Küresel dengesizlik:
Dünya ekonomisini kasıp kavuran ekonomik kriz, ülkeler arasında uluslararası dengesizliği de bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Hiçbir şey uluslararasılaşmış sermayenin çıkarları doğrultusunda gelişmiyor. G-7 veya sonraları da G-20 ülkelerinin zirveleri, aldıkları kararlar; daha doğrusu temenniler boşa çıktı. Bunun ötesinde dünya ekonomisini, ülkeler, tekeller arası, sermayeler arası çelişkileri yumuşatarak birleştirme, bütünleştirme hayalini güdenleri de doğrulamadı. Marksist teorinin kriz dönemleri için geliştirdiği düşünceler doğrulandı. Sadece Marks değil, onun öğretisini “Emperyalizm” yapıtında geliştiren Lenin'in emperyalizm analizi; Stalin'in bu öğretiden hareketle emperyalizm ve ekonomik kriz analizleri yaşanmakta olan kriz tarafından adeta birbir doğrulandı. Hangi açılardan sorusunun cevabı bu kapsamda bir yazıyı aşar. Bu nedenle bu yazıda sadece bir sorunu ele alacağız: Ekonomik kriz ülkeler arasındaki uluslararası dengesizliği derinleştirmiş; aralarındaki çelişkileri keskinleştirmiştir; bu, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının bir yansımasıdır. Hani dünya bütünleşiyor, sermayenin ulusal limanı kalmıyor; Kautsky'nin dünya tekeli oluşuyor ya! Bunun böyle olup olmadığını borç sorununu ele alarak göstermeye çalışalım.
Ülkeleri, emperyalist ve emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler olarak değil de dış ticaret açığı veren ve vermeyen ülkeler olarak ele alalım. Bakalım bu kategorileştirmeyle nasıl bir sonuca varacağız. Şöyle; bazı ülkeler dış ticaretinde açık vermiyor, bazı ülkeler açık veriyor, yani bazıları üretiyorlar, satıyorlar ve bir dış ticaret fazlası elde ediyorlar, bazıları ise borçlanarak durumu idare ediyorlar.
Almanya kapitalist dünya ekonomisinde yıllarca ihracat şampiyonluğunu sürdürdü. Şimdi onun yerini Çin aldı. Bu ülke aynı zamanda oldukça yüksek birikim oranına sahiptir. Öyle ki, Çin'in 2 trilyondan fazla bir döviz rezervi var. Diğer taraftan dünyanın en büyük tüketicisi ve ithalatçısı ABD'dir. Bu ülkenin dış ticareti sürekli açık vermektedir. ABD, ihraç ettiğinden daha fazlasını ithal etmektedir. ABD yıllarca GSYİH'nın yüzde 5'inden daha fazlasına denk düşen bir açık verdi. Bu açık yurt dışında borçlanma ile kapatıldı.
10 sene içinde, 2000'den 2010' Çin'in dış ticaret fazlalığı 21 misli artıyor; Japonya'nın ortalama olarak yüz milyarın üstünde bir fazlalığı var; 2000'de 33 milyar dolarlık açığı olmasına rağmen Almanya'nın da fazlalığı ortalama olarak yüz milyar doların çok üstünde. Tablodaki son üç ülkede (ABD, Yunanistan ve İspanya) dış ticaret sürekli açık vermektedir. Bu ülkelerin yurt dışından sağladıkları kaynakla aşığı kapatmalarının anlamı şudur: (ABD'yi örnek alıyoruz) ABD'de borçlanmaya dayalı bir tüketim ekonomisi söz konusuydu; ekonomide büyüme tüketime dayalıydı ve faizlerin düşük olması da borç üzerinden tüketimi teşvik ediyordu. Bu tarzda “büyüme”, Amerikan ekonomisini istikrarsılaştırıyor ve istikrarsızlaşan ABD ekonomisi de dünya ekonomisini istihkarsızlaştırıyordu. Yaşanmakta olan kriz, Amerikan tüketicisini, talebi teşvik eden faktör olmaktan çıkarttı ve tasarrufa yönelmelerine neden oldu. Aynı durum borçlanması yüksek olan bütün ülkelerde de görülmektedir; örneğin Avrupa'da Yunanlılar, İspanyollar, İrlandalılar, Portekizliler, harcamalarını sınırlandırmak zorunda kaldılar, aksi taktirde borçtan boğulacaklar. Tam da bu ülkeler AB para birliğine girmekle istisnai bir yükseliş yaşamışlardı. Nedeni çok açık: Birden bire oldukça düşük faizler ödeyerek borçlanabilme ikanına kavuşmuşlardı. Ama balayı veya düşük faiz partisi sona erdi ve gerçekler ortaya çıkmaya başladı.
Kriz, ekonomide ülkeler arası dengesizliği, eşitsizliği bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Durumun ciddiyetini gören G-20 ülkeleri, Eylül 2009'daki toplantılarında (Pittsburg, ABD) “gelecekte ülkeler arasındaki kabul edilemez dengesizlikten kaçınalım” kararı aldılar. Peki buna hangi ülke uydu? O dönem kısa aralıklarla düzenlenen üç G-20 toplantısında katılımcı ülke devlet başkanları ve Başbakanları toplantıya girerken ortak hareket ederek krizin üstesinden gelinebileceğinden ama toplantı sonrasında da içi boş birtakım temennilerin yanı sıra kendi sermayelerini kurtarmak için teşvik paketlerinden bahsettiler. Her ülke kendi sermayesini, kendi ekonomisini kurtarma derdine düşmüştü.
Kamu açıkları girdabı ve uluslararası rekabet:
Son iki-üç sene içinde yaşananları şu perspektifle de özetleyebiliriz: emperyalist ülkelerde ve önde gelen “gelişen” ülkelerde borca karşı borçla mücadele etmek anlayışı hakim oldu. Ekonomiyi destekleme veya teşvik paketleri borca karşı borçla mücadele etmekten başka bir şey değil. Neoliberalizmin temel ilkesi olan pazarlara müdahale etmemek anlayışını ayaklar altına alan burjuva devlet, kendi sermayesini, bu durumda katışıksız ulusal sermayeyi kurtarmak için pazarlara müdahale etti.
Aslında yoğun müdahale süreci 2007'de Amerikan konut piyasasında spekülasyon krizinin patlak vermesiyle başlamıştı. 2008 yılına gelindiğinde devletler, bankalarını -bu durumda “ulusal” bankalarını- kurtarmak için kapsamlı garantiler vermek ve mali destekte bulunmak zorunda kaldılar. Dünya mali sistemini kurtarmak için bu da yetmedi; derinleşen mali kriz maddi değerlerin üretildiği sektörleri de; sanayi sektörünü de etkiledi. Kapsamlı ve derin; 1929-32 kriziyle karşılaştırılan bir fazla üretim krizi patlak verdi. Devletler bu sefer de mali sektörü; bankaları kurtarmanın yanı sıra sanayi tekellerini de kurtarmakla karşı karşıya aldılar, yani daha çok borçlanmak zorunda kaldılar. Böylece tüketim teşvik edilecek, yatırımlarda belli bir istikrar sağlanacak ve kredi tıkanıklığı olmayacaktı. Hiçbir hedefe ulaşılamadı; ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerin sefil hali bunu göstermiyor mu?
Kriz 'de dibe vurdu; en azından şimdilik dibe vurdu. Bu tarihten bu yana ekonomilerde belli bir canlanma görülüyor; üretimde istikrarsız, inişli-çıkışlı bir gelişme söz konusu. Ekonominin bu seyrini borç yükü etkiliyor; ekonomiyi teşvik etmek için devletin yaptığı borçlanma amacına ulaşamadığı; ancak yapay bir canlanmaya neden olabildiği için sorunu çözeceği sanılan borcun kendisi sorun oldu: Özellikle sanayileşmiş ülkelerde kamu borçlanması açıkları II. Dünya Savaşından bu yana en yüksek seviyesine fırlattı. Aşağıdaki grafikte bazı ülkeler bazında bu gelişmeyi görüyoruz.
IMF'nin hesaplamasına göre emperyalist ülkelerde; daha genişleterek ifade edersek sanayileşmiş ülkelerde borç-GSYİH ilişkisinde borçların GSYİH'ya oranı adeta sıçramalı artmaktadır. Yaşanmakta olan krizden önce, 2006'da bu oran yüzde 78 idi. 2010'da bu oran yüzde 106'ya çıktı ve 2014'te de yüzde 114'e çıkacağı tahmin ediliyor. AB ortalaması (27 ülke) 2009'da yüzde 73 idi. 2010'da bu oranın daha da yükseleceği beklenmektedir.
Sanayileşmiş ülkelerde devlet borçları hızla artıyor:
Yukarıdaki grafikte her iki ülke grubunda kamu borçlarının artış hızını görüyoruz. Sanayi ülkelerinde yaşanmakta olan krizle birlikte kamu borçları hızla artarken, “gelişen” ülkelerde kamu borçlanma oranı düşmektedir; bu ülkelerin borçlanması krizden dolayı ancak 2 puan artarak yüzde 40'a çıkmıştır, 2011'den itibaren de yüzde 35'e doğru düşeceği tahmin edilmektedir.
Hesaplamalara göre Batının sanayileşmiş ülkelerinde devlet borçları 2014 yılında yüzde 50 oranında artacak. Aslında burada belli bir orandan ziyade önümüzdeki yıllarda bu ülkelerde devlet borçlarının hızla artmasının kaçınılmaz olduğudur. Kaçınılmaz, çünkü krizden kurtulma veya önünü alma adı altında trilyon doları aşan miktarlar destekleme paketi altında harcandı. Bunlar borç olarak alınmıştı. Sonuç alınamadı; en fazlasıyla dünya çapında yayılmış olan kriz birkaç aylığına yumuşatılabildi. Kriz devam ediyor ve krize karşı mücadelede devletler ekonomiye para pompalamaktan başka bir yol göremiyorlar; yani yeniden borçlanacaklar. Ve kriz, birçok devleti kendi girdabına çekecek; bu sefer borçlanma krizi gündeme gelecek. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda, hatta 2010'un ikinci yarısından itibaren yaşanmakta olan ekonomik krizin 2. dalga olarak derinleşmesi büyük bir olasılıktır.
Artan borç, daha doğrusu borcun GSYİH'ya oranının yüksek olması; örneğin Rogoff ve Reinhart gibi iktisatçılara göre açığın yıllık GSYİH'nın yüzde 90'ına varması, ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir. Borçlanma belli bir aşamadan sonra borçlanarak ödemeye dönüşmektedir. Bu durumda borç verenin belirlediği -genellikle yüksek faiz- koşullarda sürekli borç bulmak gerekmektedir. Bu da kaçınılmaz olarak ekonomide büyümeyi olumsuz etkiler. Bunun ötesinde devlet borçlanmasıyla enflasyon arasındaki bağ, her zaman, her koşul altında görülmese de kapitalist ekonomide göz ardı edilmemesi gereken bir olgudur.
Grafikte enflasyon oranının yüzde 20'in üstünde olduğu devletlerin toplam devletlere oranıyla aşırı borçlanmış devletleri toplam devletlere oranı arasında bir paralelliğin olduğunu görüyoruz; borçlanma arttıkça enflasyonist eğilimler de artmaktadır.
Yüksek enflasyon oranıyla yüksek devlet borçlanması arasında bağı bazı sanayileşmiş ülkelerde kurmak güç veya böyle bir bağ yok gözüküyor. ABD bu konuda bir istisna. Örneğin İngiltere, Yunanistan, ABD, Japonya, İrlanda ve Hindistan 2009 yılında oldukça yüksek borçlanan ülkeler. Bu ülkelerde borçlanma oranı yüzde 10'un üstünde. Dünya pazarlarının ve borç verenlerin gözü bu ülkelerdeki gelişmelerde. Japonya, Yunanistan, Belçika ve İtalya'da borçlanmanın GSYİH'ya oranı yüzde 100'ün üstünde; borç miktarı GHYİS' değerini geçiyor. Aşağıdaki tabloda bazı ülkelerde devlet borçlarının GSYİH'ya oranını görüyoruz.
Sanayileşmiş ülkelerde borçlanmanın yanında Hindistan hariç bric ülkelerinde devlet borlanmaları, özellikle Rusya ve Çin açısında oldukça önemsiz kalmaktadır.
Borç girdabından kurtulmak için burjuva devletin olanakları sınırlıdır. Olanaklarının sınırlı olması onun sınıfsal yapısında aranmalıdır. Devlet, üretimin hızlı büyümesi için birtakım tedbirler alabilir ve alınan tedbirler de mutlaka ekonomide hızlı bir büyümeyi beraberinde getirmez. Öznel kararlar ile politikalar ile ekonominin nesnel yasaları arasında bir örtüşme olmazsa; tedbirler, politikalar ekonominin nesnel yasalarının işleyişini dikkate almazsa hiçbir işe yaramazlar. Aynen yaşanan kriz sürecinde teşvik paketlerinin pek fazla bir işe yaramadığı gibi.
Hızla büyüyen ekonomi, daha fazla vergi geliri demektir. Borç yükünü azaltmak için bu da bir yoldur. Veya burjuvazi, paranın değerini düşürerek; enflasyonla borç yükünü hafifletme yolunu seçebilir. Burjuvazi şu veya bu tedbiri alabilir. Ama bu ve başka tedbirlerin üstünde duran nesnel gerçeklik, borç yükünü hafifletilmesi, sosyal harcamaların rafa kaldırılması, ücretlerin düşürülmesi demektir. Devlet, işçi sınıfı ve emekçi yığınların ulusal gelirdeki payını ne kadar düşürürse ve aynı zamanda bütçede sosyal giderler için harcamaları ne kadar azaltırsa, kendi kasasına ve sermayenin çıkarına o kadar çok miktar aktarır. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda burjuvazi bunu nispeten kolay gerçekleştirir.
Burjuvazinin borçlanma sorunu, buna bağlı olarak ulusal gelirin paylaşımı ve bütçenin yapısı, açık ki doğrudan sınıf savaşı konularıdır. Burada söz konusu olan, sömürü, talan sonucunda elde edilen artı değerin burjuvazi tarafından nasıl kullanıldığıdır. Bu değeri üreten işçi sınıfının, ürettiği değere sahip çıkması, kendini sömüren düzene karşı mücadele etmesi anlamına gelir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, devletin borçlanma ve borç yükünü hafifletme politikası her koşul altında yoğunlaştırılmış sömürü ve baskı politikasıdır.