deneme

29 Temmuz 2001 Pazar

EMPERYALİZME BAĞIMLILIK


 
Enis Öksüz’ün istifası bile borsayı oldukça etkilediğine göre durum vahim demektir. Durumun vahameti mali piyasalarda ve reel sektörde (sanayi) göstergelerin çok “kötü” olmasından kaynaklanmıyor. Devlet, borcunu çevirebilecek duruma geldi. Bu durumun, mali sektörü oldukça olumlu etkilemesi gerekirdi, ama olmadı. Gecikmeli de olsa IMF ve Dünya Bankası (DB) kredileri de serbest bırakıldı. Bu durum da mali sektörü, tabii ki öncelikle İMKB hareketliliğini olumlu etkilemesi gerekiyordu. Bu da olmadı. Devlet, icraatçı olarak hükümet, ne yaparsa yapsın mali piyasalar, normal tepki vermediler. Yani borsa oyununun mantığına uygun hareket etmediler. Bunun bir nedeni olmalı. Neden mali piyasa, oyunun kurallarına göre kumar oynamıyor? Birçok neden sayılabilir; Rantçı kesimin devletle hesaplaşması henüz sonuçlanmadı. Bu kesim, her fırsatı değerlendirerek eski düzenin yeniden işlerlik kazanmasını istiyor. Örneğin, Ecevit öldü haberiyle de borsadaki, genel olarak mali piyasadaki gelişmeleri kendi lehine etkilemeye çalışıyor. Bunun ötesinde yabancı bankalar da kendi çıkarlarına uygun koşullar yaratarak, kurla oynama fırsatlarını değerlendirerek olağanüstü kar sağlama yolunu tutuyorlar.

Burjuva iktisadı çerçevesinde şimdiye kadar alınan tedbirlerin mali sektördeki olumlu olması gereken etkileri, bu denli olumsuzluğa çevirebiliyor ve birtakım rant çevreleri bundan yararlanıyorsa, yani borsa, kurallarına göre hareket edemiyorsa, bunun yegane bir nedeni vardır. Bu neden, siyasi güvensizliktir. Hiç kimse, ne mali sektör, ne sanayi sektörü, ne dış dünya Türkiye’de siyasi erke güvenmiyor. Bunun ötesinde işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar da güvenmiyor. Türkiye’de siyasi güvensizlik kol geziyor. Öyle ki tarihimizin en kapsamlı, en derin siyasi güvensizlik sürecinden geçiyoruz. Bu, gerçek anlamıyla bir siyasi krizdir. Burjuvazi yönetemiyor, yönetme yeteneksizliği içinde. Yönetme yeteneksizliği içinde diyoruz, çünkü siyasi yapılar, bir bütün olarak devlet, kendini yenilemeye niyetli değil. Bu durum ekonomiyi derinden etkiliyor. Bu durum, Türkiye-emperyalizm ilişkilerini doğrudan etkiliyor. Özellikle Amerikan emperyalizmi Türkiye’yi aylardan beri uyarıyor. Söylenen şu; iktisadi anlamda “yardım”ı, desteği sorun etmeyin. Sorun bu değil. Sorun, sizde; kendinizi, kurallarınızı yenileyin. Baktılar ki olmuyor, bu sefer açık çağrılarını bizzat uygulamaya koydular. Türk burjuvazisinin, somutta da siyasi erkin burnunu sürte sürte, bütün dünyanın gözü önünde “döve döve” hizaya getirdiler. E. Öksüz’ün istifası bu dayağın açık ifadesidir.

Şimdi emperyalizmin somut ifadesi olarak ABD, IMF ve DB vasıtasıyla, yürürlükte olan anlaşma ve denetlemeler ve K. Derviş ile doğrudan ilişki içinde Türkiye’yi yönlendiriyor. İstediğini yaptırıyor. Bir zamanların “antiamerikancı”sı Ecevit, “bağımsızlık” yanlısı Ecevit ve milliyetçiliği gasp etmiş olan MHP, Amerikan emperyalizminin uşağı olduklarını kanıtladılar.

Bu ilginin bir nedeni olmalı. Bu ilginin nedeni Türkiye’nin jeostratejik konumudur. Bu konum, Amerikan emperyalizminin 21. Yüzyıl jeopolitikasıyla; dünya hakimiyeti stratejisiyle çakışıyor. Türkiye, emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninin tam ortasında yer alıyor. Amerikan emperyalizmi, kendi çıkarlarına kusursuz hizmet edecek bir Türkiye istiyor. Bu, siyasi ve iktisadi anlamda istikrar demektir; Amerikan emperyalizmine hizmet edecek derecede bir siyasi ve iktisadi istikrar! Tam da bundan dolayı, kendi çıkarlarına hizmet edecek bir Türkiye için Amerikan emperyalizmi, siyasi olarak da ipleri doğrudan eline alıyor ve iç işlere müdahale ediyor. IMF ve DB, has adamları K. Derviş vasıtasıyla doğru bulduğunu yapıyor.

Bundan sonra ne olur? Fischer, Türkiye ziyaretiyle bundan sonra olacakların rotasını gösterdi; programa aynen uyulacak. K. Derviş ne derse yapılacak. Çünkü onun sözü bizim sözümüzdür. Direnen E. Öksüz’ün akıbetini paylaşır. Verilen mesaj şu: ABD, Türkiye’de siyasi güvenin de teminatıdır. Siyasi güven böyle veriliyor. Bu koşullarda ekonominin olduğundan daha da kötüye gitme şansı pek yok. Mali ve sanayi sektörlerde birtakım inişler ve çıkışlar olabilir. Ama genel göstergeler, Amerikan emperyalizminin verdiği siyasi güvene bağlı olarak ekonomide belli bir düzelmenin olacağı yönündedir. Bu, mevcut ekonomik krizden çıkıldığı anlamında yorumlanmamalıdır. Türk ekonomisinde fazla üretim krizi sürüyor. Mali krizi baskılayan, gölgede bırakan, emen fazla üretim krizidir. Fazla üretim krizini de baskılayan, gölgede bırakan siyasi krizdir. Siyasi kriz olmasa, ekonomi, abartmasız, oldukça dinamik bir şekilde fazla üretim krizinden çıkma sürecine girerdi. Ekonominin yapısı buna müsait. Bugün ise ekonomik krizden çıkmanın veya ekonomide krizin seyrini siyasi kriz doğrudan etkiliyor.

23 Temmuz 2001 Pazartesi

G-8 ZİRVESİ


 
-Dünya çapında bir milyar insan işsiz. ABD, AB, Kanada, Japonya ve Rusya nüfusundan, yani G-8’lerin toplam nüfusundan daha fazla insan işsiz.
-Dünyanın en fakir ülkelerinde 1,6 milyar insanın günlük geliri 2 doların altında.
-Sadece Afrika’da 25 milyon insan, Aids hastalığına yakalanmış durumda. Bu hastalığa karşı mücadele için ayrılan miktar sadece 400 milyon dolar.
-Dünya nüfusunun en zengin beşte birinin dünya gelirindeki payı 1960’da yüzde 70’den -1998’de yüzde 86’ya çıkmış. En fakir beşte birinin payı da, aynı dönemde, yüzde 2,3’ten yüzde 1,3’e düşmüş.
-“Gelişen” ülkelerin; emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin borcu 1993’te 1,3 trilyon dolardan 2001’de 2,1 trilyon dolara çıkmış. Bu miktarın 2002’de de 2,2 trilyon dolara çıkacağı tahmin ediliyor. 1993’ten 20017 yüzde 40 ve 1993’ten 2002’ye de yüzde 69 oranında bir artış.
2000 yılında;
-Exxonmobil’in cirosu (210,4 milyar dolar), İsveç’in gayri safi yurt içi üretim (GSYİÜ) değerinden (228,3 milyar dolar) 17,9 milyar dolar eksik.
-Wal-Mart’ın cirosu (193,4 milyar dolar), Avusturya’nın GSYİÜ değerinden (190,3 milyar dolar) 3 milyar dolar daha fazla.
-Ford’un cirosu (180,6 milyar dolar), Polonya’nın GSYİÜ değerinden (160,8 milyar dolar) 20 milyar dolar fazla.
-General Motors’un cirosu (184,6 milyar dolar), Danimarka’nın GSYİÜ değerinden (162,3 milyar dolar) 22,3 milyar dolar fazla.
-Daimler-Chrysler’in cirosu (150,1 milyar dolar), Endonezya’nın GSYİÜ değerinden (153,7 milyar dolar) sadece 3,6 milyar dolar daha az.
Bu ve başka uluslar arası veya çok uluslu dev tekellerin çıkar savunucuları Cenova’daki son zirvelerinde dünya ekonomisinin durumunu, iklim sorununu, yoksulluğa ve Aids, verem, malarya vb. hastalıklara karşı mücadele sorununu ele almak için bir araya geldiler.

Dünyanın en büyük sanayi ulusları”nın ilk zirvesi 1975’te ABD, Almanya, B. Britanya, Japonya, İtalya ve Fransa arasında gerçekleştirilmişti. Bu gruba bir yıl sonra Kanada katıldı. 1998’de de Rusya, grubun 8. üyesi oldu. 1975’ten bugüne düzenlenen zirvelerin gündemini makro-ekonomik sorunlar (dünya ekonomisinin durumu, dünya ticareti, “gelişen” ülkelerle ilişkiler vs.), enerji sorunu, “terörizm”e vb. karşı mücadele oluşturmuştur. İşsizlik, çevre sorunu, uyuşturucu ticareti, iç güvenlik, silahlanmanın kontrolü gibi konular da dönem dönem zirvenin gündeminde yer almıştır.

Bugüne kadar gerçekleştirilen hiçbir zirvede ele alınan hiçbir sorun çözümle sonuçlandırılamamıştır. Niyet açıklamalarının ve insanlığın gözünü boyamaya hizmet eden “kararlar”ın ötesinde bir sonuç alınamamıştır. Alınamazdı da. Çünkü gündemde olan sorunların esas sorumlusu olanlar bizzat bu ülkelerdir, emperyalizmdir. Her bir emperyalist ülke “kendi” sermayesinin çıkarlarını kolluyor. Bu her bir emperyalist ülke, dünya pazarlarında aslan payını kapmanın ve korumanın rekabet ve hegemonya mücadelesi olduğu bilinciyle masaya oturuyor. Bundan dolayı bu ülkelerin böylesi toplantılarda, şu veya bu konuda birbirlerinin tavrını yoklamaktan, gerekirse dirsek göstermekten ve aynı zamanda insanlık karşısında, dünya sorunlarını çözmek için uğraştıklarını kanıtlamak için “hayırseverlik” gösterileri yapmaktan öte bir beklentileri ve amaçları yoktur. Cenova’da da aynen böyle oldu.

Geri kalmış ülkelerin borçlanmalarının nedeni, eşit olmayan uluslar arası iş bölümünden kaynaklanıyor; emperyalizme bağımlılık, bu bağımlılıktan kaynaklanan talan, sonuçta bu ülkelerin borç miktarını arttırıyor ve borç ödemek için borç almaya başlıyorlar. Afrika’dan, Asya’dan ve Latin Amerika’dan bazı ülke devlet ve hükümet başkanlarını da davet eden G-8 grubu, mevcut borçların 53 milyar dolarlık bir kısmını silerek güya “jest” yapmış ve yoksulluğa karşı mücadele etmiş oluyor. Oysa amaç, dünyanın en geri ülkelerini yeniden borç alabilecek duruma getirmektir.

Aids hastalığı, Amerikan laboratuvarlarında silah olarak üretilmiş virüsün neden olduğu hastalıktır. Yani yapay olarak üretilmiştir ve üzerinde denenen insanlar vasıtasıyla ve New York merkezli olarak bütün dünyaya yayılmıştır. Hastalığa neden olduğu söylenen “yeşil maymun” bir uydurmadır. Bugün için Aids, tedavi edilebilir bir hastalıktır. Nihai tedavi yöntemi nispeten ucuz. Ama insanları, tedavi adına yıllarca süründürerek öldüren tedavi (tabletler vs.) tekeller açısından oldukça karlı. İlaç sanayi tekelleri bu ilaçların satılmasından milyarlarca dolar kazanıyorlar. Aisd’e karşı mücadele öncelikle bu tekellere karşı mücadeleden geçer ve hiçbir emperyalist ülke de buna yanaşmaz.

İklim ve çevre sorunu da tekelci sermayenin çıkarından bağımsız olarak ele alınamaz. Bu konuda da 1997’den beri (Kyota) sürdürülen görüşmelerde istenilen sonuç alınamadı. Çünkü Amerikan emperyalizmi kendi ekonomisinin zarar göreceği kanısında.

Gelecek senedeki zirvede de bu veya benzeri konular ele alınacak, tıpkı 1975’ten bu yana yapıldığı gibi. Bu dönem zarfında uluslar arası tekeller, IMF, Dünya Bankası, BM, Dünya Ticaret Örgütü şemsiyesi altında talanlarını sürdürecekler. Emperyalistler arası rekabet derinleşecek, dünyanın şurasında burasında; çelişkilerin keskinleştiği bölge ve ülkelerde yerel savaşlarla hegemonya mücadelesi sürdürülecek.

Bu, hep böyle mi gidecek? Elbette hayır. Sermayenin uluslararasılaşmasının varmış olduğu boyutlar veya kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşmasının boyutları, sınıf mücadelesinin de uluslar arası örgütlenmesinin maddi temellerini güçlendirdi. Dünya işçi sınıfı ve emekçileri, ancak, uluslar arası örgütlenme ve mücadele ile sermayenin uluslar arası tahribatını dizginleyebilir. Bu, güçlü bir antiemperyalist mücadele demektir veya uluslar arası mücadele antikapitalist nitelik kazanarak ilerler ki bu da, kapitalist sistemin sonu, sosyalizmin dünya çapında zaferi demektir. Bunun adımları bugünden atılmalıdır. Aksi taktirde papazından anarşistine, troçkistinden gericisine kadar uzanan "anti-küreselleşme” hareketi, bu kendiliğindenci mücadele, belli bir dönem daha gelişmelere damgasını vurur. Biz de alkışlarız, farkına varmadan kendiliğindenci zora gıpta edip taparız.

19 Temmuz 2001 Perşembe

EKONOMİK KRİZİN TOPLUMSAL ETKİLERİ (II)

Kapitalist ekonomide dönem dönem, belli aralıklarla patlak veren ekonomik krizler, diğer bir ifadeyle fazla üretim krizleri, toplumun bütün kesimlerini; işçi sınıfını, emekçi yığınları ve burjuvaziyi de etkiler. Bu makalemizde bu etkilenmeyi ve nedenlerini ele alacağız.
1-Krizin işçi sınıfı üzerindeki etkisi
Sermaye birikim yasası ve işçi sınıfı:
Kapitalist üretim biçiminde sermaye birikimi, aynı zamanda değişken sermayenin sabit sermayeye veya da toplam sermayeye nazaran oransal azalması anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle; değişken sermaye, işgücü satın alımı için kullanılır ve bu alım için ayrılan sermaye veya işgücü, toplam sermayeye nazaran daha yavaş büyür ve böylelikle kapitalizm, devamlı, fazlalık işçi nüfusu yaratır.
Marks, bunu “Kapital”de şöyle açıklar:
Kapitalist birikim… devamlı görece, yani sermayenin orta değerlenme ihtiyacının üstünde, dolayısıyla fazlalık veya ek işçi nüfusu üretir”(Marks-Engel, C. 23, Syf. 658).
Sermayenin yapısındaki/bileşimindeki her değişme, dolayısıyla değişken sermaye bölümündeki değişme de, çalışanların sayısında güçlü bir dalgalanmaya ve devamlı fazla nüfus üretimine neden olur. Sermaye birikiminin bir sonucu olan bu fazla nüfus, nihayetinde kapitalist üretim biçiminin devamlılığının, var oluşunun önemli bir ön koşulunu oluşturur. Kapitalizmde bu fazla nüfusa yedek sanayi ordusu denir. Bu ordu olmaksızın kapitalizm var olmaz. Kapitalistler bu orduyu, farklı amaçlar için hazır tutarlar. Bu ordu, gerektiğinde büyük oranda üretime dâhil edilir, gerektiğinde (kriz dönemlerinde) daha da çoğaltarak üretim dışı bırakılır.
Marks, aynı çalışmasında bu konuya ilişkin olarak şöyle der:
Sermaye birikimi proletaryanın çoğalmasıdır… Modern sanayinin bütün hareket biçimi, işçi nüfusunun bir bölümünün devamlı çalışmayan veya yarı-çalışan ellere dönüşmesinden doğar” (Marks-Engels; Agk., s. 642, 662).
Demek oluyor ki gelişmesi için kapitalizm, devamlı, az veya çok sayıda belli bir işsizler ordusuna ihtiyaç duyar. Bundan dolayı kapitalist üretim biçiminde veya kapitalist üretim biçimi hâkim olduğu müddetçe, işçi sınıfı, sürekli işsizlik tehdidi ve tehlikesi altındadır. İşçi sınıfının bu sistemde yaşam garantisi asla yoktur. Marks bu fazla nüfusu araştırmış ve aşağıdaki biçimlerini tespit etmiştir.
Görece fazla nüfus mümkün olan bütün nüanslarda vardır… Onun sürekli olan üç biçimi vardır; akıcı, gizli ve durgun” (Marks-Engels; Agk., s. 670).
– Akıcı fazla nüfus:
Modern sanayi merkezlerinde –fabrikalar, manifaktürler, dökümhaneler, madenler vs.– işçiler bazen bir kenara itilirler, bazen büyük miktarda yeniden toplatılırlar ve böylelikle çalışanların sayısı şu veya bu oranda… artar. Fazla nüfus burada akıcı biçimde var olur.” (METE; Agy.).
Marks’ın bahsettiği bu akıcı fazla nüfus, işçi sınıfının dönem dönem işyerini değiştiren aktif bölümünü oluşturur. İşçi sınıfının bu bölüm, ekonomik krizden en ağır şekilde etkilenir. Üretimdeki her yavaşlama bu işçilerin sokağa atılmasını ve üretimdeki her canlanma, onların yeniden üretime dönmesi anlamına gelir. Türkiye’deki güncel krizde olduğu gibi kapitalist, kriz döneminde sık sık şöyle der: “işleri iyi gitmiyor, bir kısmınızı işten çıkartmak zorundayım. İşler açılınca sizleri yeniden çağırırım” ve bazen de çağırır. Bu kategoriye giren işçiler, fazla nüfusun akıcı biçimini oluştururlar ve ekonominin gidişatına göre normal çalışma, mesaili çalışma, kısa devre çalışma ve işsizlik arasında gidip gelirler. Güncel krizden dolayı işsiz kalan bu kategorideki işçilerin sayısının 600 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.
– Gizli fazla nüfus:
Marks, bu kategorideki işçiler hakkında şöyle der:
Kapitalist üretim, tarımı etkisi altına aldığında, burada faal olan sermaye birikimiyle kırsal işçi nüfusuna olan talep mutlak olarak azalır. Kır nüfusunun bir kısmı şehir veya manifaktür proletaryasına geçmek için hazır durur, bu dönüşüm için uygun şartları kollar…Görece fazla nüfusun bu kaynağı devamlı akıcıdır. Ama onun şehirlere devamlı akışı, kırda sürekli olan gizli fazla nüfusu ön koşul eder” (Marks-Engels; Agk., s. 671/672).
Tarımda kapitalizm geliştikçe, kırsal alanda çalışan nüfus sanayie kayar. Türkiye kırında bu türden gizli fazla nüfusun ne kadar olduğu bilinmiyor. Resmi verilerin de inandırıcı bir yanı yok.
Kriz dönemlerinde bu fazla nüfus da ağır yaşam şartlarına sürüklenir. Kriz, bu unsurların sanayie geçmelerini engeller. Kırsal alanda da zaten yaşama olanakları yoktur.
– Durgun fazla nüfus:
Marks, bu kategoriyi şöyle tanımlar:
Durgun görece fazla nüfusun üçüncü kategorisi, aktif işçi ordusunun –ama tamamen düzensiz çalışanların– bir bölümünü oluşturur. O, sermaye için hazır işgücünün bitmez tükenmez deposu olur. Onun yaşama durumu, çalışan sınıfın ortalama normal seviyesinden daha aşağıdadır ve tam da bu, onu, sermayenin... sömürüsü… için geniş bir taban yapar” (Marks-Engels; C. 23, s. 672).
Bu fazla nüfusun kaynağını, sanayi ve tarımın fazlalığı, çöken sanayi kollarından, küçük sanayiden gelenler, açıkta kalanlar oluşturur. Bu kategoriye giren işçilerin özelliği, az ücretle en fazla çalışma zamanına razı olmalarıdır. Sanayide iş bulamadıkları için ev işleriyle uğraşırlar, küçük işletmelerde en ağır şartlarda çalışmaya razı olurlar.
Görece fazla nüfus, krizden en ağır şekilde etkilenir. Bu kategorideki işçiler, zaten, ekonominin nispeten iyi gittiği dönemlerde de doğru dürüst yaşama sahip değildirler. Kriz dönemlerinde bu olanaklarını da kaybederler. Açlığın, yoksulluğun, horlanmanın en çıplak şeklini bu türden işçiler daha yoğun yaşarlar. Bu kesim, toplumun yoksullarını oluştururlar ve kriz dönemlerinde de sayıları oldukça artar.
Görece fazla nüfusun, yoksulluğun ve açlığın sorumlusu ve yaratıcısı kapitalizmdir. Marks şöyle diyor:
Toplumsal zenginlik, faal sermaye, onun kapsam ve enerjisinin büyüklüğü, yani proletaryanın ve onun emeğinin üretici gücünün büyüklüğü ne kadar büyük olursa, sanayi yedek ordusu da o kadar büyük olur. Hazır işgücü, sermayenin genişleyici gücü gibi, aynı nedenlerden dolayı gelişir. Yani sanayi yedek ordusunun nispi büyüklüğü, zenginliğin gücüyle büyür. Ama bu yedek ordu, aktif işçi ordusuna oranla ne kadar büyük olursa, toplam fazla nüfus da o kadar kitlesel olur… Nihayet, işçi sınıfının en fakir tabakası ve sanayi yedek ordusu ne kadar büyük olursa, resmi yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır.” (Marks-Ehgels; Agk., s. 673/674).
Ekonomik kriz dönemleri, işçi sınıfının mutlak ve görece fakirleşmesinin, genel olarak yoksulluğun yoğunlaştığı dönemlerdir. Ekonominin nispeten iyi gittiği, ücretlerin, mücadeleyle nispeten yükseltilmiş olduğu dönemlerde bu fakirleşme bir nebze frenlenmiş olur.
İşsizlik:
İşçi sınıfının işsizlik ya da tam veya yaklaşık tam çalışma –işsizliğin görece az olması– durumu ekonomik devreviliğin gidişine bağlıdır. Nasıl ki ekonomik yaşam, konjonktürel gelişmenin iniş ve çıkışına bağlıysa, işçi sınıfının durumu da aynı gelişmenin iniş ve çıkışına bağlıdır. Bir proleter, gelecek için, gerçekçi, ümit verici plan yapamaz. Ne kendinin ne de çocuklarının geleceğini garantilenmiş olarak göremez. Ekonominin iyi gittiği dönemlerde onun durumu görece iyidir. Ama kapitalizm devrevi krize girdiğinde proleter kendini sokakta bulur. Bir kenara attığı üç-beş kuruşu varsa o da biter. Artık açlık ve sefalet içindedir. Türkiye gibi ülkelerde ekonomi zayıftır ve iş bulma olanaklarının her zaman yeterli olmaması, işçilerin böylesi ülkelerde sürekli açlık ve sefalet içinde olmalarını beraberinde getirir.
Her kriz, işçi sınıfı için büyük boyutlara varan ve süreklilik kazanan işsizlik demektir. Çıplak işsizliğin yanı sıra kısa devre iş de, işsizliğin bir biçimi olarak görülmelidir. Kısa devre çalışma –diyelim ki günde 4 saat veya haftada 2-3 gün– işçinin işgücünü yeniden üretmesi için gerekli harcamanın ancak yarısını yapabileceği anlamına gelir.
Nasıl ki önceleri, mesaili çalışmanın yıkıcı sonuçları görüldüyse, (şimdi) burada da işçiler için normalin altında çalışmaktan doğan acıların kaynakları keşfediliyor” (Marks-Engels; Agk., s. 568).
Kısa devre çalışma da, işsizlik gibi, her ekonomik krizin bir görünümüdür.
Türkiye’de işsizliğin varmış olduğu boyutları tespit etmek hemen hemen imkânsızdır. Türkiye’de işsizliğin sayısal boyutlarını resmi verilerle, sınırlı tutamayız. Bir defa, çoğu insan işsizlik kaydı yaptırmıyor. Çoğu insan, sokakta, çalışıyor gözükse de işsizdir. Aile, eş, dost çevresinin gösterdiği dayanışma ile ayakta kalabiliyor.
Ücret kısıtlaması:
Marks şöyle diyor:
İş ücretinin genel hareketleri şu veya bu şekilde sadece, sanayi devreviliğinin dönemsel değişmesine tekabül eden sanayi yedek ordusunun genişlemesi ve daralmasıyla düzenlenir. Yani iş ücreti, işçi nüfusun mutlak sayısının hareketiyle değil, bilakis işçi sınıfının aktif orduya ve yedek orduya bölünmesi şeklindeki değişen oranıyla, fazla nüfusun görece kapsamının azalması ve çoğalmasıyla belirlenir…” (Marks-Engels; Agk., s. 665/666).
Buna göre işin fiyatı, arz ve talebe bağlıdır. Arz ve talep de ekonomik devreviliğin gelişme seyrine bağlıdır. Ekonominin devreviliği “kötü” gidiyorsa işsizlik artar, sanayi yedek ordusu büyür, ya kriz vardır ya da geliyordur. Bu durumu kapitalistler, ücretleri düşürmek için koz olarak kullanırlar. Ekonominin iyi gittiği, krizin nispeten atlatıldığı dönemlerde işsizlik de nispeten azalır, sanayi yedek ordusu küçülür. Bu da, ücretlerin eskiye nazaran nispeten yükselmesine neden olur. Ne var ki, sanayi yedek ordusunun büyümesi ve küçülmesi aynı hızda olmaz. Örneğin, ekonominin iyiye gittiği dönemlerde sanayi yedek ordusunun küçülmesi/daralması, aynı ordunun kriz döneminde büyümesinden daha yavaş olur, dolayısıyla ücret hareketi de. Ücretler kriz döneminde hızlı düşmesine rağmen ekonominin canlı olduğu dönemlerinde yavaş yavaş yükselir.
Sanayi yedek ordusu, durgunluk ve orta canlılık dönemlerinde faal işçi ordusunu baskı altında tutar, aşırı üretim ve coşkunluk dönemlerinde bu faal ordunun isteklerini dizginler. İşte bu nedenle görece artı nüfus, işin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir... Ne işe olan talep, sermaye artışıyla eşdeğerdir, ne de iş arzı, işçi sınıfının artışıyla eş değerdir. Ortada, iki bağımsız kuvvetin birbiri üzerindeki etkisi diye bir durum yoktur... Sermaye, aynı anda her iki tarafa da aynı etkiyi yapar. Sermaye birikimi, bir yandan işe talebi arttırırken, diğer taraftan işçileri ‚serbest hale getirerek‘ iş arzını da arttırmakta ve gene bu arada işsizlerin baskısı, çalışanları daha fazla iş harcamaya zorlamakta ve bu nedenle de iş arzını bir ölçüde işçi arzından bağımsız hale getirmektedir. İşin bu temelde talep ve arz yasasının hareketi, sermayenin despotluğunu tamamlar” (Marks-Engels; Agk., s. 668/669).
Buna göre, iş ücreti hareketi, sanayi yedek ordusuna ve işsizlik hareketine bağlı olarak gelişmektedir. Sanayi yedek ordusu ve işsizlik de ekonominin devreviliğine bağlı olarak gelişmektedir. Kriz döneminde sanayi yedek ordusu çoğaldığı için, buna paralel olarak ücretler de düşer. Böylelikle kriz, ücretlerin genel düşüşünün faktörü olur. Günümüzde, özellikle ekonominin “stagflasyon” özelliklerini taşıyan krizde olması; yani durgunluğun, krizin yanı sıra enflasyonun da olması, bırakalım işsizleri, çalışan işçileri de korkunç yoksulluğa iter. Güncel krizden dolayı işyerini kaybetmek istemeyen binlerce işçinin yüzde 50 düşük ücretle çalışmayı veya ücretini sonra almayı kabullenerek çalışmayı kabul etmesi, işsiz kalma korkusunun ve aynı zamanda böyle bir yoksulluğu kabullenmenin açık ifadesidir. Kapitalist bu durumu acımasızca kullanmakta.
Yoksulluğun, polisiye ve ölüm olaylarının artması:
Yoksulluğu kapitalist üretim biçimi doğurur. Yoksulluk ile ekonomik kriz arasında doğrudan bağ vardır. Marks şöyle diyor:
Bir taraftan yoksullar kitlesinin iniş-çıkış hareketi, sanayi devreviliğinin dönemsel değişmesini yansıtır. Diğer taraftan resmi istatistik, yoksulluğun gerçek kapsamı hakkında yanıltmaktadır” (Marks-Engels; Agk., s. 683).
Demek oluyor ki, yoksulluk krizle artarken, krizin atlatılmasıyla da azalmaktadır.
Marks, yoksulluk hakkında şöyle der:
Görece fazla nüfusun en derin tortusu nihayet yoksulluk sahasına yerleşmiştir. Çapulcuları, adi suçluları, bedenlerini satanları, kısaca, esas lümpen proletaryayı bir kenara bırakırsak, bu toplum tabakası üç kategoriden oluşur. Birincisi, çalışabilir olanlar: İngiliz yoksulluk istatistiğine sadece yüzeysel olarak bakıldığında da yoksul kitlesinin her krizle şiştiği ve işleri iyiye gittiğinde de azaldığı görülür. İkincisi, yetim ve yoksul çocukları: Bunlar sanayi yedek ordusunun adaylarıdır ve büyük canlılık dönemlerinde –örneğin 1860- seri ve kitlesel olarak aktif işçi ordusuna katılırlar. Üçüncüsü, yıkılanlar, lümpenler, çalışamaz olanlar: Bunlar emeğin bölünmesiyle meydana gelen hareketsizliklerden dolayı yıkıma uğrayan bireylerdir. Bunlar, bir işçinin normal yaşının üstünde yaşayanlar… nihayet sayıları, tehlikeli makinelerle, madenlerle, kimya fabrikalarıyla vs. artan sanayi kurbanlarıdır, sakatlar, hastalar, dullar vs. dir. Yoksulluk, aktif işçi ordusunun sakatlar evini ve sanayi yedek ordusunun ölü ağırlığını oluşturur. Onun üretimi görece fazla nüfusun üretimine olan zorunluluğa, görece fazla nüfusun kaçınılmazlığına dâhildir. Yoksulluk, görece fazla nüfusla birlikte kapitalist üretimin ve zenginliğin gelişmesinin varoluş şartını oluşturur” (Marks-Engels; Agk., s. 673).
İşçi sınıfının sefaleti, açık ki, zenginliğin büyümesiyle aynı oranda büyümektedir. Burjuvazinin elinde ne kadar çok zenginlik toplanırsa, işçi sınıfı da yukarıdaki gibi kategorilere zorunlu olarak, zenginliğin bu şekilde toplanmasının, sermaye birikiminin ürünü olarak, bölünerek yoksulluğa ve sefalete gömülür. Kriz dönemlerinde bu tablo daha da korkunçlaşır. Bir defa, kriz dönemlerinde çoğu işçi, kapitalist üretim, kapitalist sömürü makinesi için artık yaşlanmıştır. Burjuvazinin artık ona ihtiyacı yoktur. Yaşlı işçi artık bir fazlalıktır. Tıpkı bir makine gibi kullanılmış ve çöpe atılmıştır. Bu durumda olanlar, ancak başkalarının yardımıyla ayakta kalabilirler. Onlar açtırlar, hastadırlar, yaşamları görece kısadır.
Kriz dönemlerinde genel ölüm olayları artar. Bu, düpedüz açlığın, sağlık kontrolü yaptıramamanın bir ürünüdür.
Kriz dönemlerinde polisiye olaylar, cinayetler, soygunlar, adi hırsızlık, bedenini satmak vs. alabildiğine gelişir. Sermayenin bir kenara ittiği işçi sınıfının bu unsurları, ayakta kalabilmek için, çalmak, öldürmek, vücudunu satmak zorunda kalırlar. Düzen onlara yaşamak için sadece bu yolu açık bırakmıştır.
Türkiye’de bu türden gelişmelerin hangi boyutlarda olduğunu ispatlamaya gerek yok. Günlük burjuva gazeteleri bu konuları içeren haberlerle dolup taşmaktadır.
Her krizin, işçi sınıfı açısından işsizliği, ücret düşüklüğünü, polisiye olayları, bedenini satmayı, ölüm olaylarını yoğun bir şekilde beraberinde getirdiğini görürüz. Kriz, kapitalist sistemin bütün pisliklerini, zenginliği yaratan sınıfın üstüne yıkmaktadır.
2- Krizin köylülük üzerindeki etkileri
Komünist Manifesto’da şöyle deniyor:
…Küçük orta tabakalar, küçük sanayiciler, tüccarlar, rantiyeciler, zanaatçılar ve köylüler, bütün bu sınıflar, bazen, küçük sermayeleri büyük sanayiin işletmesi için yetmediğinden, büyük kapitalistlerle olan rekabette yenik düştüklerinden bazen, yetenekleri yeni üretim biçimleri tarafından değersizleştirildiği için proleterleşiyorlar.” (Marks-Engels; “Komünist Manifesto”, s. 16).
Köylülük, kapitalist üretim biçimi geliştikçe ve tarımı da etkisine aldıkça veya etkisine aldığı oranda çözülerek, burjuva toplumun temel sınıflarına (proletarya-burjuvazi) bölünür. Bu süreç sonunda köylülüğün ezici çoğunluğu proleterleşir. Bu, bir farklılaşma sürecidir. Bu süreç, kriz dönemlerinde daha etkin, daha hızlı gelişir.
Kapitalist üretim biçimi ne kadar gelişirse, yaygınlaşırsa köylü ekonomisi de o kadar çok meta ekonomisine dönüşür. Ama meta üreten her köylü ekonomisi, kapitalist işletme değildir. Dolayısıyla böylesi işletmelerde, krizin mutlaka varolması için neden yoktur. Ama bunlar, krize karşı oldukça duyarlıdırlar. Çünkü her meta üreten köylü için ürününü pazarlama/satma zorunluluğu vardır. Bu köylüler, pazar vasıtasıyla kapitalist ekonomiyle ilişkiye girmiş olurlar. Bu ilişki vasıtasıyla köylü ekonomisi, kapitalist ekonominin etkisi altına girer ve böylelikle hiçbir köylü, kapitalist krizin etkisinden, onun sonuçlarından kurtulamaz.
Ekonomik kriz küçük üretici köylüyü nasıl etkiler?
Kırsal alandaki küçük üretici pazarda gıda maddeleri (yağ, süt, yumurta, et, meyveler, sebzeler, tahıl vs.) satar.
Kırsal alandaki küçük üretici pazarda, gıda sanayi için gerekli hammaddeleri (patates, şeker pancarları, tahıl vs.) satar.
Kırsal alandaki küçük üretici pazarda, dokuma sanayi için hammaddeler ( deri, yün, keten, pamuk, vs.) satar.
Demek oluyor ki, kırsal alandaki küçük üretici için gıda maddeleri bakımından en geniş talebi işçi sınıfı ve bazı tüketim maddeleri sanayii oluşturur. Bu sanayi sektörlerinin üretimi ise, doğrudan geniş kitlelere, onların alım gücüne bağlıdır.
Geniş yığınların alım gücü düşünce, ister doğrudan gıda maddesi olarak, isterse de tüketim sanayi için hammadde olarak, köylünün ürünlerine olan talep de düşer ve kriz bütün gücüyle kırsal kesimi de etkisi altına alır.
Köylünün durumu başka faktörler de etkiler:
Rekabet: Normal koşullarda büyük sermayeli kapitalist tarım işletmelerine karşı rekabet edemeyen küçük üretici, kriz döneminde tamamen saf dışı kalır.
Sabit sermaye (girdi) sorunu: Köylü, duruma göre hayvan, makine satın alabilir, bankadan kredi çekebilir, gübre, tohum satın alabilir. Köylü, hem aldıklarını geri vermek hem de vergi ödemek zorundadır. Zaten normal şartlarda borçlarını ve faizini ödemekte güçlük çeken köylü, kriz dönemlerinde bu yükümlülüklerinin hiçbirisini yerine getiremez.
Hükümetin IMF ile yaptığı anlaşma, kırsal alandaki küçük üreticiyi de doğrudan etkilemektedir. Çok uluslu tarım tekellerinin çıkarları gerekli kıldığı için Türkiye tarımı yıkıma sürükleniyor. Sübvansiyonların, bazı tarım ürünlerinin desteklenmesinin kaldırılması, bazı ürünlerin üretiminin sınırlandırılması, küçük üreticiyi yok olmakla karşı karşıya getirmiştir. IMF programının ve güncel krizin tarım kesimindeki etkisini, özellikle küçük üretici üzerindeki etkisini, ancak önümüzdeki dönemde bütün çıplaklığıyla göreceğiz. Türkiye kırında proleterleşme sürecini krizin etkisiyle hızlanacaktır.
3- Krizin orta tabakalar üzerindeki etkisi
Kapitalizme özgü temel sınıflardan olmayan şehir orta tabakaları da krizin etkisinden kurtulamazlar.
Şehir orta tabakaları, zanaatçılardan, küçük tüccarlardan, memurlardan, serbest meslek sahiplerinden, doktorlardan, sanatçılardan, avukatlardan vs. oluşur.
(Aslında bu, oldukça kaba bir ayrımdır. Çünkü biz burada, geliri fazla olan doktor, avukat gibilerini, geliri sınırlı olan küçük memurla, öğretmenle aynı kefeye koymuş olduk. Aynı farklılık zanaatçılar için de geçerlidir. Örneğin 1-2 çırak çalıştıran bir zanaatçıyla tek başına çalışan bir zanaatçı elbette ki farklı olacaktır). Bu sosyal tabakalar, farklı derecede de olsa ekonomik krizden etkilenirler.
Zanaatçıların ekonomik krizden etkilenmeleri:
Tıpkı köylülük gibi zanaatçılık da kapitalizmin gelişmesiyle çözülür, ayrışır. Zanaatçıların, kendilerinden üstün/güçlü olan kapitalistlerle rekabet edecek durumları yoktur; kapitalizm geliştikçe bağımsız zanaatçılık yok olur. Örneğin, terzicilik, ayakkabıcılık vb. giderek kaybolur. Bunların üretiminin yerini fabrikasyon üretim alır.
Kriz dönemlerinde zanaatçılığın yıkımı daha büyük boyutlara varır. Zanaatçı, ekonominin nispeten ‘normal’ gittiği dönemlerde de fabrika üretimiyle rekabet etmek zorundadır. Kapitalist üretimde meta, zanaatçılıktakine nazaran daha ucuza üretilir. Bundan dolayı zanaatçı, ürününü esas değerinin altında satmak zorunda kalır. Dolayısıyla, en ufak bir fiyat dalgalanması, zanaatçıyı çok etkiler. Kriz dönemlerinde bu etkilenme daha da belirgindir. Örneğin kitlelerin alım gücünün düşmesi, zanaatçı için müşteri kaybı demektir.
Küçük tüccarlar-satıcılar (bakkal, manav, küçük dükkân sahipleri, konfeksiyoncular vs.):
Şehirlerdeki bu küçük satıcıların yaşamları geniş kitlelerin alım gücüne doğrudan bağlıdır. Bu satıcıların gelirleri, toptancı fiyatlarıyla perakende fiyatları arasındaki farktan ve satışlarının hacminden oluşur. Bu fark ve satış hacmi ne kadar büyük olursa, bu unsurlar da o kadar çok gelir elde etmiş olurlar. Ekonominin iyi gittiği dönemlerde küçük satıcılar için de işler, biraz iyi gidiyor demektir. Ama kriz dönemlerinde onların da dünyaları altüst olur. Kitlelerin alım gücünün düşmesiyle bunların da satış hacmi daralır.
Küçük satıcıların ölüm fermanını sadece kriz okumaz. Küçük satıcılar, büyük alış veriş mağazalarıyla süpermarketlerle rekabet etmek zorundadırlar.
Kriz, kitlelerin alım gücünün düşmesinden dolayı, bu tabakaları da tamamen yıkıma sürüklemiştir. Ankara’da esnafın şiddetli tepkisi, her şeyi göze alan çıkışı, polisle çatışması bu kesimin krizden ne denli etkilendiğini açıkça göstermektedir.
Ekonomik kriz, farklı bir olguyu da gündeme getirir: Türkiye’de işsizliğin kronik olması, geçim derdinden kurtulamayan binlerce işçiyi ve yoksullaşarak şehirlere akın eden “eski” köylüyü, en ufak her imkânı kullanarak ticaret yapmaya, zanaatçılık yapmaya zorlamıştır. Köşe başında, kırık iskemlede oturan, üretim aracı bir çekiç, kerpeten, örs ve çividen oluşan ayakkabı tamircisi, sokak sokak dolaşarak sebze, meyve, yoğurt, dokuma vb. şeyler satıcısı, sokaklarda sıralanmış, mal cinsi oldukça az bakkallar vb. bunların hepsi ne gerçekten zanaatçı ne de satıcıdırlar. Bunların sayısı, kapitalist krizin derinleşmesine paralel olarak çoğalır. Bu unsurlar, iş buldukları zaman zanaatçılığı ve satıcılığı bırakırlar. Bu tabakalar için Engels şöyle diyor:
Fazlalıkların’ çoğunluğu esnaflığa atılıyorlar. Bilhassa cumartesi akşamları, bütün işçi nüfus sokaklarda olduğu zaman… yaşayan kitlenin tamamı görülüyor; ayakkabı bağı, kemer, kordon, portakal, pasta, kısaca mümkün olan bütün maddeler sayısız erkek, kadın ve çocuklar tarafından satışa çıkartılıyor ve başka zamanlarda da, portakal, pasta, meşrubat satıcıları sokaklarda durur veya dolaşır olarak görünürler. Keza çıra ve benzeri şeyler, mühür mumu vs. de bunlar için ticaret maddeleridir. Diğerleri -jobber (her türlü iş yapanlar, ç.n.) sokakları dolaşarak ufak tefek işler arıyorlar. Bazıları günlük iş buluyorlar, ama çoğunun şansı yok” (Marks-Engels; C. 2, s. 316).
Türkiye’de çoğunlukla büyük şehirlerin genel tablosu böyle değil mi?
Memurlar (küçük), serbest meslek sahipleri:
Sabit gelirliler (maaşlılar-ücretliler) ve serbest gelirliler olarak ikiye ayırabileceğimiz bu kesim de, farklı boyutlarda da olsa, krizden etkilenir.
Türkiye’de, özellikle küçük memurların (ücretli memurların) kronik fakirleşmesi son yıllarda daha da artmıştır. Bunun yanı sıra mali ve ekonomik krizden dolayı, örneğin bankacılık sektöründeki iflaslar, bazı bankaların kontrol altına alınması, kapatılması binlerce çalışanın sakağa atılmasını beraberinde getirmiştir.
Diğerlerinin, yüksek okul öğretim üyelerinin, doktorların, avukatların vb. durumu biraz daha farklıdır. Bunlar, serbest çalıştıkları zaman, çoğunlukla geniş kitlelere ücret karşılığı hizmet ediyorlar demektir. Kriz dönemlerinde geniş kitlelerin maddi durumları bozulduğu için bu tabakaların gelirlerinde de belli azalmalar olur. Örneğin çalışan bir işçiyle işsiz olan bir işçinin hastalık durumlarında doktora gitme imkânları ve dolayısıyla eğilimleri farklıdır.

4- Krizin burjuvazi/kapitalist sınıf üzerindeki etkisi
Burjuvazinin, ekonomik krizin bütün yükünü işçi sınıfı ve emekçi yığınların sırtına yıkması, onun krizden etkilenmediği anlamına gelmez. Burjuvazi de krizden etkilenir. Nasıl etkilenir?
Fiyatlar, ekonomik devreviliğin kriz aşamasında düşer ve yükseliş aşamasında da artar. Fiyat hareketindeki bu gelişme bugün pek görülmüyor. Türkiye’de fiyatların ekonomik devreviliğin her döneminde şu veya bu şekilde arttığını görüyoruz. Türkiye’de bunun nedeni enflasyondur.
Kriz dönemleri sermaye kıyımı, sermayenin değerini kaybettiği dönemlerdir. Kriz, üretimin büyük ölçekte durdurulması demektir. Üretimin durdurulması, üretken sermayenin işlevsizleştirilmesi anlamına gelir. Böylesi dönemlerde sermaye, işgücü kullanımı olmadığından dolayı artı değer üretemez. Kriz, sermayeyi ölü sermayeye dönüştürür. Ve artı değerin üretilmediği dönem, burjuvazi açısından zarar edilmiş, kaybedilmiş dönemdir. Bunun ötesinde kriz dönemlerinde makinelerin ve tesislerin çalışmaması, bakım ve tamiratı kaçınılmaz kılar. Bu da kapitalist açısından zarar anlamına gelir. Kriz dönemi, aynı zamanda, kar oranının genel düşme dönemidir. Kar oranının düşmesi, sermayenin değersizleşmesi demektir. Örneğin kar oranının yüzde 25’ten yüzde 20’ye düşmesi 100 milyon dolarlık bir sermayenin getireceğin karın 25 bin dolardan 20 bin dolara düşmesi demektir. Yani kriz döneminde 100 milyon dolarlık sermaye, normal koşullardaki 80 milyon dolarlık sermayenin getirdiği karı getiriyor ki bu, sermayenin, krizden dolayı beşte bir değersizleştiğini gösterir.
Kriz dönemi, iflasların arttığı dönemdir. İflas, çok sayıda bireysel sermayenin yok olması anlamına gelir. Bu durumda olanlar, yerine göre büyük sermayeler tarafından yutulurlar veya rekabet dışı bırakılmış olurlar.
Kriz dönemi, aynı zamanda, bütün kapitalistler için geçerli olmasa da, lüks tüketimin gerilediği dönemdir. Birçok kapitalist; iflasla karşı karşıya kalanlar, gelirleri azalanlar veya ödeme zorluğu olanlar, böylesi dönemlerde lüks tüketimlerini kısmak zorunda kalırlar.

5- Krizin siyasi etkileri
Ekonominin devrevi hareketi ile devrimci hareketin devrevi gelişmesi arasında diyalektik bir bağ vardır. Bundan, her ekonomik kriz mutlaka devrimci bir duruma, devrime götürür diye bir sonuç çıkartılmamalıdır. Bu, mekanik, çıplak yaşama yabancı bir anlayıştır. Devrimci mücadelenin gelişmesini krize bağlayanlar, devrim için krizi umut olarak görenler Türkiye’de de var. Bu anlayışın başını çeken de Kızıl Bayrak çevresidir.
Ekonomik gelişme, siyasi hareketin maddi tabanını oluşturur. Ve diğer bütün koşulların var olduğu durumda ekonomik kriz dönemlerinde devrime doğru bir gelişme olabilir. Yani ekonomik kriz dönemleri, devrimci krizin patlak vermesine ve gelişmesine en uygun olan dönemlerdir. Bu diyalektik bağı Marks ve Engels şöyle açıklarlar:
1848 devrimini hazırlayan 1847 sanayi krizi aşıldı; yeni, şimdiye kadar görülmemiş bir sanayi yükseliş dönemi başladı; gözü olan ve onu kullanan için, 1848 devrimci atılımının tedricen yok olduğu anlaşılır olmalıdır.
Bu genel, burjuva toplumun üretici güçlerinin gür geliştiği yükselişte –ki burjuva toplumda ancak böyle olur- gerçek bir devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim sadece, bu iki faktörün; modern üretici güçlerin ve burjuva üretim biçimlerinin birbiriyle çelişkiye düştükleri dönemlerde mümkündür
”(Marks-Engels; “Neue Rheinische Zeitung, Politisch-ökonomische Revue”, V. ve VI. Defterler. C. 7, s. 440).
Marks ve Engels, birbirlerine yazdıkları mektuplarda da aynı konuya değinmişlerdir (Örneğin bkz.: Engels’in Marks’a yazdığı 21 Ağustos 1852, 15 Kasım 1957, 11 Aralık 1857 tarihli mektuplar ve Marks’ın Engels’e yazdığı 8 Ekim 1858 tarihli mektup).
Açık ki Marks ve Engels, ekonomik krizlerin keskinleşmesiyle devrimci hareketin yükseleceği beklentisi içindeydiler. Ama diğer taraftan da, kapitalist ekonominin kriz aşamasından çıkarak yeni bir devreviliğe başlamasıyla yakın devrim umudundan da vazgeçiyorlardı. Burada bir yanılgı değil, kapitalist ekonominin işlerliğindeki diyalektik söz konusudur. Marks, kar oranının eğilimli düşüş yasasını incelerken bu yasanın çelişkilerinin çatışmasının dönemsel krizlerde durgunlaştığını ve bu yasanın etkisiyle nihayetinde sosyal devrimlerin gerçekleşmesi gerektiğini kanıtlamıştır.
Üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yol açabilecek, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı için devrime neden olabilir” (Marks, Kapital, C. III, s. 274).
Marks ve Engels’in devrim koşulları öngörülerinde yanıldıkları üzerine çok yazılıp çizildi. Veya onların öngörüleri, Kızıl Bayrak örneğinde olduğu gibi mekanik olarak kavrandı. Oysa Marks ve Engels, bilim olarak Marksizm, her ekonomik kriz mutlaka bir devrimle sonuçlanacaktır iddiasında olmamıştır. Marksizm, sadece, ekonomik krizlerin güçlü sosyal gerginliklere ve çatışmalara neden olabilir ve başka koşulların uygun olduğunda bu, bir devrime doğru gelişebilir tespitini yapmaktadır. Her ekonomik kriz, mutlaka devrime neden olmaz, ama mevcut burjuva düzenin sarsılması her devrimin önkoşuludur. Aradaki farkı görmeyenler, kendi gücüyle devrimi örgütleme umudunu yitirenler veya burjuvazinin gücüne teslim olanlar, devrim umutlarını ekonomik krize bağlıyorlar. Önemli olan, ekonomik krizi, kapitalizmi devirmek için kullanmasını bilmektir. Marks ve Engels, sadece ve sadece krizden yararlanmanın önemi üzerinde durmuşlardır.

15 Temmuz 2001 Pazar

SANAYİ ÜRETİMİNİN GELİŞME SEYRİ (I)



Bu makalemizde ekonomik devreviliğin ne anlama geldiğini grafik üzerinde göstererek açıklayacağız ve sonra da sanayi üretiminin gelişme seyrini daha önceki krizlerle karşılaştırarak göstereceğiz.

Ekonomik devrevilik:
Ekonominin devreviliği -burada söz konusu olan maddi değerlerin üretimidir- birbirini tamamlayan aşamalardan oluşur; kriz, durgunluk, canlanma ve yükseliş aşamaları. Bu, devreviliğin klasik aşamalarıdır. 1970’lerden itibaren kapitalist ekonomideki gelişme seyrine baktığımızda ekonominin, daha önceki dönemlerinde olduğu gibi yükseliş aşamasına girmediğini, yükseliş aşamasıdır denecek derecede büyümediğini, buna karşın inişler ve çıkışlar gösteren bir durgunluk aşamasından geçtiğini görüyoruz. Bu, kapitalist ekonominin devreviliğinde görülen önemli bir değişmedir. Bu duruma göre kapitalist ekonominin devreviliği, kriz, durgunluk, canlanma ve yükseliş aşamalarından değil, inişli-çıkışlı durgunluk, kriz ve canlanma aşamalarından oluşmaktadır. Engels’in 1882 krizini inceleyerek belirttiği bu durgunluk, 1882-1886 döneminde görülmüştür. Aynı konuyu inceleyen Stalin de 1929-33 krizinden sonra 1937’ye kadar süren durgunluğu özel tipte bir durgunluk olarak tanımlamıştır. 1970’lerde itibaren kapitalist ekonomi devreviliğinin bir aşaması olan bu durgunluk, ekonominin nispeten küçük boyutlarda büyüyor olmasının ifadesidir.
Ekonominin devreviliğindeki bu gelişmeyi iki grafikle gösterelim:


 
Ekonomik krizin dibe vurmasının veya kriz şiddetinin anlamı nedir?
Sürekli kriz sendromcularının ve avanak küçük burjuvazinin ekonomi çöktü, çöküyor retorik açıklamalarını bir kenara bırakıyoruz. Onların bu konuda doğruyu görebilmeleri Marksist kriz teorisini anlamalarından geçer ki, buna da hiç mi hiç niyetleri ve yetenekleri yoktur.

Ele alınan dönemde ekonominin dibe vurması, devreviliğinin kriz aşamasının en düşük noktada olması anlamına gelir. Bunu tespit etmenin bir çok yolu vardır. Bu yolların hepsi de karşılaştırmadır. Ele alınan dönem (ay, bir kaç ayın ortalaması veya yıl) bir önceki ayla, bir önceki bir kaç ayın ortalamasıyla, bir önceki yılla veya bir yıl önceki aynı aylarla, aynı ay ortalamasıyla veya daha önceki krizle (yine ay, aylar ortalaması bazında) karşılaştırılır. Tabii bu karşılaştırmada, istatistik verileri maksatlı kullanma olanağı vardır. Bir örnek: diyelim ki x yılının y ayını bir yıl öncesinin aynı ayıyla karşılaştırıyoruz. Bir yıl öncesinin aynı ayındaki üretimin durumunu baz alarak x yılının y ayındaki üretimin durumunu farklı gösterebiliriz. Bir yıl önceki yılın söz konusu ayında üretim %10 arttıysa ve x yılının y ayında üretim %10 gerilediyse bu karşılaştırmadan çıkacak sonuçla, bir yıl önce aynı ayda üretimin -diyelim ki %15 gerilemesine karşın- x yılının y ayında üretimin %20 artışının karşılaştırılmasından aynı sonuç çıkmaz. Birinci karşılaştırmada üretimin ne kadar az düştüğü sonucunu, ikinci karşılaştırmada da üretimin ne denli arttığı sonucunu çıkartabiliriz. Bu yöntemi burjuvazi, işçi sınıfını, geniş emekçi yığınlarını, bir bütün olarak toplumu ekonomik gelişmenin seyri üzerine yanlış bilgilendirmek için kullanır.
Yani istatistik veriler, istenirse siyasi amaç için kötüye de kullanılabilir.

Ekonominin dibe vurması, ele alınan dönemde maddi değerlerin üretiminin en düşük seviyesinde olması demektir. Bu durumu sanayi üretimindeki gelişmeyi ele alarak gösterelim.


Burada ayların karşılaştırılması yapılıyor. Her bir dönemde üretimin bir yıl öncesinin aynı ayına göre yüzde 10 ve daha fazla gerilediği aylar, 2001 yılı içinde üretimin gerilediği bütün aylar karşılaştırılıyor.

Toplam sanayi bazında; Bu üç dönemde krizin en şiddetli olduğu yıl 1994 ve aylar da Mayıs ve Temmuz. 1999’da krizin en şiddetli olduğu aylar Mart, Ağustos ve Eylül. 2001 yılında ise Nisan ve Mayıs. Bu duruma göre toplam sanayide en derin kriz, 1994’ün Mart ve Temmuzunda yaşanmıştır. İmalat sanayi üretimindeki yüzde 20,7 ve yüzde 20,9’luk düşüş de bunu gösteriyor.

Bu verilere göre ve 2001 yılının bugüne kadar açıklanmış istatistikleri bazında bugünkü kriz, bırakalım 1994 krizini, 1999 ara krizinden de daha şiddetli değildir. 1999’un Mart (-%12), Ağustos (-%12,2 ) ve Eylül (-%11,8) aylarında toplam sanayi üretimi, Ocak(-%11,1), Mart (-%13,2), Ağustos (-%13,4) aylarında da imalat sanayi üretimi dibe vuruyor. Yani en düşük seviyesinde. 2001’de ise toplam sanayi Nisanda %10,5 ve imalat sanayi de keza aynı ayda %12 geriliyor.

Bu gelişmeyi grafik üzerinde gösterelim:






Grafik bize, söz konusu dönemlerde toplam sanayi üretiminin 1994’ün Mayıs ve Temmuz aylarında en geri seviyede olduğunu gösteriyor.

Şimdi, bir de 2001 yılı bazında sanayi üretiminin gelişme seyrine bakalım. En son yayınlanan istatistik Mayıs ayına kadar olan. Dolayısıyla burada Ocak, Şubat, Mart, Nisan ve Mayıs aylarının verilerini karşılaştırarak bu dönem zarfında krizin şiddetini göstereceğiz.


Mayıs ayına kadar olan veriler, toplam sanayiin ve imalat sanayiin Nisan ayında dibe vurduğunu gösteriyor. Ocaktan Nisana kadar üretim, giderek geriliyor. Nisandan Mayısa ise üretimdeki gerileme duruyor ve üretim dibe vurma noktasından (toplam sanayi; -%10,5 ve imalat sanayi;-%12) uzaklaşıyor.

Haziran ve Temmuz aylarına ilişkin verilerin neyi göstereceğini bilmiyoruz. Ama sanayi sektöründe olağanüstü bir kriz çığırtkanlığının, batıyoruz, yok oluyoruz edebiyatının pek yapılmaması, TÜSİAD’ın hükümetin programını koşullu da olsa destekliyor olması ve aynı zamanda ihracatın artması, sanayi üretimin Mayıs ayından sonra, çok güçlü bir gerileme göstermeyeceğinin işaretleri olarak kabul edilebilir. Belki Haziran ayı verileri, %10,5 ve %12,0’ın altında da olabilir. Her halükarda bugüne kadar olan veriler, toplam sanayi ve imalat sanayi üretiminde görülen mutlak gerilemenin, 1994 ve 1999 krizlerinde görülenlerden daha şiddetli olmadığının gösteriyorlar. Güncel krizin şiddetini grafikle gösterelim.
Güncel krizin şiddeti
1= Ocak; 2= Şubat; 3= Mart; 4= Nisan ve 5= Mayıs




















Açılan ve kapanan şirketlerin sayısındaki değişim de kriz olgusu ve krizin şiddeti hakkında önemli bir faktördür.


Açılan şirket sayısı Ocaktan Marta 4954’ten 1658’e düşerek %66 oranında azalıyor. Marttan Mayısa ise açılan şirket sayısı 1658’den 2359’a çıkarak %42 oranında artıyor. Yeni açılan firma sayısındaki Ocaktan Marta azalış %55 oranında, Marttan Mayısa artış ise yüzde 25 oranında.

Ocaktan Marta kapanan şirket sayısı 357’den 66’ya düşüyor, yani yüzde 53 civarında azalıyor. Kapanan şirket sayısı Nisanda 213 ve Mayısta 171. Kapanan şirket sayısı da Ocaktan Mayısa %52 azalıyor. Aynı eğilimi firma sayısında da görüyoruz. Ocak ayında 2182 firma kapanıyor. Bu sayı Martta 775’ düşüyor. Nisan ve Mayısta kapanan firma sayısında belli bir artış var. Verilen bu ayların hiç birisinde kapanan şirket ve firma sayısı, açılan şirket ve firma sayısından fazla değil. 

 

Kapanan şirket sayısı, yeni açılanların en fazla yüzde 10’una tekabül ediyor (Mart-Mayıs). Kapanan firma sayısı da Ocak ve Mayıs aylarında açılan firma sayısına en çok yaklaşıyor (%96 ve %92,6).

Demek ki ekonomik kriz, birtakım sermayeleri yok ederken, şirketler ve firmaları iflasa sürüklerken, aynı zamanda birtakım sermayeler içinde atılım dönemi oluyor.

Tipik bir kriz durum. İhracat artıyor, ithalat düşüyor. İhracatın artışının temel nedeni, üretimin olağanüstü artışından kaynaklanmıyor. Verilen dönemde (en son veriler) üretim, Ocak ayı hariç diğer aylarda zaten mutlak gerilemişti. Buna rağmen ihracatın artması, iç pazarda tüketimin gerilemesinin ve devalüasyondan dolayı üretim fiyatının ucuzlamasının doğrudan ifadesidir. Kapitalizmin Türkiye gibi ülkelerde gelişmişlik seviyesi göz önünde tutulduğunda ithalatta, tüketim maddelerinden ziyade üretim araçları ve ara mallar kelemlerinin belirleyici olduğunu görürüz. Bu kalemlerde ithalat yapılmaksızın sanayi üretimi, mevcut kapasite basında sürdürülemez. Verileri buraya aktarmayı gerekli görmedik. Ama ithalattaki düşüş üretim araçları ve ana malları kalemlerinde talebin gerilemesinden kaynaklanıyor. Bu kalemlerde talebin gerilemesi, üretimdeki düşüşün ifadesidir. Bu anlamda verilen dönemde ihracatın artışı ve ithalatın gerilemesi, ekonomide düzelmenin değil, kriz durumunun ifadesidir.
İşten çıkartılan işçi sayısı ve iflas eden küçük üreticilerin; esnaf ve zanaatçıların sayısı hakkında verilen rakamlar inandırıcı değil. Bu nedenle bu konu üzerinde durmuyoruz. 100 binlerce işçinin işten atılması, 10 binlerce küçük üreticinin, esnafın iflas etmesi, bankacılık sektöründe gelişmelerin gösterdiği gibi binlerce ücretli memurun işsiz kalması, ekonomik krizin doğal görüngüleridir.

Güncel krizin bazı özellikleri:
Türkiye’de yönetememe krizinin, hükümet krizi biçiminde siyasal krizin gündemde olduğu bir dönemde patlak veren mali kriz, fazla üretim krizine dönüştü. Bugün mali kriz üzerinde duran pek yok. En azından Şubat-Mart aylarında konuşulduğu kadar konuşulmuyor. Bunun ötesinde fazla üretim krizi üzerinde de pek fazla durulmuyor. Bunun yegane nedeni, devam eden siyasal krizdir. Ne Türkiye toplumu, ne de dış dünya, siyasal yapıya güveniyor. Hükümetin ve burjuva partilerin işçi sınıfı ve emekçi yığınlar nezdinde beş paralık kredisi yok. Dış dünya, başta da Amerikan emperyalizmi, jeostratejik konumundan dolayı, çıkarları için çok önemli olan Türkiye’yi bir taraftan çıkarlarına hizmet edecek derecede istikrara kavuşturmaya, diğer taraftan da yoğun ve doğrudan müdahale ile mevcut siyasal-yönetme kurumu ve mekanizmalarını değiştirmeye, yenilemeye çalışıyor. Bu, herkesin, bütün dünyanın gözü önünde yapılıyor. Birikmiş yapısal sorunlar, siyasi yapıda çelişkiler ve güvensizlik olarak ortaya çıkıyor. Bu sorunların, bu siyasi anlayış ve kurumlarla aşılması ve burjuvazinin kendini radikal bir tarzda yenilemesi imkansızdır. Hiç bir burjuva siyasal güç, yenilenmenin çabasını vermiyor. En fazlasıyla TÜSİAD, belli bir çaba harcıyor. Ama sonuçsuz kalıyor. İpleri ellerinde tutan ordu, MGK vasıtasıyla ve emperyalizmin talepleriyle şu veya bu şekilde paralellik içinde burjuva düzenin yenilenmesi için aktif konumda. Bu gelişmenin nasıl sonuçlanacağından bağımsız olarak, mevcut siyasal krizi, ekonomik krizin adeta üstünü örtüyor. Bu koşullarda ekonominin devrevi hareketinin dinamik bir şekilde işlemesini beklemek saflık olur. Şüphesiz ki kriz, sürekli olmayacak, ekonomik devreviliğin bu aşamasından bir şekilde çıkılacak. Yeri geldikçe bunun toplumsal ve maddi tahribatı üzerinde duracağız.