DÜNYA
EKONOMİSİNİN GELİŞME EĞİLİMİ
Asya
‘da patlak veren mali kriz, belli bir zaman sonra bazı ülkelerde
(Japonya ve “Asya kaplanları” denen ülkelerde) fazla üretim
krizine “dönüştü”. Yaklaşık 14 ay sonra, yani Ağustos’un
20’sinden itibaren Rusya’da beklenen mali kriz patlak verdi ve
bütün dünya borsalarını etkiledi. Zaten oldukça istikrarsız ve
dengesiz bir gelişme, daha doğrusu var oluş içinde olan dünya
ekonomisi, bu durumdan dolayı Rusya‘daki mali krizden oldukça
etkilendi.
Dünya
ekonomisindeki reel üretime; maddi değerlerin gerçek üretimine
geçmeden önce spekülasyon, mali kriz ve bunun ekonomi açısından
sonuçlarını teori-haber yorum tarzında açıklamayı uygun
gördük.
Büyük
/yüksek kar için mali muamele (transaksyon) ile iş yapmaya
spekülasyon denir. Burada nesnel olan; reel olan üzerine hesap
yapılmaz. Esas olan, umuttur. Öznel görüştür. Spekülasyon,
kendini borsada değerli kağıtların fiyatındaki artışa ve
düşüşe göre yönlendirir. Değerli kağıtların fiyat farkından
yararlanır ve bu farkın olduğu andaki alış ve satışla yüksek
kazanç elde edilir.
Spekülasyon,
belli bir dereceye kadar maddi değerlere tekabül eder. Ama belli
bir noktadan sonra onun ekonominin gerçekliğiyle, ekonominin gerçek
hareketiyle hiç bir ilişkisi kalmaz.
Spekülasyona
katılanların hepsi veya büyük bir kısmı satın almaya
başladıklarında değerler artar. Sonra bekleme pozisyonununa
geçilir. Satış ne kadar geciktirilirse, karın o kadar yüksek
olacağı düşünülür: Bunun adı spekülasyondur. Sonra satışlar
başlar ve değerlerde önce bir durgunluk, sonra düşüşler olur.
Tabii bu arada, değerli kağıtların temsil ettiği maddi
değerlerde bu denli değer değişimi olmamıştır. Bu durum,
spekülasyonun, ekonominin gerçek hareketinden ne denli kopuk
olduğunu gösterir. Böylesi alıp satmaların sonucu kaçınılmaz
olarak paniktir. Büyük zararları, iflasları ifade eden panik!
Büyük
mali gruplar, hesabını yaparak spekülasyon yaparlar. Bu mali
grupların Asya’daki ve Rusya’daki mali krizde oynadıkları rol
yeteri kadar biliniyor. Bu oyunda en çok çürük olan büyüklerin
yanı sıra, genellikle küçük spekülatörler, “halk”tan
spekülatörler kaybeder ve George Soros gibileri kazanır.
Belirttiğimiz
tarzdaki alış verişten doğan krize, spekülasyon krizi denir.
Spekülasyon krizleri, 17. ve 18. yy’ın iktisadi krizleridir.
Sanayi kapitalizmi döneminde ise bu krizler, fazla üretim krizinin
refakatçisidir veya fazla üretim krizine bir işarettirler. Sanayi
kapitalizminde devrevi olarak patlak veren fazla üretim krizleri,
gerçek iktisadi krizlerdir.
Spekülasyonun
olduğu yerde mali krizin nesnel nedenleri var demektir: Spekülasyon,
gelişme seyri içinde mali krizin patlak vermesi anlamına gelir.
Mali kriz, paranın, değerli kağıtların değer değişiminden
(düşmesinden), devlet harcamalarının olağan üstü artmasından,
kredi musluklarının kapanmasından kaynaklanır. Bu gelişmenin
böyle olduğunu Asya’daki mali krizde gördük ve şimdi de
Rusya’daki mali krizde görüyoruz. Spekülasyon ve mali kriz, bir
ve aynıdır veya birbirlerinden “Siyam ikizleri” kadar
farklıdırlar.
Kapitalist
Dünya Ekonomisi ve Spekülasyon
Devlerin
evliliği; firma birleşmeleri giderek hız kazanıyor. Dünya
çapında petrol devleri British Petroleum (BP) ve Amoco’nun (ABD)
birleşmesi, dünya iktisat tarihinin en büyük firma birleşmesidir.
Bu iki devin birleşmesinden doğan borsa değeri, 200 milyar mark
tutuyor. Sadece petrol alanında ve uluslararası planda birleşmeler
olmuyor. Bütün emperyalist ülkelerde “ulusal “ tekeller ve
işletmeler, bu anlamda dev adımlarla ilerliyorlar. Bankacılıktan,
sanayi sektörüne kadar her alanda ulusal ve uluslararası planda
birleşmeler oluyor. Bu durum, bir taraftan toplumsallaşmanın ne
denli ilerlemiş olduğunu gösterirken, diğer taraftan mülkiyet
ilişkilerinin toplumsallaşmaya tekabül etmediğini de gösteriyor.
Giderek az sayıda kişi, kurum ve şirket, giderek büyüyen üretim,
tüketim ve mali araçları ellerinde tutuyorlar, yönlendiriyorlar.
Bu güçler, toplumsallığın değil, özel mülkiyetin
ifadesidirler. Yani toplumsal olarak yaratılan /üretilen zenginlik,
özel mülkiyette kalıyor. Bu zenginlik, yığınların; insanların
toplumsal ihtiyaçlarının giderilmesi /karşılanması için
kullanılmıyor. Tersine, kar ve daha çok kar elde etmenin aracı
olarak kullanılıyor. Yani toplumsal olarak yaratılan değer
/zenginlik, sermaye olarak kalıyor.
Kapitalist,
sadece kar elde etmekle yetinmez. O, en fazla/azami kar elde etmek
ister. Ama bir taraftan zenginlik ve işin (“emeğin”)
verimliliği artarken, sermayeyi azami karla (kar oranı ile)
değerlendirmenin olanakları azalıyor. Verimliliğin artması, aynı
veya daha fazla üretim aracını harekete geçirmek için giderek
daha az miktarda işgüçünün (canlı işin) kullanılması
anlamına gelir. Karın (burada artı değerin) kaynağı ise üretim
araçları değil, canlı iştir, işgücüdür.
Dev
adımlarla ilerleyen tekelleşme, düşen kar oranlarına karşı
koymak için sermayenin bir aracıdır. Birleşmeler (bu da bir
tekelleşmedir) ise daha az sayıda işçinin çalıştırılması
demektir. Birleşen tekeller o anda, rakibi karşısında rekabet
avantajına sahip olurlar. Ama diğer tekeller de aynı adımı
attıklarından bu avantajın önemi oldukça kısa ömürlü kalır.
Sonuç: daha az sayıda işçi. Kullanılan sermaye miktarının
payına düşen artı değerin azalması, yani kar oranlarının
düşmeye devam etmesi . Bu durum, kapitalist sistemin hiç bir zaman
içinden çıkamayacağı circulus vitiosus’dur; şeytani
çemberidir.
Kumara
yöneliş
Tabii
kumara -spekülasyona-yöneliş yeni değil. Ama özellikle ‘90’lı
yıllarda, sermayeyi en karlı değerlendirmenin “yegane “ yolu
olarak görülüyor.
Bankaların
karları (faiz) verdikleri kredilerden geliyor. Bu kredileri de
sanayi ve ticaret işletemleri alıyorlar. Bu işletmelerin elde
ettikleri kar oranı düşünce, kaçınılmaz olarak faizler de
düşüyor ve böylece bankaların karı azalıyor.
Bu
durumdan kurtulmak için “Junk Bons” ve “Emerging Market Bonds”
oyununa başvuruluyor. “Junkies” uyuşturucu bağımlısı
demektir. Buradaki anlamı ise yüksek karlı yatırımlara
bağımlılık/düşkünlüktür. “Junkies Bons”, oldukça
karanlık ve riskli hisse senetlerinin satın alınmasıdır. Risk
büyük ama ona tekabül eden faiz de büyük. “Emerging Market
Bons” da da durum aynıdır. Tek fark burada değerli kağıtların
sahibi, “Asya Kaplanları” denilen ülkelerin gelişme
seviyesinde olan ülkelerdir (“yükselen”, “gelişen”
pazarlar). “Emerting Market Bonds, böylesi ülkelerin dolar gibi
istikrarlı para üzerinden yüksek spekülatif faizle
borçlanmasıdır. Burada spekülatif olan, karanlık olan, bu
kağıtların ifade ettiği yatırım alanıdır, yatırım
konusudur. Bu ülkelere “Asya Kaplanlarının dışında Meksika,
Arjantin, Venezuela, Rusya, Ukranya birer örnektir.
Spekülatörlerin
bu türden “ticaret”le hangi sonuçlar aldıklarını Meksika’da
görmüştük. Yüksek faizli devlet istikrazları sayesinde ülkeye
akan yabancı sermaye miktarı 150 milyar dolardı. 1994’te başka
yerlerde Meksika’dakinden daha fazla kar vaat eden durum ortaya
çıkınca, 150 milyar dolarlık yabancı sermayenin büyük bir
kısmı Meksika’dan kaçtı. Birdenbire çok miktarda peso, başka
paralara çevrildi ve kısa zamanda pesonun değeri % 50 düştü.
Gelişme, Meksika‘daki ABD yatırımalarının değerini de
düşürecek derecede etkili oldu. Dolar baskı altında kaldı.
Pesonun değerine istikrar vermek ve Meksika devlet borçlarının
başka paralara dönüşümünü sağlamak için ABD ve İMF,
Meksika’ya 50 milyar dolarlık kredi açtılar ve taleplerini
dayattılar. Faizler %50 artı, enflasyon yükseldi, reel ücretler
önemli boyutlarda düştü, iflaslar birbirini kovaladı ve işsizlik
olağan üstü arttı.
Rusya’da
olan da Meksika’da olandan pek farklı değil. En fazla kara
bağımlılığın sonuçlarını görüyoruz. Rus hükümeti, kağıt
üstüne kağıt çıkardı. Her seferinde vade kısaldı, faiz
arttı.
Rusya’nın
dış borcu 150 milyar dolar. Bütçenin % 34’ü dış borç
ödemesine ayrılıyor. İMF ve batılı emperyalist ülkeler, Rus
hükümetine, dış borçları zamanında ödeyebilmesi için kredi
veriyordu. Ama yetmeyen bir miktarda. Son dönemde yaklaşık 11
milyar dolar. Rusya’nın önemli gelir kaynağı olan petrol de
çare olmadı, çünkü dünya piyasalarında petrol fiyatları
oldukça düştü ve bu düşüş devam ediyor.
Rusya,
cari giderlerini (ücretleri vs) karşılamak ve borçlarını
ödeyebilmek için “kumara” başladı. Vadeleri giderek kısalan
ve faizleri de artan kağıtlar (istikrazlar ) çıkardı. Bu akış
bir yerde tıkanacak, oyun bozulacaktı. Bu biliniyordu ve öyle de
oldu. Kokuyu alan spekülatörler, yabancı sermaye, aniden kaçmaya
başladılar. Bu kaçış, Rusya’da spekülasyon ve mali krizin
patlak vermesinden başka bir anlam taşımıyordu.
Rusya’daki
mali kriz, bütün dünya borsalarını sarstı. Ama dikkati çeken
bir durum da şu: Meksika örneğinde ABD ve İMF hemen, acilen
müdahale etmişlerdi. Asya’daki mali krizde, biraz bekleyerek
müdahale edildi. Görünürde müdahale eden ve koşulları
sıralayan İMF idi. Rusya krizinde de bekliyorlar. Anlaşılan o ki,
biraz daha bekleyecekler. Onlar bu mali krizin dünya borsalarındaki
en büyük sarsıntıyı Ağustosun 2027’si arasında yaptığını,
durumun bu noktadan daha da kötüye gitmeyeceğini sanıyorlar. Bu
da başlı başına bir spekülasyon. Ama her halükarda hiç de
acele edilmiyor. Anlaşılan o ki, krizin dünya çapında etkisi
sınırlandırılarak Rusya’nın tamamen teslim olması veya
dayatılan her koşulu kabul edecek kıvama gelmesi bekleniyor.
Yeraltı
kaynakları bakımından Rusya, dünyanın en zengin ülkesi, sanayi
teknolojisi (savaş ve uzay sanayi hariç) çöküntü, hurda keza
tarım da öyle, modern anlamda bankacılık yok. Bu alanlardaki
zorluklarla da uğraşan Rus emperyalizmi, İMF’nin koşullarını
kabul edince uluslararası emperyalist güç olma durumundan çok şey
kaybedecek. İkide bir Ortadoğu’da, Kıbrıs’ta boy
gösteremeyecek. Arka bahçem dediği orta Asya ve Kafkasya’da
nüfuzu gerileyecek. Rusya, İMF’nin koşulları altında Amerikan
emperyalizmine bağımlı kılınacak. Diğer taraftan Rusya, batılı
emperyalistlerin dayatmalarını kabul ettiği andan itibaren bugün
kaçan spekülatörler yeniden ülkeye akın edecekler ve tamamen
değersizleşmiş olan bankaları, işletmeleri satın alacaklar. Ama
bunun için önce mülkiyet durumunun yasayla açıklığa
kavuşturulması gerekiyor. Nasıl ki spekülatörler, İMF’nin
koşulları kabul edildikten sonra, örneğin G. Kore ekonomisini
talan etmek için geri dönmüşlerse aynısı Rusya’da da
olacaktır.
Rusya’daki
mali krizin önemli dünya borsalarında neden olduğu sarsıntının
boyutuna gelince. Bunu bir tabloyla göstererek geçiyoruz.
1987’deki
dünya borsa krizinde, 1629 Ekim (1987) arasında, borsalarda değere
düşüşü New York’da
%17.8, Londra’da %26,1; Frankfurt’ta %23,7 ve Tokyo’da da %
16,4 oranlarında olmuştur. Tokyo borsası hariç diğerlerindeki
değer düşüşü 1987’de olduğu kadar değil. Şüphesiz, borsa
değerlerinde düşme devam ederse bu, uluslararasında bir mali kriz
olur. Ama bu günkü haliyle ve emperyalist ülkelerde belli bir
telaşın olmaması düşüşün en derin noktasına ulaşıldığını
ve bu anlamda da bunun, krizden ziyade sarsıntı olarak tanımlanması
gerektiğini gösteriyor.
En
dramatik kumar Hongkong’da spekülatörlerle hükümet arasında
oynandı. Spekülatörler, Hang-Sang İndeks’ini düşürmek için
ellerindeki bütün hisse senetlerini satışa sundular. Hükümet
ise, satışa sunulan bütün hisse senetlerini aldı. Tahminlere
göre hükümetin bu işlemlerinde harcadığı miktar 15 milyar
dolar civarında, yani toplam döviz rezervlerinin % 10’undan fazla
bir miktar. Ama Hongkong doları üzerinde baskı devam ediyor.
Ekonominin büyüme hızının tahmin edilenden % 4 daha düşük
olacağının açıklaması bunun bir nedeni. Hongkong doları,
Asya’da ABD dolarına bağlı tek para birimi. Hisse senetlerinin
değer kaybından ve devalüasyon korkusundan dolayı sermaye
kaçışının engellenmesi için ve sermaye çekmek için, baş
döndürücü faizler teklif ediliyor. Şimdilik çark dönüyor, ama
uzun süre böyle idare edileceğinin hiç bir işareti yok.
Hongkong, Çin’in bir parçasıdır. Bu şehir düşerse, yani
parası devalüe edilirse bu, Çin’i, Çin para birimi Renminbi’yi
doğrudan etkileyebilecektir. Bunun dışında Yen’in (Japonya)
değer kaybı da Çin’i doğrudan etkiliyor. Rekabet gücüne sahip
olmak için bölge ülkeleri birbirlerini gözlüyorlar. Önemli
olan, en ucuza satabilmek. Parası pahalı olan Çin, rekabet gücünü
kaybetmemek için devalüasyona gitmek zorunda kalacak. Bu sadece bir
zaman sorunu. Çin bugün geri kalmış ülkeler içinde en çok
yabancı sermaye çeken ülke durumunda. Şayet Renminbi ve Hongkong
doları değer kaybına uğrarlarsa kapitalizmin tarihinde görülmemiş
bir kaçış; Çin’den sermaye kaçışı başlayacaktır.
Çin
ekonomisinin büyük bir krizle karşı karşıya olduğunu ve bunun
patlak vermesinin sadece bir zaman meselesi olduğunu Çin halkı da
biliyor. Bundan dolayıdır ki illegal çalışan para değiştirme
bürolarında adeta kuyruk oluşturuluyor. Sosyal emperyalist Çin’de
ulusal para değil, dolar revaçta.
Çin’de
modern anlamda mali sistem yok. Teknolojisi Nuh döneminden kalma,
sanayi devlet desteğiyle ayakta duruyor ve zaten devlet
işletmelerinin dörtte üçü iflas etmiş durumda. İşsizlerin
sayısı tahmini olarak 130 milyon. Devlet, ekonomiyi “düzeltmek”
için işçileri sokağa atmaya devam ediyor. Bu on binlerle değil,
milyonlarla ifade ediliyor.
Çin,
Asya’da henüz devrilmemiş yegane domino taşı. Devrildiğinde şu
veya bu ülke değil, kapitalist dünya ekonomisi panikleyecektir.
Durum bilinmesine rağmen kar yüksek olduğu için bu ülkeye
yabancı sermaye akışı kesintisiz devam ediyor.
1997
yılı sonu itibariyle dünya ekonomisinin genel durumu, istikrarlı
bir gelişmeye işaret ediyor. Bu verilere göre, ufukta üretim
gerilemesi veya yeni bir fazla üretim krizine doğru bir gelişme
söz konusu değil. Dünya toplam üretimi 1997’de de 1996’daki
oranda (%4,1) büyüyor. Dünya ticaretinin büyüme oranı % 7,7
(1997). 1997’de dünya ticareti, dünya üretiminin neredeyse iki
misli fazlası kadar büyüyor(%7,7%4,1).
Dünya
ekonomisindeki bu istikrarlı büyümenin nedeni, Japonya hariç
emperyalist ülkelerdeki, özellikle de ABD ekonomisindeki
konjonktürel olumlu gelişmedir.
Eski
revizyonist ülkeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bu
ülkelerde sanayi üretiminin 1996’dan itibaren mutlak büyüme
sürecine girdiği görülüyor. Bu ülkelerde üretim 1992’den
1993’e %6,2 ve 1993’ten 1994’e de %6,5 oranında mutlak
düşerken, 1995’te ancak % 0,8 oranında mutlak gerileme oluyor.
Sanayi üretimi 1997’de %1,8 oranında büyüyor. Ama eski
revizyonist ülkeleri tek tek ele aldığımızda farklı bir durumla
karşılaşıyoruz. Orta ve güneydoğu Avrupa’daki eski
revizyonist ülkelerde ve Baltık ülkelerinde, en azından bu bölge
ülkelerin çoğunluğunda genel iktisadi durum, örneğin Rusya ile
veya Bağımsız Devletler Topluluğu(BDT) ülkeleriyle
karşılaştırıldığında oldukça istikrarlı. Macaristan,
Polonya, Slovenya, Hırvatistan ve Baltık ülkelerinde ekonominin
hızlı bir büyümesi izleniyor. Örneklersek: Çek Cumhuriyetinde
sanayi üretimi 1995’ten 1996’ya %1,8; 1996’dan 1997’ye %4,5
oranında ve 1998 Nisan ayı itibariyle son bir senenin ortalaması
olarak % 3,5 oranında büyümüştü. Aynı dönemde Macaristan’da
sanayi üretim % 3,4; %11 ve %9,5 oranlarında büyürken, Polonya
sanayisi de, keza aynı dönemde, % 9, 4; %11,3 ve %8,9 oranlarında
büyümüştü.
BDT-ülkelerinde
ise durum tamamen farklıydı. Ekonomideki yapısal sorunlar bir yana
bu ülkeler hala konjonktürel sorunların üstesinden gelememiş
durumdalar.
Rusya’yı
örnek alalım.
1991 1997 Arasında Rus Ekonomisinin Durumu (%
olarak), Tablo 3
|
|||
Yıllar
|
Yurtiçi gayri safi üretim (reel büyüme)
|
Sanayi üretimi (reel büyüme)
|
Enflasyon (yıl sonu itibariyle)
|
1991
|
-5,0
|
-8,0
|
160
|
1992
|
-14,5
|
-18,0
|
2504
|
1993
|
8,7
|
-14,1
|
840
|
1994
|
-12,7
|
-20,9
|
215
|
1995
|
4,2
|
-3,3
|
131
|
1996
|
4,9
|
-4,0
|
21,8
|
1997
|
+ 0,4
|
+ 1,9
|
11,0
|
1998
(Haziran)
|
-1,1
|
-1,3
|
6,5
|
Bu
veriler, Rus ekonomisinin 19911996 döneminde çöküntü içinde
olduğunu gösteriyorlar. Bu dönemde kriz kavramıyla ifade
edilebilecek bütün gelişmeleri Rus ekonomisinde görüyoruz:
Yapısal kriz, yüksek enflasyon, fazla üretim krizi. Buradaki fazla
üretim krizi, kapitalizmin “normal” koşullarında devresel
olarak patlak veren fazla üretim krizinden; ekonomik krizden farklı
bir kriz değildi. Rus ekonomisi kendini her alanda; teknoloji,
sermaye, knowhow, işletmecilik vs. yenilemek, değerlendirmek ve
geliştirmekle karşı karşıyaydı. Bu nedenle ve uluslararası
planda rekabet gücü olan emperyalist bir ülke olmak için çok
miktarda, devasa hacimde yabancı sermayeye ihtiyaç vardı. Gerekli
miktarda yabancı sermaye gelmedi. Gelenin önemli bir bölümü de
dış borç ödemesine ve cari harcamalara ayrıldı.
Rus
ekonomisi ancak 1997’de krizden çıkma eğilimi içindeyken mali
kriz patlak verdi. Ülkenin genel ekonomik ve siyasi durumu,
gelişmelerin salt mali krizle sınırlı kalmayacağını
gösteriyor. Yönetememe; siyasi kriz, hükümet krizi olarak zaten
patlak verdi. Batılı emperyalist ülkelerin ve İMF’nin
dayatması/koşulları sonuçta üretimin yeniden mutlak olarak
gerilemesini kaçınılmaz kılacaktır. Batılı emperyalistler
dayatmasalar da böyle bir gelişme olacaktır. Şayet Rusya, rekabet
gücü olan bir emperyalist ülke olmak istiyorsa , her şeyin;
teknolojinin, işletmelerin, yönetimin yenilenebileceği, sermayenin
kendisini “özgür” değerlendirebileceği bir ortamın oluşması
kaçınılmazdır. Bu bir alt üst oluştur. Revizyonist anlayış ve
yapılardan klasik kapitalist anlayış ve yapılara geçiştir.
Polonya, Macaristan bu geçişi ana hatlarıyla sağladılar. Ama
Rusya bundan çok uzak.
Rusya,
ekonomik ve siyasi açıdan çalkantılı geçecek bir sürece girdi.
Emperyalist ülkeler ve bu arada Türkiye de bu süreçten
yararlanmaya, Rusya’yı köşeye sıkıştırmaya çalışacaklar.
Emperyalistler açısından, özellikle de ABD açısında Türkiye
açısından da zayıf/güçsüz bir Rusya, en iyi Rusya’dır.
Dünya
Ekonomisinin Güncel Durumu
Yukarıda
1997 yılı sonu itibariyle dünya ekonomisinde genel bir istikrarın
hakim olduğunu belirtmiştik. Ama soruna 1998’in ilk yarısı
itibariyle baktığımızda gelişmenin yönünün değişik
olduğunu, dünya ekonomisinin yeni bir fazla üretim krizi sürecinde
olduğunu ve bazı ülkelerin de böyle bir krizde olduklarını
görmekteyiz.
Bu
veriler, dünya ekonomisinin 1998 yılı ilk yarısı itibarıyla
istikrarsız bir gelişme sürecinde olduğunu gösteriyorlar.
Amerikan
ekonomisi 1998’in ilk çeyreğinde %5,5 oranında büyümüş
(reel). Bu reel büyüme yılın ikinci çeyreğinde % 1,6 oranına
düşüyor , yani 3,9 puan geriliyor. Bu haliyle Amerikan ekonomisi,
dünya ekonomisini bu istikrarsız durumdan çıkartılabilecek bir
motor konumunda / gücünde değil.
Ekonomisi
en iyi konumda olan ülke Almanya. Alman ekonomisi, özellikle
ihracata dayalı olarak belirtilen oranlarda büyümüştür. %2 ile
% 3 arasında bir büyüme Alman ekonomisi açısından önemli bir
büyümedir. (Bu veriler tabloda görülmüyor). Japonya’daki kriz,
Alman sermayesine yaradı. Ama bu durum sürekli olmayacaktır. Japon
tekelleri doping fiyatlarla ve özel çabayla uluslararası planda
kaybettikleri alanları yeniden elde etmek için rekabete
girişeceklerdir.
Alman
ekonomisindeki büyüme şişirmedir, dış satımdan dolayıdır.
Alman sanayi cirosunun 1997’de yaklaşık % 42 yabancı ülke
kaynaklıdır. Örneğin uçak ve uzay araçları cirosunun %61’i;
otomobil ve motor cirosunun %58,3’ü; radyo, TV haberleşme tekniği
cirosunun %48,1’i; makine cirosunun %46,8’i; gemi cirosunun
%46,7’si; kimya sektörü cirosunun % 45, 9’u yabancı ülke
kaynaklıdır.
Bu
büyüme oranlarına rağmen Almanya’da işsizlerin sayısı 8
milyonun üstündedir. İflasların sonu gelmemektedir. Örneğin
iflas eden firma sayısı 1992’de 15 000’den 1997’de 33 000’e
çıkmıştır. Yani beş senede iki misli artmıştır.
Japon
ekonomisi ve “Asya Kaplanları” denen ülkelerin ekonomileri 1997
‘nin ikinci yarısından bu yana krizle çalkalanıyor.
Spekülasyon-kredi-mali krizden fazla üretim krizine geçildi. Japon
sanayisinde üretim 1998’in ilk çeyreğinde 1997’nin ilk
çeyreğine göre %3,9 oranında mutlak küçüldü/geriledi. Bu
gerileme tabloda da gördüğümüz gibi derinleşerek devam etti.
Toyota, Mitsubishi, Nissan gibi otomobil tekelleri Nisan ayında
üretimi % 20 oranında daraltmak zorunda kaldılar . İflaslar
sadece Nisan’dan Mayıs’a %37 oranında arttı. Bu gelişmelere
bağlı olarak işsizlerin sayısı da sıçramalı olarak arttı.
Bir
bütün olarak baktığımızda 1998’in ilk yarısında dünya
ekonomisinin (OECD ve AB bazında) büyüme oranları küçülmüş
ve bazı ülkelerde üretimde mutlak düşüşler olmuştur.
Gelişmenin böyle olmasında Asya krizinin etkisi mutlaka vardır,
ama sorun sadece bununla açıklanamaz. Şimdi bu krize Rusya’daki
kriz de eklendi. Şayet Çin’de de beklenen kriz patlak verirse
kapitalist dünya ekonomisi büyük çalkantılarla sarsılacaktır.
Daha bugünden dünya ekonomisinin üçte biri (Asya‘nın
belirtilen ülkeleri) büyümüyor, tersine küçülüyor. Bu durum,
ister istemez dünya ekonomisinin geriye kalan kısmını olumsuz
etkileyecektir.
Emperyalizme
bağımlı ülkeler bir yana, emperyalist ülke ekonomileri
birbirlerine oldukça bağımlı durumdalar. Bunlardan birindeki
olumsuz bir gelişme kaçınılmaz olarak diğerlerini de
etkilemektedir. Sadece sermaye ihracı bazında bir örnek verecek
olursak: Dünya çapındaki doğrudan yatırmaların miktarı 1980’de
519 milyar dolardan 1996’da 3178 milyar dolar çıkmıştır. 1996
yılı itibariyle bu miktarın ülkelere göre dağılımı şöyledir.
Toplam Miktar
|
3178 Milyar Dolar
|
ABD'nin payı
|
794 Milyar Dolar
|
İngiltere'nin payı
|
356 Milyar Dolar
|
Japonya'nın payı
|
330 Milyar Dolar
|
Almanya'nın payı
|
288 Milyar Dolar
|
Fransa'nın payı
|
206 Milyar Dolar
|
Hollanda'nın payı
|
185 Milyar Dolar
|
İsviçre'nin payı
|
153 Milyar Dolar
|
İtalya’nın payı
|
118 Milyar Dolar
|
Geriye kalan ülkelerin toplamları
|
748 Milyar Dolar
|
Bakırın : Süddeutsche Zeitung, Nr, 149,2
Temmuz 1998. Tablo 5
|
1998
doğrudan yatırım biçimin de ihraç edilen bu sermaye, bir
taraftan hangi ülkelerin, sermaye ihracıyla bütün dünyayı talan
ettiklerini gösterirken, diğer taraftan da bu boyutlara varan
sermayenin kaçınılmaz olarak karşılıklı bağımlılık
(etkilenme) getireceğini göstermektedir.
Daha
önceki bir yazımızda kitlesel işsizliğin; kronik kitlesel
işsizliğin kapitalist sistemde eğilim olmaktan çıkarak
yasa durumuna geldiğini saptamıştık. Bunu şöyle ifade
etmiştik. “Giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak
kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bir
yasa olmuştur” (PD. sayı. 16. s.92Mayıs-Haziran 1998)
Bu
gelişme, teknolojinin; sürekli en yeni teknolojinin üretimde
kullanılması ve bu bazda yapısal krizle doğrudan ilişki
içindedir. Kapitalizmin genel krizi koşullarında kronik kitlesel
işsizliğin eğilim olmaktan çıkarak yasa olması, yapısal krizin
de artık kronikleştiğini gösterir.
Fazla
üretim krizden bağımsız olarak (bazen de onunla aynı anda)
patlak veren ve belli bir devreviliğin olmayan teknolojik yenilenme
bazındaki yapısal kriz, (1970’den bu yana kapitalist dünya
ekonomisinin gelişme seyrini göz önünde tutacak olursak,)
kronikleşmiştir. Ekonominin her sektöründe olmasa da bir
çok sektörde ve emperyalist ülkelerde durum böyle.
Kapitalist
dünya ekonomisinde görülen bu eğilim; teknoloji bazında yapısal
krizin kronikleşmesi eğilimi kendisini firma birleşmelerinde de
gösteriyor. Rekabet gücüne sahip olmak için gerekli olan sermaye,
firmaların birleşmesiyle sağlanıyor. Bundan dolayı son
dönemlerde büyük birleşmeler; devlerin evliliği gündeme geldi.
Bu birleşmelerle hangi miktarlarda sermayenin harekete geçirildiğini
örnekleyelim. (Tablo 6)
Tekeller,
rekabet gücüne sahip olmak için sürekli daha kapsamlı sermayeye
ihtiyaç duyacaklardır; yani sürekli yeni / modern teknoloji,
sürekli daha az sayıda işçi. Bu şeytani çemberden çıkmak
imkansızdır.
Bir
daha belirtelim; yapısal kriz, fazla üretim kriziyle eş anlamlı
değildir. Fazla üretim krizi dönemindeki sabit sermaye yenilenmesi
(teknoloji) mutlaka ve her zaman yapısal kriz değildir. Yapısal
kriz ve fazla üretim krizi aynı anda patlak verebilirler . Bu
durumda yapısal kriz hammadde ve enerji sorunu bazında patlak
vermişse bu, fazla üretim kriziyle aynılaştırılamaz. Ama
teknolojik gelişme, bilimsel tekniki devrim bazında patlak vermişse
bu, fazla üretim kriziyle aynılaşır.
Çok
uluslu tekeller veya uluslararası tekeller sürekli sermaye
kıyımında bulunuyorlar. O anda fazla üretim krizi olusun veya
olmasın bunu yapıyorlar. Yapmak zorundalar. Aksi taktirde rekabet
güçleri kalmayacak. Teknoloji bazında yapısal krizin
kronikleşmesinden, sürekli var olma eğilimine girmesinden kast
ettiğimiz bu türden sermaye kıyımıdır. Bu nedenden dolayı
kitlesel işsizlik eğilim olmaktan çıkarak yasa olmuştur. Aksi
taktirde kitlesel işsizlik sadece fazla üretim krizi dönemlerinde
görülürdü. Kapitalizmin genel krizinden önceki dönemde durum
böyleydi.
Proleter
Doğrultu, Sayı 18, Eylül-Ekim 1998.