deneme

16 Ekim 2003 Perşembe

AB ÜLKELERİNDE İŞÇİ HAREKETİ VE REFORMİZM

Emperyalist ülkelerde son 30, özellikle de 20 yıl içinde kapsamlı değişimler olmuştur. Bu değişimler, her bir ülkede görünüm bakımından farklı da olsalar, esas itibariyle neoliberal politikaların uygulanmasının sonuçlarından ibarettir. Tekelci sermaye, ulusal ve uluslararası pazar dinamiklerinin nesnel hareketi önündeki engellerin kaldırılmasını ve sömürünün yoğunlaştırılmasını talep ediyordu. Bu nedenle sosyal alanlar da dâhil bir bütün olarak yaşam, sermayenin azami kar çabasına, sermaye birikimi hareketine tabi kılınmalıydı. Diğer bir ifadeyle, ‘50’li yıllardan ‘70’li yıllara kadar uygulanan “sosyal devlet” pratiğine artık son verilmeliydi.

“Sosyal ortaklığı” esas alan “sosyal devlet”te veya “refah devleti”nde toplumda imtiyaz farkının aşıldığı anlayışı, yerini belli bir eşitliğin; imtiyazlarda eşitliğin aldığı anlayışı, emperyalist burjuvazinin sürekli kullandığı propaganda malzemelerinden birisiydi. Bugün ise bu anlayışın tam tersi söyleniyor; toplumda sosyal farklılaşmanın varlığı sadece kabul edilmiyor, bunun ötesinde eşitsizliğin doğal olduğundan bahsediliyor. Böylece zengin ile fakir; bir taraftan işçi sınıfı ve emekçi yığınlar ile diğer taraftan hâkim sınıf olan burjuvazi arasındaki uçurumun giderek daha çok derinleşmesi kabul edilmiş oluyordu.

“Sosyal devlet” pratiği, bir dizi olguyu önkoşul yapıyordu. SB’nde sosyalizmin başarılı inşası, II. Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin, kapitalist dünya karşısında dünya sistemi oluşturacak derecede güçlenmesi, emperyalistleri, işçi sınıfını mücadelesizliğe mahkûm etmek için, yaşamı kolaylaştırıcı adımlar atmaya, Marks’ın deyimiyle “tahammül edilebilir… biçimleri”nin uygulanmasına yöneltmişti (Kapital, C. I, s. 645). Savaştan dolayı yıkımın kapsamı, yeniden inşanın ve dolayısıyla nispeten uzun süren kesintisiz veya fazla etkili olmayan ekonomik krizli bir dönemin yaşanmasını beraberinde getirmişti. ‘50’lilerden ‘70’li yılarla kadar süren yaklaşık 20 senelik bu dönem, “işgücünün satışı koşulları için az çok uygun”du (Agk., s. 647); “uygun birikim koşulları,… işgücünün satışı için az çok uygun” koşulları beraberinde getirmişti. Bu koşullarda tekelci burjuvazi, birtakım sosyal haklar kazanmış işçi sınıfını sömürerek azami kar elde etme olanağına sahipti. Çalışan işçi sayısını azaltmaksızın teknolojinin kazanımlarını üretimde kullanarak verimliliği arttırmak, emperyalist burjuvazinin “sosyal devlet” pratiğinin maddi temelini oluşturuyordu, ona bu pratiği uygulama olanağı veriyordu. Bu dönemde, hemen bütün emperyalist ülkelerde sosyal sistemler (emeklilik, sağlık vb.) genişletilmişti. Emekçilerin gelirlerinin artış olanağı vardı. Yine Marks’ın dediği gibi, “sermaye birikiminden dolayı işin (gücünün) artan fiyatı” (Agk., s. 646), geniş toplum kesimlerinin toplam üretime (ulusal gelire) “ortak” olmalarına olanak sağlıyordu. Emperyalist burjuvazi buna “tüketim toplumu” diyordu.

‘70’li yıllara gelindiğinde bütün emperyalist ülkelerde ulusal gelirin dağılımı, tekelci burjuvazinin çıkarlarına uygun düşmemeye başladı. Çünkü nesnel koşullar değişmişti. Ekonomik büyüme, birikim oranları eski seviyesine çıkamıyordu. Dolayısıyla, azami kar derdinde olan tekelci burjuvazi açısından dağıtılacak, işçi sınıfını susturacak, mücadelesizliğe mahkûm edecek bir şey de kalmamıştı. ‘70’li yıllardan bugüne tekelci burjuvazinin bütün sorunu, azami kar elde edilebilmek için, sermaye hareketinin önündeki bütün engellerin yıkılmasıydı. Bunun siyasi adı da neoliberalizmdir.

Aslında bugün Almanya, Fransa gibi AB’nin önde gelen emperyalist ülkelerinde paket paket hazırlanan ve uygulanmaya konan neoliberal politikalar, ‘80’li yıllarda ABD’de Reagan ve İngiltere’de de Thatcher hükümetleri tarafından uygulanmaya konmuştu.

Bugünlerde hemen bütün AB ülkelerinde gündemde olan hâkim sınıfların, tekelci burjuvazinin sosyal sistemlere karşı yaygın saldırıları, daha önceden saptanmış politikaların uygulanmasıdır. Sosyal sistemleri, örneğin emeklilik sistemini neoliberal normlara göre yeniden yapılandırmak, şu veya bu hükümetin değil, AB’nin temel bir politikası olmuştur. AB ülkeleri Lizbon ve Barselona zirvelerinde sosyal sistemlerin reforme edilmesi politikası üzerinde anlaşmışlardı.

Sorunun özü neden ibaret?
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, horizontal ve vartikal örgütlenmesi süreci ilerliyor. Dev adımlarla gelişen teknolojinin kazanımlarının üretim ve dolaşım sürecinde kullanılması; otomasyon, rasyonelleştirme sonuç itibariyle verimliliği arttırıyor ve işçilerin kitlesel olarak sokağa atılmasına neden oluyor. Giderek keskinleşen ve kapsamlaşan emperyalistler arası rekabet, emperyalist devletlerin bütün olanaklarını tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesini kaçınılmaz kılıyor. Dolayısıyla “sosyal devlet”in yıkılması kaçınılmaz oluyor.
Amaca ulaşılması için öncelikle, elde edilmiş haklara sahip çıkan güçlerin etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Çünkü neoliberal politikaların uygulanabilmesi önünde en önemli engelin örgütlü işçi hareketi olduğunu bilen tekelci burjuvazi, bu gücün etkisizleştirilmesini öncelikli temel görev olarak tespit ediyordu.

Bütün emperyalist ülkelerde çalışma koşullarıyla ilgili olarak elde edilmiş hakların geri alınması, bu koşulların yeniden belirlenmesi için, farklı –çoğu kez düşük- ücretlendirmelerle işletmelerde işçilerin karşı karşıya getirilmesi, bir bütün olarak toplumsal yaşamda işçi sınıfı ve emekçi yığınların farklılaştırılması, farklı kategorilere ayırarak atomize edilmesi gerekiyordu. Bu, her neoliberal stratejinin temel amacıdır ve tekelci burjuvazi bu amacı gerçekleştirmek için kapsamlı saldırıya geçmiştir. Neoliberal saldırı birkaç noktada yoğunlaşmaktadır:

a-Sağlık sistemini özelleştirmek veya bütün yükünü emekçi yığınların sırtına yıkmak,
b-Emeklilik sistemini özelleştirmek veya bütün yükünü çalışanların sırtına yıkmak,
c-Eğitim sistemini özelleştirmek,
d-İşsizlik parasını, sosyal yardım seviyesine indirmek,
e-İş ve İşçi Bulma Kurumunu özelleştirmek veya kuşa çevirmek gerekiyordu.

Almanya’da Riester ile başlayan ve Agenda 2010 ile devam eden sosyal sistemlere (örneğin emekliliğin 67 yaşa çıkartılması) yönelik neoliberal saldırılar, AB’nin Avusturya, Fransa, İtalya gibi başka ülkelerinde de benzeri içerikli saldırılar olarak sürdürülmektedir. Bu ülkelerde, özellikle de Fransa ve Almanya gibi emperyalist ülkelerde art arda uygulanmaya konan neoliberal politikalara karşı mücadelenin, kapması, şiddeti ve siyasi içeriği, farklı açılardan ele alındığında ancak anlaşılabilir.

Bu ülkelerde, aynı zamanda AB’nin başka ülkelerinde de –örneğin Yunanistan ve Danimarka’da da- hükümetlerin neoliberal politikalarına karşı mücadelede komünist ve devrimci faktör, ne yazık ki hemen hiçbir rol oynamamaktadır. Almanya’da komünist parti bile yok (AKP üçe bölünmüş durumda). Fransa’da İtalya’da, Yunanistan’da veya AB’nin herhangi bir ülkesinde Marksist Leninist Komünistlerin kıstaslarına göre komünist güçler ya örgütsüz, ya da marjinaldir, etkisizdir. Buna karşın, özellikle Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerde revizyonist güçler örgütlüdür. Bu ülkelerde, başta sendikalar olmak üzere, “sol” güçler, toplumsal muhalefeti yönlendirmede belli bir rol oynuyorlar.

Geriye sendikalar kalıyor. Bu ülkelerde, devrimci ve komünist faktörün etkisizliği, sendikal mücadele bazında sınıf mücadelesini önplana çıkartıyor. Bundan, sendikaların çok tutarlı, kararlı bir mücadele ile işçi sınıfının ve emekçi yığınların elde etmiş oldukları ekonomik ve sosyal haklarını savundukları, tekelci sermayeye neoliberal politikalarını uygulama olanağı vermedikleri sonucu çıkartılmamalıdır. Bazı durumlarda uzlaşma sağlanabiliyor veya uygulama tarihi ertelettiriliyor.

Yaz mevsiminde Fransa’yı, emeklilik sistemini tekelci sermayenin çıkarına göre değiştirmek, eğitim sistemini ademi merkezileştirmek için harekete geçen Raffarin hükümetine karşı protestolar sarstı. Hükümetin bu iki neoliberal paketine karşı Fransız “sol”u ve özellikle sendikalar geniş bir kamuoyu oluşturabildiler ve harekete geçirebildiler. Eğitim sorununda hükümet, 2005’e kadar geri adım attı. Emeklilik sisteminin yeniden düzenlenmesinde ise durum daha karışık. Emeklilik sistemiyle ilgili alanda protestoların başlangıç aşamasında yüzde 71 oranında bir çoğunluk, emekliliğin finanse sorununda reformun kaçınılmaz olduğu anlayışındaydı. Yüzde 64’ü fedakârlığın sadece kendilerinden istendiğini savunuyordu. Yüzde 41’i emeklilik katkı payını ödeme süresinin uzatılmasını ve yüzde 21’i de katkı payının arttırılmasını doğru buluyordu.
Sendikaların verilerine göre emeklilik sisteminde reforma karşı protestolara katılanların sayısı 12.12.1995’te 2.05.000; 1.2.2003’te 500.000; 3.4.2003’te 580.000; 13.5.2003’te 2.050.000; 25.5.2003’te 730.000; 3.6.2003’te 1.000.000 ve 10.6.2003’te de 1,500.000 idi.
Fransız halkının yüzde 60’dan fazlası, emeklilik sistemine dokunulmaması için sürdürülen mücadeleyi haklı bir mücadele olarak görüyordu.
İlkbahar-yaz döneminde yükselen kitlesel mücadele hükümete geri adım attırdı ve hükümet, uzlaşmaya hazır olduğunu açıklamak zorunda kaldı. Ama bir iki noktada yapılan değişiklikle hükümet, emeklilik projesini kabul ettirdi.

İster Fransa’da, isterse de AB’nin başka ülkelerinde olsun, neoliberal saldırılar daha ziyade emeklilik, eğitim, sağlık, iş dünyası alanlarında yoğunlaşmaktadır. Tekelci sermaye bu sosyal alanların özelleştirilmesini, rekabet gücünü devam ettirebilmenin ve arttırmanın bir faktörü olarak görmektedir. Örneğin Almanya’da Sosyal Demokratların ve Yeşillerin hükümet olduğu bir dönemde Alman tekelci burjuvazisi, güya bu işçi, emekçi “dost” Sosyal Demokratlara ve “yenilikçi” Yeşillere formüle ettiği neoliberal politikaları hükümet projesi, Agenda 2010 olarak açıklatabiliyor. Agenda 2010, Almanya’da iş, ücret, sağlık koşullarını Amerikanlaştırıyor. Agenda 2010, emeklilik, sağlık, eğitim sistemlerinin özelleştirilmesinden veya yükün yığınların sırtına yıkılmasından başka bir anlam taşımıyor. Alman hükümetinin bu politikasını muhalefet de desteliyor.

Almanya’da iş bulma, çalışma, ücret koşullarını altüst eden Hartz-Konsepti, Hartz-Yasalarına dönüştü. Alman hükümeti, 2,5 milyon Euro harcayarak “Almanya için iş”, “daha çok iş yeri” vb. sloganlarla Agenda 2010’un propagandasını yapıyor. Yasallaştırdığı neoliberal politikaları uygulamaya koyuyor ve yeni neoliberal politikaları paket paket hazırlayarak yasallaştırmaya çalışıyor.

Almanya’da tekeller, komisyonlar kuruyorlar ve bu komisyonlara hazırlattıkları paketleri hükümete öneriyorlar ve hükümet de bu paketleri yasallaştırmak için mücadele ediyor. Bu komisyonların bileşimi çok şeyi anlatıyor. Örneğin Rürup-Komisyonu 26 üyeden oluşmaktadır. Bu üyelerden sadece 8’i sendikalardan geliyor. 6’sı tekelleri temsil ediyor. 3’ü politikayı ve 9’ da bilim alanını temsil ediyor. Bu son 12 üye hükümet ve muhalefet ile iç içe. İşte bileşimi böyle olan bu komisyon, Alman emeklilik sistemini yeniden düzenleyecek! Bu komisyon da, Hartz-Komisyonunun yaptığı gibi, bir paket hazırlayacak ve sendikaların da imzasını taşıyan bu paket, olası önemsiz değiştirmelerle kabul ettirilecek.

Peki, buna karşı ne yapılıyor?
Almanya’da, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde olduğu gibi, hükümetin neoliberal politikalarına karşı geniş katılımlı, onbinlerle ifade edilen yığınların katıldığı merkezi protestolar, 1 Kasım eylemine kadar pek olmamıştır. Buna karşın işletme, şehir, bölge bazında yaygın gösteriler gerçekleştirilmiştir ve bu türden mücadeleler aralıksız devam etmektedir. Bunun öyle olmasının başlıca nedeni, bu ülkede sendikaların, yığınların eylemi yerine hükümetle pazarlık yapması ve hükümetin politikasını, şu veya bu biçimde onamasıdır. Örneğin Almanya’da en son kitlesel eylem olarak tanımlanan Doğu Almanya’da 35 saatlik çalışma haftası için sürdürülen grev, sendika tarafından, beklenmedik bir anda, sendikanın hükümet ile görüşmesinden sonra sonlandırılmıştır. Sendika, hükümetin geleceği için yenilgiyi kabul etmiş, işçi sınıfının grevini satmıştır. 1 Kasım merkezi eylemi için ise sendika yönetimi çağrıda bulunmamıştır. Tabandan gelen zorlama ve alt seviyelerdeki muhalif sendikacıların çabasıyla 1 Kasım eylemi gerçekleştirilmiştir. Bunun ötesinde Almanya ATTAC da eylemin gerçekleşmemesi için son ana kadar uğraşmış, başarılı olamayınca çağrı yapmak zorunda kalmıştır. Bunun nedeni bilinmiyor değil; Başka ülkelerden, örneğin Fransa’dan farklı olarak Almanya’da sendikalar, sosyal demokratik hâkimiyetten dolayı, sosyal demokrat hükümet ile adeta iç içedir. Bu durum, bu ülkedeki sendikal bazda sınıf mücadelesinin gelişmesini olumsuz etkilemekte, evet engellemektedir. Fransa’da, İtalya’da veya Yunanistan’da olduğu gibi revizyonist, “sol” partiler etkili olmadıklarından, tersine tamamen marjinal olduklarından, Alman işçi sınıfının mücadelesi, güçlü örgütlü sosyal demokrat hakimiyetli sendikaların eline kalmıştır. Bu sendikalar da Alman işçi sınıfının çıkarlarını Alman tekelci burjuvazinin çıkarlarına tabi kılıyorlar. Çünkü bizzat hükümetleri, tekellerin saptadığı neoliberal politikaları uyguluyor.

Neoliberal politikalar söz konusu olduğuna göre, Avrupa Sosyal Forumu çerçevesinde örgütlenen güçlerin ne yaptıkları sorulabilir. “Antiküresel Hareket” olarak doğan ve bugün Avrupa Sosyal Forumu, Dünya Sosyal Forumu, Savaş Karşıtı hareket vb. biçimler alarak gelişen ve aynı zamanda farklılaşan bu hareketin Avrupa kanadı, siyasi misyonunun daha ziyade, AB’yi ABD karşısında desteklemek olduğunu sergilemiştir. Irak’a karşı savaş döneminde bu hareket, Almanya ve Fransa’nın ABD karşıtı tutumunu barış ve savaş karşıtlığı adına desteklemiştir. NATO, ABD söz konusu olduğu için Evian’da gösterilerin kitlesel olması için mücadele etmiştir. Ama Kopenhag’da AB’nin Doğu Genişlemesi, Selanik’te AB içi sorunlar gündemde olduğu için bu toplantıların protesto edilmesi pek umurunda olmamıştır.
Bu hareketin programatik açıklamasında neoliberalizme karşı mücadele ilk sırada yer alıyor. Ama bu hareketin, örneğin Fransa ve Almanya’da ATTAC’ın Fransız ve Alman tekelci burjuvazilerinin neoliberal politikalarını protesto etmek, mahkum etmek için pratikte özel bir çaba harcadıkları söylenemez. Anlaşılan o ki, bu unsurlar açısından neoliberalizm karşıtı mücadele ABD’ye, NATO’ya, IMF, AB ve DTÖ’ne karşı mücadele ile eş anlamlıdır. AB emperyalizmi, bu neoliberalizmin dışında kalmaktadır.

Sonuç itibariyle:
AB ülkelerinde neoliberal saldırılara karşı mücadele kendiliğindenci ve kitlesel karakterlidir. Bu mücadeleler, Fransa ve Almanya’da olduğu gibi sendikal taban ile sendika yönetimini çoğu kez karşı karşıya getirmiştir. Sendika yönetimleri, geniş yığınların sahip çıktığı eylemlerin toplumu politikleştireceğinden ve kendilerini aşacağından korktukları için bu eylemlerin bir yere kadar devamından yana olmuşlar ve belli bir noktadan sonra hükümet ile uzlaşmaya çalışmışlardır. Sendikaların bu tavrı mücadelenin seyrini olumsuz etkilemiştir. Bundan dolayı, Irak’a karşı savaş vesileyiyse ve sonraki dönemde de çoğu AB ülkelerinde olduğu gibi neoliberal politikalara karşı işçi sınıfı ve emekçilerin gelişen güçlü kitlesel eylemlerinde bugün gözle görülür bir gerileme söz konusudur. Hükümetlerin bazen geri adım atmaları, planlarını ertelemeleri, bazen değiştirmeleri ve bazen de sendikaların hükümetlerle pazarlık yaparak işçi sınıfının çıkarlarını satmaları ve yığınları örgütleyecek ve mücadeleye seferber edecek başka politik güçlerin olmamasından dolayı AB ülkelerinde görülen canlı, kitlesel işçi hareketi, gelişmesinin, daha da güçlenmesinin nesnel koşulları olmasına rağmen, gerilemeyle karşı karşıyadır.
Yığınlar örgütlenmeye, mücadele etmeye hazırlar, ama anlaşılan o ki, devrimci ve komünist faktör ortalıkta yok.