

Açık ki, uluslararası ilişkilerinde zorluklarla karşı karşıya olan, artık Afganistan ve Irak işgallerinde zafer umudunu kesmeye başlayan ABD, böyle bir ortamda Rusya’yı doğrudan karşısına almak istemediğinden dolayı, Dışişleri Bakanı vasıtasıyla Putini’in konuşmasını cevaplandırırken yumuşak bir ton kullanmış, ortak sorunların ortak çözümünden, yeni bir soğuk savaş dönemine girmeye niyetinin olmadığından bahsetmiştir. 

Anlaşılan o ki, SB’nin ve Revizyonist Blokun dağılmasından sonra Rus emperyalist burjuvazisini kahreden dönem artık geride kalmıştır. Uzun bir dönem, ’90lı yıllarından bu yana dünya politikasında sözü geçmeyen, ABD’nin eski Sovyet nüfuz alanlarını dünyanın gözü önünde paylaşmasını, kendi kontrolüne almasını adeta seyretmeye mahkum kalan Rusya, ekonomik dirilişine paralel olarak uluslararası politikada, emperyalistler arası rekabette, dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesinde söz sahibi olduğunu yeniden göstermeye başladı. Rusya, Putin vasıtasıyla bu niyetini Münih’te derli toplu olarak ortaya koydu.

16 Şubat 2007 Cuma

NİETZSCHE FELSEFESİNİN GÜNÜMÜZDEKİ BAZI YANSIMALARI





Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarından bu yana Nietzsche’nin yazıları popüler yapılmaya başlandı. Burjuva felsefe kaybedilmiş evladını yeniden bulma sevinci içinde insanlığa geleceğinizi Nieztsche’de arayın demeye başladı. Nietzsche’ye geri dönüş, toplumsal sorunların çözümünde çıkış yolu olarak sunuldu. Öyle ki, onu okuyan herkes, onun görüşlerinden bağımsız olarak kendi içinde bir Nietzsche, kendi Nietzsche’sini keşfetmeye başladı. Proletaryanın davasından, işçi sınıfının mücadelesinden, sosyalizmden, örgütlü mücadeleden umudunu kesenler, toplumsal yaşamın her alanında neoliberal saldırılara yenik düşenler ve kurtuluşu mevcut düzene karışmakta arayanlar kendi Nietzsche’sini keşfetmekte gecikmedi. “Küreselleşme”nin demokrasi, özgürlük, refah vs. olarak emperyalist burjuvazi tarafından göklere çıkartıldığı ve buna ideologlarının yoğunlaştırılmış antikomünist propagandasının eşlik ettiği ‘90’lı yıllardan günümüze şurada burada Nietzsche’yle karşılaşmak olağan oldu.

XIX. Yüzyılın son çeyreğinde; emperyalist çağın arifesinde yüksele Marksizm’e karşı ilerici hiçbir özelliği kalmamış burjuvazinin mücadele alanına sürdüğü Friedrich Nietzsche’yi günümüzde ilerici, antifaşist olarak görenler de var. Öyle ki, “Nazizim devrinde yaşamış olsaydı, her halde en etkin karşıtlarından biri olurdu” anlayışı bile savunulmaktadır. Emperyalist burjuvazi istiyor ki, tıpkı I. Dünya Savaşı döneminde bir cebinde İncil, diğer cebinde de Nietzsche (“Böyle buyurdu Zerdüşt”) taşıyan Alman askerleri gibi, 21. yüzyılın başında insanlık Nietzsche’nin görüşleriyle zehirlensin ve emperyalist saldırganlığı, savaşı ve talanı, Batı’nın üstünlüğünü meşru görsün.

Hiçbir felsefi anlayış, çağının nesnel koşullarından kopartılarak değerlendirilemez. Hiçbir felsefi anlayış, sınıflar üstü olamaz. Nietzsche de belli bir sınıfın filozofudur. Hangi sınıfın filozofudur Nietzsche? Emperyalist çağın arifesindeki burjuvazinin filozofudur. Nietzsche, sosyalizm hariç çağının felsefi akımlarını çok iyi tanıyan birisiydi. Yazıları bunu göstermektedir.

Şimdi, bütün yaşamı boyunca demokrasiye ve sosyalizme karşı mücadele etmiş, faşizmin, bireyciliğin ve umutsuzluğun ideolojik babası olan emperyalizmin önde gelen filozoflarından Nieztsche’nin görüşlerini günümüzde yansıyış biçimleriyle iki makaleye sığdırmaya çalışalım.

Nietzsche’ye göre iktidar hırslı yaşamı, iktidar amaçlı yaşamı teşvik eden her şey gerçektir. Nietzsche, çıkar ve iktidar için iradeyi eş anlamlı kullanır. Ona göre burada söz konusu olan veya olması gereken, iktidar için iradedir, çıkardır. Toplumsal açıdan bu ne anlama gelir? Burada söz konusu olan, yükselen bir sınıfın çıkarı mı ve iktidar iradesi mi yoksa sömürücü bir sınıfın iktidar iradesi ve çıkarı mıdır?  Bu soruya Köle ve Üstün İnsan Ahlakiyatı (morali) teorisinde cevap verir. Burada iki yaşam gerçeği, iki yaşam ahlakı anlayışını savunur. Felsefede taraflılığı tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Emperyalizmin arifesindeki kapitalist düzenin, burjuva sistemin bir unsuru olarak üstün insan ahlakı anlayışının savunucusudur. Üstün insanın kavrayışı gerçektir. Üstün insan ahlakı iyidir! Bunun nedenini, üstün insan kavrayışının ve ahlakının en güçlü olanların iktidarını teşvik ettiği anlayışında arar. Nietzsche’ye göre, üstün insan gerçekliği, köleler karşısında iktidarı cisimleştirir. Gerçeklik ve iktidar eş anlamlıdır. Nietzsche’nin teorisinin gerici özü burada açığa çıkar: Nietzsche açısından “kölelerin” iktidara gelebileceği, iktidar olabilecekleri akıl almaz bir iştir. Bu, asla ve asla olamaz. Burada onun yükselen Marksizm ve işçi hareketi karşısındaki korkusu açığa çıkar: Nietzsche, işçi sınıfının iktidara gelme idealini, yaşama düşman idealler olarak açıklar ve hâkim sınıfların safında yerini olarak, onların yalanları benim için gerçeklerdir açıklamasını yapar. Nietzsche budur.

Nietzsche, objektivizmi reddeder, göreceliği ve şüpheciliği savunur. Ondaki şüphecilik, yalanı, iktidara hizmet ediyorsa kullanılabilir boyutlarına kadar varır. O, bu anlamda faşist pragmatizmin, faşist ilkesizliğin ve nihayetinde Goebbel-vari propaganda mekanizmasının ideolojik çığır açıcısıdır.

Nietzsche, köle ve üstün insanı biyolojik görüngüler olarak kavradığı için, bunları, ebedi yaşam görüngüleri olarak görür. Onun açısından köleler, güçten düşmüş, çöken yaşamdır, alt ırktır. Üstün ırk adına bu “köleleri” yok etmeye çalışanlar Alman faşistleriydi. 

Nietzsche, iradeyi, iktidar için irade, katışıksız psiko-biyolojik olgu olarak anlar ve yaşamın en iç özünü, iktidar dürtüsü veya içgüdüsü olarak tanımlar. Ama iktidar dürtüsünün herhangi bir açıklamasını yapmaz. İnsanın iktidar dürtüsü ve iktidar için çabasını hiçbir şekilde burjuvazinin, daha doğrusu emperyalist burjuvazinin ekonomik-toplumsal temeliyle birleştirmez. Onun iktidar dürtüsü anlayışında nereden’in ve niçin’in yeri yoktur. Burada Nietzsche bir psikologdur. Bütün görüngü biçimleri içinde toplumsal kaynağı görünmesine rağmen iktidar dürtüsü Nietzsche’de katışıksız bir biyolojik dürtü olur. Sömüren ve sömürülen sınıfların iktidar için mücadelelerinin, ekonomik zorunluluktan kaynaklandığını, bunun sınıf mücadelesi olduğunu Nietzsche tanımaz. İster siyasi, isterse de askeri olsun iktidarın ekonomik güce dayandığını da tanımaz. Nietzsche, baskı, sömürü ve zor kullanmanın burjuva düzenin esasını oluşturduğunu saklamaya çalışır. İktidar iradesi öğretisi, esas itibariyle burjuvazinin fiili zor kullanma ideolojisidir. Böylece şiddete başvurmak doğal bir şeymiş gibi gösterilir. İktidar teorisiyle Nietzsche, biraz biyolojik-psikolojik ve darvinist rengin bulaştığı bir toplum teorisi geliştirir. Onun bu teorisine, üstün insanlar ve köle hareketleri öğretisi denir. Bu öğretiyle Nietzsche,  sınıflı toplumu, bu toplumda sömürüyü ve baskıyı haklı görür. Çünkü onun açısından bunlar (baskı, sömürü, şiddet kullanma) doğaldır.

Nietzsche, üstün insan, üstün olmayan (bayağı, adi, ilkel) insan vardır anlayışına varışını kendinin büyük bir keşfi olarak kavrar. Nietzsche, üstün insandan yaşamın sağlıklı olmasını, yükseliyor (gelişiyor) olmasını ve iktidar için iradenin canlı olmasını anlamaktadır. Ancak bu özellikleri olan, üstün insan olabilir. Yani, Japon Samurayları, Yunan, Roma köle sahipleri gibi savaşçı-soylu olanlar ancak üstün insan olabilirler. Nietzsche, bilinen, eskiden kalma sürü ve köle ahlakını reddeden ve üstün insan iktidarı hâkimiyetini tinsel olarak hazırlayan sanatçıları ve bilim adamlarını da üstün insan kategorisi içinde sayar.

Nietzsche, üstün insan öğretisini ırksal-biyolojik açıdan da temellendirir. Bu bay filozofa göre üstün insan,  yüksek ırktan insandır. Bu türden insanlar daha ziyade Ari germenler arasında vardır. Yani üstün insanlar, daha ziyade Ari Almanlar arasında aranmalıdır. Bu anlamda üstün insanı Nietzsche, “sarı canavar” (sarı saçlı, blont canavar, çn.) olarak tanımlar. Nietzsche, bu “sarı canavar”ın biyolojik olarak üretilmesini, sarı üstün insan ırkının katışıksız, melezleştirilmeksizin muhafaza edilmesini talep eder. Burada Nietzsche, öjenik bakımından Schopenhauer’i gerilerde bırakır. Nietzsche, sarı üstün insan ırkının yetiştirilmesini bu amaca uygun eğitimle birleştiren bir öjenikçidir. Öyle ki, sarı üstün insan ırkının “baldırı çıplaklaşmaması”, yani üstün olmayan insanlarla birleşerek melezleşmemesi ve katışıksız kalması için Hindistan’daki kast sistemini, kast devletini savunur.
Böylece Nietzsche, dönemindeki büyük burjuvazinin iktidarını, sömürü ve talanını, sömürgeci politikasını haklı çıkartır, savunur. Bu teorisiyle o, Alman faşizmine yol göstermiştir.

Nietzsche, Bismarck Almanya’sını göz önünde tutarak döneminin burjuva toplumunu eleştirir. “Yığın”lara tavizler verildiğinden, Hıristiyanlığın resmi devlet dini olarak muhafaza edilmesinden, çok liberal ve demokratik hareket edildiğinden bahseder. Aynı zamanda toplumsal durgunluktan, kapitalist toplumun ruhsuzluğundan bahseder. Bu durumu protesto eden Nietzsche, böyle bir toplumun karşısına kendi ideal toplum anlayışını kor. Geleceğintoplum ideali, emperyalistleşen Almanya’nın çıkarlarının en iyi savunulduğu bir toplumdur. O, üst, süper emperyalizmi savunur. O, bu toplumu üstün insan öğretisi ve  “yeryüzü beyleri”nin öğretisi olarak açıklar. Bu öğretisiyle Nietzsche, üstün insanın bütün yeryüzünde hâkimiyetini talep eder, savunur. Nietzsche’ye göre büyük kültür halklarının üstün insanları aslında “kardeş”tir. Çeşitli büyük kültür halklarından bu üstün insanlar aslında ulusal sınırları aşan, içsel olarak akraba olan özgür yaratıcılardır/dâhilerdir. Bunlar, yeryüzü çapında yeni bir dünya düzeninin taşıyıcıları, yeni, renkli ve zengin bir kültürün şekillendiricileri olacaklar. Onlar, köhnemiş liberal-demokratik medeniyetin yerini alacaklar. “Yeryüzünün beyleri”, o “iyi Avrupalılar”, XIX. Yüzyıl “dekadans’ının  nihilist sürecinin kökünü kazıyacaklar ve yeni bir hiyerarşik düzen kuracaklar”.

“Yeryüzü beyleri”nin hâkimiyeti, nihilizmin sonunu getirmekle, “dekedans” idealine son vermekle, yani “bütün değerlerin yeniden değerlendirilmesi”yle sınırlı değildir. Veya bunların gerçekleştirilmesi, aynı zamanda, “köle”lerin, yani işçi sınıfının ve emekçi yığınların devasa boyutlara vardırılmış baskı altında tutulmaları, köleleştirilmeleri, talan edilmeleridir.

“Kendimizi fetihçiler arasında görüyoruz. Yeni düzenlerin, yeni bir köleciliğin de gerekliliği üzerine düşünüyoruz. Çünkü insan tipinin her güçlendirilmesi ve yükseltilmesine yeni türden bir kölecilik de dâhildir” diyen Nietzsche’den başkası değildir. “İktidar İçin İrade”de bu insan tipinin henüz doğmadığından bahseder: “Henüz mevcut olmayan insan türü için, ‘yeryüzü beyleri’ için yazıyorum” der.

Yeryüzü beyleri öğretisinin siyasal-toplumsal anlamı oldukça açıktır: Büyük kültür halkları,  “iyi Avrupalılar” “kardeş”tir derken ve bunları “yeryüzünün beyleri” olarak tanımlarken Nietzsche, bunların uluslar arası ilişkileri adına ulusallığa karşı çıkıyordu. Nietzsche, yeni bir düzen adına üstün insanların hâkimiyetini, uluslararası işbirliğini savunuyordu. Kültür alanında da kozmopolitik bir “Avrupa” kültüründen yanaydı. O dönemde kapitalizm emperyalizm aşamasına geçiyordu. Almanya, ABD, Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkeler uluslararası rekabet içinde dünyayı kendi aralarında paylaşmışlardı. Nietzsche, bu emperyalist ülkelerin oluşturacağı bir bloğun dünya hâkimiyetinden bahsediyordu. Bu blok içinde tabi ki, Alman emperyalizmi önder olmalıydı. Böyle bir dünya düzeninin kurulması için işçi sınıfı ve emekçi yığınların, geri diye tanımlanan halkların sınırsız talanı, baskı altında tutulmaları ve yok edilmeleri Nietzsche tarafından talep ediliyordu. “İyi yetişmemiş”lerin,  “soysuz”, “adi” halkların ve ırkların” yok edilmesini, kökünün kazınmasını talep ederken ve göklere çıkartırken Nietzsche, Asya’da ve Afrika’da Alman sömürgeciliğinin ve sonra da Alman faşizminin korkunç cinayetlerine ideolojik ön çalışma yapmış oluyordu. Onun öjeni anlayışı ve ırk teorisi Alman faşizmine yol göstermiştir. Bu anlamda Nietzsche faşizmin ideolojik babasıdır, çığır açıcısıdır.  

Nietzsche’nin tanımlamaya çalıştığı geleceğin bu ideal toplumu, ifadesini Nazi Almanya’sında buldu ve şimdi de Amerikan emperyalizminin Yeni Dünya Düzeninde, Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyetinde bulmaktadır. Batı’nın diğer kültürler üzerindeki üstünlüğü, kışkırtılmaya çalışılan “kültürler çatışması”, ihraç edilmeye çalışılan demokrasi ve özgürlük hep geleceğin ideal toplumu adına yapılmaktadır. Bu kavramın kullanılıp kullanılmaması önemli değil. Önemli olan, emperyalist küreselleşme sürecinde emperyalist burjuvazinin, milyonlarca insanın kafasından kapitalizmin kötülüklerini silmek, sömürü ve baskının yok olduğunu göstermek için o dönem aşıldı diye “bütün değerleri yeniden değerlendirmeye” kalkışmasıdır.

Birbirleriyle rekabet içinde önde gelen emperyalist ülkeler dünyayı kendi aralarında paylaşmaya çalışıyorlar. “Küreselleşme”nin nimetlerinden, demokrasiden, refahtan bahsediyorlar. Sınıf olgusunun, bunu temel alan teorilerin, yani Marksizm’in geride kaldığını, o dünyanın yıkıldığını işliyorlar. Teoriler, kalemşorları tarafından karşımıza “çokluk” olarak çıkıyor, yeni bir dünya düzeni olarak ve bu düzene karşı mücadelenin gereksiz olduğu olarak çıkıyor. Burada umutsuzluk, bireycilik, örgütsüzlük, teslimiyet işleniyor. “Kitle imha silahları”na, diktatörlüklere karşı mücadele adı altında ve Batı kültürünün, yani emperyalist kültürün üstünlüğü temelinde “kültürler çatışması” kışkırtılıyor, stratejik önemi ve hammaddesi olan ülke ve bölgelerin işgali meşrulaştırılıyor. “Yeryüzü beylerinin” hâkimiyeti savunuluyor. Şimdi Nietzsche’nin “iyi Avrupalıları”na “iyi Amerikalı” eklendi. Başta “iyi Amerikalı”lar olmak üzere bütün “iyi Avrupalılar” dünya hâkimiyeti için mücadele veriyorlar.

Sonuç itibariyle:
Nietzsche’nin felsefi anlayışı başından itibaren demokrasi ve sosyalizm mücadelesine karşı geliştirilmiş bir felsefi anlayıştır. Gelişmesinin bütün aşamalarında Nietzsche, baş düşman olarak gördüğü sosyalizme karşı mücadeleyi esas almıştır. “Antichrist”inde   şöyle der: “Bugünkü ayaktakımı arasında en iyi hangisine kin duyuyorum? İşçinin içgüdüsünü, zevkini, kanaatkârlık hissini yıkan, onu kıskandıran (imrendiren, çn), ona öç almayı öğreten… Sosyalistler-ayaktakımına kin duyuyorum... Adaletsizlik, asla eşit olmayan haklarda bulunmamaktadır. (Aksine), ‘eşit” haklar talebinde bulunmaktadır”. Nietzsche’nin felsefesi, idealize ettiği toplumun baş düşmanı olarak gördüğü işçi sınıfına, onun düzeni olan sosyalizme karşı mücadele araçlarının geliştirilmesiyle doludur. Bu nedenle, “dünyanın beyleri” iktidarlarını ebedi sürdürsünler diye sömürüyü, vahşi şiddet kullanmayı, burjuvazinin moral anlayışını meşru görmüştür. Onun çoğu ahlak (moral) tespitleri Hitler-Almanya’sında uygulanmıştır.

Nietzsche, her kültür dönemi, her toplum düzeni için köleciliği zorunlu görmüştür. Yani, kendi deyimiyle ifade edersek: “Yüksek bir kültür, sadece, toplumun iki farklı kastının olduğu yerde doğabilir”. Nietzsche’ye göre her dönem imtiyazlı bir kast ve bu kastın yaşamı için fiziki iş yapan, yani sömürülen ve baskı altında tutulan başka bir kastın olması gerekir, olmalıdır

Marksizm, toplumsal ilerlemenin motoru olarak sınıf mücadelesini görür. Nietzsche’nin felsefesinde sınıf mücadelesinin yeri yoktur. O, toplumu üstün insan ve sürüler; üstün ırk ve ayaktakımı olarak ikiye ayırır ve üstün insanın yanında yer alır. Toplumsal ilerlemenin motoru Nietzsche’de üstün insanın eylemidir. 

Nietzsche, aklın karşısına salt iradeyi kor. “Sürü”, “ayaktakımı” diye tanımladığı yığınlara; işçi sınıfı ve emekçilere, bunun ötesinde “geri” kültürlere, yani bağımlı ve yeni sömüre uluslara kin ve nefret duymanın ideolojisini oluşturmuştur bu bay filozof. Üstün insan, üstün ırk dışında herkes sürüdür. Burada eşitlik olamaz. Sürü ve üstün insan ayrımının ebedi devamı için şiddete başvurmak, en vahşi baskı ve sömürü meşrudur. Evet, işkenceyi de meşru görmek Nietzsche’nin felsefesinde vardır.

Marksizm, sınıf mücadelesiyle; işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getirerek sosyalizme/komünizme ulaşılacağını savunur. Nietzsche ise, idealize ettiği geleceğin toplumuna; yani üstün insanın, üstün ırkın, “sarı canavar”ın hâkim olacağı topluma üstün insan diye tanımladığı bireylerin eylemiyle ulaşılacağını savunur.
Nietzsche’nin felsefesinde ekonomide ve toplumsal gelişmede nesnel yasaların asla yeri yoktur.

Emperyalist küreselleşme sürecinde, yaşadığımız bu süreçte ideolojilerin sonunun getirilmesi, tarihin sonundan bahsedilmesi, işçi sınıfının yok olmasından, sınıfın yerine “çokluğun” almasından bahsedilmesi, örgütlü mücadelenin bir kenara atılması, bireycilik, ideolojide, teoride ve örgütsel var oluşta tasfiyecilik, bunun ötesinde umutsuzluk Nietzsche’nin felsefesinden beslenmektedir.

Nietzsche’de ilericilik, antifaşistlik görenleri bir kenara bırakalım. Onun felsefesinde yukarıda belirttiğimiz özellikleri görmeyenler bugün emperyalist burjuvazinin Nietzsche’den beslenen felsefesini savunanlardır. Bu küçük burjuva avanak takımı kendini Marksist olarak tanımlamaktan da geri kalmaz.

6 Şubat 2007 Salı

Friedrich Nietzsche


 
Nihilizm
XIX. yüzyılın ‘20’li yıllarında Ricardo ekolünün dağılmasından sonra burjuva politik ekonomi ve aynı yüzyılın ‘30’lu ve ‘40’lı yıllarında da Hegelciliğin dağılmasından sonra da burjuva felsefe akımı bu alanlardaki gelişmelere cevap veren yeni bir eser ortaya koyamamıştır. Doğa bilimlerindeki devasa gelişmeler de bu gerçeği değiştirmez. XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren burjuva bilim ve felsefe yeni bir karşıtıyla karşı karşıya kalmıştır: Sosyalizm. Yükseliş döneminde feodalizme karşı mücadele eden burjuva ideoloji, şimdi, kendini de aşan yeni bir dünya görüşüne karşı; proletaryanın dünya görüşü olan bilimsel sosyalizme karşı mücadele etmek sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Bu mücadelede gerici burjuva felsefe, konu ve ifade biçimini sürekli değiştirmek, derdini güya zamana uygun kavramlarla anlatmaya çalışmak zorunda kalmıştır. Bir taraftan gerici burjuva felsefenin mücadele edeceği ilerici burjuva felsefe akımının kalmaması ve diğer taraftan da teoride ve örgütlenmede gelişen ve Paris Komününde olduğu gibi burjuva iktidarı tehdit eden Marksizm’e karşı her alanda mücadele, burjuva felsefenin temel görevi olmuştu. Burjuva dünya görüşü, emperyalizmin arifesinde Marksizm’e karşı mücadelede Nietzsche’ye sarılmak zorunda kalmıştır. Nietzsche, Marks ve Engels’ten tek satır okumamış olmasına rağmen bütün yaşamı boyunca gelişen sosyalist teoriye ve Marksizm’e karşı mücadele etmiştir. Onun bütün polemiklerinde bu görülür. Her felsefenin içeriği ve yöntemi, döneminin sınıf mücadelesinden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu anlamda Nietzsche’nin felsefesi de döneminin sınıf mücadelesinin sorunlarından ayrı olarak ele alınamaz.

Nietzsche’nin felsefi çalışmaları emperyalist çağın arifesinde sonlanmış olmasına rağmen, onun etkileri bugün de çeşitli biçimlerde sürmektedir. Emperyalist burjuvazi, hala Nietzsche’yi sınıf mücadelesinde yönlendirici bir akım olarak kullanmaktadır. Bu günlerde, daha doğrusu emperyalist küreselleşme tartışmalarının gündemde olduğu Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana Nietzsche’nin “revaç”ta olması, özellikle aydınlar ve gençlik tarafından okunması tesadüfi değildir.
Nietzsche’nin genel felsefi anlayışını bundan sonraki yazıda ele alacağız. Burada onun nihilizm anlayışı üzerinde duracağız.

Nietzsche, kötümserlik (pesimizm) anlayışını XIX. Yüzyılın “romantik kötümserlik” anlayışına karşı mücadele içinde geliştirmiştir. Bu, Schopenhauer’in kötümserliğine karşı bir savunma ve mücadeledir. Nietzsche, kendi kötümserlik anlayışını politika ve kültürün bütün alanlarını kapsamına alan bir akıma dönüştürmüştür. O, bu akımı nihilizm olarak tanımlıyordu. Bu kavram altında Nietzsche, bir dizi hareketi, düşünce tarzını ve sistemi topluyor ve bütün bunlar onun felsefesi açısından bir bütünlüğü oluşturmalarına rağmen, esasen hiç de öyle bir bütünselliği ifade etmiyorlar. Nietzsche’ye göre çeşitli nihilizmler vardır: Felsefi nihilizm, etik nihilizm, sanatsal nihilizm, dini nihilizm, ahlaki nihilizm ve siyasal nihilizm.

Farklı yansıyış/görünüm biçimleriyle nihilizm, son kertede tinsel-ahlaki kaosun hakimiyetidir. Nihilizm her türden hiyerarşiyi ve düzeni ortadan kaldırır. Nihilizm, değer, sınıf farklılığı tanımaz. İnsanları, yüksek (gelişmiş) ve adi (gelişmemiş) varlıklar olarak sınıflandırır. Değer ve farklılık içermeyen dünya nihilizm dünyasıdır. Bu nedenle nihilizmin en son noktası, varacağı yer kötümserliktir, anarşidir.

Nietzsche, nihilizmi başka bir kavramla da tanımlamıştır: Yozlaşma (dekadens). Böylece nihilizm, dünyanın “nimetlerinden pay” alamayanların,, güçsüz olanların hareketi, köle hareketi olarak tanımlanmıştır.
Nietzsche’de yozlaşma, ifadesini, onun şu tanımlamasında en anlamlı bir şekilde bulur: “Nihilizm nedir? En yüksek değerlerin değersizleşmesi. Hedeften yoksunluk ‘Niçin’e verilecek cevabın olmaması”.

Burada iki mesaj bir arada veriliyor: a) Bütün değerlerin, ideallerin ve hedeflerin/amaçların tamamen reddi ve b) “Üstün insan”ın, “Dünya beyleri”nin yozluktan, çürümüşlükten ve çöküşten kurtulmak için gerekli perspektifi vermeleri zorunluluğu. Her iki mesajdan doğrudan etkilenenler veya bu anlayışlar doğrultusunda hareket edenler, küçük burjuva çevreler, özellikle de küçük burjuva aydınlar olmuştur. Bu tesadüfi değildir.

Şimdiye kadar içinde hareket ettiği, önemsediği değerlerin, yaşam koşullarının yok olduğunu, sermaye tarafından ayaklar altına alındığını, karın ve en fazla karın kutsandığını ve bütün sistemin, siyasal-ahlaki olarak sermayenin çıkarlarına tabi kılındığını ve bu nedenle de dünyasının yıkıldığını gören küçük burjuvazi, çöküşten kurtulmanın yegane yolunu, demokrasiyi aşarak, “üstün insan”ın, “üstün ırk”ın hakimiyetinde görmeye başlar. Gelecek kaygısına düşmüş küçük burjuvazi, sığınacak bir liman arar. Dünyasını yıkanın, işçi sınıfı ve “üstün insan” kültürüne karşı gelen gelişmemiş kültürler olduğu anlayışına varır. Böylesi bir süreçte Hantington gibilerinin “kültürlerin çatışması” anlayışı önem kazanır ve emperyalist burjuvazinin başka ülkeleri işgal etmesinin vesilelerinden biri olur. “Üstün insan”ı temsil eden batı, insan haklarından, demokrasi götürmekten bahsederek dünya hegemonyasında stratejik önemi olan ve hammadde kaynaklarına sahip olan ülkeleri işgal etmeye yönelir.

Dünyası kararan küçük burjuvazi, bir taraftan emperyalizme ve emperyalist ideolojiye karşı mücadele eder. Ama aynı süreçte kötümserliğe kapılır ve bir çıkmaz sokakta olduğu korkusuna kapılır. Bu mücadele içinde sahip olduğunu sandığı değerleri yeniden değerlendirmeye başlar. Ne olduğunu, nerede durduğunu sorgulamaz. Ama örgütlenmeyi, işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadelesini, mücadelenin hedeflerini sorgulamaya başlar. Küçük burjuvazi, umutsuzluğa kapılmıştır. Her şey değiştiğine, kalıcı olmadığına göre, o güne kadar ona yol gösteren değerlerin de değişmesi, yeniden değerlendirilmesi gerektiğine inanır. Bunun sonucu, örgütsüzlüktür, dünya görüşü olarak Marksizm’e saldırıdır. Küçük burjuvazi, "tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi"nden yeni “Marksizm”ler, Negri gibi yeni “değer”ler keşfetmeyi anlar. Marks, Engels, Lenin ve Stalin gibi dünya işçi sınıfı önderlerinin görüşlerinin günümüz sorunlarını çözümlemeye yetmediğinden bahsetmeye başlar. İşçi sınıfı yok oluyor demeye başlar. Bunun yerine Negri’nin “çokluğu”nu sahiplenir. İdeolojiyi, teoriyi sulandırmaya, işçi sınıfının dünya görüşünü ve Marksist teoriyi, herkesin kabul edeceği hale getirmeye kalkışır. “Yeni koşullar”dan bahsetmeye başlar. Somut durumun somut analizi adı altında nesnel gerçekliğin çarpıtılması için kolları sıvar. 

Lenin, “Marksizm’in Tarihsel Gelişmesinin Bazı Özellikleri Üzerine” makalesinde şöyle der:
Marksizm, tam da, cansız bir dogma olmadığı, tamamlanmış, hazır, değişmez bir öğreti olmadığı, eylemin canlı bir kılavuzu olduğu içindir ki, toplumsal yaşam koşullarındaki şaşılacak kadar beklenmedik değişmeleri yansıtmak zorundaydı… Amaçlarını formüle ederken Marksizm’den uzak duramayan sınıfların çok geniş kesimleri, bu öğretiyi son derece tek-yanlı ve sakat bir biçimde özümlemişlerdi. Belli "sloganları" ezberlemişler, verilecek yanıtların Marksist ölçütlerini anlamaksızın, taktik sorunlara, belli yanıtlar vermeyi öğrenmişlerdi. Toplumsal yaşamın çeşitli alanlardaki "tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi" Marksizm’in en soyut ve genel felsefi temellerinin bir "gözden geçirilmesine" yol açtı. Değişik eğilimdeki burjuva felsefesinin etkisi,… ezberlenmiş, ama anlaşılmamış" üzerinde düşünülmemiş "slogan"ların yinelenmesi, boş lafebeliğinin yaygın bir biçimde hüküm sürmesine yol açtı. Bunun pratik ifadesi,… kesenkes Marksist olmayan, küçük-burjuva eğilimlerdi…” (Lenin; C. 17, s., 26/27).

Bu eğilimlerden birisi politikada nihilizmdir. Daha ziyade küçük burjuva aydın kesimlerde emperyalist küreselleşme koşullarında toplumsal gelişmelere cevap bulamayan unsurlar, "tüm değerleri yeniden değerlendirilme" adı altında politik nihilizme sarılırlar. Bunun sonucu, örgütsüzlüktür, kötümserliktir. Mücadele etmeye değmez anlayışıdır. Böylece küçük burjuvazi, sahip olduğu değerleri mutlak reddederek veya yadsıyarak hiçleşir. Umutsuzluğa kapılan küçük burjuva açısından emperyalist küreselleşme sürecinde artık bütün değerler tamamen değersizleşmiştir. Küçük burjuva açısından artık her türden (kapitalist- sosyalist) toplumsal düzen kötüdür, yıkılmalıdır ve bireyin özgürlüğü esas alınmalıdır.

1 Şubat 2007 Perşembe

NEOLİBERALİZMİN ZAFERİ (II)




Konuya ilişkin birinci yazıyı şöyle sonuçlandırmıştık:
“Türker Aklan’a göre “Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına geldiğimiz bir dünya”da yaşıyoruz ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“.

Bu kadar yeter sayın Türker Aklan. Başka bir yazıda „sınırlarına“ vardığımız ulus devleti ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ karşılaştırmasını ele alarak ulus devletin yok olma sürecine girmediğini, aksine kendini rasyonelleştirerek güçlendiğini gösteren faktörleri açabiliriz.”
Şimdi bu faktörlere bakalım.

Türker Aklan’a göre“Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına” varmışız.  Yazarın“Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor” anlayışı tamamen doğru. Ama ardından gelen “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ anlayışı ise tamamen yanlış.

Küreselleşme denen olgu, kapitalist üretim biçiminin doğuşu ve gelişmesi konusuyla bir parça ilgili olan herkes tarafından sermayenin uluslararasılaşması süreci olarak tanımlanır. Burada söz konusu olan,  sermayenin nesnel hareketinin sermayeyi kaçınılmaz olarak ulusal sınırların ötesine yöneltmesidir. Diğer bir ifadeyle bu süreç, kapitalist üretim biçiminin bütün dünyaya yayılması ve kendinden önce var olan üretim biçimlerinin yerini alması demektir. Sermayenin bunu yapabilmesi için, yani uluslararasılaşması için veya da “küreselleşmesi” için bir güce ihtiyacı vardır. O da devlettir. Başka   ülkeleri işgal etmek, oralardaki pazarları, hammaddeleri ele geçirmek için sermayenin kullanacağı bir ordu yok. Ama devletinin ordusu var. Öyleyse sermayenin uluslararasılaşmasıyla devletin güçlü olması arasında diyalektik bir bağ vardır. Dünya tarihinde sermaye uluslararasılaşırken devletin zayıfladığı hiç görülmüş müdür? Yani şöyle mi oluyor: Örneğin Amerikan sermayesi veya Alman sermayesi küreselleşiyor, ama aynı zamanda Amerikan devleti ve Alman devleti geriliyor? Yani şimdi Irak’ta veya Afganistan’da “küreselleşme” denen olgunun orduları mı savaşıyor yoksa doğrudan veya NATO çerçevesinde, diğer orduların yanı sıra Amerikan ve Alman orduları mı savaşıyor? Sayın Aklan, gelişmeler görüşünüzün tam tersini kanıtlamıyor mu? Yani küreselleşme, kaçınılmaz olarak güçlü ulus-devletleri kaçınılmaz kılmıyor mu?

Aklan’ın iddiasının aksine „küreselleşme“, ulus-devleti geriletmiyor. Uluslararasılaşmış sermayenin emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde devletle ilişkisiyle emperyalist ülkelerde devletle ilişkisi birbirine karıştırılmamalı. „Küreselleşme”nin derecesi ne olursa olsun, bağımlı ülkelerde devlet, adı üzerinde emperyalizme ve yabancı sermayeye bağımlıdır. Bu bağımlılık ilişkileri içinde “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“  anlayışının hiç bir anlamı yoktur.  Ama küreselleşen sermaye ve üretimin limanı olan ülkelerde devlet, hiç de gerilemiyor, zayıflamıyor. Tam tersine küreselleşen sermayenin çıkarlarını korumak için daha da güçleniyor. Kapitalizm koşullarında sermayeden kopmuş devlet veya devletten kopmuş sermaye anlayışı bir hayaldir ve bu anlayışı en keskin neoliberal ideologlar bile savunamıyorlar. Küreselleşme geliştikçe geriliyor denen klasik ulus-devletin klasik üç görevi tarihe karışmamıştır: „Hukuk devleti“ olmak, „Vergi devleti“ olmak ve „Sosyal devlet“ olmak! Aklan diyor ki, „Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet” bu özelliklerini kaybetmeye başlamıştır ve bundan dolayı da “geriliyor”! Devlet, ne baskıcı özelliğinden ve ne de altyapısal gücünden bir şey kaybetmiştir.  Dün olduğu gibi bugün de sınırlar önemlidir, fiziki uzaklık ve topraksal bütünlük önemlidir. Evet, “küreselleşme”nin göklere çıkartıldığı bugünlerde “küreselleşme”ye tekabül eden bütün jeopolitikalar, alanı –sınırı, topraklara hâkim olmayı- adeta yeniden keşfetmişlerdir.

Sayın Aklan, isterseniz bir de devletin klasik alanlarına veya devlet tekeli olan alanlara bakalım. Bu alanlar devlet hükümranlığının çekirdek alanlarıdır. Nedir Bunlar? a)Yasama tekeli, yürütme tekeli, vergi tekeli, para tekeli, silahlı güçler bulundurma tekeli, isterseniz buna politika yapma tekelini de ekleyelim. Devletin birtakım görevlerinin özelleştirildiği de bir gerçektir. Ama henüz özelleştirilmiş yasamadan, yürütmeden, vergiden vs. bahsedecek bir süreçte değiliz. Yani o klasik devlet, klasik devlet olarak yerinde duruyor. Üstelik bugün küreselleşme denen olgunun alt yapısını oluşturmaya çalışan da o klasik devletten başkası değildir; farklı hukuk sistemlerini, farklı biçimlenmiş pazarları, evet “farklı” kapitalizm biçimlerini aynılaştırmaya çalışan, şu veba bu uluslararası tekel değil, o klasik devletin kendisidir.
Türker Aklan ve onun gibi düşünenlerin anlayışını çürüten birçok faktör vardır:

a) Türker Aklan ve onun gibi düşünenlerin fantezi dünyasında devletin her şeyi kontrol ettiği dönemler vardı ve artık o dönemler, “küreselleşme”den dolayı geride kalmıştır. Bundan dolayı da ulus-devlet erimektedir, gerilemektedir. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde en güçlü devletler ne dünya ekonomisini ve ne de ulusal ekonomiyi tamamen kendi kontrolü altına alamamışlardır. Bunun tek bir örneği yoktur. Tarihin hiçbir döneminde en güçlü devletler mutlak hükümran olamamışlardır. Tarihin her döneminde birtakım dünya düzenleri ve bu düzenler içinde en güçlü, daha az güçlü, bağımlı devletler olmuştur: Örneğin köleci, feodal, kapitalist dünya düzenleri ve bu düzenler içinde dünya politikasını önemli ölçüde belirleyen güçlü devletler ve bağımlı devletler. Bu devletlerin güçlülüğü mutlak değil, sürekli görece olmuştur.

b) Dün olduğu gibi bugün de emperyalist burjuvazi, seçici-korumacı hareket etmektedir.  ABD, Çin, Japonya, Rusya ve AB’nin emperyalist devletleri aralarındaki rekabeti; emperyalistler arası rekabeti mutlaka boyun eğilmesi gereken bir güç olarak görmemekteler. Her bir emperyalist ülke kendi ulusal sanayilerinin çıkarına göre hareket etmekte ve bu anlamda da seçici-korumacı (protektiyonist) olmaktadır. Ancak güçsüz devletler, bağımlı ülkelerde devletler, uluslararası rekabete boyun eğmekteler. Ne oluyor bu durumda? “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ mu, yoksa güçleniyor mu?

c) “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ diyor sayın Türker Aklan. Tam tersi söz konusu. Gerilemek, devletin erimesi, küçülmesi ve önemsizleşmesi anlamına gelir. Ama son 30-40 yıllık tarih bunun hiç de böyle olmadığını göstermektedir. Yani “küreselleşme” sürecinin hızlandığı bir dönemde devlet, iddia edilenin aksine giderek daha da güçlenmiştir. Devlet giderlerini, bir devletin gerilemesinin veya güçlenmesinin ölçüsü olarak alalım. Uluslararası istatistikler (örneğin DB, IMF veya OECD istatistikleri veya tek tek ülkelerin “ulusal” istatistikleri) şunu göstermektedir: 1970’den bu yana, birkaç istisna hariç bütün kapitalist ülkelerde devlet giderleri sürekli artmıştır. 1985’ten bu yana da bazı kapitalist ülkelerde devlet giderlerinin artış hızı yavaşlamıştır. Ama artış devam etmektedir. Şayet devlet geriliyorsa, giderlerinin de azalması gerekir. Devlet küçülüyorsa veya moda ifadeyle “inceliyorsa” giderlerinin de azalması gerekir. Ama tam tersi söz konusu. Burjuva politik ekonomide henüz çürütülememiş ve Türker Aklan’ın da çürütemeyeceği bir varsayım var. Bu varsayım şunu diyor: Kamu sektörünün veya devlet sektörünün ulusal ekonomideki payı, o ekonominin dünya pazarına bağlılığı oranında artar. Yani bir ülkenin ulusal ekonomisinde devletin payı, ekonominin liberalleşme; dünya pazarına açılma derecesine bağlı olarak artar. En azından OECD ülkelerinde durum böyle.  

Alınan birtakım tedbirler, devlet giderlerinin artış hızını sadece ve sadece yavaşlatmıştır. Artış devam ediyor. Yani devlet erimiyor, gerilemiyor, bütün ağırlığıyla ortada duruyor. Böyle bir cüsseyi Türker Aklan’ın görememesi gerçekten şaşırtıcı.

Demek ki,“Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet” gerilemiyor, tam tersine klasik görevlerini yerine getirerek güçleniyor. Militarizm kılıfında devlet geriliyor mu? Güvenlik kılıfında devlet geriliyor mu? Polis devleti kılıfında devlet geriliyor mu? Bu alanlarda devlet, şimdiye kadar olduğuyla karşılaştırılamayacak kadar güçlü değil mi? Bırakalım emperyalist ülkeleri, Türkiye’de de devlet bu alanlarda daha da güçlenmedi mi? Emperyalist ülkelere bakalım. Bu ülkelerde devletin özel ekonomik faaliyetleri düzenlemesinde görülen ivmeyi nasıl yorumlayalım sayın Aklan? “Ulus-devlet”in gerilemesi olarak mı, yoksa “ulus-devlet”in güçlenmesi olarak mı? Sorunun diyalektiği şudur ki, devlet olmaksızın pazar da olmaz. Yani keskinleşen uluslararası rekabetin sürdürüldüğü dünya pazarı, güçlü devletler olmaksızın var olamaz.

d) Türker Aklan, “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ derken, belki de farkına varmadan vergi toplayıcısı olarak devletin gerilediğini savunmuş oluyor. Şüphesiz, yabancı sermaye çekmek için, bu sermayeyi ilgilendiren birtakım vergiler kaldırılmıştır veya miktar olarak önemsizleştirilmiştir. Ama AB ve OECD ülkelerinde toplam vergi miktarlarının gelişme seyrine bakarsanız, sayın Aklan, bu ülkelerde vergi gelirlerinin 1980’den buyana sürekli arttığını görürsünüz. OECD ülkeleri ortalamasında vergi gelirleri Yurtiçi Brüt Üretimin yüzde 40’ına denk düşmektedir. Açık ki, “ulus-devlet” vergi tekelini güçlendirmiştir.

e) Sosyal devlet açısından durum:  Deniliyor ki,  „küreselleşme“ sürecinde devlet, sosyal devlet olmaktan çıkmıştır veya sosyal devlet özellikleri zayıflamıştır. Önce şunu belirtelim: Emperyalist küreselleşme sürecinde „antiküresel hareketin“ sosyal devlet için mücadele anlayışı yanlış kavranmakta. Evet, neoliberalizme karşı mücadele eden yığınların ezici çoğunluğu, reformist-pasifist önderliğin yönlendirmesiyle sorunu „sosyal devlet“e yeniden dönüş olarak kavramaktadır. Bu durumda sosyal devlet yok olduğu için onun yeniden var olması için bir mücadele söz konusu oluyor. Burada söz konusu olan, geçmişle karşılaştırıldığında devletin bugün daha az „sosyal“ olduğudur ve „sosyal devlet“ için mücadele edenler, devletin eskisi gibi „sosyal“ olmasını talep etmekteler. Ama dün olduğu gibi bugün de devletin „sosyal“ olma özelliğinde değişen bir şey yok. Bu anlamda da “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ demek gerçek durumla çelişmektedir. Gerçek şudur ki, 1980’den bu yana hemen bütün emperyalist ülkelerde, dahası bütün gelişmiş ülkelerde devletin sosyal harcamalarının miktarı sürekli artmıştır. Evet, bütün reform politikalarına, bütün sosyal yardım kısıtlamalarına, o çok bilinen “makasa” rağmen devletin sosyal harcamaları artmıştır. Şüphesiz ki, harcamaların kapsamında bir yavaşlama olmuştur. Devlet, sosyal yardım alanları daha sıkı kontrol etmeye başlamış, yardımların ve işsizlik parasının miktarında azalma olmuştur. Yani sosyal yardımlar azaltılmıştır ama toplam sosyal yardım miktarı artmıştır. Demek ki, “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet” sosyal devlet olmaktan çıkmamış ve bu anlamda da gerilememiştir.

Türker Aklan, “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ anlayışıyla gerçeğe haksızlık ediyor. Nesnel durumu çarpıtıyor. Gerçek durum yerine “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor” fantezisini koyuyor ve “küreselleşme”nin ancak ve ancak güçlü devletle mümkün olacağı gerçeğini göz ardı ediyor.

Sayın Türker Aklan,   klasik burjuva devletin, “ulus-devlet”in şimdiye kadar olduğundan daha güçlü olmasının nedeninin sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında, namı diğer “küreselleşme”nin bizzat kendisinde aranması gerektiğini kavramıyor.