Forbes dergisinin raporuna göre son yıl içinde dolar milyarderler, gelirlerini yüzde 35 oranında artırmışlar. Bir taraftan, dünya çapında, en azından bir milyar insan, günde bir dolar ile geçinmek zorunda kalırken, maddi zenginliklerin giderek daha büyük bir bölümü bir avuç sömürücünün elinde toplanıyor. Bir milyar veya daha fazlasına sahip olan kişi veya ailelerin sayısı 587. Bunların sayısı geçen sene 476 idi. Bu senenin milyarderlerinin sahip oldukları zenginliğin toplam miktarı 1,9 trilyon dolar. Bu birkaç yüz insanın elindeki maddi zenginlik, en fakir 170 ülkenin toplam brüt üretimini geçiyor.
Burjuva liberal aydınlara göre fakirleştiren bir ekonomi sürecinde yaşıyoruz. Ama görüyoruz ki, kapitalist ekonomi, toplumun ana sınıflarından birisini olağanüstü zenginleştirirken, diğerini de o derece yoksullaştırıyor. Demek ki, aslında, fakirleştiren bir ekonomi sürecinde yaşamıyoruz. Burada sorun, bu zenginliklerin kimin elinde olduğudur. Sorunun kapitalizmden kaynaklandığını göz ardı etmek isteyen bütün çevreler için bu kutuplaşmanın yegâne sorumlusu neoliberalizm oluyor. Bu nedenle de neoliberalizmle hesaplaşmayı yaşamlarının temel amacı olarak görüyorlar. Ama kapitalizmin tarihine, çok uzaklara gitmeye gerek yok, son birkaç on yıllık tarihine baktığımızda, sorunun neoliberalizm olmadığını, aksine kapitalizmin bizzat kendisi olduğunu görmekteyiz.
II. Dünya Savaşından ’70’li yıllara kadar ekonomi, hemen bütün emperyalist ülkelerde, bunun ötesinde Türkiye gibi emperyalizme bağımlı bazı ülkelerde de adeta sürekli büyümüştür. Ama 1970’lerden sonra, özellikle emperyalist ülkelerde ekonominin büyüme hızı yavaşlamış; küçük oranlarda büyüme, çoğu ülkede ve yıllarda sıfır (o) büyüme olarak gerçekleşmiştir. Aynı süreçte işsizlerin sayısı da giderek artmıştır. İşçilerin, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde sokağa atılmaları, ekonominin seyri hakkında önemli bir kıstas olmaktan çıkmıştır.
2000 yılında dünya brüt üretimi 1973’dekinden iki misli fazlaydı. Ama dünya çapında kişi başına brüt üretim, aynı dönemde yıllık olarak yüzde 50 gerilemiştir. Yani bolluk içinde fakirlik. “Refah” içinde sefalet!
Avrupa’da bolluk içinde yoksulluğun iki türünü de görmekteyiz: Bir taraftan proletarya görece ve mutlak olarak yoksullaşırken, karşı kutupta burjuvazi görece ve mutlak olarak daha da zenginleşiyor.
“Toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve çalışmasının üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki iş gücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bunun için, yedek sanayi ordusunun nispi büyüklüğü, servetin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. En sonu, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır. Diğer bütün yasalar gibi, bu da, işleyişi sırasında çeşitli koşullar ile değişikliğe uğrarsa da…”(Marks, Kapital, C. I, s. 673/674).
Avrupa’da veya da bütün dünyada yoksulluğun nedeni burada anlatılıyor. Proletaryanın görece yoksullaşması, ulusal gelirin toplamında işçi sınıfının payının giderek düşmesi anlamına gelir. Proletaryanın mutlak yoksullaşması ise, işçi sınıfının yaşam standardının doğrudan düşmesidir.
Marks’ın dediği gibi, “diğer bütün yasalar gibi, bu da, işleyişi sırasında çeşitli koşullar ile değişikliğe uğrarsa da” ortaya çıkardığı sonuç, şu veya bu ülkede görece derecelerde de olsa, hep aynı: Bir taraftan maddi zenginlikler artıyor, diğer taraftan da milyonlarca insan sefalet içinde yaşıyor.
Avrupa burjuvazisinin anlayışına göre AB, “sosyal bir birlik”. AB ülkelerinde toplam nüfusun yüzde 70’nden fazlası sosyal yardımlardan yararlanmaktadır. AB vatandaşlarının yüzde 13’ü sadece sosyal yardımla yaşamını sürdürüyor. Fransa’da bu oran yüzde 4, Belçika’da ise yüzde 19. AB’de sosyal yardım, düşük gelirli insanların, yoksulluk sınırı altına düşmemeleri için mali olarak desteklenmeleri anlamına gelmektedir. Bu yardımlardan dolayı, yoksulluk tehlikesiyle karşı karşıya kalanların sayısı yüzde 31 ile sınırlandırılabilmiştir.
AB verilerine göre, ulusal ortalama gelirin yüzde 60’ndan daha az geliri olanlar yoksul sayılıyor. 1998’de yoksulların sayısı 68 milyon kadardı. Yoksul kategorisine girenlerin arasında yaşlıların, çocukların ve kadınların sayısı belirleyici çokluktadır. AB’de 16 yaşından küçük çocukların yüzde 16’sı yoksul ailelerin çocukları.
AB çapında işsizler arasında yoksul sayılanların oranı yüzde 38. Bu oran Danimarka’da yüzde 5, ama İtalya’da işsizlerin yüzde 60’ı “yoksulluk tehlikesi” ile karşı karşıya.
AB çapında çalışan işçiler arasında yoksul kategorisinde olanların oranı yüzde 7. AB çapında yaşlı ve yalnız yaşayanların yüzde 28 yoksul.
Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nde yoksulluk içinde yaşayan insanların sayısı 1989’da 13,6 milyondan 1999’da 147 milyona çıkmıştır.
Bu veriler, Avrupa Komisyonu’nun 2002 Sosyal Raporu’nda yer alıyor. Sonraki dönemde durum daha da kötüleşmiştir. Hemen bütün AB ülkelerinde hükümetler, sermayenin talep ettiği neoliberal saldırıları gerçekleştirmek için kazanılmış hakları yok etme çabası içindeler. Özellikle emeklilik, sağlık, eğitim sistemleri tekelci sermayenin çıkarlarına peşkeş çekilmekte ve başkaca sosyal haklar tırpanlanmaktadır. İşsizliği önleme ve geriletme sözü veren hükümetler, işsizliği artıran adımlar atmaktalar. Ekonomik kriz, bunun ötesinde, rekabetin dayatmasının bir sonucu olarak, rasyonelleştirme, modern tekniğin üretimde kullanılması, iflaslar vs. işsizlerin sayısını arttırmıştır. Bugün AB’de kitlesel kronik işsizlik, burjuvazi tarafından da kanıksanmıştır. AB hükümetleri, işsizliğe karşı değil, işsizlere karşı mücadeleyi asli görevi olarak görmekteler. Almanya’da olduğu gibi, işsizlik yardımının sosyal yardım seviyesine düşürülmesi, sağlık sisteminin ve eğitimin daha bugünden kısmen paralı hale getirilmesi, insanları “sürünerek” ölüme mahkûm etmek anlamına gelmektedir.
Şüphesiz neoliberal saldırılara karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınların protestoları görkemli boyutlar almaktadır. Örneğin Yunanistan’da, İtalya’da, Fransa’da olduğu gibi. Ne var ki bu mücadeleler, işçi sınıfının siyasal önderliğinden yoksun mücadeleleridir, sendikal ve demokratik haklar için mücadele sınırlarını aşmayan mücadelelerdir. Bunun böyle olması, AB ülkelerinde komünist partilerin olmamasında veya var olduğu kadar güçsüz olmalarında aranmalıdır. Bu nedenle AB çapında milyonlarca işçi ve emekçi yığınlar, kendilerini yeniden reformizme ve pasifizme mahkûm eden güçlerin önderliğinde hareket etmekteler ve onlara, “sosyal devlet” alternatif olarak sunulmaktadır.
Bugünlerde dilden düşmeyen “başka bir dünya olasıdır”, “başka bir Avrupa mümkündür” ile mücadele etmeye hazır olan geniş yığınların, düzenin sınırlarını zorlamaları engellenmeye çalışılmaktadır. Kavram olarak işçi sınıfı, proletarya, devrim, sosyalizm, proletarya diktatörlüğü unutturulmaya çalışılmaktadır. Geniş yığınların, yoksulluğun gerçek nedeninin, neoliberalizm değil, kapitalist sistemin kendisi olduğunun görmemeleri için her şey yapılmaktadır; alternatif yine kapitalist sistem sınırları içinde aranmaktadır. Böylesi, teoriyi, ideolojiyi, kavramları tüketici, sulandırıcı, burjuvazinin, reformistlerin ve pasifistlerin işine yarar hale getirici koşullarda; işçi sınıfı ve emekçi yığınların örgütlenmeye ve mücadele etmeye hazır olduklarını gösterdikleri koşullarda kapitalizmin ve söz konusu yoksulluğun gerçek alternatifinin sosyalizm olduğu sürekli vurgulanmalıdır, bunun için mücadele edilmelidir.