deneme

14 Mayıs 2004 Cuma

BİR DAHA AB GENİŞLEMESİ ÜZERİNE

1 Mayıstan bu yana AB, 25 üyeli oldu, nüfusu 74,2 milyon artarak 453,2 milyona çıktı. Aralık 2002’de, Kopenhag toplantısında AB, 12 ülkeyi daha üye yapma kararı almıştı. Şimdi üye olan 10 ülkenin yanı sıra Bulgaristan ve Romanya’nın da üye olmaları kararlaştırılmıştı. Bu genişlemenin açık amacı, dünyanın en büyük iç pazarını oluşturmak ve böylece Amerikan emperyalizmine ve Japon emperyalizmine karşı dünya pazarları üzerine rekabette güçlü pozisyona sahip olmaktı. Bu stratejinin planlayıcıları AB’nin, Lenin’in deyimiyle „süper tekelleri“ydi. Uygulayıcıları ise başta Almanya ve Fransa olmak üzere önde gelen AB-emperyalist ülkeleri hükümetleridir. Genişletilmiş bir AB, söz konusu süper tekeller tarafından dünya pazarı üzerine rekabette bir sıçrama tahtası olmalıydı. Özellikle Alman tekelleri, bu yöndeki planlarının gerçekleştirilmesi için oldukça yoğun bir çama gösterdiler.

AB’nin genişlemesiyle emperyalist ülkeler ve süper tekeller arasındaki rekabet, genel olarak dünyada ve özel olarak da Avrupa’da yeni bir aşamada sürdürülecek. AB’nin genişlemesiyle rekabet, yeni bir kalite kazanmıştır.
450 milyon nüfusuyla 25 ülkeli AB, ABD (286 milyon) ve Japonya’dan (127 milyon) daha büyüktür. 2003 itibariyle brüt yurt içi üretim bakımından 25 AB ülkesinin üretimi, yaklaşık ABD’ninki kadar. Japonya’nın üretiminden ise iki mislinden fazladir. 2002 verilerine göre dünya sermaye ihracının yarıdan fazlası 25 ülkeli AB kaynaklı, ABD’nin payı ise yaklaşık yüzde 23 oranında.

Önde gelen AB kaynaklı süper tekellerin cirosu, yeni üye on ülkenin yurt içi brüt üretiminden daha fazla. Bu tekeller, yeni üyeleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecek durumdalar. 500 uluslararası süper tekelin 150’sinin merkezi 15 AB ülkesinde. Yeni üye ülkelerde böylesi tekel yok. Tam da bu tekeller, yeni üyelerin siyasi ve ekonomik açılımlarını dikte ediyorlar: Yeni üye ülkelerin ekonomileri, AB’nin desteğiyle belli süper tekeller tarafından yönlendiriliyor ve bu ülkeler, NATO tarafından da askeri olarak kontrol altında tutuluyorlar. Yani iktisadi olarak AB’nin ve askeri olarak da ABD’nin kontrolündeler.

AB’nin doğu genişlemesi, bu bölge ülkeleri üzerinde yeni sömürgecilikten başka bir anlam taşımıyor. Sömürgecilik ve yeni sömürgecilik, emperyalist çağda Asya, Afrika veya da Latin Amerika ülkelerinde sömürü ve talanı ifade eden kavramlardır. Doğu ve Orta Avrupa’nın AB üyesi olan ülkeleri de şimdi bu konumdalar. Önce Sovyet Sosyal emperyalizminin yeni sömürgeleri olan bu ülkeler, Revizyonist Bloğun dağılmasından kısa bir zaman sonra da AB’nin yeni sömürgeleri olmuşlardır. Bu ülkelerin siyasi, ekonomik ve askeri olarak Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığından geri kalan hiç bir yanları yoktur.

Uluslararası sermayenin ve üretimin yeniden örgütlenme süreci bu ülkelerde de etkisini göstermiş ve bu ülkeler, uluslararası sermayeye yeni sömürgecilik temelinde bağımlı kılınmışlardır. Bu ülkelerde mevcut sanayi işletmeleri yabancı sermaye tarafından satın alınarak (özelleştirme) yıkılmış ve ekonomi, yabancı sermayenin çıkarları temelinde şekillendirilmiştir. Bu ülkelerde devasa bir yapısal değişim süreci yaşanmaktadır.

Bu ülkeleri AB üyeliği için hazırlamak adı altında „yeniden örgütleme programları“ uygulanmıştır. Örneğin bu amaçla 2002’de alınan bir karara göre Polonya maden ve çelik sanayi yeniden örgütlenmiştir. Bunun sonucu olarak 40 bin çelik işçisi sokağa atılmıştır. Çalışan 57 maden ocağından 24’ü kapatılmıştır ve böylece 105 bin maden işçisi sokağa atılmıştır. IMF bu ülkelerde de görevini yerine getirmektedir.

AB üyeliği, aynı zamanda, Maastricht, Amsterdam ve Nizza anlaşmalarının gereklerini yerine getirmektir. Bu anlaşmalar, sadece „metaların, hizmetlerin, sermayenin ve insanların serbest dolaşımı“ anlamına gelmiyor. Bu anlaşmalar, öncelikle de tartışılan AB anayasası, toplumsal yaşamın her alanında güçlü olanın güçsüz olana müdahalesini de beraberinde getirmektedir.

2010 yılına kadar bir numaralı dünya gücü olmak isteyen AB, bu niyetiyle Amerikan emperyalizmine diş göstermekte ve genel anlamda da emperyalistler arası savaş tehlikesini arttırmaktadır. AB, büyük silahlanma projelerini gerçekleştirmek ve askeri alanda da güçlü olmak niyetinde.

AB’nin doğu genişlemesini süper tekeler, Avrupa işçi sınıfını baskı altına almanın bir aracı olarak kullanıyorlar. Örneğin Siemens, işçileri, Polonya’da ücretler daha düşük, Almanya’dakinin üçte biri dahi değildir diye tehdit ediyor. Polonya’da işçiler, Letonya’da ücretler daha düşük diye tehdit ediliyorlar veya da Slovakya’da makinelerin haftanın her günü 24 saat çalışması tehdit unsuru oluyor.

Tekel fiyatları üzerinden de talan derinleştiriliyor ve kapsamlaştırılıyor. Azami kar elde etmek için bu ülkelerde tekeller, tekel fiyatları uyguluyorlar. 1995’ten 2002’ye fiyatlar Macaristan’da iki mislinden fasla, Polonya’da da iki misline yakın bir artış göstermiştir.

Yoksulluk korkunç boyutlar alıyor. Örneğin Polonya’da işsizlerin yüzde 80’i işsizlik yardımı almıyor. Her üç işsiz aileden birisi aylık olarak ancak 64 Euro alıyor. Küçük üreticiler de yıkım içindeler. Lidl, Metro gibi büyük perakende tekelleri, küçük üreticileri ve esnafı kıyıma, iflasa sürüklüyor.

Yeni üye devletler birbirleriyle rekabete zorlanıyorlar: yatırımlar için en uygun ortamın hazırlanması, uluslararası tekellerin şubelerinin açılması için yeni üye devletler arasında şiddetli bir rekabet sürmektedir. Uluslararası tekeller açısından en uygun koşul, azami kar elde etmek için en uygun olan koşul demektir. Bu olanağı sağlayan ülke, en çok yabancı sermaye çeken ülke oluyor. Örneğin Slovakya düşük vergilerde başı çekiyor. Bunun ötesinde „Özel İktisadi Alanlar“ yaygınlaştırılıyor. Polonya’da bu türden alan sayısı 14. Macaristan da ise aynı işlevli „sanayi parkı“ sayısı 75.
Bu alanlarda tekeller, yerli işletmeleri tamamen kendilerine bağımlı kılıyorlar, sendikalar bu alanlardan uzak tutuluyor ve esnek çalışma esas alınıyor.

Bu ülkelerde konumunu en çok güçlendiren ülke Almanya’dır. Almanya’nın yeni üye ülkelere yaptığı ihracat 1993-2003 arasında yaklaşık dört misli artmıştır. Bu miktar, ABD’ye yapılan ihracata yaklaşmaktadır. Alman emperyalizmi, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan’ın dış ticaretinde belirleyici güç durumundadır.
Alman emperyalizminin bu ülkelere yapılan sermaye ihracındaki payı da yüzde 30 civarındadır. Bu miktar içinde otomobil ve makine sanayi belirleyici konumdadır.
AB ülkesi tekelleri, özellikle de Alman tekelleri, yeni yatırım alanları aramaktalar ve AB’nin doğu genişlemesiyle böyle bir alanı bulduklarına inanıyorlar. AB genişlemesi, Alman hükümeti açısından ekonomik büyümeyi yeniden canlandırmanın da bir yolu olarak görülmektedir.

AB, barışçıl bir devletler topluluğu değildir. Avrupalı işçi ve emekçi yığınların barışçıl bir Avrupa devletleri topluluğu istemeleriyle tekellerin oluşturduğu bir Avrupa devletleri topluluğu arasında nitelik fark vardır. Tekellerin Avrupa’sında demokrasi, eşitlik, barış vb. esas değildir. Antidemokratizm, eşitsizlik, sömürü, baskı ve savaşa hazırlık esastır. Bu birlik sömürü, baskı ve talan üzerine yükselmektedir. AB anayasa taslağı bunun böyle olduğunu göstermektedir. Bu taslak, eşitsizliği, baskıyı, güçlü olanın çıkarlarını yasallaştıran bir taslaktır. Orada başka Almanya ve Fransa olmak üzere önde gelen emperyalist ülkelerin çıkarları garanti altına alınmaktadır. Küçük ülkelerin söz hakkı geçersiz kılınmaktadır. AB, güçsüz olanın, güçlü olanın çıkarlarına boyun eğdiği bir ekonomik entegrasyondur.

2010 yılına kadar bir numaralı dünya gücü olmak isteyen AB, bu niyetiyle Amerikan emperyalizmine diş göstermekte ve genel anlamda da emperyalistler arası savaş tehlikesini arttırmaktadır. AB, büyük silahlanma projelerini gerçekleştirmek ve askeri alanda da güçlü olmak niyetinde.

AB’nin genişlemesi, işçileri de birbirleriyle rekabet etmeye zorlamaktadır. Daha doğrusu bir AB ülkesi işçi sınıfı, başka bir AB ülkesi işçi sınıfıyla rekabete zorlamaktadır. Bu rekabet, özellikle yeni AB üyesi olan ülkeler arasında sürdürülmektedir. Uluslararası tekeller, dayatmalarıyla işçiler ve yeni üye devletler arasındaki rekabeti körüklüyorlar. Bunda yegane kazançlı olan da kendileri.

Avrupa işçi sınıfının mücadele içinde birleşmesi, ortak sorunlarına karşı ortak bir mücadele birliği oluşturması hayal olarak görülmemelidir. Uluslararası protesto hareketinin, Avrupa’da düzenlenen ve yüz binlerin katıldığı eylemlerin gösterdiği gibi, geniş işçi ve emekçi yığınlar, mücadele etmeye, hem de ortaklaşa mücadele etmeye hazırlar. Onların bu isteği, bugün pasifistler ve reformistler tarafından „yeni bir dünya olasıdır“ adı altında yeniden „sosyal devlet“e dönüş için kullanılmaktadır.

AB koşulları, üye ülkelerde işçi sınıfı ve emekçi yığınların ortak hareket etme, ortak örgütlenme koşullarını da beraberinde getirmektedir. Sermayenin ve üretimin uluslararasılaşma boyutları, bir ülkedeki sermaye hareketinin başka bir ülkedeki işçi hareketini etkileyecek derece kapsamlaşmış ve derinleşmiştir. Bunun böyle olduğunu gören Alman sosyal demokratları yeni üye ülkelerde sendikal hareketi kendi politikaları doğrultusunda şekillendirmek için „Sendika Kooperasyonu“ adı altında seminerler düzenliyorlar.

Emperyalist burjuvazi ve yerli işbirlikçileri, bu ülkelerde bir zamanlar hakim olan revizyonist iktidarları, „sosyalizm“ olarak göstermeye ve işçi sınıfını sosyalist düşünce ve sosyalizm için mücadeleden uzak tutmaya çalışıyorlar. Mevcut „komünist“ partiler, gerçekte sosyal demokrat partilerdir veya revizyonist partilerdir. Şüphesiz, geçiş döneminde olan, doğruların yanı sıra yanlışları da savunan partiler de var. Ama bunlar henüz oluşum aşamasındalar. Bu ülkelerde geçiş sürecinde olan partilerin gerçek komünist partileri olarak yapılandırılması veya yeni komünist partilerinin inşası için Marksist-Leninistlere, komünistlere büyük görevler düşmektedir.
Yaşam koşullarının ve dolayısıyla mücadele koşullarının ortaklaştığı Avrupa’da kapitalizme karşı sosyalizm için mücadelenin koordine edilmesi önemli bir açılım olacaktır. Pratiğin, mücadelenin koordine edilmesi, karşılıklı olarak tecrübelerden öğrenmek, bilgi akışını sağlamak mücadelenin uluslararasılaştırılması ve uluslararası örgütlenmesi için kaçınılmaz ilk adımlardır.
Tarih tekerleği geriye doğru çevrilmez, ama ileriye doğru hareketi örgütlü olarak yönlendirilebilir. Bunda da komünist partilerine belirleyici bir rol düşmektedir.