MARKSİST-LENİNİST
POLİTİK EKONOMİNİN SORUNLARI
İŞÇİ
SINIFININ YOKSULLAŞMASI TEORİSİ
İşçi
sınıfının genel yoksullaşması üzerine teoriler Marks'tan önce
de geliştirilmişti. Sanayi kapitalizmi (makinalı üretim)
sürecinde ortaya çıkan ekonomik kriz olgusu, toplumsal bir güç
olarak işçi sınıfının durumu, mücadelesi, yaşam koşulları,
sonuç itibariyle bu sınıfın genel yoksullaşması üzerine
düşünce oluşumunu da beraberinde getirmişti. (Bkz. K. Marks,
Kapital, C. I, Kapitalist Birikimin Genel Yasası bölümü) Bunun
ötesinde, işçi sınıfının iktisadi (sendikal) ve siyasi (parti)
örgütlenmesi; mücadelesi ve kendi ideolojisine-dünya görüşüne
sahip olması (Marksizm-Leninizm) her dönem birçok kapitalist
ülkede örgütlü güç olması, bir taraftan, sermaye tek elde
toplanırken, diğer taraftan maddi değerleri üretenlerin yaşam
koşullarının giderek mutlak ve görece kötüleşmesi, burjuvaziyi
en gericisinden en "ilerici" görünen sosyal demokratına
kadar; işçi sınıfının yoksullaşmasıyla ilgilenmeye
zorluyordu.
Sanayi
kapitalizmi ve emperyalizm-tekelci devlet kapitalizmi dönemlerinde
bir dizi burjuva, sosyal demokrat yoksullaşma teorileri üretilmişti.
Ama bu teorilerin en doğrulan bile sorunu genel olarak ortaya
koymaktan veya sorunun şu veya bu yönünü ele almaktan öteye
geçememişlerdi. Ancak Marksizm/Marks, işçi sınıfının mutlak
(ve de görece) yoksullaşma teorisini geliştirmiştir. Emperyalist
çağda Lenin ve Stalin tarafından geliştirilen bu teorinin içeriği
-kavrandığı koşullarda-Marksist/Leninist partinin burjuvaziye ve
onun uşaklarına, her türden oportünizme karşı mücadelesinde
sürekli kullanılması gereken bir silahtır. Bu teorinin içeriği,
işçi sınıfı içindeki propaganda, ajitasyon ve teşhir
faaliyetinin önemli bir çıkış noktasıdır.
1-
Sanayi Yedek Ordusunun Oluşumu
Sermayenin
artan organik bileşimi, işgücüne olan talebin görece olarak
azalması anlamına gelir. Sermayenin değişken bölümü mutlak
olarak artsa bile, işgücüne olan talep görece azalır. Toplam,
6000 TL olan bir sermaye düşünelim. Başlangıçta bunun 3000
TL'si değişmeyen ve 300 TL'si de değişen sermaye olsun. Birikim
süreci seyrinde değişmeyen sermayenin 5000 TL' ye ve değişen
sermayenin de 4000 TL'ye çıktığını düşünelim. Bu, her bir
işçinin aldığı ücretin değişmediği koşullarda, işçilerin
sayısı artıyor demektir. Ama bu sadece % 33 oranında bir
artıştır. Kapitalist üretim süreci eşit gelişmez. Bundan
dolayı da sermayenin organik bileşimindeki değişim eşit
değildir. Sermayenin değişmeyen kısmı ne kadar miktar ve oranda
artıyorsa değişen kısmı da (ücretler) o miktar ve oranda
artmaz.
"Özgül
kapitalist üretim biçimi, işin üretici gücünde buna uygun düşen
gelişme ve sermayenin organik bileşiminde bu yüzden meydana gelen
değişme yalnız birikimin ilerlemesine ya da toplumsal zenginliğin
büyümesine ayak uydurmakla kalmaz. Basit birikim, toplam toplumsal
sermayedeki mutlak artış, bu toplumu meydana getiren bireysel
sermayenin merkezileşmesi ile birlikte olduğu ve ek sermayenin
teknolojik yapısındaki değişme, başlangıç sermayenin
teknolojik yapısındaki benzer değişmeyle elele gittiği için;
bunlar çok daha büyük bir hızla gelişirler. Bu yüzden,
birikimin ilerlemesiyle, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye
oranı değişir. Başlangıçta diyelim 1:1 iken, bundan sonra
sırayla 2:2, 3:1, 4:1, 5:1, 7:1 vb. haline gelir, yani sermaye
artırmaya devam ederken, toplam değerin 1/2' si yerine yalnızca
1/3, 1/4, 1/5, 1/6, 1/8 vb. oranında işgücüne dönüştüğü
halde, 2/3, 3/4, 4/5, 5/6, 7/8 oranlarında olmak üzere üretim
araçlarına dönüşür, İşe olan talep, sermayenin bütünü ile
değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre,
bu talep, daha önce var-sayıldığı gibi toplam sermayedeki artış
ile orantılı olarak artacağına, gittikçe küçülen şekilde
düşer. İşe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü
nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla
düşer. Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı,
yani onunla birleşen işgücü de büyür, ama bu daima küçülen
bir oranda olur." (K. Marks, Kapital C. I, s. 646/647)
Tam
da bu süreç, kapsamı, bileşimi ne denli değişik olursa olsun,
sürekli bir sanayi yedek ordusu doğurur.
"Kapitalist
birikim, sürekli, görece, yani sermayenin kendini ortalama
değerlendirme ihtiyaç için fazlalık olan bir nüfusu; işçilerden
oluşan bir artı-nüfusu üretir." (Agk, s. 446)
Kapitalizmde
artı nüfus görecedir. Bu nüfusun, yani sanayi yedek ordusunun
göreceliği, kapsamı kapitalist üretimin-birikimin gelişmesine
göre değişir:
"Bütünlüğü
içinde ele alındığında toplumsal sermaye birikim hareketinin,
onu bütünü az ya da çok etkileyen devresel değişmelere yol
açtığı, bazen de geçirdiği çeşitli evreleri aynı anda farklı
üretim alanlarına dağıttığı görülür. Bazı alanlarda, basit
merkezileşmenin sonucu olarak, sermayenin mutlak büyüklüğünde
bir artış olmaksızın, bileşiminde bir değişiklik olur; diğer
bazı alanlarda ise, sermayedeki mutlak büyüme, değişen
kısmındaki, yani bu kısmın emdiği işgücündeki mutlak azalma
ile birlikte olur; yine bazı üretim alanlarında sermaye, kendi
teknik temeli üzerinde bir süre büyümeye devam eder ve bu
büyümeyle orantılı olarak ek işgücünü kendine çeker, oysa
bir başka zaman, organik bir değişiklik geçirir ve değişen
kısmı azalır; bütün bu alanlarda, sermayenin değişen
kısmındaki artış ve dolayısıyla çalıştırdığı işçi
sayısı sürekli, şiddetli dalgalanmalara ve geçici artı-nüfus
üretimine bağlanmış durumdadır; bu artı-nüfus üretimi
çalışmakta olan işçilerin işten atılmaları biçiminde açık
bir şekilde olabileceği gibi, ek işçi nüfusunun her zamanki
kanallardan daha güç emilmesi şeklinde, daha az gerçek olmamakla
birlikte, göze daha az çarpan bir biçimde de olabilir. Halen
işlemekte olan toplumsal sermayenin büyüklüğü ve artış
derecesi, üretimin boyutlarıyla çalıştırılan işçi
kitlesindeki artış, bunların üretkenliklerindeki gelişme ve
bütün zenginlik kaynaklarındaki çoğalma ve yoğunlaşma ile
birlikte işçilerin sermaye tarafından çekilmesi hareketinin
boyutlarında bir büyüme olduğu gibi, yine sermaye tarafından
itilmelerinin boyutlarında da bir büyüme görülür, sermayenin
organik bileşimindeki ve teknik şeklindeki değişmenin hızı
artar, gittikçe artan sayıda üretim alanı bazen aynı anda, bazen
de değişik zamanlarda bu değişmenin etkisi altında kalır. Bu
nedenle, işçi nüfusu, kendi yarattığı sermaye birikimi ile
birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getiren nispi
artı-nüfus haine çeviren araçları üretmiş olur ve o, bunu,
daima artan boyutlarda yapar. Bu, kapitalist üretim biçimine özgü
bir nüfus yasasıdır; ve aslında, her özel tarihsel üretim
biçiminin, yalnızca kendi sınırları içerisinde tarihsel
bakımdan geçerli kendi özel nüfus yasaları vardır" (Agk.
s. 647/649).
Buna
göre:
-Kapitalizmde
artı-nüfus görecedir.
-Kapitalizmde
sanayi yedek ordusu kaçınılmazdır.
-Görece
artı-nüfus veya sanayi yedek ordusu herhangi bir doğa yasasından
değil, üretimin kapitalist karakterinden kaynaklanmaktadır.
Burjuva
ekonomisti (ve papaz) Malthus (1766-1834) hiç de Marks gibi
düşünmüyordu. Burjuva politik ekonominin bu savunucusu, kendinden
önceki burjuva ekonomistlerden devraldığı nüfus yasasıyla
tanınmıştır. Malthus'a; onun nüfus “yasa”sına göre
yoksulluk, işsizlik/sanayi yedek ordusu, görece artı-nüfus,
dolayısıyla işçi sınıfının yoksullaşması, kapitalist üretim
biçiminden kaynaklanmıyor. Tersine bunlar, insanların mevcut gıda
maddesi miktarından daha hızlı çoğalmalarından kaynaklanıyor.
Malthus'a göre yoksullaşmanın, işsizliğin kaynağı insanların
hızlı çoğalmasıdır ve bundan dolayı da üretilen gıda
maddelerinin -ne kadar çok olursa olsun- yetersiz kalmasıdır. Bu
papaza göre, bu, bir doğa yasasıdır. Bu yasayı geçersiz
kılmanın, yani artı-nüfusun; işçilerin yoksulluğu alt
etmelerinin yegane yolu az çoğalmalarından geçmektedir. Malthus'a
göre artı-nüfus, mutlaktır. Marks'a; Marksizme göre ise
artı-nüfus görecedir.
Malthus'un
bu doğa "yasa"sını bugün "aklı başında"
hiçbir burjuva ekonomisti savunmaz. Bu anlayış bugün, ancak
ırkçıların, faşistlerin elinde tir silah olabilmektedir.
Özellikle emperyalist ülkelerde (örneğin Almanya, Fransa) gelişen
faşist hareketlerin, işsizliğin ve yoksulluğun nedeni olarak
yabancıları göstermeleri, Malthus'un bu anlayışının
modernleştirilmiş bir varyantıdır.
Her
şeye rağmen, gerçekten de yoksulluk yeteri kadar gıda/ihtiyaç
maddesi üretilemediğinden mi kaynaklanıyor? Her işçi, gerekli
olandan daha fazlasının üretildiğini biliyor. Ama ürünlerin
tüketilebilmesi için değer olarak, meta olarak satılmaları
gerekir, yani sahibine kâr sağlaması gerekir. Her ekonomik kriz,
yoksulluğun ürün yetersizliğinden kaynaklanmadığını
gösteriyor. Bugün dünyada sayıları 100 milyonlarla ifade edilen
devasa bir işsizler ordusu var. Bütün dünyada yoksulluk içinde
plan insan sayısı en azından bir milyar civarında, ama aynı
zamanda pazarlarda ürün ve üretim aracı fazlalığı var. •
Kapitalist, kâr getirmediği için, satılmadığı için ürününü
denize döküyor, çürümeye terk ediyor. Öyleyse sorun, nüfus
fazlalığı değil veya nüfus fazlalığı, herhangi bir doğa
yasasının etkisinin sonucu değildir. Artı-nüfusun nedeni,
kapitalist üretim biçimidir; sanayi yedek ordusu, işsizlik,
yoksulluk kapitalizme özgüdür. Bir dönemin, Lenin ve Stalin
döneminin sosyalist Sovyetler Birliği'nin kapitalizmin hiçbir
krizinden etkilenmemesi, üretimini devasa bir hızla genişletmesi
ve işsizliği nihai olarak ortadan kaldırması, artı-nüfusun doğa
yasalarından değil de kapitalizmden kaynaklandığını bütün
dünyaya göstermiştir.
Görece
artı-nüfus, çeşitli biçimlerde yansır, onun en çok bilineni
veya göze çarpanı, akıcı artı-nüfustur, yani genellikle
işsizlik kavramıyla kast edilendir. Bu artı nüfusa akıcı
denmesinin nedeni, işçilerin konjonktürel duruma göre üretim
sürecine alınmaları veya da bu süreçten uzaklaştırılmalıdır.
"Büyük
sanayi merkezlerinde -fabrikalarda, demir döküm yerlerinde,
manifaktürlerde, madenlerde vb.- işçiler, üretimin boyutlarına
göre daima azalan oranda olmakla birlikte, bütünü göz önünde
tutulduğunda, çalışanların sayıları artacak şekilde büyük
kitleler halinde bazen işten uzaklaştırılırlar, bazen de işe
alınırlar. Burada artı-nüfus, akıcı biçimdedir."(Agk.
s.658)
Türkiye'de
akıcı biçimde artı-nüfus, yani Marks'ın yukarıda tanımladığı
biçimdeki işsizlerin sayısı tam olarak bilinmiyor ve devletin
ilgili kurumlan da gerçek sayının bilinmemesi için her yola
başvuruyorlar. Resmi (iş ve işçi Bulma Kurumu) verilerine göre
bu türden işsizlerin sayısı, örneğin 1960'da 688 binden 1980'de
505 bine düşer ve 1990'da 672 bine çıkar, ama sonraki yıllarda,
örneğin 1995'te 336 bine kadar düşer (rakamları biz yuvarladık.
Bkz. Proleter Doğrultu, Sayı: 10, s. 42, Mayıs-Haziran 1997 ve
'95-'96 Petrol-İş, s. 311).
Türkiye'de
bu türden işsizlerin sayısı oldukça fazladır. Bu milyonlarla
ifade edilen bir sayıdır. Petrol-İş'in tahminine göre Türkiye'de
"akıcı artı nüfus" kapsamına giren işsizlerin sayısı
1990'da 3 milyon 64 binden 1994'de 3 milyon 608 bine çıkar ve
1996'da da 2 milyon 821 bine düşer (Bkz. Petrol-İş'in a.g.
yıllığı, s. 306). Bu türden işsizlerin sayısının 1993'ten
I994'e 3 milyon 142 binden 3 milyon 608 bine çıkarak % 14,8
oranında artması ve 1994'ten 1995'e de % 14,7 oranında azalması,
Türk ekonomisinin yaşadığı 1994 fazla üretim kriziyle doğrudan
ilgilidir ve bu sayısal değişme, bu türden işsizlerin "akıcı
artı-nüfusu" oluşturduklarını gösterir.
Görece
artı-nüfusun ikinci biçimini gizli nüfus fazlası oluşturur.
"Makinanın
bir etmen olarak girdiği ya da yalnızca modern işbölümünün
uygulandığı bütün büyük işyerlerinde, olduğu gibi, gerçek
anlamıyla fabrikalarda, olgunluk yaşına gelinceye kadar çok
sayıda erkek çocuk çalıştırılır. Bu yaşa ulaşır ulaşmaz,
bunların ancak pek azı, aynı sanayi kollarında iş bulmaya devam
eder, çoğunluğu ise düzenli şekilde işten çıkartılır. Akıcı
artı-nüfusun bir ögesini oluşturan bu çoğunluğun
büyüklüğü, bu sanayi kollarının boyutlarına göre
artar."(Marks, agk, s. 658).
İşgücü
hızlı tüketilen işçiler de -çalışma koşullarından dolayı
çabuk yıpranma- gizli artı-nüfusun bir bileşenini oluştururlar.
"Ayrıca,
işgücünün sermaye tarafından tüketilmesi o kadar hızlıdır
ki; işçi, yaşamının daha yarısında iken aşağı yukarı bütün
ömrünü tüketmiş gibidir. Bu işçi, ya fazlalıkların arasına
katılır, ya da skalanın üst
basamağından alt basamağına indirilir. En kısa ömre, büyük
sanayi işçileri arasında rastlıyoruz." (Agk., s.659).
Görece
artı-nüfusun üçüncü biçimini, durağan fazla nüfus
oluşturuyor.
"Görece
artı-nüfusun üçüncü kategorisi; durağan artı-nüfus, faal
işçi ordusunun bir kesimini oluşturmakla birlikte bir işte
çalışmaları son derece düzensizlik gösterir. Böylece,
sermayeye, her an el altında bulunan bitip tükenmez bir işgücü
deposu sağlar. Yaşam koşulları, işçi sınıfının ortalama
normal düzeyinin altına düşer ve bu durum, onu derhal, özel
kapitalist sömürü kollarının geniş tabanı haline getirir"
(Agk., s. 660).
Ev
işçileri, artık yok olmaya yüz tutmuş üretim dallarında
çalışanlar, belirli işi olmayan, geçimini fırsatları
değerlendirerek sağlamaya çalışan varoş sakinleri, seyyar
satıcılar, bir kısım dükkan sahipleri, yoksullar, "sokak
çocukları" ücretsiz aile işçisi konumunda olanlar, durağan
işsizliğin bileşenlerini oluştururlar. Türkiye'de bu türden
işsizlerin sayısı tam olarak bilinmiyor. Ama Petrol-iş’in
hesaplamasına göre bu sayı 3 milyon -1990'da 3. 073. 000 ve
1996'da da 3. 175.000- civarında (Bkz., Petrol-İş yıllığı, s.
306).
Sonuç
itibariyle: Görece artı-nüfus, sermaye birikimi sürecinde yeniden
ve yeniden üretilir. Bu nüfus fazlalığı kapitalizmin
gelişmesinin, öyle ki varlığının koşulu olur. Kapitalist
üretim, her ani ve hızlı gelişmesi durumunda, sürekli üretime
dahil edebileceği bir yedek işçi rezervine ihtiyaç duyar.
Kapitalizm
koşullarında görece artı-nüfusu ortadan kaldırmak imkansızdır,
imkansızdır; çünkü, bu nüfus fazlalığı kapitalist üretimin
sadece bir sonucu değil, aynı zamanda onun bir koşuludur da. O
halde; nedeni yok edilmeden, bu nedenin sonucu da ortadan
kaldırılamaz; kapitalist üretim biçimi yok edilmeden işsizlik de
ortadan kaldırılamaz.
Türkiye'de
toplam işsiz sayısı 1990'da 6 milyon 132 binden 1996'da 5 milyon
999 bin olarak gerçekleşir, yani yuvarlak olarak 6 milyon
civarındadır, işsizlik oram da 1990'da % 29,2 ve 1996'da da %
26,2'dir. Demek oluyor ki, Türkiye işçi sınıfının 1990'da %
29,2'si ve 1996'da da % 26,2'si mutlak ve görece yoksulluğun en
yoğun yaşandığı nüfusu oluşturuyor.
2-
Mutlak Yoksullaşmanın Araç ve Biçimleri
Sürekli
büyüyen görece artı-nüfus, işçi sınıfının durumunun
kötüleşmesinin bir ifadesidir. Sanayi yedek ordusu "işçileri,
sermayenin diktasına sokmak" gibi belirleyici öneme haiz bir
fonksiyona sahiptir. Sanayi yedek ordusu veya görece artı-nüfus,
işçi sınıfının üretimde faal olan kesiminin de mutlak
yoksullaşmasının bir aracı olmaktadır. Kapitalizmde mutlak
yoksullaşma, derecesi farklı da olsa işçi sınıfının
çalışan-çalışmayan bütün kesimlerini kapsamına alır.
Belirttiğimiz
gibi sanayi yedek ordusunun varlığı, çalışan, üretim sürecinde
olan işçilerin durumunu doğrudan etkiler. Sanayi yedek ordusu,
işçileri sürekli en kötü koşullarda çalıştırmak için
kapitalistlerin elinde önemli bir baskı aracıdır.
"İşsizlikten
sadece işsizler zarar görmüyorlar. Çalışan işçiler de bundan
zarar görüyorlar. Onlar bundan, çok sayıda işsizin varlığı
kendileri için işletmede güvensiz bir duruma neden oldukları
için, yarını belirsiz yaptıkları için zarar görüyorlar. Bugün
işletmede çalışıyorlar, ama yarın uyandıklarında işten
atılıp atılmadıklarından emin değiller" (Stalin;
Leninizmin Sorunları, 1951, s. 466).
Böylece,
kapitalistler ve tekeller, işsizler ordusunu, çalışan işçileri
gerekli gördüğü gibi sömürmenin, onların işgücünü talan
etmenin bir aracı olarak kullanıyorlar.
Kapitalizmde
toplumsal-maddi zenginliğin temel üreticisi işçi sınıfıdır.
O, bir taraftan toplumsal zenginliği üretirken diğer taraftan da
mutlak yoksullaşmasının nedenlerini üretiyor.
"Toplumsal
zenginlik, işleyen sermaye bu burjuva sermayenin büyüme ölçüsü
ile hızı ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin
üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar
büyük ölür. Sermayenin genişleme gücü ile, emrindeki işgücünün
gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bundan dolayı yedek sanayi
ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin potansiyel enerjisi
ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar
büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla
ters orantılı olan toplam artı-nüfus kitlesi de o kadar büyük
olur. Nihayetinde, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile
yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o
kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır"
(Marks, Kapital, C. I, s. 661).
Buna
göre;
Sermayenin-zenginliğin
birikimi ile birlikte;
a-
Sanayi yedek ordusu büyüyor,
b-
Proletaryanın yoksulluğu/sefaleti artıyor,
c-
Kapitalistin/tekellerin işçiler üzerindeki zorbalığı artıyor.
Demek
oluyor ki, işçinin aldığı ücret ne olursa olsun, kapitalizmde
onun durumu; işçi sınıfının durumu mutlak olarak
kötüleşmektedir. Kapitalizmde işçi sınıfının sermayeye
bağımlılığı mutlaktır ve onun yoksullaşması da mutlaktır.
"...Bütün
artı değer üretim yöntemleri, aynı zamanda,
birikim yöntemleridir ve birikimdeki her gelişme bu yöntemlerin
gelişmesi için bir araç haline gelir. Bundan da şu sonuç çıkar
ki, sermaye birikimi oranında, aldığı ücret, ister yüksek ister
düşük olsun, işçinin yazgısı daha da beter olacaktır.
Nihayetinde, görece artı-nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu
birikimin büyüklüğü ve hızı ile daima dengeli durumda tutan
yasa, işçiyi, sermayeye, Vulcan'ın Promet-heus'u kayalara
mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Bu yüzden, bir
kutupta zenginliğin birikimi, diğer kutupta, yani kendi üretimini
sermaye olarak üreten sınıf tarafından sefaletin, yorgunluk ve
bezginliğin, köleliğin, bilgisizliğin, zalimliğin, ahlaki
yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur" (Agk. s.
662/663).
Marks
burada -belirttiğimiz diğer şeylerin yanı sıra, mutlak
yoksullaşmanın biçimlerini de sıralıyor!
-
Sefalet-yoksulluk
-
Çalışma yorgunluğu-bezginliği
-
Kölecilik
-
Bilgisizlik-cehalet
-
Zalimlik
-
Ahlaki yozlaşma
Marks
bunları, işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasında ele alınması
gereken kıstas göstergeler olarak tespit ediyor.
-
Mutlak yoksullaşmanın kıstası olarak ücret sorunu
Bütün
dünyada olduğu gibi Türkiye'de de ne kadar revizyonist ve
reformist güruh varsa koro halinde koşulların değiştiğinden,
bugün işçilerin Marks'ın "Kapital"! yazdığı dönemden
daha iyi koşullarda yaşadıklarından, ücretlerin arttığından,
otomobil sahibi, ev sahibi olduklarından bahsediyorlar ve daha fazla
ücret mücadelesiyle sınıfın nihai amacına ulaşabileceğinin
-açıkça söylemeseler de- teorisini yapıyorlar. Adı ne konursa
konsun bu türden tartışmalar, Marks'a, "Kapital"e
yöneltilen eleştiriler ve saldırılar hiç yeni değil.
İşçi
sınıfının mücadelesini daha fazla ücret ve demokratik haklarla
sınırlayanların, sınıfın özgürlüğünün bu sistemde de elde
edilebilir olduğunu savunanların, örneğin EMEP/ÖDP türü
reformistlerin atası E. Bernstein'dır.
Kapitalizmin
gelişmesiyle gözü kamaşan ve onun nimetlerinden bir biçimde
faydalanan veya bunu amaçlayan bütün küçük burjuva
oportünistleri ve reformistleri gibi Bernstein da işçi sınıfının
mutlak yoksullaşmasını, bu Marksist teoriyi reddetmiştir. Bu baya
göre, işçilerin aldığı ücret sadece mutlak değil, aynı
zamanda görece olarak da -yani burjuvazinin gelirine oranla da-
artmaktadır.
İşçi
sınıfının büyümesi göz önünde tutulursa, aldığı toplam
gelirin arttığı görülür. Ama buna rağmen, bu artan payın
ulusal gelirdeki payı giderek düşer. Bu, sermayenin birikim
yasasından kaynaklanmaktadır ve aşağıda ayrıca ele alacağız.
Sorun bundan ziyade kapitalizm koşullarında işçi sınıfının
aldığı ücret bazında durumunun mutlak olarak
iyileşip-iyileşmeyeceği veya da kötüleşip-kötüleşmeyeceğidir.
Tabii bütün oportünist-revizyonist, reformist koro, duruma göre
işçi sınıfının aldığı ücret mutlak olarak düşse de eğilim
mutlak artış yönündedir, mücadele bunun için olmalıdır
diyecek. Böylelikle, açıkça söylemeseler de reformistler
devrimin gereksizliğini açıklamış olurlar. Madem ki demokratik,
sendika] mücadele ile ücretlerin sürekli mutlak artışı
sağlanıyor, işçi sınıfının durumu giderek iyileşiyor, yani,
mutlak yoksulluğu tarihe karışıyor, o halde bu sınıfın devrim
için hazırlanmasına kendi iktidarını; proletarya diktatörlüğünü
kurmasına gerek yok. Bütün sorun, sermaye birikimini teşvik
etmektir. Bazı reformistler, Sabancılarla, Koçlarla, çok uluslu
tekellerle aynı kulvarda koşuyor olduklarının bugüne kadar
farkında olmamış olabilirler! Ama şimdi biliyorlar!
Diğer
taraftan, işçi sınıfının durumu, sadece ücretin seviyesiyle
sınırlandırılarak ele alınamaz. Marks'ın yukarıya aktardığımız
sözünü hatırlayalım: "Aldığı ücret yüksek veya
düşük olsun, işçinin durumu sermaye birikimi oranına göre
kötüleşecektir", yani işçinin aldığı ücret artsa da
onun durumu kötüleşecektir. Ücretler artarken dahi proletaryanın
mutlak yoksullaşıyor olması ilk bakışta çelişkili gözükebilir,
ama işin gerçeği böyle; ücret hareketini kendi başına bir olgu
olarak ele alamayız. Bu, reformistlere özgü bir anlayıştır.
Ücret hareketi, işgücü değerinin hareketiyle bağlam içinde ele
alınmalıdır. Ücreti, işgücü değerinin değişiminden bağımsız
olarak ele alırsak ve işçi sınıfının durumunu sadece ücret
ile ölçersek varacağımız nokta kapitalist gelişmenin uzun bir
ekseninde işçi sınıfının durumunun mutlak iyileştiği
noktasıdır. Gerçekten de neredeyse bütün 19.yüzyıl boyunca,
ama özellikle de 19.yüzyıl"m ikinci yarısında önemli
kapitalist ülkelerde reel ücretler sürekli bir artış trendi
içinde olmuşlardır. Ama bu gelişmeden hareketle ücretlerin
asgari geçimin üstüne çıktığını; işçilerin asgari
ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir ücret aldıklarını
söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Reformistlere göre tek başına
ücret artışı, işgücü değerinin değişiminden bağımsız
olarak ele alınması, yani işçi sınıfının durumunun iyileşip
iyileşmediğinin salt ücret hareketine göre ölçülmesi
yeterlidir. Reformistlerin, sınıfın durumunun
iyileşip-iyileşmediği konusunda yegane kıstasları bu.
Marksistlerin göz önünde tuttukları temel nokta ise, asgari geçim
koşullarının da değişmesidir. Yaşam koşulları, işçilerin
ücretlerinden bağımsız olarak değişiyor. Dün ihtiyaç olmayan
bugün asgari ihtiyaç oluyor. Gıda tüketiminden kültürel yaşama,
konut sorununa kadar bu böyle. Bu durumda dünyanın hangi
kapitalist ülkesinde veya kapitalizmin hangi döneminde, işgücü
değerinin değişimiyle bağlam içinde alınan ücret hareketi -bu
durumda ücret artışı- asgari ihtiyaçları karşılamanın
ötesine geçmiş ve kapitalizm, kendi gelişmesi içinde işçi
sınıfının mutlak yoksullaşmasını, mutlak iyileşmeye çevirmiş?
Bu hiçbir ülkede, hiçbir dönem olmamıştır.
Türkiye
gibi ülkeler göz önüne getirilirse, ücret bazında proletaryanın
yoksullaşma boyutları korkunçtur.
-
Mutlak yoksullaşmanın kıstası olarak çalışma
yorgunluğu-bezginliği
Özellikle
çalışma sürecinin yoğunlaştırılması; otomasyon, modern
teknoloji çalışma sürecinde işçilerin "meslek"
hastalıklarından kurtulmalarını değil, tersine bu hastalıkların
devamını beraberinde getirmiştir. Sinirsel rahatsızlıklar,
psikolojik sorunlar vs. Bütün bunlar; çalışma sürecinde ortaya
çıkan yorgunluk ve bezginliğin çoğalması, mutlak yoksullaşma
sürecinin göstergesi olurlar.
-
Mutlak yoksullaşmanın kıstası olarak bilgisizlik-cehalet
Burada
söz konusu olan, bilgisizlik birikimidir. Şüphesiz ki, insanların
bilgisi görece olarak artmıştır. Örneğin, Türkiye'nin son
50-60 yıllık tarihine bakarsak, okuma-yazma oranının giderek
artmış olduğunu görürüz. Yazılı ve de görsel medyanın
yaygınlığı da ortada. Ama bütün bunlara rağmen, bilgisizlik
giderek artmıştır. Burada söz konusu olan, bilgisizliğin görece
bir artışı değildir. Burada söz konusu olan, bilgisizliğin
mutlak artışıdır. Burjuvazi, işçi sınıfını, çıkarına
uygun düştüğü oranda "bilgili" kılıyor, "eğitim”den
geçiriyor. Bilgilendirmenin bütün araçları burjuvazi tarafından
cehaletin, yanlış-bilginin yaygınlaştırılması için
kullanılıyor. Burjuva basın ve görsel medya insanları,
bilgilendirme, eğitme adı altında cehalete mahkum etmiyorlar mı?
Türkiye'nin geleceğini milyonlara hitap eden kanallarda
"üfürükçüler", "medyumlar" belirliyorsa
orada bilgisizliğin-cehaletin birikimi, bu alanda mutlak yoksullaşma
söz konusu demektir.
Diğer
kıstaslarda da değişen bir şey yok.
Şüphesiz,
bir dönemin çıplak köleliği bugün söz konusu değil. Ama
biçimi değişerek kölelik dünyanın birçok ülkesinde devam
ediyor. Kapitalist sistemin, burjuvazinin yasalarıyla uyguladığı
zalimlik, yani toplumda sistem zalimliği ve işletmede patron
zalimliği devam ediyor. Ancak biçimsellik bazı reformist
avanakların gözünü boyayabilir. Ahlaki çöküntü, ahlaki
yozlaşma, işçi sınıfının bilincini, disiplinli mücadelesini
kırmak, sınıfı teslim almak için burjuvazi tarafından her araç
ve imkan kullanılarak yaygınlaştırılıyor. Bütün bunlar,
proletaryanın mutlak yoksullaşmasının göstergeleri olmaya devam
ediyorlar.
Bütün
bu kıstasları bir kavramla da ifade edebiliriz: İşçinin
kendine yabancılaşması. Bu, geniş anlamda işçi sınıfının
kendine yabancılaştırmasıdır. işçi, üretim sürecine ve
toplumsal gelişme sürecine yabancılaşıyor. O, çalıştığı
fabrikada üretim ve toplumsal gelişme üzerinde kontrolü
kaybediyor, ilgisizleşiyor. ilgisi, televizyona, videoya,
buzdolabına, çamaşır makinasına, otomobile yönelmiş veya
yöneltilmiş bir işçi açısından sınıfının, toplumun
geleceği hiç önemli değil. Bu, basınımızda da sık sık,
sınıfın şu veya bu konudaki duyarsızlığı olarak ele
alınmaktadır. Kendine, sınıfına yabancılaşmanın boyutu
bilgisizliğin, zulmün, ahlaki yozlaşmanın boyutudur.
3-Proletaryanın
Mutlak Yoksullaşması-Yasa mı, Eğilim mi?
Proletaryanın
mutlak yoksullaşması bir yasa mıdır, yoksa bir eğilim midir
sorusu sınıf mücadelesinde, Marksizm ile reformizm/ sosyal
demokratizm arasında hâlâ devam etmekte olan ideolojik mücadelenin
önemli bir alanıdır. Yukarıda proletaryanın mutlak
yoksullaşmasının bir yasa olduğunu, eğilim olmadığını
Marks'tan aktardığımız anlayışlarla gösterdik. Proletaryanın
mutlak yoksullaşmasının yasa olarak kendisini sürekli geçerli
kılamadığını savunanlar olduğu gibi, bu gerçeği tamamen
reddedenler de var. Sınıf mücadelesinde bunlar revizyonistler,
oportünistler ve reformistler olarak tanımlanıyor. Tabii sadece bu
yasaya karşı aldıkları tutumdan dolayı değil. Diyelim ki, bu
beyler haklı ve bu yasa, geçerlilik kazanamıyor. Bu durumda
istense de istenmese de, kapitalizm koşullarında işçi sınıfının
durumunun mutlak olarak iyileştiği savunulmuş/ kabul edilmiş
oluyor. Mantıksal olarak; mutlak yoksullaşmanın olmadığı yerde
mutlak iyileşme söz-konusudur. Bu düşünceyi takip edelim; işçi
sınıfının durumunun mutlak iyileşmesi sözkonusu olduğuna göre,
süreç içinde işçiler - aynen kendilerinden önce burjuvazi
gibi-giderek iktisadi konumlara sahip olurlar. Ve sonra da sahip
oldukları iktisadi konum ve güce dayanarak siyasi iktidarı ele
geçirme mücadelesi verirler, aynen burjuvazi gibi. Belli bir zaman
sonra ise; bu siyasi mücadele sonucunda kapitalist sistemden
sosyalist sisteme geçilir. Bu, evrimci bir geçiştir. Bu durumda;
kapitalizmden sosyalizme geçiş sağlandığında işçi sınıfı
ile burjuvazinin siyasi iktidar için sürdürdükleri mücadele
biçimlerinin temel farkı da ortadan kalkmış olur. Bu durumda
komünist ve reformist kavramlarının içerikleri de değişmek
zorundadır. Bu durumda komünist kavramından, "acele eden"
sosyalizme doğru zaten ilerleyen süreci "hızlandırmak
isteyen" ve işçi sınıfının durumunu en kısa zamanda
"iyileştirmek" isteyen anlaşılır. Bu durumda komünist
ile reformist arasındaki fark, nüans farkından, taktiksel farktan
ibaret olur ve Marksizmin tarihinden bu yana komünistlerin Marksizme
ihanet edenlere karşı sürdürmüş oldukları mücadele de
nüanslar uğruna, tali sorunlar uğruna sürdürülmüş mücadeleye
indirgenmiş olur.
İktidar
mücadelesini sendikal mücadeleye indirgeyenlere ve de bu mücadeleyi
yanlış anlayanlara Marks'ın uyarısı şöyle.
"Sendikalar,
sermayenin zorbalığına karşı direncin toplama noktası olarak
iyi hizmet görürler. Güçlerini amaca uygun kullanmadıkları an
amaçlarından kısmen saparlar. Onlar mevcut sistemin etkilerine
karşı kendilerini, beraberce sistemi değiştirmeye çalışmak
yerine, örgütlü güçlerini işçi sınıfının nihai kurtuluşu,
yani ücret sisteminin nihai yok edilişi için kaldıraç olarak
kullanma yerine küçük bir savaş ile sınırlarsa, amaçlarından
tamamen sapmış olurlar" (K. Marks, Ücret, Fiyat ve Kâr,
C. 16, s. 152).
Burada
söylenen oldukça açık: Tam da bu yasanın; proletaryanın mutlak
yoksullaşma yasasının geçerli olmasından dolayı sendikalar,
bütün karşı eğilimlere rağmen, işçi sınıfının durumunun
sürekli kötüleşmesini iktisadi-sendikal mücadele ile
engelleyecek durumda değiller. Bunun böyle olduğunu Engels de
şöyle açıklar;
"Ücret
yasası, sendikal mücadeleden dolayı sakatlanmaz. Tam tersine,
sendikal mücadele onun tam geçerli olmasını sağ lar. Trade union
direnci olmaksızın işçi, ücret sistemi kurallarına göre hakkı
olanı dahi alamaz, sadece Trade-union karşısındaki korku,
kapitalistleri, işçiye, işgücünün tam piyasa değerini ödemeye
zorlar."(Ücret Sistemi. C. 19, s, 253) .
Demek
oluyor ki; sendikal mücadele, yüksek ücret veya en yüksek ücret
proletaryanın mutlak yoksullaşma yasasının geçerliliğini
ortadan kaldırmıyor ve bunu savunanlar da reformizmden, işçi
sınıfı dalkavukluğundan başka bir şey yapmıyorlar.
Aynı
konuya değinen Lenin şöyle der:
"Burjuva
reformistler ve onların maiyetindeki sosyal demokrasi saplarındaki
bazı oportünistler, kapitalist toplumda kitlelerin yoksullaşmasının
olmadığını iddia ediyorlar.
'Yoksullaşma
teorisi' doğru değilmiş, yavaş da olsa kitlelerin refahı
artıyormuş, mülk sahipleriyle mülksüzler arasındaki fark
büyümüyormuş, tersine küçülüyormuş.
Son
dönemlerde bu türden savların ikiyüzlülüğü yığınlar
tarafından giderek daha açık olarak görülmektedir. Gıda
maddeleri masrafları artıyor, işçilerin ücretleri, en sert,
işçiler için azami başarılı grev mücadelelerinde dahi,
işgücünün muhafazası için zorunlu harcamaların artışından
daha yavaş artmaktadır. Ama aynı zamanda kapitalistlerin serveti
baş döndürücü bir hızla artmaktadır...
Burjuva
sosyal politikacıların resmi kaynaklara dayanarak verdikleri
verilere göre, son 30 yılın Almanya'sında işçilerin ortalama
ücreti %25 artmıştır. Aynı zaman dilimi içinde gıda maddeleri
masrafları en az % 40 artmıştır!!
Hem
gıda maddeleri, hem de giyim, yakacak ve konutlar-bütün bunların
fiyatı artmıştır, işçi, mutlak yoksullaşıyor. Yani o,
tam da eskisine göre daha da fakirleşiyor o, daha kötü yaşamaya,
daha kıt kanaat beslenmeye, sürekli daha az yemek yemeye,
bodrumlarda ve çatı aralarında ikamet etmeye zorlanmaktadır...
Kapitalist
toplumda zenginlik inanılmaz bir hızla-aynı zamanda işçi
kitlelerinin yoksullaşmasıyla artmaktadır." (Kapitalist
Toplumda Yoksullaşma, C. 18, s. 428/429).
Demek
oluyor ki, mevcut karşı eğilimlere ve sendikal mücadeleye rağmen
kapitalizmin tarihi, proletaryanın mutlak yoksullaşmasının yasa
olarak geçerlilik kazandığını ve eğilim olarak geçerli
olmadığını göstermiştir.
Belirttiğimiz
gibi, Marks, proletaryanın mutlak yoksullaşması yasasını sermaye
birikiminde arıyor. Bunun, mutlak yoksullaşmanın eğilim
değil yasa olduğunu sermaye birikimi yasasından hareketle
açıklıyor. Hangi formda olursa olsun sermayenin, sermaye olarak
kalabilmesi için çoğalması gerekir. Sermayenin çoğalması ise
sömürüden, artı değer üretiminden ayrı olarak
görülemez. Kapitalist hiçbir zaman daha az sömüreyim mantığıyla
hareket etmez. Şayet kapitalist, "insancıl" olup da daha
az sömürüyle yetmiyorsa, ya o kişi gerçekten kapitalist değildir
ya da "daha fazla kâr" esprisinin hiçbir kıymeti
harbiyesi yoktur. Kapitalistin -ister bu bir kişi, isterse de şirket
(tekel) olarak algılansın-, daha fazla kâr yapması için
rakiplerinden güçlü olması gerekir. Rakiplerinden güçlü
olabilmek için daha seri, daha ucuza üretmek gerekir, ki bu, modern
teknoloji kullanmaktan geçer. Modern teknoloji sermayenin organik
bileşimini değiştirir. Sermayenin organik bileşiminde değişmeyen
sermayenin (makinalar vs.) payı artarken, değişen sermayenin
(işgücü) payı azalır. Bu süreç kaçınılmazdır. Bu durumda
kapitalist, rekabette güçlü olmak, daha fazla kâr elde etmek,
yani, daha fazla birikim sağlamak için az sayıda işçi ile yoğun
teknoloji kullanır, yani işçileri sokağa atar. Yukarıda bu
gelişmeden bahsettik. Teknolojik gelişme devasa adımlarla
ilerliyor. Her yeni teknolojinin üretimde, dolaşımda, maliyede vs.
kullanılması bu alanlarda çalışanların işsiz kalması anlamına
gelir. Burada yeni bir durumla karşı karşıyayız; kapitalist
üretim, gelişmesinin doğrudan bir sonucu olarak daha fazla üretmek
için daha az işçi çalıştırmayı kapitalizmin genel krizi
koşullarında eğilim olmaktan çıkartarak yasa
konumuna getirmiştir. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir süreçtir.
Bu, kitlesel işsizliğin kronikleşmesidir. Artık
kapitalizmin kitlesel kronik işsizlikten kurtulmasının nesnel
olanağı yoktur. O halde; kapitalist üretim, işçileri sürekli
mutlak yoksulluğa mahkum ediyor. 21.yüzyılda çalışanların
sadece %20'nin çalışmasıyla bütün toplumun ihtiyaçlarının
karşılanabileceği hesabı yapılıyor. Demek oluyor ki, 100
işçiden 20'si çalışırken 80'i işsizliğe mahkum edilecek. Bu,
sadece işsizlik üzerinden proletaryanın mutlak yoksullaşmasının
korkunç boyutlara varacağını göstermiyor mu? Bir milyon mark
değerinde meta ve hizmet üretebilmek için 1965'te tarımda 140
işçiye, 1995'te ise sadece 23 işçiye, aynı yıllarda ticaret ve
ulaşımda 29 ve 15; sanayide 22 ve 12 işçiye ihtiyaç vardı. Bu
gelişmenin sonucu şudur; sosyal yardıma muhtaç olanların sayısı
Almanya'da örneğin 1980'de 2,1 milyondan 1992'de 4,7 milyona ve bu
alanda yapılan harcamalar da -keza aynı yıllarda-13,3 milyar
marktan 42,6 milyar marka çıkmıştır. Yani mutlak yoksullaşmanın
boyutları artmış. Sanılmasın ki, diğer emperyalist ülkelerde
durum Almanya'dakinden farklı. Yeni sömürge ülkelerden bahsetmeye
hiç gerek yok.
Dünya
çapında 100 milyonlarca insan açlık sınırının altında
yaşıyor, 1,1 milyar insan işsiz. Ama sadece 358 milyarderin geliri
2,5 milyar insanın, yani dünya nüfusunun yaklaşık yarısının
gelirine eşit. Dünya nüfusunun beşte biri (%20'si) dünya
üretiminin %82,7'sini, dünya ticaretinin %81,2'sini sağlıyor ve
dünya nüfusunun %80'i bundan farklı oranlarda mahrum. 1990'da
sadece Tokyo'da olan telefon sayısı bütün Afrika'da (500 milyon
insan) olandan fazla. Sadece Japonya'da olan telefon sayısı Asya,
Afrika ve Latin Amerika'nın bağımlı ülkelerinde olandan fazla.
Demek
oluyor ki, her ne kadar da mutlak yoksullaşmanın göstergeleri,
derecesi ülkeden ülkeye değişse de, esas olan mutlak yoksullaşma
yasasının geçerliliğidir.
Şüphesiz
ki, Marks'tan bugüne yaşam koşulları çok değişmiştir. Örneğin
eğitim, sağlık alanında ilerlemeler olmuştur. Peki isteyen
istediği eğitimi görebiliyor mu? Sağlık, sadece önemsiz bir
sorun mu oldu? Hayır, mutlak ki şu veya bu ülkede birtakım
iyileşmeler olmuştur. Sorun bu değil. Sorun, emekçilerin maddi
yaşam koşullarının üretici güçlerin gelişme seviyesine
tekabül edip etmediğidir. Ediyor diyenleri bir kenara bırakalım,
etmesi için mücadele ediyoruz diyenler, reformistlerdir. Onlar ki,
mutlak yoksullaşma teorisini eğilim olarak görüyorlar. Yani
kapitalizme karşı mücadeleyi; bu sömürü sistemini yıkmaya
kadar götürmüyorlar. Kapitalizmin ıslah olacağını
savunuyorlar. Oysa kapitalizmin birikim yasası, sermayenin birikim
yasası, proletaryanın yoksullaşma yasasıdır, kapitalizme karşı
mücadele, mutlak yoksullaşma yasasının kabulünden geçmektedir,
yani sömürüye karşı mücadele. Aksi takdirde kapitalizme karşı
onu yıkma mücadelesinin hiçbir anlamı yoktur.
Şüphesiz,
proletaryanın mutlak yoksullaşma yasası, kapitalizmin tarihinin
her döneminde ve her ülkede bütün şiddetiyle etkili olmamıştır.
Onun şiddetini kıran; mutlak yoksullaşmayı yumuşatan karşı
etkenler olmuştur/vardır. Örneğin, önce sömürge ülkelerin,
sonra da yeni sömürge ülkelerin talanı bazı emperyalist
ülkelerde proletaryanın mutlak yoksullaşması yasasının etkisini
yumuşatıcı bir rol oynamıştır/ oynamaktadır. Bunda sınıf
mücadelesinin de önemli bir rolü vardır. Ama bütün bunlar söz
konusu bu yasayı, eğilime dönüştürecek etkenler
olmamışlardır. Şüphesiz ki, işçilerin maddi durumu birçok
bakımdan geçmişe oranla daha iyi olmuştur. Türkiye'de dahi
işçilerin TV, buzdolabı, otomobil, ev sahibi olmaları normal bir
olgu olmuştur, işçilerin durumunda, daha çok artı değer
üretebilsinler diye bir dizi iyileşmeler olmuştur. Üretim
sürecine hakim olmaları için okuma-yazma öğrenme olanağı, işçi
çocuklarını da yüksek öğrenim yapabilmeleri vs. Bütün
bunları, işçi sınıfının durumunun kapitalist üretim
koşullarında iyileşiyor olduğunun, mutlak yoksullaşma yasasının
geçersiz olduğunun, sınıfın amacına ulaşması için siyasi
mücadeleye gerek olmadığının kıstası olarak algılayan
reformist dangalaklar, bugünün modern sanayisinin, 100 veya
50 sene öncesinin koşullarında yaşayan bir işçi sınıfıyla
yürütülemeyeceğini anlayacak durumda değildirler.
4-Proletaryanın
Mutlak Yoksullaşması ve İşçi Sınıfının Çeşitli
Katmanlarının Durumu
"Kapitalizmin
gelişme yolu, emekçilerin-onların -bir üst tabakası
rüşvetlenirken ve daha iyi konuma getirirken-ezici çoğunluğunun
açlık ve sefaletinin yoludur." (Stalin, C7,s.83)
Proletaryanın
mutlak yoksullaşması teorisine göre, işçi sınıfının durumu
süreç içinde giderek mutlak kötüleşir. Ama bu, işçi sınıfının
bütün sosyal katmanlarının durumunun süreç içinde mutlak
kötüleşeceği anlamına gelmez. Demek oluyor ki, işçi sınıfının
bazı katmanlarının durumu iyileşebilir. Engels, gelişmenin bu
yönüne "İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu"
yapıtının 1892'deki baskısına önsözünde dikkati çekiyordu.
Engels orada şöyle der;
"Bu
dönemde (bununla Engels 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan dönemi
kastediyor- SP.) işçi sınıfının durumu nasıldı?
Dönemsel olarak büyük kitle için dahi iyileşme, vardır. Ama bu
iyileşme yeniden ve yeniden çalışmayan rezervin büyük
kitlesinin akışıyla yeni makinelerle işçilerin sürekli
püskürtülmesiyle, kır proletaryasının gücüyle... eski
seviyesine indirildi.
Sürekli
iyileşme, işçi sınıfının sadece, 'korunan' iki bölüğünde
gerçekleşiyor. Bunlardan ilki fabrika işçileridir. Çalışma
günlerinin nispeten mantıklı sınırlarının yasal tespiti,
onların vücut kondisyonunu eski haline getirdi ve onlara bölgesel
yoğunlaşmayla da güçlendirilmiş bir ahlaki üstünlük verdi.
Durumları, 1848 öncesindekinden şüphe götürmez iyidir....
İkincisi,
büyük trade-unionlardır. Bunlar, sadece yetişkin erkeklerin
işinin kullanılabilir olduğu veya hakim olduğu iş dallarının
örgütleridir. Burada şimdiye kadar ne kadın ve çocuk işi ve ne
de makine rekabeti onların örgütlü gücünü kırabildi. Makina
tesviyecileri, doğramacılar, marangozlar, inşaat işçileri-bunların
her biri kendisi için bir güçtür. Öyle ki, makine kullanımına
başarıyla karşı koyabilen bir güç. Durumları 1848'den bu yana
dikkate değer bir şekilde şüphesiz iyileşmiştir... Onlar, işçi
sınıfı içinde bir aristokrasi oluşturuyorlar. Nispeten konforlu
bir durumu elde etmeyi başardılar ve bu durumu nihai olarak kabul
ediyorlar... Onlar, her uyumlu kapitalist için özelde ve
kapitalistler sınıfı için de genelde oldukça net, uzlaşılabilir
insanlardır...
Ama
işçilerin büyük kitlesine gelince; onlar için yaşam
güvensizliğinin ve sefaletin seviyesi bugün, eskisinden daha düşük
değilse, (en azından) eskisi kadar düşüktür." (C. 22,
s. 273/274).
Demek
oluyor ki, işçi sınıfının bazı katmanları durumlarını
iyileştirebiliyorlar.
"Emperyalizm...
proletaryanın üst katmanlarının rüşvetlendirilmesinin ekonomik
olanağını yaratıyor, besliyor, biçimlendiriyor ve oportünizmle
pekiştiriyor... Emperyalizm, işçiler arasında da imtiyazlı
kategoriler ayırım yapmak ve onları proletaryanın büyük
kitlesinden kopartmak eğilimine sahiptir." (Lenin,
Emperyalizm, C,22, s. 286, 288, Alm).
İşçi
sınıfının bu kesiminin, kendi özel mücadeleleriyle durumlarını
iyileştirdiklerini veya kapitalistlerin onların durumunun
iyileşmesine gönüllü razı olduklarını söyleyebilir miyiz?
Hayır. Bu imtiyazlı kesimin; işçi aristokrasisinin oluşmasının,
kapitalizmin emperyalizme doğru gelişmesiyle doğrudan ilgisi
vardır. Kapitalistler, işçi sınıfının bütününü
aldatabilmek, sınıfın direncini kırmak ve sömürüyü
yoğunlaştırmak için; sınıfın bütününü reformist yola sevk
edebilmek ve siyasi olarak teslim alabilmek için işçi sınıfının
oldukça küçük bir azınlığının durumunun iyileşmesini kabul
ediyorlar. Sermayenin çıkarları, burjuvaziyi bu kabul için
zorluyor ve burjuvazi bu iyileşmenin yükünü işçi sınıfının
çoğunluğunun sırtına yıkıyor, sömürge ve bağımlı
ülkelerin talanı sonucunda elde edilen kâr ve ekstra kârın bir
kısmını bu alanda harcıyor.
"Ama
iyileştirmekten bahseden ekonomistler belki de, İngiltere'de
aynı sanayide çalışan 1,5 milyon işçi, ekonominin üç sene
değil de on sene açılıp gelişmesini sağlamak için Doğu
Hindistan'da ölmek zorunda bırakılan milyonlarca işçiden
bahsetmek istiyorlardır."(K. Marks, G. 4, S. 123/ 124).
Sonuç
itibariyle:
İşçi
sınıfının bazı tabakalarının durumunun mutlak iyileşmesi,
mutlak yoksullaşma yasasının genel olarak geçersiz olduğu
anlamına gelmez.
Esas
olan ve kapitalist üretimde işçi sınıfının bütünü için
geçerli olan şudur:
Marks'tan
aktardığımız anlayışlarda da gördüğümüz gibi
proletaryanın,'mutlak yoksullaşması kapitalist birikim yasasından
kaynaklanmaktadır, onun bir yansımasıdır. Bu yasayı geçersiz
kılmak veya eğilime indirgemek için her şeyden önce
kapitalist birikim yasasını yok etmek gerekir. Kapitalist birikim,
ancak ve ancak kapitalist toplumda mümkündür; kapitalist toplumda
üretim araçlarına sahip olanlar kapitalistlerdir ve işçiler de
ancak işgücünü satarak geçimlerini sağlarken ve kapitalist için
artı değer üretirler. Artı-değer üretiminin amacı ise
birikimdir. O halde sermaye birikimi, artı değer üretiminden
kaynaklanır. Bu durumda; birikim yasası, sanayi yedek ordusunun
varlığı ve bu ordunun sınıf üzerinde ücret ve talepler
konusunda burjuvazinin lehine olan baskısı, bütün olarak işçi
sınıfının kapitalizm koşullarında sosyal ve iktisadi durumunu
sürekli iyileştirerek, kapitalist ücret köleliğinden
kurtulmasını engellemektedir. Bu nedenlerden dolayı kapitalizm
koşullarında bütün olarak işçi sınıfının durumu iyileşeceği
yerine, sürekli kötüleşmektedir. Sınıf, mutlak olarak
yoksullaşmaktadır.
Açıktan
veya sinsice reformistler şunu diyorlar: Devrime gerek yok,
işçi sınıfı, burjuvazinin belirlediği 'yasal' alanda mücadele
ederek sosyal ve iktisadi konumlarını sürekli iyileştirebilirler
ve belli bir zaman sonra, elde etmiş oldukları bu konumlardan
hareketle kapitalist sistemden sosyalizme geçerler.
Buna
karşın Marksistler şunu diyorlar: işçi sınıfı,
kapitalist sistem içinde sosyal ve iktisadi konumlarını mutlak
olarak iyileştiremezler. Artı değer üretimi, kapitalist birikim
söz konusu olduğu müddetçe, mutlak yoksullaşmanın birikimi de;
proletaryanın mutlak yoksullaşma yasasının geçerliliği de söz
konusudur. Bu durumda işçi sınıfına kalan yegane yol -şayet
kapitalist kölecilikten kurtulmak istiyorsa kapitalist sistemi;
sermaye ve yoksullaşma birikiminin kaynağı olan bu sistemi yıkmak
ve kendi sistemini; sosyalizmi kurmaktır.
5-Sermayenin
Uluslararasılaşması ve Proletaryanın Mutlak
Yoksullaşması
Yasası
Burjuvazinin
moda kavramıyla "küreselleşme", Marksist kavramla
sermayenin Uluslararasılaşması dev adımlarla ilerliyor.
Sermayenin ulusal sınır tanımamazlığı M Al tartışmalarının
da gösterdiği gibi- yasallaştırılıyor. Hal böyle olunca ulusal
sermayeden; örneğin Amerikan, Alman, Japon sermayesinden
bahsedilebilir mi? Bahsedilir, bahsedilmek zorundadır. Sermaye, ne
derecede uluslararasılaşırsa uluslararasılaşırsa, isterse dünya
ekonomisi istisnasız çok uluslu tekellerin mülkiyetinde olsun,
sermaye son kertede ulusal bir dayanağa sahiptir. Sermaye gerekli
gördüğünde ulusallığın doğrudan ifadesi olan devleti,
çıkarlarının yerine getirilmesi için her alanda kullanıyor.
Tekelci devlet kapitalizminde devlet, tekellerin emrindedir. Sermaye
gerekli gördüğünde ordusuna, partisine, mahkemesine dayanarak iş
yapıyor. Burada genel olarak ordu, genel olarak polis vb. söz
konusu değil. Amerikan ordusu, Alman ordusu vb. söz konusu.
Şüphesiz ki sermaye, çıkarları söz konusu olduğunda kesinlikle
ulusallığı, "anavatanı" tanımaz. Bu kavramların onun
nezdinde beş para değeri kalmaz. Ama aynı çıkarlar, şayet
orduya, polise, mahkemeye, diplomatlara başvurmayı gerekli
kılıyorlarsa, sermaye, kesinlikle ulusaldır, "anavatan"ına
sahip çıkar.
Bütün
dünyayı kasıp kavuran, talan eden sermayenin bu özelliklerini göz
önünde tuttuğumuzda, her bir emperyalist ülkedeki ve dünya
çapındaki mutlak yoksullaşmanın faktörlerine varırız. Buna
göre:
-Emperyalist
ülkelerdeki mutlak yoksullaşma, her bir emperyalist ülke sınırları
içindeki işçi sınıfı ve emekçilerinin sömürü ve talanıyla
açıklanamaz.
-Emperyalist
ülkelerde dönem dönem görülen mutlak yoksullaşmanın
yumuşaması, bu emperyalist ülke sınırları içindeki
gelişmelerle açıklanamaz.
-Dünya
çapındaki mutlak yoksullaşmada uluslararası sermayenin, genel
olarak emperyalizmin; emperyalist ülkelerin baskı, sömürü ve
talanı önemli bir rol oynamaktadır.
Genel
adı uluslararası sermaye, ama bu sermaye özelde bazı ülkelerde
karşımıza Amerikan, Alman, İngiliz, Fransız, Japon vb.
sermayeleri olarak çıkıyorlar ve bu ülkelerdeki mutlak
yoksullaşmada önemli bir rol oynayan bu ulusal sermayeler, kendi
ulusal devlet sınırları içindeki mutlak yoksullaşma yasasının
yumuşatılmasında da keza önemli bir rol oynuyorlar.
Emperyalist
ülkelerde bazı dönemlerde geçici olarak işçi sınıfının
genel durumunda iyileşme olmuşsa, bunun ötesinde yaşam seviyesi
bağımlı ve yeni sömürge ülkelerinkinden genel olarak yüksekse,
işçi-sınıfının çeşitli katmanlarını emperyalist burjuvazisi
özel olarak besleyebiliyorsa(!) bütün bu gelişmeler, sadece
ulusal sınırlar içindeki artı-değer üretiminden ve onun
paylaşımından kaynaklanmıyor. Burada, yeni-sömürge ve bağımlı
ülkelerin talan edilmelerinin payı oldukça önemlidir.
Kapitalizmin
genel krizi koşullarında genel olarak emperyalist ülkelerde mutlak
yoksullaşma yasasının bazı dönemlerde genel olarak yumuşaması,
işçi sınıfının bazı kesimlerinin durumunun iyileşmesi
istisnadır/geçicidir.
Sanayi
yedek ordusu, kapitalist sermaye birikimi yasasının doğrudan bir
.sonucudur. Kitlesel kronik işsizlik, kapitalizmin genel krizi
koşullarında yasa olmuştur. Bir bütün olarak kapitalist üretim,
mutlak yoksullaşma yasasının faktörlerini tamamen, sürekli
olarak yumuşatıp, bu yasayı, eğilime dönüştürecek durumda
değildir. Bunun önündeki engel, kapitalist üretimin kendisidir ve
bu üretim, bu birikim, bütün dünyada yoksullaşma yasasının
etkisini hafifletmek bir yana, doğal işbirliğinin gereği olarak
derinleştiriyor. Dünya çapında artan açlık, sefalet, işsizlik
bunu göstermiyor mu?
6-İşçilerin
Durumuna İlişkin Temel Ögeler
Marks,
Engels, Lenin ve Stalin, işçi sınıfının durumu üzerine pratik
ve teorik çalışmalarında bir dizi faktörü göz önünde
tutmuşlar ve ele almışlardır. Onlar açısından Önemli olan,
işçi sınıfının durumunu bütün yönleriyle açıklayabilmek ve
sınıf mücadelesini ilerletebilmektir. Bugün bu alanlarda,
özellikle sendikalar tarafından düzenlenen anketler yapılmaktadır.
Örnek olması açısından, Marks tarafından hazırlanan(Nisan
1880) "Revue Socialiste"de 20 Nisan 1880'de özel sayı
olarak yayınlanan anket sorularının bazılarını buraya
aktaralım.
Soru
konuları: Çalışma güvenliği yasaları; işsizlik ve kısa devre
iş; çalışma süresi ; işçilerin geliri; gıda-beslenme; eğitim;
aile durumu; hastalıklar ve ölüm durumu; polisiye durum;
çalışmanın yoğunluğu; ücretler; temizlik, sağlık bakımı
durumu, iş kazası, konut sorunu, işletmenin mülkiyeti; işletmede
teknoloji kullanma durumu; çırakların durumu; ustabaşılar;
yemek, dinlenme saatleri, kaç vardiya çalışıldığı;
cezalandırmanın olup olmadığı; ücret durumu vs. vs. (Bkz. K.
Marks, C. 19. s. 230237).
İşçi
sınıfının durumunu ifade etmek açısından Stalin'in 27 Ağustos
1909'da yayımlanan "Yaklaşan Genel Grev Üzerine"
makalesinde de önemli yaklaşımlar var. Stalin, bu makalesinde
şöyle der:
"Ücret,
doğrudan kesintilerle veya konut parasının, primlerin vs
kesilmesiyle düşürülür. iki vardiya sistemin yerine üç vardiya
sisteminin getirilmesiyle çalışma günü uzatılır, fazla mesai
ve özel çalışma fiilen mecbur kılınır. 'Çalışanların
sayısını sınırlama' anlayışına eski tarzda devam edilir,
işçiler -özellikle sınıf bilinçli olanlar-önemsiz nedenlerden
dolayı, çoğu kez hiçbir neden yokken sokağa atılırlar. 'Kara
listeler' acımasızca kullanılır. 'Daimi' işçi sistemi yerine
'geçici' işçi sistemi getirilir... borç cezaları ve kötü
muamele 'sistemi' her biçimde uygulanır... Kaza yasası, en utanmaz
bir tarzda boşa çıkartılır. Tıbbi yardım asgariye
indirgenir... Sağlık koşulları kötüdür. Okul sistemi aksar.
Halk ocakları yoktur. Akşam kursları yoktur. Konferanslar yoktur.
Sadece işten atmalar ve bir daha işten atmalar vardır. "(C.2,
s. 143),
Şüphesiz,
Marks ve Stalin'in işçi sınıfının durumunu açıklamak için
belirttikleri bu faktörlerin bir kısmı sorun olmaktan çıkmış,
bir kısmı da tarihe karışmış olabilir. Ama her halükarda bu
faktörler şu veya bu şekilde, toplumsal gelişme sürecinde
yeniden ve yeniden karşımıza çıkıyorlar. Kapitalist ve
toplumsal gelişme, işçi sınıfının durumunu ifade eden yeni
faktörler ve yeni olguları da beraberinde getirmiştir. Yoksullaşma
sürecine özgü olan faktörler dönem dönem, öyle ki, ekonomik
devrevilikten ekonomik devreviliğe değişebilirler. Bunun yanı
sıra, dönem dönem bazı faktörler etkilerini görece
kaybederlerken, bazılarının etkisi daha belirgin olarak ön plana
çıkabilir. Burjuvazi, alacağı tedbirlerle bazı faktörleri,
sınıf mücadelesinin konusu olmaktan çıkartabilir. Bunların
hepsi mümkündür. Ücretler, reel olarak dönem dönem artabilir,
iş yasaları, kaza yasaları çıkartılır, işletmede sağlık
sorunlarının çözümü için kararlar alınır. Çalışma
süreleri kısaltılabilir. işçi sınıfının durumunu izah eden
şu veya bu faktör, faktör olmaktan çıkartılabilir. Ama bütün
bunlar, ancak ve ancak kısmi iyileştirmelerdir. Bunun ötesinde bu
yasal tedbirlerden dolayı bu alanlarda gerçekten bir iyileşmenin
olduğu da her zaman savunulamaz. Bu, genel olarak doğru değildir.
Soruna bütün açısından bakmak gerekir. İşçi sınıfının
durumunun iyileşiyor olmasının kıstası, onun durumunu izah eden
şu veya bu faktörün ortadan kaldırılması olamaz, işçi
sınıfının durumu, süreç içinde her bir değişme bazında
kötüleşmektedir. Bugünkü kötüleşmenin bir nedeni, yarın,
neden olmaktan çıkabilir. Ama onun yerini başka bir neden alır.
Tam da bundan dolayı, işçi sınıfının durumundaki değişmeleri
tespit etmek için, onun durumunu izah eden önemli birkaç faktörü
incelemek yeterli değildir. Bu, reformistlerin işidir. Marksizm ise
bize, sorunun bütününü ele almamız gerektiğini öğretiyor.
Marks, Engels, Lenin ve Stalin, işçi sınıfının durumundaki
değişmeleri tam anlamıyla tespit edebilmek için bütün
faktörlerin dikkate alınması gerektiğini öğretiyorlar.
Bu
faktörler; işçi sınıfının yoksullaşma biçimlerinin
çeşitliliği, reformistler ve oportünistler tarafından önemli
bir silah olarak kullanılmaktadır. Oportünist ve reformist
sendikalarda ve partilerde yaygın kullanılan demagoji şöyledir:
Mücadele ile şu hakkımızı elde ettik, mücadele ile bu hakkımızı
da elde edeceğiz. Böylelikle gerçekten elde edilmiş bazı haklar;
işçi sınıfının durumunu o noktada iyileştiren olgular -reel
ücret artışı, sosyal sigorta, sendika kurma hakkı, vs. vs.-ön
plana çıkartılır ve işçi sınıfına 'günlük mücadele,
sendikal mücadele ile hedeflerimize ulaşırız' mesajı verilir.
Bu, aynı zamanda, proletaryayı, kapitalist düzeni yıkma, devrim
yapma amacından uzak tutmanın da mesajıdır.
Oportünizm
ve reformizm, işçi sınıfının durumunun genel kötüleşmesini,
mutlak yoksullaşmayı gizlemek, için tek tek; münferit
iyileştirmeleri ön plana çıkartırlar. Esas olan ise, bütünü
görebilmek, yoksullaşma sürecinin diyalektiğini, çelişkilerini
kavramak ve bunu, sermayeye ve onun uşakları olan oportünistlere
ve reformistlere karşı mücadelede, iktidar için mücadelede önemi
haiz bir silah olarak kullanmaktır. Bu, Marksist Leninist
komünistlerin bir sorunu ve görevidir.
7-Proletaryanın
Görece Yoksullaşması
Marks'ın
tespit ettiği "mutlak yoksullaşma teorisi" kendine
Marksist diyenler tarafından da eleştirilmiş ve reddedilmişti.
Buna bir örnek olarak Bernstein'ı vermiştik. Kautsky de,
Berstein'ı eleştirerek, onun tespit ettiği "görece
yoksullaşma teorisinin doğruluğunu kanıtlamaya çalışmış, ama
mutlak yoksullaşma teorisine hiç girmemişti. Sorunun ne olduğuna
bir daha bakalım ve buradan hareketle de proletaryanın görece
yoksullaşması teorisini ele alalım:
Marks
tarafından geliştirilen mutlak yoksullaşma teorisi, sermaye
birikiminin kaçınılmaz bir sonucudur. Bu teoriye göre işçi
sınıfının durumu sadece kötüleşmez, sürekli mutlak kötüleşmek
zorundadır. Şayet bu anlaşılmıyorsa, bunun sorumlusu ne
Marks'tır ve ne de teorinin kendisidir. Bu durumda demek oluyor ki,
işçi sınıfının durumunun kapitalizm koşullarında neden
sürekli mutlak kötüleşmek zorunda olduğunu; mutlak
yoksullaşmanın, nedenlerini biz anlatamıyoruz. Marks,
proletaryanın görece yoksullaşma teorisini de geliştirmiştir.
Görece yoksullaşma teorisinin kaynağı da sermaye birikimidir. Ve
bu teori, en basitçe, mutlak yoksullaşma teorisinden hareketle
anlatılabilir.
"Proletaryanın
görece yoksullaşması, burjuva toplumda işçi
sınıfının ulusal gelirin toplam miktarındaki payı sürekli
azalırken, sömürücü sınıfların payının sürekli artmasından
ibarettir." (Politik Ekonomi Ders Kitabı, Berlin
1955,8.166/167).
Başka
türlü ifade edersek; görece yoksullaşma teorisine göre,
kapitalistlerin durumuna oranla işçi sınıfının durumu giderek
kötüleşir ve kapitalistler giderek daha çok zenginleşirlerken,
işçiler giderek daha da fakirleşirler. Kapitalist toplumda bir
taraftan zenginlik giderek artarken, diğer taraftan işçilerin
durumu giderek mutlak kötüleşir. Bu durumda, işçilerin durumunun
görece olarak kötüleşmesi doğaldır; sermaye birikiminin bir
sonucudur. Sermaye birikiminin olmazsa olmaz koşulu sömürüdür;
işçilerin sömürüsüdür. Ve kapitalist üretimde, kapitalizm
koşullarında bir tarafta yoksulluk birikmeksizin, diğer tarafta
zenginlik birikmez. Kapitalizmde bir tarafta zenginliğin
birikebilmesi için, yoksulluğun ve sefaletin üretilebilmesi
gerekir. Veya kapitalizmde bir tarafta üretilen yoksulluk, diğer
taraftan biriktirilen zenginlik demektir. Marks'tan aktardığımız
anlayışı hatırlayalım; "öyleyse, bir kutupta
zenginliğin birikimi aynı zamanda karşı kutupta yoksulluğun...
birikimidir".
Buna
göre:
Proletaryanın
mutlak yoksullaşması, birikimin de, zenginliğin de giderek düştüğü
veya değişmeden kaldığı bir toplumda gerçekleşmiyor; kapsamı,
hacmi ne olursa olsun, birikimin kendisi zenginliğin artışının
doğrudan ifadesidir. Öyleyse mutlak yoksullaşma , zenginliğin,
birikimin giderek arttığı bir toplumda gerçekleşiyor. Bu, aynı
zamanda bir kutupta mutlak zenginleşmenin, diğer kutupta mutlak
yoksullaşmanın doğrudan ifadesidir. Bunun, görece yoksullaşma
teorisi açısından anlamı nedir?
Bir
kutupta mutlak zenginleşmenin ve karşı kutupta da mutlak
yoksullaşmanın mantıksal bir sonucu, aynı zamanda bir kutupta
görece zenginlik, karşı kutupta da görece yoksulluk demektir.
Yani kapitalist sınıf sadece mutlak olarak daha da zenginleşmiyor
ve işçi sınıfı da sadece mutlak olarak yoksullaşmıyor. Aynı
zamanda kapitalist sınıf, işçi sınıfına nispeten görece
olarak daha da zenginleşirken, işçi sınıfı da, kapitalist
sınıfa oranla görece olarak daha da fakirleşiyor.
Demek
oluyor ki, proletaryanın görece yoksullaşma teorisi sermaye
birikiminden kaynaklanıyor ve proletaryanın mutlak yoksullaşma
teorisinin mantıksal bir sonucudur.
İşçi
sınıfının görece durumunun ne anlama geldiğini Rosa Luxemburg
şöyle açıklar:
"...Örneğin
bir durumda işçiler, öncesine nazaran daha çok gıda maddelerine,
daha zengin gıdaya, daha iyi giyime sahip olabilir. Ama şayet diğer
sınıfların serveti daha da hızlı artarsa, işçilerin toplumsal
üründeki payı küçülür. Öyleyse mutlak olarak alındığında
işçilerin yaşam standardı yükselebilirken, payları, diğer
sınıflara görece olarak alındığında düşebilir. Ama her
insanın ve her sınıfın yaşam standardı verili zamana ve aynı
toplumun diğer katmanlarına göre ele alındıklarında ancak,
doğru değerlendirilmiş olur. Afrika'da primitif yarı vahşi veya
barbar bir zenci aşiretinin prensi, Almanya'da ortalama bir işçiye
göre düşük bir yaşam standardına, yani daha basit konuta, daha
kötü giyime, ham gıdaya sahiptir. Ama bu prens, aşiretinin
olanaklarına... oranla 'prensçe' yaşarken, Almanya'da fabrika
işçisi, zengin burjuvazinin lüksü ve zamanın ihtiyaçlarıyla
karşılaştırıldığında oldukça fakir yaşamaktadır. Öyleyse,
işçilerin bugünkü toplumdaki konumlarını doğru değerlendirmek
için, sadece mutlak ücretin -yani ücret miktarının-değil,
bilakis görece ücretin de yani işçinin ücretinin, işinin toplam
üründeki payının da incelenmesi gerekir." (Toplu
Eserler, C. 5, S. 757/758, "Ulusal Ekonomiye Giriş".)
Türkiye'de
proletaryanın görece yoksullaşmasını hesaplamak neredeyse
"imkansız. Bu hesabı yapmak için ulusal değeri ve bu değer
içinde değişken sermayeyi hesaplamak gerekiyor, istatistik
verilere (DİE) dayanarak tam sonuç almak olanaksız. Ama soruna
sadece ve sadece imalat sanayi bazında
bakarsak; imalat sanayi değerlerini ulusal gelir olarak alırsak, bu
gelirde işçilerin pay -görece yoksullaşma-1963'te %22,9'dan
1988'de %15,4'e kadar düşer ve 1990'da %21,7'ye çıkar. Buna
karşın kapitalistlerin payı 1963'te %77,1'den 1988'de %84,6'ya
çıkmış ve 1990'da %78,3'e düşmüştür. Salt bu veriler,
Türkiye'de sömürünün ne derece korkunç boyutlarda olduğunu,
Türkiye imalat sanayinde işgücünün resmen talan edildiğini
gösteriyorlar.
Sonuç:
Marksist
yoksullaşma (mutlak ve görece) teorisi, SB'nde sosyalizmin
yıkılmasından; SBKP XX. Kongresi'nden bu yana Marksistler
tarafından geliştirilip güncelleştirilmemiştir. Revizyonist blok
yıkılana kadar modern revizyonistler bu alanda da kelimenin tam
anlamıyla "at oynatmışlardır." Yoksullaşma teorisi,
Marksist-leninist politik ekonominin bir sorunudur. Bu teori,
kapitalizmin genel krizinin güncel koşullarında işçi sınıfının
durumu araştırılarak geliştirilmelidir veya işçi sınıfının
durumunu araştırmada, saptamada bir çıkış noktası olarak
alınmalıdır.
Emperyalist
burjuvazi ve onun kulvarında koşan reformistler, revizyonist blokun
çökmesiyle de hız alarak sosyalizme, Marksizm-Leninizme saldırmaya
devam ediyorlar. Kapitalizmin, burjuva düzenin alternatifsiz
olduğunu, sorunların bu sistem içinde çözüleceğini, işçi
sınıfının durumunun bu sistem içinde iyileşeceğini, vs. lanse
ediyorlar.
Oysa,
durum hiç de anlatıldığı gibi değil. Dünyanın her tarafında
zengin daha da zenginleşirken fakir (işçi sınıfı) daha da
fakirleşiyor. Bir taraftan yüz milyonlarca işsiz, bir milyar
civarında yoksul, diğer taraftan bütün zenginlikleri elinde
toplayan bir avuç, sayıları 100-150 arasında devasa tekeller,
kutuplaşmanın bu boyutlarda olduğu bir süreçte işçi sınıfının
mutlak ve görece yoksullaşmadığını nasıl kanıtlayabiliriz?
Bu, reformistlerin görevi. Marksistlerin görevi ise, bu teori
bazında ele alınan bütün sorunları ulusal ve enternasyonal
alanda sermayeye, kapitalist düzene karşı mücadelenin, burjuva
düzeni yıkma mücadelesinin silahlarına dönüştürmektir.
Sınıf Pusulası, Sayı 2, Mayıs-Haziran 1999.