deneme

24 Şubat 2010 Çarşamba

KRİZ KARŞILAŞTIRMASI VE KRİZDEN ÇIKIŞ SENARYOLARI (III)

SERMAYE KIYIMI, KRİZ, YENİDEN ÜRETİMİN, ARTI DEĞER ÜRETİMİNİN NESNEL KOŞULLARI VE KAPİTALİZMİN KENDİLİĞİNDEN ÇÖKECEĞİ TEORİSİ

(AYNEN KİTAPLARDA YAZILDIĞI GİBİ KLASİK BİR EKONOMİK KRİZ SÜRECİ)


Birkaç aydır N. Nelte ile ilgilenemedik. Dünya ekonomisinde gözle görülür gelişmeler; krizden çıkış eğilimleri -hiç fark etmeyeceği için isterseniz krizin daha da derinleştiğini gösteren eğilimler de diyebilirsiniz- Nelte'yi hatırlamamıza vesile oldu.

Bilindiği gibi -bilmiyorsanız hatırlatmış olalım- N. Nelte, 4 Mart 2009'da bütün dünyaya şu müjdeyi veriyordu:

„Kapitalizmde ekonomik yükselişe dönüş artık mümkün değildir“!
„Ama ekonomik kriz pazarların daralmasından dolayı sermayenin organik veya teknik bileşimi metalarda değişmeyen sermayenin aleyhine olursa, yani üretim araçları sektöründe dünya çapında bir fazlalık ortaya çıkarsa artık bu tüketim sektörüne aktarılamaz... İktidar sahiplerinde panik başlar...2002'de olduğu gibi, sermaye yatırımları Almanya'da yüzde 5 ve Amerika'da da yüzde 10 düştüğünde, üretim araçları sektöründe düşme sadece birkaç ülkede olduğu için GSH'da belli bir artış oldu. O zaman Çin, Rusya Avrupa ve Latin Amerika yatırım talepleriyle bu ülkeleri bir kez daha kurtardılar. Biz o zaman (2006) kapitalizmin çöküşünün ancak 30 sene içinde olacağını öngörmüştük. Ama yatırımların ve düşen makine yapımı gelişmesi daha şimdiden dünya çapında tespit ediliyorsa kapitalizm, ortalığın günlük güneşlik olmasına rağmen, daha şimdiden önümüzdeki 5 sene içinde mübadele ekonomisine düşecektir“ (geçecektir). (Norbert Nelte; “İktisadi Çöküş: 'Geriye Dönüşümü Olmayan Nokta' Şimdi Aşıldı. Norbet Nelte-Fazla Üretim Yasası”, 04.03.2009).
(Mayıs 2009 tarihli makaleden („Emeğin“ Geleceği ve Kapitalizmin Sonu! Nelte ve Kurz Fantezileri Veya da Nelte ve Kurz “Harikalar Diyarında”!)

Bu kutlamalı açıklamadan sonra Nelte, bildiğim kadarıyla, birkaç yazısında soruna değinmekle, kendi yasasına gönderme yapmakla yetindi.
“Mart 2009'da ...bir dünya savaşının dahi... gerçekleştiremeyeceği bir gelişme oldu. Kapitalizmin var oluşunda bu yana ilk defa üretim araçları sektöründe dünya çapında GSH tüketim sektöründekinden daha hızlı düşmüştür. 1929'da dahi böyle bir şey olmamıştı...
...üretim araçları sektörünün (Sektör I) tüketim araçları sektöründen daha hızlı düşmeye başladığı anda üretim araçları sektöründe başka sektöre aktarılamayan fazlalık doğar; sektör I'deki işçiler işsiz kalacakları için... tüketim sektörü de düşmek zorundadır”(„GfK-Konsumklimaindex steigt zum 4. mal, BIP sinkt weiter“, Norbert Nelte, 01.08.2009).

“Pointes of no Return” yasasıyla krizden çıkışın olmadığını kanıtladık ve bunu tamamen ciddi olarak Marksist yöntemle yaptık.
Üretimde ortalama kar oranı artık sıfır noktasında ve Çin'in kapitalistleşmesiyle pazarın sınırlarına varıldı” (Norbert Nelte Wirtschaftsschrumpfung hält an. 14.08.2009).

Anlaşıldı, kapitalist dünya ekonomisi, kapitalizm, geriye dönüşün olmadığı noktaya gelmiş (“Pointes of no Return”). Artık geriye dönülemeyeceğine göre, kapitalist ekonominin bildiğimiz nesnel yasaları da geçerli değildir. Ne geçerlidir? Bunu sadece Nelte ve onun gibi düşünenler bilmektedir.
Yani kapitalizm kendiliğinden çökmüştür, devrime falan gerek kalmamıştır; önemli olan, kapitalizm sonrası ekonominin örgütlenmesidir! Ama Nelte uyanıktır, ne olur ne olmaz diye düşünmüş olmalı ki, Lenin'i öne sürerek devrimci durumdan falan da bahsetmiş, ötesinde başkalarını da konuşturarak; sözlerini aktararak durumu kurtarmanın zeminini hazırlamıştır. Lenin veya Marks da “sos” olarak kullanılarak durum kurtarılmış olacak!

Şimdi Nelte'nin hayal dünyasını terk ederek gerçek duruma bakalım:

I-SERMAYE KIYIMI; SERMAYENİN DEĞERSİZLEŞTİRİLMESİ VE SONUÇLARI
(KAPİTALİZM KENDİNİ NASIL YENİLER?)

Sermaye kıyımı farklı nedenlerden dolayı gerçekleşir ve bu farklılıktan dolayı da farklı kavramlarla ifade edilir:
Sermaye, savaştan, deprem, yangın vb. gibi doğa olaylarından dolayı kıyıma uğrar; yok edilir. Buna sermayenin fiziki kıyımı denir.
Sermaye rekabet dürtülü teknolojik gelişmelerden ve krizlerden dolayı aniden değersizleşmeye uğrar. Buna sermayenin “moral” kıyımı denir.

Nelte'nin anlayacağını pek sanmıyoruz ama yine de söyleyelim: Dönemsel sermaye kıyımı/değersizleşmesi olmaksızın sermaye birikimi olamaz, gerçekleşemez. Sermaye kıyımı, yeni yatırımların (ilk yatırım anlamında değil) temelini oluşturur; yani yeni yatırımların olduğu yerde mutlaka sermaye kıyımı vardır. Sermaye kıyımı aynı zamanda rekabetin bir sonucudur; dolayısıyla rekabet ve sermaye kıyımı arasında diyalektik bir bağ vardır.
Rekabetin sonucu olarak sermaye kıyımı kaçınılmaz olarak “halen işlemekte bulunan sermayede kısmi bir değer kaybına yola açar”; bunun nedeni kapitalistin ekstra kar beklentisiyle üretici güçleri geliştirmesidir; ”üretici gücün gelişmesine aynı zamanda işleyen sermayelerin kısmi değer kaybetmesi eşlik eder” (Marks; Kapital, C: I. s. 632).

Büyük sermaye karşısında rekabetten kaçan “küçük sermayeler, büyük sanayinin henüz yalnızca yer yer elattığı ya da bütünüyle ele geçirmediği üretim alanlarına akar ve buralarda toplanırlar. Burada rekabet, birbirine düşman sermayelerin sayılarıyla doğru, büyüklükleri ile ters orantılı bir şiddetle devam eder”. Ama kurtuluş yoktur; “rekabet... daima, sermayelerinin bir kısmı kendilerini yenen kapitalistlerin eline geçen, bir kısmı da yok olup giden birçok küçük kapitalistin batıp gitmesiyle sona erer” (Marks; Agk., s. 655).

Ekonomik kriz, sermaye kıyımı sürecine kapsamlı derin etkide bulunur: ”Krizler sırasında sermayenin tahrip edilmesinden söz ediliyorsa, bu durumda iki şey arasında ayrım yapmak gerekir. Yeniden üretim sürecinin tıkandığı, çalışma sürecinin sınırlandığı ya da bazı durumlarda tamamen durduğu ölçüde gerçek sermaye tahrip edilmiş olur. Kullanılmayan makine sermaye değildir. Sömürülmeyen iş (gücü), kaybedilen üretim demektir. Kullanılmaksızın kalan hammadde sermaye değildir. Kullanılmayan ya da yarım kalmış yapılar (ve yeni yapılmış makineler), depolarda çürüyen metalar- bütün bunlar sermayenin tahrip edilmesidir. Tüm bunlar, yeniden üretim sürecinin tıkanmayla sınırlanmak demektir, mevcut üretim araçlarının, üretim aracı olarak kullanılmaması, işletilmemesi demektir. Böylece bu araçların kullanım değeri ve değişim değeri mahvolur (Marks; Art Değer Üzerine Teoriler, C. 26/2, s. 496).

Bunun ötesinde, “İkinci olarak krizlerin sonucu sermaye kıyımı, değer kütlelerinin aşınması anlamına gelir; bu aşınma daha sonra sermaye olarak aynı ölçekte yeniden üretimlerini yenilemelerini önler; ama bu, “eski kapitalistin var olan mübadele değeriyle ilgilidir. (Marks; agy.).

Bir işletmenin “nominal sermayesinin” tam da bu “yok edilişi”, “kullanım değeriyle ilişkili olmadığı için”, onu ucuzca ele geçiren başka bir kapitalistin elinde “yeni yeniden üretimi oldukça teşvik eder” (Agy.)

“Nominal sermayedeki, devlet tahvillerindeki, hisse senetlerindeki vb. düşüşe gelince -devletin ya da anonim şirketinin iflasıyla sonuçlanmadığı ölçüde...yalnızca zenginliğin bir elden başka bir ele aktarılması anlamına gelir ve bu tahvilleri ya da hisse senetlerini ellerine ucuzca geçiren sonradan görmeler, eski sahiplere göre çoğunlukla daha girişimci oldukları için, genelinde, yeniden üretime daha da yararlı bir katkıda bulunurlar” (Agk; s. 496/497).

Böylece krizler, yeni birikim çevrimleri için yeniden bir çıkış noktası oluştururlar. Paradoks, çelişkili gözükebilir, ama bu, kapitalist üretim biçiminin diyalektiğidir; sermayenin krizsel kıyımı ve aşırı birikimiyle toplumsal kaynakların yoğun israfı, üretici güçlerin devasa gelişmesine neden olur; dürtü teşkil eder. Yani sermaye aşırı birikiyor; yatırılacak alan arıyor; bu süreç toplumsal kaynakların hoyratça boşa harcandığı sürecin doruk noktasını oluşturuyor, kriz patlak veriyor ve bir de bakıyorsunuz ki bu durum, üretici güçlerin devasa gelişmesine neden oluyor. Hani Nelte, bu iş bitmiştir; birikimin olanağı artık kalmamıştır; artı değer üretme yolları tıkanıştır diyor ya! Marks, tam da olanağı kalmamış denenin olanaklı olduğunu; bunun kapitalizmin kendiliğinden çökerticileri tarafından anlaşılmayan diyalektiği olduğunu anlatmaya çalışıyor. Tabii kapitalizmin diyalektiği bunu, kendisini, kendiliğinden çökertenleri; kendiliğinden çöküş teorisini çürütmek için yapmıyor. Kapitalizm, kendiliğinden çöküş teorisini savunanlar kadar komplocu değildir! Onun işleyişinin mantığı vardır; nesnel yasalarına göre hareket eder.

1-Sermayenin fiziki kıyımı:
Hem üretim araçlarının (aynı zamanda tüketim araçlarının da) hem de sömürülebilir iş gücünün devletler arası savaşlarda veya iç savaşlarda zor yoluyla fiziki kıyımı, kapitalizmin hakim olduğu toplumlarda bir özgünlüğün ifadesi değildir. Kapitalizmin hakim olmadığı toplumlarda da bu vardı, ama kapitalizmde savaş, aynı zamanda sermaye kıyımı biçimini alır. Marks, “kendiliğinden anlaşılacağı gibi savaş, ekonomik olarak, ulusun sermayesinin bir kısmını suya atmasıyla aynı anlama gelir” der (Marks; Grundrisse-Gözden geçirilmemiş taslak, Berlin, 1953 s. 47).

Bunun ötesinde sermayeler arasındaki rekabet, zor kullanma ilişkilerine yol açar; yani bir taraftan devletler arası rekabete; yabancı pazarların, hammaddelerin ve iş gücünün zor yoluyla (savaşla) fethine ve diğer taraftan da rakibin sermayesinin yok olmasına yol açar. (Bkz.: Kapital, C. I, s. 779-781). Ama militarizm aynı zamanda “sermaye birikim alanı” olur: “Militarizm, sermayenin tarihinde tamamen belli bir işlev görür. Bütün tarihsel aşamalarında birikimin adımlarına eşlik eder...Militarizm, yeni dünyanın,...Hindistan'ın fethinde, sonraları modern sömürgelerin fethinde,...Avrupa dışı bölgelerde Avrupa sermayesinin oluşumunda ve yaygınlaşmasında ... belirleyici bir rol oynar.
Buna ilaveten başka önemli bir işlevi de var: Militarizm, safi ekonomik olarak da sermaye için artı değerin gerçekleştirilmesinde, yani birikimin alanı olarak birincil derecede önemli bir araçtır”(R. Luksemburg, Sermaye Birikimi, Toplu Eserleri, C. 5, s. 398).

2-Moral yıpranma:
„İş aletleri, sanayinin ilerlemesiyle her zaman geniş ölçüde değişikliğe uğrarlar. Bu nedenle, ilk biçimleriyle değil, bu değişikliğe uğramış biçimleriyle yenilenir. Bir yandan, belli bir maddi biçim içerisinde yatırılmış ve bu biçimiyle belli bir ortalama ömre sahip bulunan sabit sermaye kitlesi, yeni makinelerin vb. ancak yavaş yavaş kullanıma sokulmasının bir nedenini oluşturur ve bu yüzden gelişmiş iş aletlerinin hızla genel kullanıma sokulmasını engeller. Öte yandan da, rekabet, eski iş aletlerinin, özellikle kesin değişiklikler olduğu zaman, doğal ömürlerini daha tamamlamadan, yenileriyle değiştirilmelerini zorunlu kılar. Fabrika araç ve gereçlerinin oldukça geniş toplumsal boyutlarda bu gibi vaktinden önce yenilenmelerini esas olarak afetler ya da krizler zorlar“ (Marks; Kapital, C. II, s. 171).

Demek ki, iş aletleri, makineler; bir bütün olarak sabit ve değişmeyen sermaye, sanayi üretiminin, teknolojinin ilerlemesiyle her zaman geniş ölçüde değişime uğruyorlar; her değişimi belli bir zaman sonra eskimiş oluyor ve yenide değişime uğruyor. Rekabet bunda belirleyici bir rol oynuyor. Ötesinde afetler ve krizler de aynı doğrultuda etkide bulunuyorlar. Yani kriz dönemleri, doğal afet dönemleri, rekabet, sermayeyi kaçınılmaz olarak kıyıma, yenilenmeye zorlamaktadır.

Sermaye fiziki yıpranmasının yanı sıra bir de “moral yıpranma”ya maruz kalıyor:
“Ne var ki, bir makinenin maddi aşınma ve yıpranmasının yanı sıra, bir de moral yıpranma diyebileceğimiz bir aşınması vardır. Ya aynı türden daha ucuz başka makinelerin üretilmesiyle ya da daha iyi makinelerin rekabete girmesiyle, değişim değerini yitirir. Bir makine, ne kadar genç ve yaşam dolu olursa olsun, her iki durumda da, değeri, artık, onda fiilen maddeleşen emek ile değil, onu ya da daha iyisini üretmek için gerekli çalışma zamanı ile belirlenir. Bu durumda, azçok bir değer kaybına uğramış demektir” (Marks; Kapital, C. I, s. 426/427).

Tabii bir makinenin „Toplam değerinin yeniden üretimi için gerekli zaman ne kadar az olursa, moral yıpranma tehlikesi o kadar az ve iş günü ne kadar uzun olursa bu süre o kadar kısa olur”
(Marks; agk., s. 427). Ve tam da bu nedenle makineler, “kısa bir zaman içinde...değerini yeniden üretsin diye ...gece ve gündüz vardiyalarıyla çalışma süresi ölçüsüz uzatılır” (Marks; Kapital, C. III, s. 123).

Teknolojik gelişmeye paralel olarak makineler; makine sistemleri giderek daha karmaşık oluyor; böylece değişmeyen sermaye de giderek büyüyor ve böylece bu sermayenin uzun dönem kullanım zorunluluğu da sorun oluyor; bu durum, “fiziki olarak ömrünü doldurmasa da moral aşınmadan dolayı” üretim araçlarının sürekli yenilenmesi zorunluluğunu teşvik eden üretici güçlerin gelişmesinin hızlandırılmasıyla çelişkiye düşüyor; “Sabit sermayenin gelişmesi, bir yandan bu ömrü uzattığı halde, öte yandan da, bu ömür, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır” (Marks; Kapital, C. II, s. 185).

“Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, birçok yılı, diyelim ki ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi, bir yandan bu ömrü uzattığı halde, öte yandan da, bu ömür, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayinin temel dallarında bu yaşam çevriminin ortalama on yıl olduğu varsayılabilir... Şu kadarı açıktır: bu süre içerisinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağıntılı devirler çevrimi, devresel krizlere maddi bir temel sağlar. ... Sermayenin yatırılmış olduğu dönemlerin birbirlerinden çok farklı olduğu ve zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir kriz, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine azçok yeni bir maddi temeli sağlarlar” (Marks; Kapital, C. II, s. 185/186).

Demek oluyor ki, kapitalizmde krizlerin kaçınılmazlığı sermaye kıyımının ve yeni yatırımların kaçınılmazlığını da beraberinde getiriyor; yani genişletilmiş yeniden üretimin ve dolayısıyla artı değer üretimin kaçınılmazlığını beraberinde getiriyor. Bu zorunluluk kapitalizme özgüdür; sabit sermayenin sürekli yenilenmesi, kapitalizmin olmazsa olmazıdır. Sabit sermayenin, dönemsel olarak da sürekli yenilenmesi sermaye kıyımından ve yeni yatırımlardan başka bir anlam taşımaz. Kriz dönemlerinde bu gelişme göze batacak bir biçimde gözükür ve tam da kriz dönemlerinde kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar bu gerçeği reddederler; yeniden üretimin koşullarının kalmadığından, artık artı değer üretiminin imkansız olduğundan bahsederek kapitalizmin sonuna geldiğini ilan ederler. Krizin bir sonraki çevrim için maddi temel teşkil ettiğini görmezler. Kriz, bir sonraki dönem çevriminde yeniden üretimin, artı değer üretiminin koşullarını yeniler. Ama Marksizm adına konuşan, Lenin'in deyimiyle avanak küçük burjuva bunu anlamaz.

Kriz döneminde sermaye kıyımı:
Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlara göre; kapitalizmin aşırı sermaye birikiminden artık kurtulamayacağını savunanlara göre krizlerin bu sorunda oynadıkları rol önemsizdir. Bu unsurlar, aşırı sermaye birikiminin ekonomik krizler döneminde olamayacağını anlamazlar. Sorun tam da burada. Bir aşırı sermaye birikimi durumu, kriz süreciyle dengelenebilir; özellikle “her ne olursa olsun, şu ya da bu miktarda sermayenin çekilmesi ya da hatta yok olması ile ancak kurulabilir. Bu hal, kısmen, sermayenin maddi varlığına kadar uzanabilir, yani bir kısım üretim aracı, sabit ve döner sermaye, çalışamaz, sermaye olarak iş göremez duruma düşer; işlemekte olan kuruluşlardan bazıları işlerini durdururlar. Bu bakımdan, zaman, bütün üretim araçlarına (toprak hariç) saldırır ve bunları bozarsa da, işlerin durması, gerçekte üretim araçları için çok daha büyük zararlara yol açar. Bununla birlikte, bu durumda asıl önemli olan, bu üretim araçlarının üretim aracı olarak işlevlerini yerine getirememeleri, bu işlevin kısa ya da uzun bir dönem için kesintiye uğramış olmasıdır” (Marks; Kapital, C. III, s. 264).

“Esas zarar”, “esas tahribat”, üretim araçlarının kullanım değeri karakteriyle ilgili değildir, daha ziyade “değer özelliği taşıyan sermaye” ile ilgilidir:
“Ama asıl zarar en şiddetli nitelikte olanı, sermaye ile ilgili olarak meydana gelir ve bu sermaye, değer niteliğini taşıdığı ölçüde, bu kayıp sermayelerin değerleri bakımından meydana gelmiş demektir. Sermayenin değerinin yalnızca gelecekteki artı değerden, pay talebi biçimindeki kısmı, yani aslında, çeşitli şekillerdeki üretimden bono biçiminde kâr talebi, hesaplandıkları gelirlerdeki düşme nedeniyle hemen değer kaybına uğrar. Altın ve gümüşün bir kısmı atıl kalır, yani sermaye olarak işlev yapmazlar. Piyasadaki metaların bir kısmı, dolaşım ve yeniden üretim süreçlerini, ancak, fiyatlarında büyük düşme olması yoluyla, dolayısıyla, temsil ettikleri sermayede değer kaybıyla tamamlayabilirler” (Agy.).

“Bu aksaklık ve durgunluk, paranın ... ödeme aracı işlevini felce uğratır; belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri yüzlerce yerinden kopar. (Bu) aksaklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve şiddetli, ağır krizlere, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden üretim sürecinde fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden üretimde gerçek bir düşmeye yol açar” (Agk., s. 264/265).

Bu krizdir; yukarıdaki gelişme hemen her kriz sürecinde görülür. Bu kriz sürecinde başka gelişmeler de olur: “Üretimdeki durgunluk”, “tıkanma” “işçi sınıfının bir kısmını işsiz bırakır”; böylece çalışan işçilerin ücretlerinin ortalamanın altına düşmesine neden olur. Bu durumun; çalışan işçilerin ücretlerinin ortalama ücretin altına düşmesinin “sermaye üzerindeki etkisi, tıpkı, ortalama ücretlerde nispi ya da mutlak artı değerde bir artma olduğu zaman yaptığı etki gibidir“ (Agk., s. 265). Sorun burada bitmez: “Nihayetinde, değişmeyen sermaye öğelerinin değer kaybı, bizzat kâr oranının yükselmesine yol açabilir. Kullanılan değişmeyen sermaye kitlesi, değişene oranla yükselmiş olabilir, ama değeri düşebilir. Böylece üretimde meydana gelen durgunluk -kapitalist sınırlar içerisinde- gene üretimde daha sonraki bir genişlemeyi hazırlamış olabilir” (Agy.).

Marks'ın burada krizler üzerine söylediği 2008 dünya krizi için de geçerlidir. Bunu bir “Filisten”; bir avanak küçük burjuva, evet nesnel gerçekliği analiz ederek sonuç alma yerine R. Luksemburg'u gizemleştirerek; “gizli, gizemli bilimlere” büründürerek bir okültist edasıyla hareket edenler anlamazlar. Marks, kriz, artı değer üretiminin; sermayenin yenide üretim koşullarının tıkanan sürecini açar diyor:
”Krizler, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır” (Agk., s. 259).

Sorun oldukça basit, ama uluslararası alanda R. Luksemburg'u karikatürleştirenler tarafından anlaşılması zor. Marks'ın bu kriz düşüncesini takip edelim: „Kısacası, apaçık aşırı-üretim olayına karşı öne sürülen bütün itirazlar (oysa bu olgu, bu itirazlara aldırış bile etmemektedir), kapitalist üretimin engellerinin, genel olarak üretimin engelleri olmadığı ve bu nedenle, bu, özgül, kapitalist üretim tarzının engelleri bulunmadığı tartışmasına gelir dayanır. Oysa, kapitalist üretim tarzının çelişkisi, sermayenin içerisinde hareket ettiği ve tek başına hareket edebildiği, özgül üretim koşulları ile sürekli çatışma içerisine giren, üretici güçleri mutlak bir biçimde geliştirmeye doğru bir eğilim taşımasından doğar“ (Agk., s. 268).

Devamla şöyle oluyor: “Bu çelişkiler çalışmanın aniden durduğu ve sermayenin büyük bir kısmının tahrip edildiği patlamalara, felaketler, krizlere neden olur ve bu yolla sermaye, intihar etmeden üretici güçlerini tam kullanabilecek bir noktaya kadar zor yoluyla küçültülür... Ama bu, düzenli olarak tekrarlanan felaketler, her seferinde daha büyük çapta yinelenerek nihayetinde sermayenin zor yoluyla devrilmesine neden olur” (Marks; Grundrisse, Gözden geçirilmemiş taslak, Berlin, 1953, s. 636- Türkçesi, s. 684/685).

Demek oluyor ki Marks, kapitalizm ne kadar gelişirse gelişsin;
1-Artı değer ürütme olanağının ortadan kalkmayacağından;
2-Yeniden üretimin imkansız olamayacağından;
3-Kapitalizmin kendiliğinden çökmeyeceğinden ve
4-Nihayetinde zor yoluyla devrileceğinden bahsetmektedir.

Demek ki kriz, sermayeyi yeniden artı değer üretecek duruma getiriyor; yeniden üretimin tıkanmış yollarını açıyor.

Sorun bu kadar açık. Ama buna rağmen filisten küçük burjuva, sermayenin aşırı birikiminin nedenini anlamadığı; bunun mutlak bir birikim olmadığını kavramadığı ve üstelik devrimden de umudunu kestiği için kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisine sarılıyor.

Marksizm, üretici güçlerin gelişmesini, teknolojik ve üretim yöntemlerinde yenilenmeyi ve bunlarla bağlam içinde sermaye kıyımını ve değersizleştirilmesini, kapitalist mekanizmayı harekete geçiren yapısal/temel itici güç, evet bir motor olarak görür. Yukarıda Marks'tan aktardığımız birçok anlayış bu bağlamda değerlendirilmelidir. Bu öyle bir süreçtir ki, kapitalist ekonomik yapıyı içsel olarak sürekli devrimcileştirir/alt-üst eder; sürekli eski yapıları yıkar ve yeni olanların kurulmasına ve işlevsel olmasına yol açar. Bu, kapitalizmin kendi kendini yenileme özelliğidir; kapitalist üretim biçiminin içsel özelliğidir. Her yeni meta; her yeni ürün, her yeni üretim yöntemi, rekabet içinde gündeme gelir ve bu da tüketim maddeleri ve üretim araçları biçiminde olsun bir kısım sermayenin yok edilmesiyle gerçekleşir. Tam da bu nedenle kapitalizm, bir krizinden gelecek krizine kadar güçlenerek çıkar. Onun tarihsel olarak ömrünü doldurmuş olması, kapitalizmin her krizinden gelecek krizine kadar yenilenerek çıktığı gerçeğini karartamaz. Avanak küçük burjuva kapitalizmin bu diyalektiğini anlama yeteneğine sahip değildir; onun aklı-fikri kapitalizmin kendiliğinden çökeceğindedir. Üstelik bu anlayışını, hiç savunulmaması gerektiği bir dönemde; ekonomik krizler döneminde özellikle savunur. Filisten küçük burjuva, özellikle kriz dönemlerinde Marks'ın daha çok, daha yoğun okunduğunu; kriz konusundaki görüşlerinin güncelleştiğini bilmesi gerekir! Yoksa yanılıyor muyum?

Ekonomik kriz ile aşırı sermaye birikimi ve kar oranının düşmesi arasında diyalektik bir bağ var ise; kriz dendiğinde aşırı sermaye birikimi ve kar oranının düşmüş olması akla geliyor ise, bu durumda krizden çıkış süreci genişletilmiş yeniden üretimin; yeniden büyümenin koşullarının oluştuğu süreçtir; bu süreç içinde aşırı birikmiş sermaye yok edildiği için kar oranı da yeniden artmaya başlar. Toplam sermaye bakımından bu böyledir. Ama tek tek sermayeler açısında durum farklı olabilir; şu veya bu tekil sermaye iflas eder; sermaye yok olur vb.
Kriz, kapsamlı yeni yatırımların, aynı zamanda kapsamlı sermaye kıyımının gerçekleştirilmesi demektir.

II-MARKSİST KRİZ TEORİSİNE GÖRE KRİZ ÇEVRİMİNDE SABİT SERMAYENİN YENİLENMESİNİN VE GENİŞLETİLMESİNİN ANLAMI-KRİZDEN ÇIKIŞ

“Kapitalist üretimin tüm niteliği, yatırılmış bulunan sermaye-değerin kendisini genişletmesi ile belirlenir; yani önce, elden geldiğince fazla artı değer üretimiyle…” (K. Marks; Kapital, C. II, s. 83).

Bunun anlamı şudur: Kapitalizmde yatırılan sermayenin değerlendirilmesi, daha fazla üretim, daha fazla kar; azami kar amacından başka bir anlam taşımaz. Üretimin belirleyici amacı, artı değer, kar, daha fazla kar üretimidir.

Aynı yerde Marks devamla şöyle der:
“Kapitalist üretimin niteliği…ikinci olarak….sermaye üretimiyle, böylece de artı değerin sermayeye dönüşmesiyle belirlenir. Durmadan daha fazla artı değer üretmesinin -dolayısıyla, kişisel amaç olarak kapitalistin zenginleşmesinin- aracı olarak görülen ve kapitalist üretimin genel eğiliminde bulunan birikim ya da geniş ölçekli üretim, … gelişmesi gereği, her bireysel kapitalist için bir zorunluluk halini alıyor. Sermayesindeki devamlı büyüme, bu sermayenin korunmasının koşulu haline geliyor” (Agk., s. 83/84).

Buna göre tek tek kapitalistler veya tekeller, sermaye grupları, var olmak istiyorlarsa, sürekli genişletilmiş aşamada üretim yapmak, birikim yapmak zorundadırlar. Bu, onların var olmaları veya konumlarını korumaları için kaçınılmaz koşuldur.

Böylelikle, kapitalist üretimin birbirini tamamlayan iki temel karakterini gösterdik:
1-Yatırılan sermayeyi değerlendirmek (daha fazla artı değer, daha fazla kar, azami kar) ve
2-Bunu gerçekleştirmek için sürekli genişleyen aşamada üretim ve birikim.

Kapitalist, kapitalist olarak kalmak istiyorsa -ki başka türlü de olamaz- artı değer, kar, en fazla kar peşinde koşmak zorundadır. Bu nedenle birikim yapmak ve sermayesini genişletilmiş yeniden üretim sürecine sokmak zorundadır. Ama bu süreç, dikensiz gül bahçesi değildir. Çünkü ondan başka kapitalistler de vardır ve onlar da aynı amacı güderler.

Öyleyse; sermaye birikimi ve genişletilmiş yeniden üretimi ancak ve ancak giderek keskinleşen rekabet şartlarında gerçekleştirilmek zorundadır. Tek tek kapitalistler, tekeller için geçerli olan bu gerçek, başka boyutlarda ve biçimlerde ülkeler için de geçerlidir.

Sermaye birikimi sonuç itibariyle, diğer şeylerin yanı sıra esas olarak neyi kaçınılmaz olarak beraberinde getirir?
1-Soruna nicel miktar olarak baktığımızda sermaye birikimi sonuç itibariyle tek tek kapitalistlerin, tekellerin sermayesinin ve nihayet toplumsal toplam sermayenin artmasını/çoğalması beraberinde getirir.
2-Soruna nitel açıdan yaklaştığımızda sermaye birikiminin, toplam sermayede sabit sermaye payının artmasını beraberinde getirdiğini görürüz. Yani nitel açıdan sermaye birikimi, sermayenin organik bileşimini yükseltir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi ise, bir taraftan iş gücüne duyulan ihtiyacı azaltırken, diğer taraftan da işçilerin bir kısmının böylece sokağa atılmasıyla belli bir “yedek sanayi ordusu”nun doğmasını ve zamanla kronik olarak var olmasını beraberinde getirir.

Sermayenin organik bileşiminin artması, bunun ötesinde kar oranının eğilimli düşmesine neden olur. Kapitalistler de kar oranının eğilimli düşmesine karşı koymak için, kar miktarını arttırmaya çalışırlar. Kar miktarının arttırılması ise üretimin genişletilmesini, rekabetin daha da keskin sürdürülmesini beraberinde getirir.

Sermayenin birikim sürecinde daha neler olur? Sermayenin birikim süreci aynı zamanda, sermayenin ve de üretimin hem yoğunlaşmasına hem de merkezileşmesine neden olur. Bu süreç de, sonuç itibariyle tekellerin doğmasını beraberinde getirir (emperyalizmin oluşma süreci); tekeller, ekonominin çeşitli dallarında üretime ve pazara hakim olmaya başlarlar. Bu, son kertede toplam toplumsal sermayenin önemli bir kısmının bir avuç, sayıları oldukça sınırlı tekelin elinde toplanması demektir. Bu süreç aynı zamanda, tekellerin ekonomik ve siyasi iktidarı ellerine almaları sürecidir.

Tekellerin doğması ve gelişmesi, rekabetin, sermaye yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Tam tersine rekabet, daha şiddetli/keskin ve kapsamlı boyutlarda sürer. Sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme süreci devam eder ve nihayet bu süreç çok az sayıda tekeli, ekonomi ve devlet üzerinde hakim olan güç konumuna getirir. Bu, tekelci devlet kapitalizmi demektir.

Akla şu soru gelebilir: Bütün olarak yatırımlar/sermayenin birikim süreci, hiç kesintiye uğramayan, sürekli büyüme içinde olan bir gelişmeye mi tekabül eder? Hayır, yatırım hareketi ve sermayenin birikim süreci, belli dönemlerde kesintiye uğrar. Bu, kriz çevrimi ile kesintiye uğrayan bir süreçtir. Başka türlü de olmaz. Çünkü kapitalizm koşullarında sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi, sürekli yükselen düz bir hat izleyerek gelişmez. Bu, kapitalizme, ekonomik kriz olgusunun doğasına aykırıdır. Marks’ın Kapital’de dediği gibi, kapitalist gelişme, kendisini yenileyen, birbirini takip eden aşamaları, yılları kapsamına alan ve devamlı, bir çevrim sonu ve yeni birinin başlangıcı olan genel krizle sonlanan çevrim içinde gerçekleşir.

Öyleyse, en fazla kar uğruna sürdürülen sabit sermayenin yenilenmesi ve genişletilmesi nasıl gerçekleşir ve bunun kapitalist ekonomi/üretim biçimi üzerindeki etkileri nasıldır?
Kapitalist ekonominin toplam (genel) çevriminde kriz, belirleyici aşamayı ve aynı zamanda çevrim için yeni bir çıkış noktasını oluşturur. Kriz, kapitalist yeniden üretim sürecinde çevrimin yükseliş aşamasında yığılan, stoklanan meta kütlesini ve aynı zamanda sabit sermaye kütlesini kıyıma uğratmada; yok etmede ve böylece yeni yatırımlara yol açmada belirleyici işlev üstlenmiş aşamadır. Böylelikle kriz, kapitalist ekonomide çevrimin işlemesini, kapitalist üretim biçiminin devamını sağlar. Kriz, kapitalizmin temel çelişkisini ortadan kaldırmaz, ama yeni bir krizin temelini hazırlar.

Kriz, yatırım faaliyeti üzerinde belirleyici bir rol oynar. Kriz, meta ve sabit sermaye kıyımına neden olurken veya kriz döneminde sabit sermaye kıyımı yapılırken, aynı zamanda yeni yatırımlar için de yol açılmış olur; aşırı birikmiş sermaye yok edilir. Böylelikle kriz, yeni yatırımların da maddi temelini hazırlar ve her ekonomik krizin şiddetini/derinliğini yatırım hareketindeki gelişmeye bakarak da çıkartabiliriz.

Sabit sermaye kıyımı ve yeni yatırımlar açısından kriz döneminin anlamını birkaç noktada toparlayabiliriz:

1-Kriz döneminde sermaye yatırım faaliyeti, özellikle de maddi üretim alanında güçlü bir şekilde geriler. Yeni yatırım faaliyeti olmadığı gibi, tamamlayıcı yatırım faaliyeti de geriler. Ve yatırım faaliyetindeki en derin nokta, aynı zamanda krizin en derin noktası olur.

2-Kriz döneminde yatırım faaliyetinin gerilmesi, mevcut işletmelerin modern teknoloji ile donatılması faaliyetini de kesintiye uğratır.

3- Ne denli modern teknoloji temelinde gerçekleştirilmiş olursa olsun kriz döneminde sabit sermaye yatırımları, kriz olgusundan dolayı manevi değer kaybına uğrar; daha yeni teknolojiye dayanan tesislerin gündeme gelmesiyle aslında eskimemiş olan tesislerin değer kaybı esprisi budur.

3-Kriz döneminde yatırım faaliyetinin gerilmesinden dolayı toplumsal sermaye kıyımı, sadece mevcut kapasitelerin, sabit sermayenin kıyımıyla gerçekleşmez. Bu, aynı zamanda mevcut firmaların; işletmelerin iflasa sürüklenmeleriyle de gerçekleşir. Bunun yanı sıra o fırtınalı kriz yıllarını atlatan birçok işletme/kapasite, geçici olarak ya tamamen ya da kısmen üretim dışı kalır.

Öyleyse kriz döneminde ve kriz vasıtasıyla muazzam boyutlarda sabit sermaye kıyımına gidilir; hem üretim hem de dolaşım alanında birçok tesis kıyıma uğramazsa da faaliyet dışı bırakılır. Bu dönemde sabit sermaye kıyımı dışında meta formunda da sermaye kıyımı yapılır (stokların yok edilmesi, çürümeye terk edilmesi vs.). 1929-32 krizi döneminde ürün biçiminde sermaye kıyımı ve devam eden 2008 krizinde de daha ziyade sabit sermaye biçiminde sermaye kıyımı gerçekleştirilmiştir).
Böylelikle kriz; kapitalist gelişmenin nesnel bir koşulu olarak kriz, yeni yatırım hareketi için yolu açar; kapitalizmin ekonomik yasaları yeniden işlerlik kazanır ve yeni bir krizin temelleri de atılmış olur.
Marks’ın dediği gibi, “kriz, devamlı büyük yeni bir yatırımın çıkış noktasını oluşturur” (Kapital, C. II, s. 186).

Yenileme ve genişletme amacıyla yatırılan sermaye, yani sabit sermaye (makinelere, tesislere, binalara vs. yatırılan sermaye), toplumsal üretimin her iki bölümünde (Bölüm I ve Bölüm II) üretim kapasitelerinin genişletilmesine, modernleştirilmesine neden olur. Böylelikle kapsamlı bir üretim için teknik-maddi temeller atılmış olur. Diğer taraftan sabit sermayenin büyümesi, tekellerin ekonomik (ve de) siyasi güçlerinin büyümesine de neden olur.
Yeni tesisler; yenileme ve genişletme karakterini taşıyan yatırımlar; yani sabit sermayenin daha ziyade bu amaçlarla yenilenmesi ve genişletilmesi, toplumsal üretimin her iki bölümünde de üretim araçlarına artan talebi ifade eder.

II. Dünya Savaşının yıkıcı sonuçlarını düşünelim. Bombalanmış, yıkılmış üretim kompleksleri, kullanılmaz hale gelmiş tesisler, daha ziyade savaş ekonomisine yönelik üretim kapasitelerinden geriye kalanların ”normal” üretime geçmesi, yıkılan konutlar, köprüler, binalar, okullar, hastahaneler vs. Bunun ötesinde kitlelerin tüketimi için gerekli maddeler vs. Bütün bunlar neyi beraberinde getiriyordu? Sabit sermayenin yenilenmesini ve genişletilmesini beraberinde getiriyordu.

Savaş sonucu, üretim araçlarına muazzam boyutlardaki talep, kaçınılmaz olarak toplumsal üretimin I. Bölümündeki (üretim araçları üretimi) üretimi, bu alandaki ürünleri teşvik etmiştir.
Süreç nasıl gelişiyordu? Üretim araçlarına talep artıyor, bu alandaki ürünlerin pazarı genişliyor; bu alandaki ürünlerin üretimi, giderek genişleyen kapasitelerde üretiliyor.

Üretim araçları üretiminin büyümesi, iş gücüne olan ihtiyacı da arttırır. İş gücüne olan ihtiyacın artması, sonuç itibariyle ücretlerde belli bir artışı beraberinde getirir ve bunun sonucu olarak da tüketim mallarına talebi artar. Tüketim mallarına talebin artması, toplumsal ürünün II. Bölümünde genişlemeyi beraberinde getirir.

Toparlarsak:
Görüyoruz ki kriz, sermaye yatırımlarının yenilenmesini ve genişletilmesini teşvik ediyor. Sabit sermayenin yenilenmesi ve genişletilmesi hızlanıyor ve muazzam boyutlara varıyor. Bu süreçte üretim araçları üretimi özellikle hızlı büyür.
Ekonominin yükseliş döneminde, üretim araçları üretimi giderek doruk noktasına ulaşır.

Üretim araçları üretiminin hızlı gelişmesi ve muazzam boyutlara varması, ilk bakışta bu sürecin sınırsız olduğu kanısını uyandırır. Öyle ya her şey yolunda gidiyor, talep büyük, sipariş dosyaları dolu, kapasiteler büyük oranlarda çalışıyor, fiyatlar artıyor vs. vs.

Ne var ki, üretimin genişlemesinin büyük ölçüde nedeni olan üretim araçları üretimi sınırsız olarak süremez. Bu yükselişin bir sınırı vardır. Bu sınırı, üretim ile pazar arasındaki çelişki oluşturur. Üretim bu noktaya geldiğinde, artık sermayenin yeniden üretim şartları, değerlendirilme şartları kötüleşmeye başlamıştır. Kapitalist üretim, kitlelerin tüketim sınırına gelip çatmıştır. Bu, pazar ile üretim, tüketim ile üretim arasındaki çelişkinin yeniden keskinleşmeye başladığı sürecin başlangıcıdır.

Marks’a göre yatırım süreci; sabit sermayenin kapsamlı yenilenmesi ve genişletilmesi, sonuç itibariyle kapitalist yeniden üretimin çevrimli seyrinin maddi temellerini oluşturur. Ve zorunlu olan sabit sermaye yenilemesi, belli aralıklarla gerçekleştirilir ve bu aralıklar, sabit sermayenin dönüşümüyle bağlam içindedir (Bkz.: Kapital, C. II, s. 185/186, Yukarıda “Kullanılan sabit sermayenin” ile başlayan alıntı).

“Öyleyse, yatırılan sermaye değeri bir devirler çevriminden geçmek zorundadır… Bu çevrim, kullanılan sabit sermayenin ömrü, yani yeniden üretim ya da devir zamanı ile belirlenir” (Marks; Kapital, C. II, s. 185).

Marks bu süreci ortalama 10 sene olarak tanımlıyor. Yani her 10 senede bir sabit sermayenin yenilenmesi, kriz gündeme geliyor. Bu, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde gerçekten de böyle olmuş; her 8-10 senede bir fazla üretim krizleri patlak vermiş ve krizler, yeni yatırımlar için çıkış noktasını oluşturmuştur.
Kapitalizmin, en son aşamasını analiz eden Lenin, bu sürenin değişik olabileceğini, belirsizleşmeye başladığını saptamıştır.

Sözün kısası: Bay N. Nelte 4 Mart 2009 tarihli makalesinde sanal dünyasında havai fişekler patlatarak kapitalizmin çöktüğünü ilan etmişti. Yani üretim araçları sektöründe üretim fazlalığı doğarsa ve bu tüketim sektörüne aktarılamazsa (Bölüm I'in fazlalığı Bölüm II'ye aktarılamazsa) olan olur ve kapitalizm çöker demişti. Tabii bu arada yaşanan krizden uçuk “teori”lerini kanıtlamak için yararlanmaya çalışanlar da hiç eksik olmadı; R. Luksemburg'u karikatürleştiren bu unsurlar, nihayetinde genişletilmiş yeniden üretimin, artı değer üretiminin artık imkansız olduğundan bahsetmeye başladılar. Aslında bunlar R. Luksemburg'u karikatürleştiren N. Nelte'nin kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunmaya çalışanlardır. Ama Marks hiç de bu Nelte'ler gibi düşünmüyor. Bölüm I'de veya Bölüm II'de olsun kriz sürecinde ister makine, ister ürün biçiminde olsun sermaye kıyımı gerçekleştiğini ve böylelikle olası fazlalığın eritildiğini açık olarak anlatılıyor. Demek oluyor ki kriz bu özelliklerinden dolayı yeni yatırımlara da maddi zemin oluşturduğu için genişletilmiş yeniden üretim yollarının tıkanmasını engelliyor. Böyle bir gelişme kapitalist üretim biçiminin nesnelliğidir; onun yasallığından kaynaklanan bir sonuçtur.

“Gözlerimizin önünde... Kendi üretim, değişim ve mülkiyet ilişkileri ile modern burjuva toplumu, böylesine devasa üretim ve değişim araçları yaratmış bulunan bu toplum, ölüler diyarının büyüleriyle harekete geçirdiği güçleri artık kontrol edemeyen büyücüye benziyor” (Komünist Manifesto).

Evet, her şey “gözlerimizin önünde” olup-bitiyor; gelişmeler nesnel; burjuvazi yaratmış olduğu devasa ekonomik ilişkilerin altında eziliyor. Uluslararasılaşmış sermaye hiçbir öznelliği tanımıyor; kendi nesnel yasalarına göre hareket ediyor. Ama sahneye başkaları da çıkıyor, onlar da “büyücüye benziyor”lar. Bu duruma son vermesi gereken özneye; işçi sınıfına, partisine ve dolayısıyla devrime inançları kalmamış, sermayenin nesnel hareketini iradi olarak sonlandırmaya umut bağlamış büyücüler! Eğer yetenek sayılırsa bütün yetenekleri, hayal dünyaları ile nesnel yaşamı birbirine karıştırmaktan ibarettir; bunlar iradeci büyücülerdir. Yaşamın seyri başka türlü olabilir, ama onlar kafalarında canlandırdıkları dünya içinde yaşamak isterler, aynen Nelte gibi. Kapitalizm kendi nesnel yasalarının seyri sonucunda kendiliğinden çökmeyebilir, ama bu, onun çöküşünü sanal dünyada havai fişekler patlatarak ilan etmenin önünde engel değildir. Belki de şöyle düşünüyor bu büyücüler: Herkes bizim gibi düşünürse kapitalizm çökmese de, çökmüş olur!
Bu türden büyücülere Manifesto'da şu cevap veriliyor:

1-“Sanayinin ve ticaretin tarihi, on yıllardan beri, modern üretici güçlerin, modern üretim koşullarına karşı, burjuvazinin ve onun egemenliğinin varlık koşulu mülkiyet ilişkilerine karşı isyanının tarihinden başka bir şey değildir. Bu konuda, tüm burjuva toplumunun varlığını dönemsel yinelenmeleriyle her keresinde daha tehdit edici bir biçimde sorguya çeken ticari krizlerin sözünü etmek yeterlidir”.

2-”Bu krizler sırasında yalnızca mevcut ürünlerin değil, daha önceleri yaratılmış üretici güçlerin de büyük bir kısmı dönemsel olarak tahrip ediliyor. Bu krizler sırasında, daha önceki bütün çağlarda anlamsız görülecek bir salgın baş gösteriyor —aşırı üretim salgını”.

3-”Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayakbağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar”.

4-”Peki, burjuvazi bu krizleri nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yok ederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha yaygın ve daha yıkıcı bunalımlar hazırlayarak ve bunalımları önleyen araçları azaltarak”(K. Marks-F. Engels; C. 4, s. 467/468, K. Manifesto).

Burada sermaye birikimi, kriz ve krizden çıkış koşulları arasında diyalektik bir bağın dolduğunu görüyoruz; birbirini koşullayan ilişkiler zinciri: Bu bağ devam ettiği müddetçe; aşırı sermaye birikimi, kriz ve krizden çıkış koşulları değişmediği; birbirlerini koşulladıkları müddetçe kapitalizm de kendiliğinden çökmez. Ancak bu koşullar değişirse; birbirlerini koşullamalarının maddi temeli kalmazsa, kapitalizm çöker mi orasını bilemem, ama her halükarda kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkmış olur.

Filisten küçük burjuvazinin kendine sorması gereken soru şudur: Marks'ın Kapital'de ve “Grundrisse”de açıkladığı; yapılandırdığı sermaye kıyımı, aşırı birikim, kriz ve krizden çıkış arasındaki diyalektik bağ, kapitalizmin emperyalist aşamasındaki gelişmeler veya 20. yüzyılın son çeyreğinden bu yana gelişmeler göz önünde tutulursa, ne derece değişmiştir? Veya kapitalizmin kendiliğinden çökmesine neden olacak kadar değişmiş midir?

Nelte ve onun gibileri şunu düşünüyorlar (Aslında sadece düşünmekle yetinmiyorlar, düşüncelerini Rosa Luksemburg'u karikatürleştirerek teorileştirmeye çalışıyorlar): 'Kriz döneminde ve kriz vasıtasıyla muazzam boyutlarda sabit sermaye kıyımına gidilir; hem üretim hem de dolaşım alanında birçok tesis kıyıma uğramazsa da, faaliyet dışı bırakılabilir. Böylece kapitalist gelişmenin nesnel bir koşulu olarak kriz, yeni yatırım hareketi için yolu açabilir; kapitalizmin ekonomik yasaları yeniden işlerlik kazanır ve yeni bir krizin temelleri de atılmış olabilir; kriz, sermaye yatırımlarının yenilenmesini ve genişletilmesini teşvik edebilir; sabit sermaye yenilenmesi ve genişletilmesi hızlanabilir, muazzam boyutlara varabilir ve nihayetinde Marks da, “kriz, devamlı büyük yeni bir yatırımın çıkış noktasını oluşturur” diyebilir. Bütün bunlar bizi ilgilendirmiyor. Bir kere tespit ettik; kapitalizm genişletilmiş yeniden üretim olanağına artık sahip olamayacak; yollar tıkandı; artı değer üretimi tarihe karıştı ve bu nedenle çökecek'.

Burada iki anlayış söz konusu:

1-Marksizm:
-Marks, krizin kapitalist ekonomide genişletilmiş yeniden üretimde; kapitalizmin kendini yenilemesinde oynadığı rolü açıklıyor.
-Marks ve Engels, fazla üretim krizi nasıl aşılır sorusuna Komünist Manifesto'da cevap veriyorlar.
-Kapitalizmin çelişkileri „nihayetinde sermayenin zor yoluyla devrilmesine neden olur”: Marks, kapitalizm ne kadar gelişirse gelişsin, artı değer ürütme olanağının ortadan kalkmayacağından; yeniden üretimin imkansız olamayacağında; kapitalizmin kendiliğinden çökmeyeceğinden; nihayetinde zor yoluyla devrileceğinden bahsetmektedir. Bunu gerçekleştirecek sosyalizme geçişi sağlayacak olan da işçi sınıfı ve müttefikleridir.

2-Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine tapanların anlayışı:
-Kapitalizmin kendini yenileme; krizden çıkma olanağı artık yoktur.
-Sermaye ve üretimin genişletilmiş yeniden üretimi artık olanaklı değildir.
-Kapitalizm kendiliğinden çökecektir ve dolayısıyla
-İşçi sınıfı ve müttefiklerinin sınıf bilinçli, örgütlü mücadelesine gerek yoktur.

Ne diyordu Nelte?
“Pointes of no Return” yasasıyla krizden çıkışın olmadığını kanıtladık ve bunu tamamen ciddi olarak Marksist yöntemle yaptık”.

Marksizm ne diyordu?
”Peki, burjuvazi bu krizleri nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yok ederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha yaygın ve daha yıkıcı krizler hazırlayarak ve krizleri önleyen araçları azaltarak”.

Nelte ve onun gibileriyle daha ilişkimiz olacak. Bakalım, Marksizm mi yoksa kendiliğinden çöküşe tapanlar mı doğruyu söylüyor.

18 Şubat 2010 Perşembe

BORÇLANMA, KRİZ VE SÖMÜRGECİLİK

Yunanistan ve AB sömürgeciliği:
Yunanistan fiilen iflas etmiş durumda. Sorunun sadece bu ülke ile sınırlı kalmayacağı, başka ülkelerde de borçlanma krizinin patlak vereceği ve dünya çapında yaşanmakta olan fazla üretim krizine bir de uluslararası borçlanma krizinin ekleneceği dünya emperyalist burjuvazisinin korkusu olmuştur. Yunanistan'a mali yardım edilirse, bu yardımı başka ülkelerin de talep edeceği, yardım edilmediği durumda işçi sınıfı ve emekçi yığınların olası sokak mücadelelerinin başka ülkelerde işçi sınıfı ve emekçiler için yol gösterici olacağı uluslararası sermayenin başka bir korkusudur. Bunun ötesinde AB, Yunanistan sorununu kendi sorunu olarak görmekte ve kendisi dışında bir „yardım“ı reddetmekte. Örneğin IMF'nin soruna karışmasını, AB'nin kendi sorununu çözemiyor biçiminde yorumlanacağından çekinmekte. AB'nin başka bir korkusu da Yunanistan borçlanmasının Avro için çok büyük bir tehlike teşkil edeceğidir.

AB-Parlamentosu, Yunanistan üzerinde baskıyı yoğunlaştırmak ve böylece borç sorununu ortadan kaldırmak için harekete geçmekte gecikmedi; AB, çözümü Yunanistan maliyesini kontrol altına almakta gördü. Atina'ya yerleşecek bir „özel temsilci“nin atanmasında bahsedilmektedir; „Özel temsilci“ bir nevi sömürge valisi olarak çalışacaktır.

Bir üye ülkesini kontrol etmek için „özel temsilcilik“ kurumlaşmasına gitmek, AB açısında emsalsiz bir gelişme olacaktır; şimdiye kadar sürekli demokrasiden, üyeler arasındaki eşitlikten bahseden AB, bu kurumlaşmasıyla sömürgeci yüzünü reddedilemez bir biçimde açığa koymuş olacaktır. Peki bu „sömürge valisi“ ne yapacaktır?
1-Yunan hükümetine danışmanlık yapabilir.
2-Tasarruf tedbirleri önerebilir.
3-Harcamaları ve gelirleri ayrıntılı olarak kontrol edebilir.
4-Maliye üzerinden Yunanistan'ın iç ve dış politikasında söz sahibi olabilir.

Böylece Yunanistan, AB'nin Mandası altına giriyor; bir protektoratı oluyor. Görünüşü farklı olsa da fiilen böyle oluyor.
AB Komisyonu, hazırlanan acımasız tasarruf programının uygulanmasını, bütün ayrıntılarını göz önünde tutarak kontrol edecek ve böylece Yunan hükümetinin yeni borçlanmasını iki sene içinde GSYH'nın yüzde 13'ünden yüzde 2'sine düşmesini sağlayacak.

Bunun ne anlama geldiği bilinmiyor değil; bu politikanın temelini Yunan hükümetinin Ocak ayında AB Komisyonuna sunduğu plan oluşturmaktadır. Bu plana göre:
1-Devlet harcamaları yüzde 10 azaltılacak.
2-Kamu sektöründe iş yerleri kapatılacak.
3-Emeklilik yaş sınırı iki sene ileriye çekilecek.
4-Vergiler arttırılacak.
5-Sağlık alanında tasarrufa gidilecek.

AB, bu planı 3 hafta boyunca ayrıntılı olarak inceledi ve uygulamasını üç aylık aralıklarla kontrol edecek. Planda sapma durumunda AB, daha katı yaptırımları gündeme getirecek.

Dışarıya karşı açıklamasında AB, „elimizdeki bütün araçlarla Yunanistan'ı destekliyor ve kontrol ediyoruz“ diyor. Ama açık ki, Yunan parlamentosunun elinden karar verme ve uygulama yetkisi alınıyor; yani seçilmiş Yunan milletvekilleri, devletin harcamaları konusunda özgürce karar veremeyecekler. Yunan halkının sorunları hakkında sadece konuşmuş olacaklar; karar veren AB olacak. Karar verme yetkisi Brüksel'deki AB bürokratlarında olacak. Bu, Yunanistan'ın fiilen AB Mandası, protektoratı olduğu anlamına gelmektedir.
Bu durumu Alman „Süddeutsche Zeitung“ şöyle yorumluyor:
„Cebir yönetimi var olduğu müddetçe Yunan parlamentosu, Avrupalıların gözden geçirmedikleri hiçbir harcama kararı alamaz. Milletvekilleri, hükümet tarafından açıklanan kamu sektöründeki ücret kısıtlamalarına, emeklilikte tasarrufa, vergi ve sosyal sigorta sistemlerindeki reformlara ve devlet harcamalarının yüzde 10 oranında azaltılmasına evet diyecek. Brüksel'den kontrolcüler onlara nefes aldırmayacaklar“.

Yunanistan sorunu, yerel değildir; tamamen bir AB sorunudur. Yunanistan, buz dağının sadece görünen kısmıdır. Sırada Portekiz, İtalya, İspanya, Belçika, İrlanda gibi ülkeler var. Aslında rekor seviyede açıkları olan sadece bu ülkeler de değildir; bütçe açıkları AB'nin Almanya ve Fransa gibi güçlü ülkelerinde de sorundur.

Milyarlarca Avro veya dolarla ifade edilen bu açıklar nasıl oluştu? AB ülkeleri de dahil birçok ülke, bankaların spekülasyon zararlarını karşılamak ve yeniden kar edecek duruma gelmelerini sağlamak için borçlandılar; bu borçlar halkın sırtına yıkıldı. Zararlar devletleştirildi, ama karın özel kalmasına dokunulmadı. Şimdi sıra alınan borçların geri ödenmesine geldi.

Fiilen iflas etmiş haliyle dahi Yunanistan, bankalar için oldukça iştah açıcıdır; borçları için, örneğin Almanya'dan yüzde 3,5 oranında daha fazla faiz ödemek zorundadır. Avrupa Merkez Bankasından neredeyse hiç faiz ödemeden kredi alan bankalar açısında Yunanistan'a borç vermekten daha iyi ticaret olamaz. AB komisyonu bu paraların geri toplanmasını kontrol edecektir.

Henüz uluslararasılaşmış bir borç krizinden; dünya borç krizinden bahsedilemez, ama böyle bir krizin patlak vermesi için çok neden vardır. Önde gelen emperyalist ülkelerin ekonomik güce dayanarak ve ABD ve İngiltere örneğinde olduğu gibi birtakım manipülasyonlarla durumu şimdilik idare ediyor olmaları; borcu yönetmeleri borçlanma alanında da dünya ekonomisinin çıkmaz içinde olduğunu karartmamalıdır. Aslında borç sorunu olan hemen bütün ülkeler, gerçeği; esas borç yükünü gizlemekteler. Borç olarak belirtilen miktar, buz dağının sadece görülen kısmıdır.

Görünen ve gerçek devlet borçları:




Batının sanayileşmiş ülkelerinde kamu borçları II. Dünya Savaşından bu yana devasa boyutlara varmıştır. IMF'nin tahminine göre sanayileşmiş ülkelerin borcunun GSYH'ya oranı yüzde 78'den bu sene içinde yüzde 106'ya ve 2014 senesin de de yüzde 114'e çıkacak. Böylece bu ülkelerin toplam kamu borçları toplam GSYH'larından daha fazla olacak.

Ama bu borçlar sadece bilinen borçlardır. Hükümetler bilanço dışında kalan borçları saklıyorlar; sanki borçların hepsi bilançoda açıklanan kadarmış gibi hareket ediyorlar. Oysa gerçek borçlar, açıklananın birkaç mislidir. Aşağıdaki grafik bu farkı göstermektedir.





ABD, Japonya, Rusya gibi ülkelerle karşılaştırdığımızda AB ülkeleri, örneğin borçları geri ödeme veya mali kararlar konusunda belli bir esnekliğe sahip değiller. Para politikaları konusunda bağımsız hareket edemiyorlar; değerini düşürecekleri veya arttıracakları ulusal paraları yok; uygun görükleri biçimde para miktarını arttırarak enflasyonu teşvik etme olanakları yok. Ancak AB'nin Almanya ve Fransa gibi motor ülkelerinin çıkarları doğrultusunda hareket edebilirler. Dolayısıyla AB'de para politikasını da belirleyen veya belirsizliğe neden olan Alman ve Fransız sermayelerinin çıkarlarıdır.

Borç senetlerinin ulusal para biriminde çıkartılması ve bunların daha ziyade yurt dışında satın alınması, ABD ve İngiltere gibi ülkelerin borçlarını enflasyonla azaltmalarına yaramıştır. Örneğin ABD'nin II. Dünya Savaşından sonra, 1946'da devlet borcu miktarı GSYH'nın yüzde 108,6'sına denk düşüyordu; tam da bu enflasyon politikasıyla 2006'da bu oran yüzde 36'ya düşürülmüştür.

Borçlar arttıkça enflasyonu borç azaltma aracı olarak kullanma eğilimi de güçlenir. Ama GSYH'nın yüzde 90'ına denk düşen bir borç yükünün ekonomik büyümeyi yavaşlattığı da geçmişte birçok ülkede görülmüştür.

Enflasyonu araç olarak kullanıp borçtan kurtulmak kolay bir yol değildir; borç senetlerini satın alanlar, bu politikayı fark edince enflasyon farkı talep edebilirler. Bu durumda sonuç alınmamış olur.
Bir bütün olarak AB'nin borç konusunda enflasyon politikası uygulayabilmesi için bütün üyelerinin, ama özellikle de Almanya ve Fransa'nın bu politikaya evet demesi gerekir; bu durumda Alman ve Fransız sermayeleri enflasyon politikasında; para politikasında aynı çıkarları savunuyorlar demektir. Gerçekleşmesi zor bir olasılık.
Avro ülkelerinin kendi başına bir enflasyon politikası zaten yok. Ortak para biriminden dolayı olamaz da. Örneğin Yunanistan bu politikayı uygulayamaz. Ama Almanya veya Fransa, gerekli görürlerse, ekonomik güce dayanarak böyle bir para politikasının uygulanması için dayatabilirler. Her halükarda Yunanistan'ın iş zor; kamu borç miktarının yüzde 88,1 oranında yurt dışında olması dayatmalara boyun eğeceğinin açık ifadesidir. Yunanistan şimdi, bu borç sorunundan dolayı daha açıktan, daha kapsamlı talan edilecektir.

Borçlanmada gerçek durum:
Batının sanayileşmiş ülkelerinde gerçek borç miktarı resmi olarak açıklananın birkaç mislidir. Bunun böyle olduğunu „Société Générale“in bir analizinde ("Popular Delusions - Government hedonism and the next policy mistake",11 February 2010) görüyoruz.

Gerçek borçlarla resmi açıklanmış borçlar arasında uçurum var. Avrupa'da Polonya borç şampiyonu durumunda; bu ülkenin gerçek kamu borcunun GSYH'ya oranı yüzde 1550'ye varıyor. Yunanistan açısından bu oran yüzde 800.

Almanya'da devlet borçlarının GSYH'ya oranı resmi verilere göre yüzde 60; gerçekte ise yüzde 400. ABD'de ise bu oran yüzde 500'e varıyor.





Bu veriler, çürümüş, ömrünü doldurmuş kapitalizmin bir göstergesi olmanın ötesinde yaşanmakta olan ekonomik krizin yeni bir aşamasına gösterge olabilir. Bu veriler, emperyalist burjuva ideologlarının ve hükümetlerin krizden çıkışlıyor veya çıkıldı doğrultusundaki açıklamalarının ne denli erken bir açıklama olduğunu göstermektedir. Şüphesiz ki, birçok ülkede maddi değerlerin üretiminde belli bir artış olmuştur, ama dünya mali piyasalarındaki son dalgalanmalar, dünya ekonomisinin ne denli kırılgan olduğunu ve söz konusu üretim artışının da sadece, krizin inişli-çıkışlı bir seyir izlediğini göstermektedir.

Kendi sermayesini kurtarma derdine düşen önde gelen kapitalist ülkelerde kurtarma paketleri, konjonktür teşviki için yapılan harcamalar, bu ülkelerin GSYH'nın yüzde 30'una denk düşen bir miktara ulaşmıştır. Bu teşviklerle istenilen sonuç alınamadı, ama başka sonuçlar gözle görülür oldu; kriz, iflas tehlikesi vb. söz konusu olduğunda neoliberalizm ilke falan tanımıyor; pekala korumacılık yapıyor, sermaye devlete, ulusal limanına sığınıyor (uluslararasılaşmış sermayenin ulusal kökeni var diyor!). Böyle olduğu içindir ki, neoliberal ideologların teorilerine inanma gafletini gösteren sözüm ona Marksistler, nihai olarak devleti önemsizleştirmişler, sermayenin uluslararasılaşmasını geriye dönüşümü olmayan bir aşama olarak göstermişlerdir ve aynı sermayenin kendini devletinin kollarına atmasını ve trilyon dolarlarla ifade edilen borçlarını devlete havale etmesini adeta seyretmişlerdir.
Şimdi sıra bu açığın kapatılmasına gelmiştir. Açığın kapatılması için de sosyal harcamaların, ücretlerin kısıtlanması gerekir. Ve burjuvazi; önemsizleşen o devlet, ulusal kökeni olmayan o sermaye, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara vahşice saldırmaktadır; işçi sınıfı ve emekçi yığınların görece ve mutlak yoksullaşması her zamankinden daha çıplak görülür olmuştur.

Yunanistan'da borç krizi ve arkasında gelen sosyal haklara saldırı sadece güncel olandır. Uluslararasılaşmış sermayenin hacmi göz önünde tutulursa Yunanistan'ın borcu miktar olarak pek önemli değildir, ama vesile olabileceği gelişmeler oldukça önemlidir.

11 Şubat 2010 Perşembe

KAPİTALİZM VE DEVLETİN BORÇLANMASI

Kısa bir süre önce Dubai'nin borçları nedeniyle korkuya kapılan dünya borsaları sallanmıştı. Şimdi de aynı piyasalar bazı AB üyesi ülkelerdeki borçlanmanın boyutlarından dolayı sallanıyor. Açık ki gelişmeler dünya ekonomisinin, her ne kadar eğilim krizden çıkma yönündeyse de, krizden çıkmadığını; olumsuz olabilecek her gelişmeden etkilendiğini, kırılgan bir süreçten geçtiğini gösterir.

Emperyalist burjuvazi, bir dizi kurumları ve ekonomi uzmanları dünya krizinden çıkılıyor doğrultusunda görüşler yayarlarken, bazı devletlerin borçlarını ödeyemeyeceği tehlikesinin önplana çıkmasıyla telaşlandılar. Yunanistan, Portekiz ve İspanya'nın bütçe açıkları ve borçlarıyla ilgili sorunların sadece bu ülkelerle sınırlı kalmayacağı, başka ülkeleri de etkileyeceği ve dolayısıyla krizden çıkılıyor umudunun hüsrana dönüşeceği sermayenin korkusunun sadece bir yönü. Diğer yönü ise başta Yunanistan olmak üzere, Portekiz'de, İspanya'da geniş yığınların mücadeleci tavrının başka ülkede işçi sınıfı ve emekçi yığınları teşvik edeceğidir. Emperyalist burjuvazi bu iki nedenden dolayı korku içindedir.

İlk defa bu kriz sürecinde AB'nin bir kısım üye ülkelerle nasıl bir sömürge ilişkisi içinde olduğu çok çıplak bir biçimde görülmüştür. Yunanistan, Portekiz ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin sefil halinin esas sorumlusu başta Almanya olmak üzere AB'nin önde gelen emperyalist ülkeleridir. Böyle bir sonuçla karşı karşıya kalınacağı biliniyordu, ama sorunun boyutları hafife alınıyordu.

AB, Yunanistan ihtiyacı olan 54 milyar Avroyu borç olarak bulabilir, ama bütçe açığını azaltmak için kamu harcamalarını kısmalı, yeni vergi ve ücret politikası yasası çıkartmalı diyor. Yani yeni neoliberal dayatmalar öneriyor. Ama hem Yunan burjuvazisi hem de bir bütün olarak AB, Yunan halkının şiddetli muhalefetiyle karşı karşıya kalacaklarından dolayı korkuyorlar.
Aynı durum ve aynı korku Portekiz ve İspanya için de geçerli.

Borçlanmanın boyutları...
2009 yılı itibariyle Portekiz’in milli gelirinin yüzde 9.3’üne; İspanya’nın yüzde 11.4’üne ve Yunanistan’ın da yüzde 12.7’sine denk düşen bir bütçe açığı vereceği tahmin ediliyor.
Dünya Bankası’nın 2009 yılı üçüncü çeyrek verilerine göre, bu üç ülkeden Yunanistan’ın kamu borcu 384,1 milyar dolar, toplam dış borcu 594,5 milyar dolar; Portekiz’in kamu borcu 166,9 milyar dolar, toplam dış borcu 538, 1 milyar dolar ve İspanya’nın kamu borcu 463,2 milyar dolar ve toplam dış borcu da 2 trilyon 525,1 milyar dolar seviyesindedir.

Türkiye'de dahil bazı ülkelerin güncel kamu borçlarının ve bütçe açığının GSMH'ya oranları şöyledir:








Bu verilere göre sorun olan sadece bu üç ülke değildir; başka ülkelerde de kamu borçlanması sorun olma boyutlarındadır.

Borç alan iflas edebilir. Bu, kapitalizmin; daha doğrusu para ekonomisinin olmazsa olmaz ilkelerinden biridir. Bu kural devletler için de geçerlidir. Örneğin savaşan bir ülke, savaşı sürdürmek için borç almak zorunda kalabilir ve çoğunlukla da böyledir. Savaş, militarizm harcamaları, devlet giderlerinin gelirlerinden daha büyük olmasına neden olur. Ötesinde kapsamlı ve derin ekonomik krizler devlet borçlanmasının diğer temel nedenidir. Yaşanan ekonomik kriz, devlet borçlanmasının hangi akıl almaz boyutlara vardığını göstermektedir. Teşvik paketleri; kendi sermayesini kurtarma tedbirleri bunun açık ifadesidir.

Yaşanan ekonomik kriz, önde gelen emperyalist ülkelerin -ABD, Almanya, Fransa, İngiltere (bir bütün olarak AB) ve Japonya- yoğun borçlanmasına neden olmuştur. Bunun belli başlı nedenleri şunlardır: Her bir ülke iflasla karşı karşıya kalan mali sermayesini desteklemiştir. Tüketim ve yatırım malları için yapay talep oluşturmak için konjonktür programlarını uygulamaya koymuşlardır. Krizden dolayı vergi gelirleri azalmasına rağmen giderlerde tasarrufa yönelmemişlerdir; yani bütçe açığı giderek artmıştır.

Dünya savaşları dönemini dışlarsak, yaşanan bu kriz süreci, kapitalizmin tarihinde gelişmiş ve „gelişmekte“ olan ülkelerin borç sorunuyla en yoğun karşı karşıya kaldıkları dönemdir: IMF'nin hesaplamasına göre, krizin üstesinden gelmek için G-20 devletlerinin yaptıkları harcamalardan dolayı borçları toplam olarak üç sene içinde (2008, 2009 ve 2010) 9 trilyon dolara varacak. Böylece bu ülkelerin borçlarının GSMH'ya oranları ortalama olarak yüzde 78'den yüzde 108'e çıkacak.

ABD'nin toplam kamu borcu 13,8 trilyon dolar. Japonya'nınki 9,4; İtalya'nınki 3; Almanya'nınki 2,8; Fransa'nınki 2,3; İngiltere'ninki 1,4 trilyon dolardır.
2014'e gelindiğinde Avro Alanı (16 ülke) ülkelerinde kamu borçları GSMH'nın yüzde 100'üne eşit olacak. Bu oran mali kriz yılı 2007'de yüzde 66 idi.

Aşağıdaki tabloda da gördüğümüz gibi krizden dolayı kamu borçları kontrolden çıkarcasına artmıştır. 2007 itibariyle GSMH'ya oranı bakımında en çok borçlu olan ülkelerin başında Japonya, İtalya, Yunanistan ve Belçika geliyordu. 2011'de bu kervana ABD, İngiltere, İrlanda, Portekiz, İspanya, Almanya, Fransa da katılmış olacak. Öyle ki Japonya'da 2007'de kamu borcunun GSMH'ya oranı yüzde 187'7'den 2014'te yüzde 245,6'ya çıkacak.




Önde gelen emperyalist ülkelerin borçtan dolayı iflası pek olası değil, ama ekonomisi küçük ve bağımlı olan ülkelerde durum tamamen değişiktir; bu ülkelerde devlet iflasları olabilir ve mali yönetim; bütçe planlaması BM, IMF gibi uluslararası kurumlarının kontrolüne geçebilir. İsterseniz buna mali protektorat da diyebiliriz.

Tabii bir devletin iflas etmesi, bir işletmenin iflas etmesi gibi değildir; uluslararası tekeller iflas edip yok olabilirler, ama bir devletin iflas etmesinde, borcun kapsamından ziyade iktidar ilişkileri; ülkenin jeopolitik konumu vb. belirleyici rol oynar. Devletin iflası, bir işletmenin iflas ederek yok olması gibi yok olmayla sonuçlanmaz; en fazlasıyla iktidar değişimine neden olabilir veya devrimci bir durumun gelişmesine yol açabilir. Bu bakımdan devlet iflası, söz konusu ülkede sınıf çelişkilerinin oldukça keskinleşmesine neden olur. Aynen Arjantin'de olduğu gibi. Aynen, I. Dünya Savaşında sonra Almanya'da olduğu gibi.

Devlet borçları; kamu borçlanması nedir, devlet niçin borçlanır?

Burjuva devlet borç devletidir.
Devletin aldığı borçların ödenmesi için vergi gelirleri kullanılır ve böylece devlete borç verenler, vergilerin önemli bir kısmını faiz olarak alırlar; kamu paraları/gelirleri istikrazlar üzerinden yeniden özelleştirilir; sermayeye çevrilir. Demek oluyor ki, kamu borçları, devlet alacaklılarının parasını; daha doğrusu işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların vergi olarak devlete vermek zorunda oldukları miktarın devlete borç para verenlere faiz olarak verilen kısmını sermayeye dönüştürür.

Burjuva mülkiyeti birikiminin gelişmesiyle, yani sanayi ve ticaretin gelişmesiyle devlet sürekli borçlanırken bireyler sürekli daha da zengin oldular. Bu olgu, daha ilk İtalyan ticaret cumhuriyetlerinde ortaya çıktı; daha sonra 18. yüzyıldan bu yana Hollanda'da uç noktaya vardı... ve şimdi de İngiltere'de görülmektedir. Bundan dolayı, burjuvazi para biriktirmeye başladığında devlet ondan para dilenmek zorunda kalır ve nihayet onun tarafından adeta satın alınır“ (Marks, Deutsche Ideologie, s. 344/345).

Kamusal borçlanma, ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından birisi halini alır. Bir büyücü değneğinin dokunması gibi, kısır paraya üreme gücünü kazandırır ve onu sermayeye çevirir ve bunu, sanayide ve hatta tefecilikte kullanıldığında bile kaçınılmaz olan zahmet ve tehlikelerle karşı karşıya bırakmaksızın yapar. Devlet alacaklıları, aslında hiç bir şey vermemişlerdir, çünkü borç verilen miktar, ellerinde tıpkı nakit para gibi iş görmeye devam eder, kolayca devredilebilir devlet tahvillerine çevrilmiştir. Böylece yaratılan ve yıllık geliriyle geçinen bir aylaklar sınıfı ile hükümet ve halk arasında aracılık eden bankerlerin aniden biriken servetlerini ve gene, her devlet istikrazının büyük bir parçasının kendilerine gökyüzünden inen bir sermaye hizmeti sağlayan, vergi mültezimlerinin, tacirlerin ve özel manüfaktürcülerin zenginliklerini bir yana bırakalım, devlet borçlanması, bir de, anonim şirketlerin, her türlü menkul hizmetler üzerinde yapılan işlemlerin, borsa oyunlarının, kısacası borsa kumarı ile bankokrasinin doğmasına yol açmıştır” (Marks; Kapital, C. III, s. 482/483).

Hayali sermaye oluşumu ve devlet borçları...
Devlet her yıl alacaklılarına, kendilerinden borç aldığı sermaye için belli bir miktar faiz ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı yatırdığı sermayeyi borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını ya da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin kendisi tüketilmiştir, yani devlet tarafından harcanmıştır. Artık mevcut değildir. Devlet alacaklısının elinde, 1) diyelim, 100 sterlin tutarında bir borç senedi vardır ve 2) bu borç senedi, alacaklıya, devletin yıllık gelirinden, yani yıllık vergi gelirinden, belli bir miktar, örneğin 5 sterlin ya da %5 tutarında bir hak sağlar; 3) alacaklı, 100 sterlinlik bu borç senedini dilediği bir kimseye satabilir. Faiz oranı %5 ve devletin verdiği güvence sağlamsa, alacaklı A, bu borç senedini kural olarak B'ye 100 sterline satabilir; B için 100 sterlini yıllık %5 faizle vermek ya da 100 sterlin ödemek suretiyle devletten yılda 5 sterlin tutarında haraç sağlamak hiç fark etmez. Ne var ki, bütün bu durumlarda insanların gözünde bir sürgün (faiz) doğuran burada devlet ödemeleri kabul edilen bu sermaye, hayaldir, hayali sermayedir. Yalnız devlete borç verilen bu meblağ artık mevcut olmamakla kalmayıp, zaten hiç bir zaman onun sermaye olarak harcanması düşünülmemişti ve o ancak sermaye olarak yatırılmakla, kendisini koruyan değere dönüştürülebilirdi. İlk alacaklı A için, yıllık vergilerden kendisine düşen pay, sermayesi üzerinden faizi temsil eder; tıpkı mirasyedinin servetinden tefeciye düşen payın ona faiz olarak görünmesi gibi; oysa her iki durumda da borç verilen meblağ sermaye olarak yatırılmamıştır. Devlete ait borç senedinin satış olanağı, A için, kendi ana parasını geri almanın potansiyel aracını temsil eder. B'ye gelince, onun sermayesi kendi görüş açısından, faiz getiren sermaye olarak yatırılmıştır. Arada geçen işlemi ilgilendirdiği kadarıyla, B, devletin geliri üzerinden A'ya ait bulunan hakkı satın almakla, yalnızca A'nın yerini almış durumdadır. Bu işlem kaç kez yinelenirse yinelensin, devlet borcu sermayesi, tamamen hayali olarak kalır ve o borç senetleri satılamaz duruma gelir gelmez, bu sermaye hayali artık görünmez olur” (Marks; Kapital, C. III, s. 482/483).

Aslında borç alınan ve çoktan harcanmış bulunan sermaye için verilen bu borç senetleri, tüketilmiş bulunan sermayenin bu kağıttan kopyaları, bunları ellerinde bulunduranlar için, sanki bunlar satılabilir ve dolayısıyla da ve tekrar sermayeye çevrilebilir metalarmış gibi sermaye olarak hizmet ederler”.(Marks; Kapital, C. III, s. 494).

Devlet borçları sadece gelecek neslin mi sorunu?
Devlet borçlarının sadece gelecek nesillerin sırtına yıkıldığı ciddi ciddi iddia edilir, ama bunun gerçekle ilişkisi yoktur. Bu iddia doğruysa, bugün alınan kredinin sadece mirasçıların sırtına yıkılacağı da doğrudur. O halde mirasçıların ne olacağı düşünülmeden kredi olarak alınan miktarlar istenildiği gibi harcanabilir.

Geleceğin antisipasyonuna (önceden, vaktinden önce yapılma) gelince; gerçek antisipasyon genellikle, sadece işçi ve yerküre ile bağlantı içinde zenginliğin üretiminde gerçekleşir. Her ikisinde de gelir ve gider (alım ve tüketim anlamında, çn) arasındaki dengenin bozulmasıyla vaktinden evvel aşırı yıpranma ve yorgunlukla gelecek, reel olarak antisipasyona uğrayabilir ve tahrip edilebilir. Her ikisi de kapitalist üretimde gerçekleşir. Sözde, örneğin devlet borçlarında antisipasyona gelince; bununla ilgili olarak Ravenstone haklı olarak şuna dikkat çekiyor: Şimdiki zamanın giderlerini geleceğe kaydırıyoruz (anlayışını) ileri sürüyorlarsa; şimdiki neslin gereksinimlerini karşılamak için gelecek nesil yük altına alınabilir iddiasında bulunuyorlarsa, (bu), henüz var olmayan -tohumları ekilmemiş- gıda maddelerinin tüketimiyle yaşanabileceği (türden bir) saçmalığı savunuyorlar (anlamına gelir). Devlet adamlarımızın bütün bilgeliği, mülkiyetin bir kısım kişilerden başkalarına büyük aktarımından ibarettir” (Marks; Theorien über den Mehrwert, C. 26/3, s. 303/304).

Develet borcu, vergi üzerinden vergi ödeyenlerin mülklerinin, gelirlerinin devlet alacaklılarına aktarılması demektir...
“Devlet borcu, bütün bir halkın emeği üzerine konan ve onun özgürlüğünü sınırlayan bir ipotek değil mi? Kamu alacaklısı diye tanımlanan görünmeyen zalimlerin yeni bir toplumunun doğmasına neden olmuyor mu?” (Marks; Sardonische Anleihe, C. 15, s. 12).

„Ulusal zenginlik denilen şeyden, modern halkların ortak mülkiyetine gerçekten giren kısmı, bunların devlet borçlarıydı. Bunun zorunlu sonucu olarak, bir ulus ne kadar borçlu olursa o kadar zengin olur şeklindeki modern öğreti ortaya çıktı. Kamu kredisi, sermayenin credo'su halini aldı. Ve devlet borçlanmasının doğuşu ile birlikte, devlet borçlarına olan inançsızlık, kutsal ruha karşı işlenmiş, bağışlanmayan günahın yerini alır“ (Marks, Kapital, C. I, s. 782).

Artan vergiler ve harçlar, her devlet borçlanmasının kaçınılmaz sonuçlarıdır...
„Vergiler, hükümet mekanizmasının iktisadi temelinden başka bir şey değildir“(K. Marks; Gotha Programı, C. 19. s. 30).

Devlet borçlarının, desteğini, yıllık faiz vb. ödemelerini karşılamak zorunda olan kamu gelirlerinde bulması gibi, modern vergilendirme sistemi de, ulusal istikraz sisteminin zorunlu tamamlayıcısı idi. Bu istikrazlar, devlete, vergi yükümlüleri, hemen hissetmeksizin olağanüstü harcamaları karşılamak olanağını sağlamakla birlikte, eninde sonunda vergilerin yükselmesini zorunlu kılar. Öte yandan, birbiri ardına yapılan istikrazların birikmesi sonucu vergilerde meydana gelen yükselme, hükümeti, daima, yeni olağanüstü harcamalar için yeni istikrazlara zorlar.
En gerekli geçim araçlarını vergilendirme (yani böylece fiyatlarını yükselme) ekseni çevresinde dönen modern maliyecilik, böylece, otomatik ücret artışlarının tohumunu kendi içerisinde taşır. Aşırı vergilendirme, bir rastlantı olmaktan çok, bir ilkedir ... Bunun, ücretli-emekçinin koşulları üzerinde yaptığı yıkıcı etkiler, ... bunun sonucu olarak, köylülerin, zanaatçıların ve tek sözcükle bütün alt orta-sınıf unsurların zorla mülksüzleştirilmeleri...
Kamusal borçlar ile buna uygun düşen mali sistemin, servetin sermayeleşmesi ve halk kitlelerinin mülksüzleştirilmesinde oynadığı büyük rol,...çoğu yazarları, modern halkların sefaletinin temel nedenlerini yanlış olarak burada aramaya yöneltti
” (Marks; C. I, s. 784).

Ne yapmalı?
Her durumda devrimci değil, yalnızca reformist bir biçimde hareket edecek olan demokratların önerilerini en son sınırına dek itelemeli ve bunları özel mülkiyete doğrudan saldırı biçimine dönüştürmelidirler; böylelikle, örneğin küçük-burjuvalar demiryollarının ve fabrikaların satın alınmalarını önerecek olsalar, işçiler bu demiryollarının ve fabrikaların, gericilerin mülkleri olarak, devlet tarafından hiç bir tazminat ödenmeksizin doğrudan zoralımını istemelidirler. Demokratlar orantılı vergiler önerecek olsalar, işçiler müterakki (gelişmesinde ilerlemiş, çn) vergiler istemelidirler; demokratların kendileri ılımlı bir müterakki vergi ortaya atacak olsalar, işçiler büyük sermayenin yıkımı demek olacak ölçülerle yükselen bir vergi üzerinde diretmelidirler; demokratlar devlet borçlarının düzenlenmesini isteyecek olsalar işçiler devletin iflasını istemelidirler. Böylece, işçilerin istemleri, her yerde, demokratların bilinçlerine ve önlemlerine göre ayarlanmalıdır“ (Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı, C. 7, s. 253/254).

Devlet borçları, özellikle de emperyalizme bağımlı ülkelerde kamu borçlanması, neoliberalizmin kaçınılmaz dayatmalarının sadece bir sonucudur. Dünya burjuvazisini karanlık günler bekliyor...