KÜRESELLEŞME - SERMAYENİN ULUSLARARASILAŞMA SÜRECİ
BURJUVAZİNİN KÜRESELLEŞME ANLAYIŞI
Küreselleşme,
globalleşmeyle eş anlamda ve burjuvazi tarafından kullanılan bir
kav-dır. Bu kavram ile emperyalist burjuvazi, dünya çapında bir
iktisadi, siyasi ve kültürel iç içe geçmişlik durumunu ve bu iç
içe geçme eğiliminin giderek derinleştiğini kastetmektedir,
iktisadi, siyasi ve kültürel alanda görülen bu eğilim, ulusal ve
enternasyonal politikayı etkileyecek ve çeşitli değişimlere
neden olacak boyutlara varmıştır emperyalist burjuvaziye göre. Bu
kavramın merkezi unsuru, ekonomik bağımlılıktır. Bu, oldukça
hızlı gelişen ve gelişme süreci içinde ulusal devletin
geleneksel, kurumlaşmış yapılarını yıkan ve ulusal ve
enternasyonal alanda belli bir uyumluluğu ön plana çıkartan bir
anlayışın ifadesidir. Bu kavramla emperyalist burjuvazi,
insanların nicel ve nitel yeni olan bir çağda yaşadıklarını ve
iktisadi ve sosyal yaşamın giderek büyüyen/artan bir bölümünün
global/küresel süreç tarafından belirlendiğini ifade etmektedir.
Ama
kavramın içeriği ve kullanımı konusunda görüş birliğinin
olduğu söylenemez. Küreselleşme ile ifade edilen gelişmelerin
niceliği ve temposu oldukça farklı değerlendirilmektedir.
Bazıları küreselleşme ile sadece iktisadi değişim süreçlerini
ifade ederlerken, bazıları kavramın merkezine sosyal ve politik
dönüşümleri koyuyorlar. Bunlara göre, anlatılan veya beklenen
değişimler, nitel bir değişime neden olabilecekleri gibi, zaten
var olan değişimlerin enternasyonal alanda bağımlılık sürecinin
kapsamlaşmasına ve derinleşmesine neden olan nicel dönüşümler
de olabilirler. Bazılarına göre küreselleşme, enternasyonal
politikada, ulusal devlet olgusunun önemsizleşmesine paralel olarak
küreselleşmiş toplum olgusunun oluşmasına/kurumsallaşmasına
doğru gelişen bir sürecin ifadesidir. Bir kısım yazara göre de
küreselleşme, zaten var olan entegrasyon ve bağımlılık
ilişkilerinin nicel kapsamlaşma eğilimidir.
Görüyoruz
ki, küreselleşme/globalleşme kavramı ve içeriği üzerine
görüşler oldukça farklı ve sadece belirttiklerimizle sınırlı
değildir. Globalleşme kavramıyla uluslararasılaşma ve çok
uluslaşma kastedildiği gibi, bu kavramların (globalleşme,
uluslararasılaşma ve çok uluslaşma) bir ve aynı içerikte
olamayacakları da ifade edilmektedir.
Bu
kavram ilk defa George Modelski tarafından 1972 yılında
kullanılmış. ve o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun
diğer devletleri kendine bağımlı kılma temelinde genişlemesi
ifade edilmiştir. Ama kavram, özellikle revizyonist blokun
dağılmasından bu yana ve "Yeni Dünya Düzeni"
çerçevesinde yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.
Emperyalist burjuvazi ve ideologları bu kavramı toplumsal yaşamın
her alanında; ekonomiden politik bilime, coğrafyadan sosyoloji
bilimine kadar bütün bilim sektörlerinde moda kavram konumuna
yükseltmişlerdir. Öyle ki, emperyalist burjuvazi bu kavramla
dostluğu, barışı, demokrasiyi vb. ifade edecek kadar ileri
gitmiştir.
Emperyalist
burjuvazinin küreselleşme kavramına sığdırdığı dostluk,
barış, demokrasi vb. demagojilerini bir kenara bırakarak, bu
kavramla ifade edilen diğer içeriklerin veya kavramın kendisinin
hiç de yeni olmadığım görürüz. Burjuva entelektüel
tartışmanın kaçınılmaz kıldığı nüansları (farklı
yorumları) dikkate almazsak bu kavramın esas içeriğinin
kapitalizmin/sermayenin uluslararasılaşma sürecinden başka bir
şey olmadığını görürüz. Kapitalizm/sermaye daha fazla
uluslararasılaşıyor ve buna paralel olarak da burjuva dünya
görüşü, hukuku, felsefesi de daha çok uluslararasılaşıyor.
Teknolojik gelişmeye paralel olarak kapitalizm, dünyayı büyük
olmaktan çıkartıyor ve "global bir köy"e dönüştürüyor.
Yani bütün gelişmelerin bir avuç burjuvazi (emperyalist devlet)
ve tekel tarafından kontrol edildiği bir alan haline getiriliyor,
işte, yeni olmayan da bu gelişme ve bu gelişmeyi ilk gören ve
açıklayanlar da burjuva ideologlar değil marksistlerdi; özellikle
de Marks, Engels, Lenin ve Stalin.
Bilimsel
sosyalizmin kuramcılarının ve dünya proletaryası önderlerinin
bu sorunu ele alışlarını kısaca açıklayalım.
Marksist
Teoride Küreselleşme Kavramı
Daha/'Komünist
Manifesto"da Marks ve Engels, şu tespiti yapıyorlardı.
"Amerika'nın
keşfi, Ümit Burnu'nun dolaşılması yükselen burjuvaziye yepyeni
alanlar açtı. Doğu Hindistan ve Çin pazarları, Amerika'nın
sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle yapılan ticaret, değişim
araçlarının ve genel olarak metaların artması ticarete,
denizciliğe ve sanayiye o güne kadar görülmemiş bir itil im
sağladı...
Büyük
sanayi, Amerika'nın keşfiyle hazırlanan dünya pazarını kurdu.
Dünya pazarı, ticarette, denizcilikte ve kara ulaşımında çok
büyük gelişmeye yol açtı. Bu gelişme de, yeniden sanayinin
yayılmasını sağladı...
Ürünleri
için daima daha da genişleyen bir pazar ihtiyacı burjuvaziyi
yeryüzünün dört bir bucağına salar. Her yerde yuvalanmak, her
yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır
burjuvazi.
Burjuvazi,
dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerdeki üretim ve
tüketime kozmopolit bir nitelik kazandırmıştır. Burjuvazi,
sanayinin üzerinde durduğu ulusal zemini ayaklarının altından
çekip alarak gericileri büyük bir yasa boğmuştur. Nicedir
süregelen bütün ulusal sanayiler yıkılmıştır ya da günden
güne yıkılmaktadır. Bunların yerini, kurulmaları bütün
uluslar için bir ölüm kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler,
artık yerli hammaddeleri değil de en uzak yerlerden getirilen
hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri sadece içinde değil,
aynı zamanda dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler
almaktadır... Eski yerel ve ulusal içe kapanıklığın ve kendi
kendine yeterliliğin yerini çok yönlü ilişkiler ve ulusların
evrensel karşılıklı bağımlılığı almaktadır"
(Marks-Engels, "Manifesto", C.4, s.463-464).
Burada
emperyalist burjuvazinin moda kavramı küreselleşme ile ifade
ettiği bütün önemli olguları görüyoruz.
Marks,
meta üretimini ve gelişmiş meta dolaşımını kapitalist üretimin
tarihi ön koşullan olarak görür. Dünya ticaretini ve dünya
pazarını da sermayenin modern yaşamının başlangıcı olarak
tanımlar. Yani bu süreçleri/olguları; meta üretimini, dünya
ticaretim ve dünya pazarını kapitalist üretimin esas kurucuları,
nedenleri olarak görmez. O, bu gelişmeyi şöyle anlatır:
"Şüphesiz
ki,...16. ve 17. yüzyıllardaki ticaretteki coğrafi
keşiflerle ilerleyen ve tüccar sermayesinin gelişmesini süratle
artıran büyük devrimlerin, feodal üretim biçiminin kapitalist
üretim biçimine geçişini teşvikte esas momentlerden birisini
oluştururlar. Dünya pazarının ani genişlemesi, dolaşımdaki
metaların pek çoklaşması, Avrupalı
uluslararasındaki Asya ürünlerini ve Amerikan hazinelerini
ele geçirme yarışı, sömürge sistemi, üretimin feodal
sınırlarının parçalanmasına önemli katkıda bulunmuşlardır.
Bununla beraber, modern üretim biçimi ilk döneminde, manifaktür
döneminde ortaçağ içinde koşulların gelişmesiyle mümkün
kıldığı yerlerde gelişmiştir" (Marks, Kapital, C.III,
s.345).
O
halde; dünya pazarı kapitalist üretim biçiminin bir sonucudur,
tersi değil. Dünya pazarını oluşturan, kapitalist üretimdir ve
dünya pazarı, kapitalist üretim biçimi açısından bir
zorunluluktur.
Bu
konuda Stalin de şöyle der:
"Kapitalizmin
gelişmesi, daha geçen yüzyılda üretim ve mübadele biçimini
uluslararasılaştırma, ulusal içe dönüklüğü kaldırma,
halkları ekonomik olarak birbirlerine yakınlaştırma ve muazzam
(büyüklükteki) toprakları tedricen birbirine bağımlı bir
bütünde birleştirme eğilimini gösteriyordu. Kapitalizmin devam
eden gelişmesi, dünya pazarının gelişmesi, büyük su
yollarının, demir yollarının inşası, sermaye ihracı vs. bu
eğilimi, çok çeşitli halkları enternasyonal iş bölümü ve çok
yönlü bağımlılıkla birbirlerine bağımlayarak daha da
güçlendiriyordu" (Stalin, C.5, s. 159).
Görüyoruz
ki, emperyalist burjuvazinin moda kavramı küreselleşme ile
açıklanmak istenen hiçbir olgu yeni değildir.
Konumuzun
kapsamını aşacağından ve bir yerde de konumuz dışı olduğundan
dolayı anlatımını ve kanıtlanmasını bir kenara bırakarak şu
tespiti yapıyoruz:
Kapitalist
üretim ve ticaretin gelişme derecesini göz önünde tutarsak
19.yüzyılın ilk yansını, genel anlamda 1800-1825 dönemini dünya
ticareti ve dünya pazarı oluşumunun başlangıç süreci olarak
görebiliriz.
Demek
oluyor ki, emperyalist burjuvazinin '80'li, özellikle de '90'h
yıllarda kendi dünyasını ifade etmek için ürettiği
küreselleşme kavramı, Marksist teori/anlayış açısından
başlangıcını dünya ticaretinin ve pazarının oluşma sürecinde
almaktadır. Yani dünya, dünya ticareti ve dünya pazarı temelinde
1800'lerden bu yana küreselleşmektedir, globalleşmektedir. Bu,
küreselleşmenin ilk aşamasıdır.
Küreselleşmenin
ikinci ve niteliksel olarak nihai aşaması emperyalist dönemi
kapsar. Bu aşamanın diğer adı, dünya ekonomisidir. Kapitalizmin,
emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte dünyanın tekeller ve
emperyalist devletler tarafından paylaşımı, bütün dünyanın
(ülkelerin, ulusların) ekonomik bağlarla birbirine bağlanması
esas itibariyle tamamlanmıştı. Emperyalizm, uluslararası iktisadi
ilişkilerde yeni oluşumları ifade ediyordu. Şüphesiz ki,
kapitalizm değişmemişti. Değişen, uluslararası iktisadi
ilişkilerin kapitalizmin gelişmesinden kaynaklanan nedenlerden
dolayı daha da derinleşmesi, kapsamlaşması ve yeni biçimler
almasıydı.
Kapitalizmin,
emperyalist çağda kazandığı görünümlerin en önemlilerinden
birisi, sermayenin tekelci ve enternasyonal olmasıydı. "Sermaye,
enternasyonal ve tekelci olmuştur." (Lenin)
Lenin,
"Emperyalizm..."yapıtında da şöyle der:
"Kapitalizm,
dünya pazarını çoktan oluşturdu. Sermaye ihracı arttıkça ve
büyük tekelci birliklerin yabancı ülkeler ve sömürgelerle
ilişkileri ve 'etki alanları' her bakımdan genişledikçe, işler
'doğal olarak' bu birlikler arasında, uluslararası bir anlaşmaya
ve uluslararası kartellerin kurulmasına doğru yöneldi.
Bu,
sermaye ve üretimin evrensel yoğunlaşmasıdır, daha
öncekileriyle karşılaştırılamayacak kadar yüksek bir
konsantrasyon" (Lenin, Emperyalizm...C.22, s.250).
Stalin,
bu süreci şöyle anlatır:
"Sömürge
ve bağımlı .ülkelere yoğun sermaye ihracı; bütün yerküreyi
kapsayana kadar sömürge ve 'nüfuz alanları'nın sömürülmesi;
kapitalizmin, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunun bir avuç
'ileri' ülkeler tarafından mali köleciliğin ve sömürgeci
baskının bir dünya sistemine dönüşmesi.
Bütün bunlar, bir taraftan münferit ulusal ekonomileri ve ulusal
toprakları, dünya ekonomisi denen bütünlüklü bir zincirin
halkalarına dönüştürdü ve diğer taraftan da dünya nüfusunu
iki kampa böldü: Geniş sömürge ve bağımlı ülkeleri sömüren
ve ezen bir avuç 'ileri' kapitalist ülkelere ve emperyalist
boyunduruktan kurtulmak için mücadeleye zorlanmış olan sömürge
ve bağımlı ülkelerden oluşan çoğunluğa". (Stalin,
C.6, s.83/84).
Sonuç:
Dünya
ticareti, dünya pazarı ve uluslararası iş bölümü doğuyor ve
kapitalist üretim, bu süreçler/olgular çerçevesinde dünya
hakimiyetini kuruyor. Ama kapitalist üretim o aşamasında kalmıyor,
onun gelişmesi devam ediyor. Kapitalizm, dünya ticaretini ve dünya
pazarını oluşturduğu serbest rekabetçi aşamasından
gelişmesinin nihai aşaması olan emperyalist aşamasına
geçiyor. Ve kapitalizm, emperyalizm aşamasında belli bir sistem
oluşturuyor. Bu sisteme dünya ekonomisi diyoruz.
Demek
oluyor ki;
-
Dünya ticareti ve dünya pazarı kapitalizmin serbest rekabetçi
döneminde oluşuyor. Bu süreç, aynı zamanda küreselleşmenin de
başlangıç aşamasıdır.
-
Dünya ticareti, dünya pazarı ve uluslararası iş bölümü
temelinde yükselen dünya ekonomisi kapitalizmin emperyalist
aşamasında oluşmuştur. Ve kapitalist sistemde bütün dünya
ülkeleri bir bütünselliği ifade eden dünya ekonomisinin, bu
zincirin birer halkası olmuşlardır. Bu süreç, küreselleşmiş
dünya anlamına gelir.
Görüyoruz
ki, emperyalist burjuvazinin ideologlarının ve küçük burjuva
dönek avanakların küreselleşme kavramıyla ifade etmeye
çalıştıkları gelişmelerde nitel bir değişim yok. Emperyalist
burjuvazi, özellikle revizyonist blokun yıkılmasından sonra ve bu
blokun çöküşünü sosyalizmin çöküşü olarak lanse ederek,
dünyanın değiştiğini ifade etmek için küreselleşme kavramına
sarılmıştır. Şüphesiz ki dünya değişmektedir. Ama bu
değişmeler, kapitalist üretim biçimi çerçevesindeki
gelişmelerdir. Bunlar, sistemi inkar eden, onu karakter bakımından
başkalaştıran nitel değişmeler değildir. Tersine sistemi
derinleştiren, kapsamlaştıran ve buna paralel olarak da onun
çelişkilerini keskinleştiren nicel gelişmelerdir. Küreselleşme
kavramı ile ifade- edilen politikanın, ekonominin ve kültürün
küreselleşmesi, emperyalizmden ve kapitalizmin genel krizinin
derinleşmesinden başka neyi ifade ediyorlar? Küreselleşme
rekabeti, sermayenin konsantrasyonu, tekelciliği, sermaye ihracım,
kapitalist üretimin uluslararasılaşmasını, ulusal devlet
olgusunun önemsizleşmesini, bağımlılığı dışlıyor mu?
Hayır, tam tersine kapsıyor, bu ve benzeri süreçlerin ifadesi
oluyor. Bu gelişmelerin hemen hemen hepsini Lenin, özellikle
"Emperyalizm..." eserinde anlatmıyor mu? Anlatıyor. Demek
oluyor ki Lenin, "Kapitalizmin En Son Aşaması Olarak
Emperyalizm" çalışmasında küreselleşmeden, sermayenin
uluslararasılaşmasından başka bir şey anlatmamıştır. Bir
taraftan emperyalist burjuvazi ve ideologları ve diğer taraftan da
küçük burjuva, dönek, hain avanaklar özgür, demokratik,
barışçıl bir dünyanın fotoğrafını çıkartmaya çalışıyorlar.
Böyle bir dünyayı kapitalist sistem ve antikomünizm temelinde
kuruyorlar. Yıllardan beri, en azından bir asırdan bu yana
Marksistlerin bu konudaki tespitlerini dünya işçi sınıfına,
emekçilerine ve Marksistlere karşı kullanmaya çalışıyorlar.
Marksist teorinin bir asırlık tespitini yeniden keşfediyorlar ve
çıkarlarına uygun bir şekilde yorumluyorlar. Şimdi aynı
olguları bir de biz yorumlayalım ve küreselleşmeyi, onu ifade
eden faktörlerini ele alarak açıklayalım.
Küreselleşmenin
İtici Güçleri
Yukarıda
da açıkladığımız gibi küreselleşme, sermayenin
uluslararasılaşmasından; dünya çapında
genişlemesinden/yaygınlaşmasından başka bir şey değildir.
Burada yeni olan bir şey yok ve K. Marks ve F. Engels bundan 151 yıl
önce, "Manifesto"da bu süreci göstermişlerdir. Dünya
ticaretinin gelişmesi, dünya pazarının doğuşu, nihayet dünya
ekonomisinin oluşması ve buna bağlı olarak sermaye ihracının
gelişmesi Marks, Engels, Lenin ve Stalin'in bu konudaki tespitlerini
tamamen doğrulamıştır.
Küreselleşme
konusunda esas ele alınması gereken soru şudur: Bilinen nicel ve
nitel gelişmelerden dolayı küreselleşmenin yeni karakteristik bir
aşamasından bahsedebilir miyiz, bahsedemez miyiz? Döneklerle,
hainlerle, küçük burjuva avanaklarla birlikte emperyalist
ideologlar bu soruya kendi açılarından olumlu bir cevap
veriyorlar. Onlara göre dünya değişmiştir ve globalleşme, yeni
bir dünyanın ifadesidir. Ama Marksistler, özellikle de
coğrafyamızda bu soruyu kendilerine sormamışlardır. (Bkz.
Proleter Doğrultu, Sayı 14, Ocak-Şubat 1998).
Konumuzun
esasına dönelim. Marksist teori açısından sorun şu olmalı:
Sermaye, giderek daha ivmeli ve kapsamlı bir şekilde dünya çapında
örgütleniyor. Sermaye, dünya çapında faal olan bir üretim ağı
örüyor. Sermaye, bütün kendini değerlendirme koşullarında
uluslararası oluyor ve giderek uluslararası sermaye olarak
biçimleniyor. Yani küreselleşmenin, gelişmenin motoru olan
sermaye grupları doğuyorlar. Bu sürecin diğer adı, çok uluslu
veya uluslararası tekellerdir. Esasen bu tekeller, küreselleşme
sürecinin itici gücünü oluşturuyorlar ve giderek de ulusal
sınırlan ve düzenlemeleri yıkarak küresel yönlendirme sistemini
kuruyorlar. Yani Lenin'in "Emperyalizm..." eserinde ele
aldığı bütün süreçleri burada görüyoruz. Şimdi bunları
güncel boyutlarıyla gösterelim.
l-
Küreselleşmenin itici gücü olarak uluslararası tekeller -
Sermayenin
uluslararasılaşma sürecinin gelişmesinde uluslararası veya
çok uluslu tekellerin
rolü
-
Doğrudan Yatırımların Gelişme Seyri
Yabancı
doğrudan yatırımlar son yıllarda devasa boyutlarda bir gelişme
göstermiştir. Örneğin, bu türden yatırımların yıllık hacmi
1985'te 56 milyar dolardan 1990'da 203 milyar dolara çıkarak %
262,5 oranında, yani 3.6 misli artmıştır. 1991/92-94 dünya
ekonomik krizinin etkisiyle bu •yatırımların yıllık hacmi
1991'de 159; 1992'de 173 milyar dolara düşmüş, ama sonraki
yıllarda artmış ve 1996'da 349 milyar dolara ulaşmıştır. Bu,
1985'ten 1996'ya % 523 oranında, yani 6.2 misli ve 1990'dan 1996'ya
da % 72 oranında, yani 1.7 misli bir artışın ifadesidir. Yabancı
yurt dışı yatırımlarının bu denli hızlı gelişmesinde dünya
çapındaki liberalleşme sürecinin ilerlemiş olmasının ve yeni
yatırım ve iktisadi büyüme merkezlerinin doğmuş olmasının
rolü büyük olmuştur.
Yabancı
sermaye yatırımlarının toplam hacmi ise 1980'de 518 milyar
dolardan 1990'da 1.690 ve 1996'da da 3 bin!78 milyar dolara
çıkmıştır. Bu, 1980'den 1990'a %226 oranında, yani 3.2 misli;
1990'dan 1996'ya % 88 oranında, yani 1.9 misli ve 1980'den 1996'ya
da % 513 oranında, yani 6. l misli bir artışı ifade etmektedir.
Bu,
sermayenin görünüşte büyük bir küreselleşmesidir, yani
uluslararasılaşmasıdır. Gerçekte ise sermaye, uluslararasılaşma
süreci içinde bölgeselleşiyor. Bu noktaya aşağıda geleceğiz.
-
Uluslararası tekellerin gelişine seyri
Yabancı
ülkelere yapılan doğrudan yatırımların artışına paralel
olarak çok uluslu tekellerin ve şubelerinin de oluşumu
hızlanmıştır. Merkezi 15 sanayi ülkesinde olan çok uluslu tekel
sayısı 1969'dan 1993'e % 285 oranında artarak 7. 000'den 27. 000'e
çıkmıştır. Yine BM'nin verilerine göre ("World Investment
Report 1997") çok uluslu tekellerin sayısı 44 000 ve bunların
şube sayısı da 280. 000'dir. Bu 280 bin işletmenin toplam cirosu
1993'teki dünya ihracatından yaklaşık % 30 fazlaydı. Dünya
ticaret hacminin üçte birinden fazlası da çok uluslu tekeller
arası ticaret akışından oluşuyordu. Salt bu veriler,
uluslararası (sınır aşın) meta, hizmet, sermaye, teknoloji
transferinde bu tekellerin belirleyici olduklarını gösteriyor.
Japon dış ticaretinin % 40'ı Japon tekellerinin merkeziyle
şubeleri arasındaki ticaret akışından oluşmaktadır. Dolar ve
meta bazında yapılan hesaplamaya göre yurt dışında satılan
Amerikan metalarının % 80'i ihracatı değil, tekel merkezleri ile
şubeleri arasındaki transaksyonu (mali muameleleri)
oluşturmaktadır.
Sadece
çok uluslu tekellerin değil, onların yurt dışındaki şubelerinin
yatırımları da göz ö-nünde tutulursa toplam yurt dışı
yatırımlarının; uluslararası üretimin hacmi 1996 yılı
itibariyle 349 milyar dolardan l ,4 trilyon dolara çıkmaktadır.
En
güçlü çok uluslu tekeller, dünya ekonomisini kontrol ediyorlar.
Mali ve banka kurumları hariç en büyük 100 çok uluslu tekelin
1995'te-ki yurt dışı varlığı 1.7 trilyon dolara varıyordu. Bu,
1993'e göre % 30 oranında bir artış demektir. En büyük 100
uluslararası tekel, bu türden tekellerin ancak % 0,25'ini
oluşturmalarına rağmen, bütün bu türden tekellerin 8,4 trilyon
dolara varan sermaye stokunun beşte birini kontrol ediyor. Bu en
büyük 100 tekelin merkezi, Daewoo Corp. (Güney Kore) ve Petroleos
De Venezuela hariç sanayi ülkelerinde. Bunların arasında 33
Amerikan, 16 Japon, 12 Alman ve İngiliz ve 9. Fransız tekeli var.
-
Firma birleşmeleri ve sermayenin uluslararasılaşma boyutu
Dünya
çapında firma birleşmelerinin ve devralmalarının hacmi 1988'de
112,5 milyar dolardan 1995'te 229,3 milyar dolara çıkıyor, yani %
103,8 oranında artıyor. Aynı dönemde yurt dışı doğrudan
yatırımları da 168,1 milyar dolardan 317,8 milyar dolara çıkıyor.
Yani % 89 oranında artıyor. Doğrudan yurt dışı yatırımlarında
birleşme ve devralmaların payı 1988'de % 66,9'dan 1995'te %
72,2'ye çıkıyor. Her halükarda doğrudan yurt dışı
yatırımlarının üçte ikisi birleşmeler ve devralmalar için
kullanılmaktaydı. Sadece dört emperyalist ülkenin (ABD, Japonya,
Fransa, Almanya ve İngiltere) toplam yurt dışı yatırımlarındaki
payı 1988'de % 67,2 (113 milyar dolar). Bu pay 1995'te % 65,2
oranında gerçekleşiyor (207,4 milyar dolar). Bu dört emperyalist
ülke doğrudan yurt dışı yatırımlarının 1988'de % 64,8'ini ve
1995'te de % 66,6'sını firma birleşmeleri ve devralmalar için
kullanmışlar.
Sadece
1998 yılında gerçekleşeceği açıklanan ve gerçekleşen en
büyük firma birleşmelerinin toplam transaksyon değeri 595,78
milyar dolara varıyordu.
Bu
veriler şunu gösteriyor: Dünya çapında sürdürülen rekabette,
pazar ve üretim alanlarını nüfuz altına alma mücadelesinde
sadece ve sadece çok az sayıda ve üretim ve sektörde hakim
konumda olan dev tekeller var olma şansına sahiptirler. Bunlar,
dünyanın her tarafında var olan ve örgütlenmiş durumda olan
tekellerdir.
2-
Küreselleşmenin ifadesi olarak uluslararası üretim ağı -
Sermayenin
uluslararasılaşmasının doğrudan ifadesi olarak uluslararası üretim
Dünya
'pazarı, kapitalist üretim biçiminin evrensel gelişmesinde çok
önemli bir rol oynar. Belirttiğimiz gibi, daha önce de emperyalizm
öncesinde de dünya pazarı vardı. O dönemin; kapitalizmin serbest
rekabetçi döneminin dünya pazarı uluslararası iş bölümü
formunda ve birbirinden kopuk ulusal ekonomilerin toplamı temelinde
yükselen bir pazardı. Emperyalizm, ulusal ekonomilerin
birbirlerinden tecrit olma durumunu yıkmıştır. Bunun adı, dünya
ekonomisidir. Demek oluyor ki, küreselleşme denince, diğer
şeylerin yanı sıra, üretimin uluslararasılaşmasının yeni bir
süreç olduğunu sananlar fena halde yanılıyorlar. Bu,
kapitalizmin emperyalist/tekelci aşamasına geçmesiyle oluşan bir
süreçtir ve dolayısıyla hiç de yeni değildir. Yeni olan, bu
alandaki üretimin uluslararasılaşmasındaki gelişmelerin büyük
boyutlar almasıdır. Öyleyse değişim nitel değil, niceldir. Yeni
olan, sermayenin dünya çapında özgür hareketini engelleyen
sınırlamaların ortadan kaldırılması, bütün ulusal pazarların
enternasyonal sermayeye açılmasıdır. Oldukça hızlı gelişen bu
sürecin üç özelliği vardır.
a-
Ticaret sermayesi uluslararasılaşıyor ve dünya pazarının
oluşmasına taban teşkil ediyor. Bu süreç, 1800-1825'ten bu yana
devam etmektedir.
b-
Faiz taşıyıcı sermaye, yani kredi; para sermaye
uluslararasılaşıyor ve uluslararasılaşma sermaye akışının
önündeki engellerin yıkılmasıyla, yurt dışı yatırımlarıyla
güçleniyor ve çok uluslu tekellerin transaksyonuyla ve
uluslararası kredi sistemiyle pekiştiriliyor. Yine 19. yüzyılda
başlayan bu süreç, emperyalist çağda oldukça gelişmiştir.
c-
Üretken sermaye uluslararasılaşıyor. Bunda amaç, azami kâr ve
masrafların en düşük seviyeye düşürülmesi. Yani
uluslararasılaşan sermaye, hiçbir sınır tanımıyor ve kendisi
için en uygun koşullar dünyanın hangi bölgesinde ve ülkesindeyse
orada üretime başlıyor. Bu, kapitalist üretim biçiminin; üretken
sermayenin uluslararasılaşmasıdır. Bu süreç, ilk iki noktaya
nazaran; yani dünya ticareti ve dünya pazarının oluşmasına
nazaran nispeten geç başlamıştır. Bu süreç, dünya
ekonomisinin oluşması döneminde gündeme gelmiştir daha ziyade.
Bugün
açısından önemli olan, bu sürecin; üretimin
uluslararasılaşmasının varmış olduğu boyutlardır. O halde
yeni olan, sürecin kendisi değil, sürecin nicel gelişme
boyutlarıdır. Birkaç veriyle bunu gösterelim.
Siemens
tekelinde çalışanların toplam sayısı 1991/92 döneminde 413
bindi. Bunun % 61'i yurt içinde, geriye kalan % 39'u da yurt dışında
istihdam edilmişti. 1996/97 döneminde bu tekelde çalışanların
sayısı 386 bine düşer. Bunun içinde yurt içinde istihdam
edilenlerin payı % 51, yurt dışında istihdam edilenlerin payı da
% 49'du. Yine aynı tekelin 1991/92'deki toplam yatırım miktarı 8
bin 574 milyar dolardı. Bu miktarda içinde yurt içi yatırımlarının
payı % 68'di. Geriye kalan da (% 32) yurt dışında yatırılmıştı.
Tekelin toplam yatırımları 1996/97 döneminde 9 bin 761 milyar
marktı. Bunun % 39'u yurt içinde, geriye kalan % 61'i de yurt
dışında yatırılmıştı. Yani 6-7 sene içinde durum tamamen
yurt dışı lehine değişmiştir. Tabii ki böyle bir gelişme;
üretimin uluslararasılaşması sadece Siemens tekelinde görülmüyor.
Bütün iddialı tekeller, üretimlerini dünya çapında
sürdürüyorlar. Önemli olan, bir ürün/meta nerede en ucuza
üretiliyorsa orada üretim ağının kurulmasıdır. Bu nedenden
dolayı bir tekelin rekabet gücü, ülke (ulusal) içindeki üretim
koşullarına değil, dünya çapındaki üretim koşullarına
bağlıdır. Ve dünya çapında üretim ağını kurabilen bir
tekel, rekabette var olma/güçlü olma fırsatına sahip olmuş
oluyor. Üretimin uluslararasılaşmasının emperyalist ülkeler
açısından hangi boyutlara vardığını şu veriler de gösteriyor.
1993
yılı itibariyle Fransa açısından tekel içi ihracatın toplam
ihracattaki payı %.34'e varıyordu. Bu oran, aynı yıl bazında
Japonya açısından % 25; ABD açısından % 36 ve İsveç açısından
da % 38 oranlarına varıyordu.
En
büyük 100 uluslararası tekelin yatırım amaçlan da üretimin
uluslararasılaşma sürecinin varmış olduğu boyutlan göstermek
açısından önem taşırlar.
1990-1995
döneminde Avrupa'nın en büyük 100 tekelinin toplam yatırımlarında
yurt dışının payı % 59'du. Bu oranın 1996-2000 döneminde %
63'e çıkacağı hesap ediliyor. Kuzey Amerika'nın en büyük 100
tekelinin toplam yatırımlarında yurt dışının payı 19901995
döneminde % 42 idi. Bu oranın 19962000 döneminde % 55'e çıkacağı
tahmin ediliyor. Japonya'nın en büyük 100 tekelinin toplam
yatırımında yurt dışının payı 19901995 döneminde %48 idi. Bu
payın 19962000 döneminde % 63 olacağı sanılıyor.
Üretimin,
üretken sermayenin uluslararasılaşma boyutunu göstermek için
yukarıdaki verilerin yeterli oldukları kanısındayız.
3-
Küreselleşmenin ifadesi olarak mali pazarların gelişmesi-
Spekülasyonun uluslararasılaşma boyutları
Mali
sermaye, sanayi ve ticaret sermayesinin yanı sıra var olan bir
sermaye türüdür. Bu sermayeyi diğerlerinden ayıran, onun sürekli
para formunda sermaye olmasıdır. Şüphesiz, sermaye kendini
değerlendirmek istiyorsa, mutlaka para formundan geçmek zorundadır.
P-M-P: Para-me-ta-daha fazla para. Bankalar, borsalar, sigortalar,
değerli kağıtlar vs. para formundaki sermayeleridir. Mali sermaye,
sadece geçici olarak para formunu alan değil, kendini
değerlendirmek -sermaye olarak var olmak için- sürekli para
formunda kalan ve para aşamasında çoğalan sermayedir.
Kapitalizmin
yasaları nesneldir ve sermayenin hareketi de nesnel yasalara
göredir. Hiçbir güç nesnel yasaların gelişme seyrini
değiştiremez, bu yasaları ortadan kaldıramaz. Ama etkileyebilir.
Hal böyle olmasına rağmen burjuvazi, kapitalizmi ehlileştirmek,
onun hareketine gem vurmak için teoriler üretmiştir. Keynesciler,
sosyal demokratlar, reformistler kapitalizmi, sermayenin hareketini
gemlemek için teori üretenlerin başında gelirler. Ama sermaye
hareketi, kapitalizmin gelişme seyri bunları çürütmüştür. Ama
buna rağmen her kriz döneminde sermaye hareketini kontrol etmek
için tedbirlerin alınması hep gündeme getirilmiştir. Asya-Rusya
krizinden bu yana bolca, sermaye hareketini gemlemek için
tedbirlerden bahsedilmektedir. Yine başarısız kalınmıştır. En
azından kapitalizmin tarihi kadar eski olan sermaye hareketi hep
kendi yasaları doğrultusunda gelişmiştir. Örneğin hiçbir güç
borsa-spekülasyon krizlerini engelleyememiştir. Hiçbir ulusal
devlet, sermayenin para formunda uluslararasılaşmasını
engelleyememiştir. Ulusal devletin tedbirleri, sürecin gelişmesini
en fazlasıyla geciktirmiştir.
Küreselleşme
dendiğinde ilk akla gelen, para formundaki sermayenin dünya
çapındaki hareketidir. Bu sermaye ile kastedilen de spekülasyondur,
borsa işlemleri, hisse senetleri, vb. dir. Mali işlemler, borsa,
spekülasyon en azından kapitalizm kadar eskidir. Bu alanda da yeni
olan bir şey yoktur. Ama şüphesiz ki yenilik vardır. Bu da bu
türden sermayenin almış olduğu boyutlardır. Spekülatif
sermayenin hacmi akıl almaz miktarlara ulaşmaktadır. Örneklersek;
dünya döviz pazarlarındaki günlük ortalama ciro hacmi 1989'da
590 milyar dolardan 1998'de 1.490 milyar dolara çıkarak sadece 9
sene içinde % 152 oranında, yani 2,5 misli artmıştır. Demek
oluyor ki, günümüzde her gün ortalama 1500 milyar dolar tutarında
bir sermaye jet hızıyla yerküreyi dolaşıyor ve nerede en fazla
kâr elde edeceğine inanıyorsa orada konaklıyor.
Bu
türden sermaye hareketinde, bu türden sermayenin
uluslararasılaşmasında mutlaka yeni bir şey aranıyorsa, bu
yenilik neoliberalizmdir. Emperyalizm geri kalmış ülkelere
dayattığı neoliberal politikalarla bu ülkelerde ulusal hiçbir
alan bırakmamaktadır. Emperyalizm, sermaye hareketini kısıtlayan,
yavaşlatan bütün engelleri yıkmakta ve onun en özgür bir
şekilde hareketini sağlamaktadır, işte, yeni olan da sadece ve
sadece budur. Sermaye hareketinin önündeki engeller yıkıldığı
içindir ki, bu türden sermayenin uluslararasılaşması
(globalleşmesi) örneğin bu yüzyılın başındaki hareketiyle
karşılaştırılamayacak derecede hızlı gerçekleşmektedir.
Aynı
hızlı bir uluslararasılaşmayı banka sermayesinde de görüyoruz.
Aynen çok uluslu tekellerde olduğu gibi banka sektöründe de
rekabet gücüne sahip olmak için banka birleşmeleri baş döndürücü
bir hızla gelişiyor ve bunların sermaye hacmi akıl almaz
boyutlara varıyor. Banka sermayesinde konsantrasyon ve mali
sermayenin uluslararasılaşma eğilimini Lenin "Emperyalizm..."
eserinde ele almış ve açıklamıştı. Lenin'in bu çalışmasında
saptadığı gelişme ile bugünkü gelişme arasında nitel bir fark
yoktur, ama oldukça büyük bir nicel gelişme farkı vardır.
Benzeri
bir gelişmeyi sigorta şirketlerinde de görüyoruz.
Toparlarsak:
Çağımız
değişmemiştir ve emperyalist burjuvazinin küreselleşme
kavramıyla açıklamaya çalıştığı gelişmeler Leninist
emperyalizm analizinin doğrulanmasından başka bir anlam taşımaz.
Üretimin
konsantrasyonu ve tekellerin oluşması ve kapitalist ekonomide
oynadıkları rol yeni değil. Bankalar ve rolleri yeni değil. Mali
sermayenin oluşması ve kapitalist ekonomideki rolü yeni değil.
Sermaye ihracı yeni değil. Dünyanın tekeller tarafından
paylaşılması yeni başlamadı. Dünyanın güçlü devletler
tarafından paylaşılması da keza yeni bir olgu değil. Bütün bu
süreçleri, Leninist emperyalizm analizinde görmekteyiz.
Şimdi
sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasını ve sonuçlarını
gösteren gelişmelerin ifadesi olan bazı sonuçlan tez formunda
tespit edelim.
-
Yüzyılın başına nazaran sonunda, yani 100 sene içinde
sermayenin uluslararasılaşması devasa boyutlarda gelişmiş ve
kapitalizmin emperyalist aşamasına girişiyle veya bu yeni aşamanın
ifadesi olarak oluşan dünya ekonomisi gelişmiş bir sistem
olmuştur. Günümüzde uluslararası kapitalizm, yüzyılın başında
uçlanmaya başlayan çok uluslu tekellerden oluşan bir kapitalizm
olmaktan çıkarak, bütün alanlarında uluslararası olan bir
sisteme dönüşmüştür. Bugün araştırma, geliştirme, üretim,
satışın örgütlenmesi, haberleşme (komünikasyon), sermaye
hareketi uluslararasıdır. Bu sürecin taşıyıcısı da çok
uluslu tekellerdir. Bu tekellerin sayısı yüzyılın başında
birkaç iken, bugün 40 bine çıkmıştır. Bu tekeller küresel
hareket etme yeteneğine sahip olmak için doğmuşlardı, yüzyılın
başında. Şimdi ise bu olanaklarını özgürce kullanıyorlar.
-
Yüzyılın başında oluşan dünya ekonomisinin bütün dünyayı
etkileme gücü sınırlıydı. Bu sınırlı oluş, gelişmenin
diyalektiğinde aranmalıdır. Bunun ötesinde Ekim Devrimi ile
dünyanın altıda biri kapitalist sistemden kopmuştu. Yüzyılın
sonuna gelindiğinde, ve böylece "pazar ekonomisi" tam
anlamıyla "dünya pazar ekonomisi"ne dönüşmüş ve
birkaç emperyalist ülkenin nüfuzu altında da olsa sermaye
dünyanın en ücra köşelerine girmiştir.
-
Uluslararası tekeller, küresel hareket ediyorlar, küresel
düşünüyorlar, üretiyorlar ve dağıtıyorlar. Ama her bir
uluslararası tekelin, ne denli çok uluslu olursa olsun, üs, çıkış
noktası olarak kullandığı bir ulusal devlet var. Yani sermayenin
mülkiyet biçiminde ulusal olgu belirleyici oluyor. Her bir devlet,
kendi "ulusal" tekelini siyasi ve sermayesel olarak
destekliyor, onun uluslararası rekabet gücünü artırmak için yol
açıyor. Aksi takdirde, Amerikan, Alman, Japon vb. çok uluslu
tekellerinden bahsedilemez.
-
Sermayenin, üretimin ve pazarın küreselleşmesine; kapitalist
üretimin uluslararasılaşmasına paralel olarak bütün kapitalizme
özgü çeliş-keler de küresel boyutlar almaktadır.
-
Rekabet, sermaye konsantrasyonu, modern teknoloji sonuç itibariyle
kronik kitlesel işsizliğe neden olmuştur. Daha ucuza ve daha fazla
üretmek için giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak,
kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak yasa
olmuştur. Öyle ki -yapılan hesaplamalara göre- 21. yüzyılda
çalışabilir nüfusun beşte birinin çalışması tekellerin azami
kârı için yeterli olabilecek. Ama kapitalizmin işsizliğin
boyutlarını bu denli genişletip genişletemeyeceği siyasi
bakımdan soru götürür. Marks, Kapital'de şu tespiti yapıyordu:
"Üretici güçlerin, işçilerin sayısını mutlak azaltan
bir gelişmesi, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa
zamanda üretmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük
kısmını işsiz bıraktığı için, devrime neden olabilir"
(K. Marks, Kapital, C.III, s.275,).
Uluslararasılaşan
kapitalizmin gelişme yönü böyle. Ama o zamana kadar bu sömürü
sistemi devrimlerle yıkılmazsa, kapitalizm işçilerin, işsizlikten
dolayı devrime yönelmelerini engellemenin yollarını arayacaktır.
-
Emperyalist burjuvazi ve ideologları sürekli, globalleşmeden ve
bunun sonucu olarak dünyanın bir "global köy"e
dönüşmesinden bahsediyorlar. Bu doğrudur. Ama dünya aynı
zamanda bölgeselleşmektedir. Dünya çapında sermaye ve ticaret
akışına, pazar kapasitesine baktığımızda iki süreç
görmekteyiz: Dünya horizantal (genişliğine) olarak globalleşiyor
ama vartikal (derinliğine) olarak bölgeselleşiyor. Küreselleşen
dünyanın bölgeselleşme, sürecini üç merkez ifade ediyor,
a-NAFTA (ABD, Kanada ve Meksika), b-AB ve c- Pasifik alanı (Japonya
ve "Asya Kaplanları" denen ülkeler (Yeni Zelanda ve
Avustralya). Dünya çapında nüfuz sahibi olan hemen hemen bütün
tekellerin merkezi bu üç bölgededir. Dünya üretiminin büyük
bir kısmı (beşte dördü) bu bölgelerde sağlanıyor. Dünya
ticaretinde de bu bölgelerin payı oldukça yüksek. Yurt dışı
yatırımları ve genel olarak sermaye hareketi de bu bölgelere
yönelik. Demek oluyor ki, dünya yüzeysel olarak globalleşirken,
bu bölgeler vartikal olarak/derinlemesine bölgeselleşmiş oluyor.
Aslında bunda yadırganacak bir durum yok. Yadırganması gereken
anlayış, sürekli küreselleşmekten bahsedilirken, dünyanın üç
bölge bazında bölgeselleşmiş olmasının gözardı edilmesidir.
Oysa bölgeselleşme, emperyalistler arası rekabette hakimiyet
alanının ifadesidir. Bölgeselleşme, dünyanın yeniden
paylaşılmasını talep eden güçlerin hakimiyet/çıkış
alanıdır. Gelişmenin bu yönü görülmeksizin globalleşmekten
bahsetmek, globalleşmeyi burjuva anlamda yorumlamak anlamına gelir.
Emperyalist burjuvaziye göre dünya ne denli global olursa, o denli
dostluk, barış, refah artar, demokrasi uygulanır! Demirel de böyle
konuşuyor. Ama dünya globalleşmesine rağmen, dostluk, barış
sağlanmıyor, "refah" ve "demokrasi" söz konusu
üç bölgede görülüyor. Dünyanın geriye kalan kısmında global
sefalet, açlık ve baskı hakim.
Rekabetten
dolayı, belli başlı emperyalist güçler arasında bölgeselleşme
eğilimi esas eğilimdir. Sadece ABD, Japonya ve Almanya'nın dünya
üretimindeki payı % 48.4, dünya nüfusundaki payı da % 8.4
(1991). Buna bölgeselleşme mi, yoksa küreselleşme mi denir?
Yüzde
yüz tam globalleşme sermaye hareketinin diyalektiğine aykırıdır.
Dünya bir noktaya kadar küreselleşir. O nokta ise dünyanın
yeniden paylaşılması için emperyalistler arası savaşın
başladığı noktadır. Ama emperyalist burjuvazi globalleşmeyi
böyle anlatmıyor. Emperyalist burjuvaziye göre globalleşme,
geneldir, rekabetten bağımsızdır. Doğrudur. Ama genel
globalleşme sürecini açtığımızda, bu genelin içinde
emperyalist ülkelerin, çok uluslu tekellerin dünya hakimiyeti için
acımasız bir rekabetini görürüz. Öyleyse; her bir emperyalist
ülke kendisi için geçerli olan bir globalleşmeden yana. Bu da
rekabet, savaş ve bölgeselleşme demektir. I. Emperyalist Paylaşım
Savaşı'ndan önce dünya yeteri kadar globalleştiği için
emperyalist savaş çıktı. Aynı dünya H. Emperyalist Paylaşım
Savaşı'ndan önce de yeteri kadar globalleşmişti ve yeniden
paylaşılması için emperyalist savaş çıktı. Aynı süreç
şimdi de işliyor. Buradan çıkartmamız gereken sonuç şudur:
Küreselleşme, emperyalist güçler arasında rekabetin şiddetle
sürdürülmesi anlamına gelirken, bölgeselleşme, önde gelen
emperyalist güçlerin bu küreselleşme süreci içinde
hakimiyetlerini sağladıkları alanın ifadesidir.
-Neoliberalizm,
küreselleşmenin; sermayenin uluslararasılaşmasının bugünkü
boyutuna tekabül eden siyasi ifadedir. Neoliberalizm, uluslararası
tekellerin çıkarlarım, sermayenin dünya çapında engelsiz
dolaşımını, pazarların tamamen açılması önündeki ulusal
engellerin yıkılmasını ifade eder. Aynı zamanda neoliberalizm,
emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde işgücünün ve
yeraltı kaynaklarının; bütün ulusal zenginliklerin talan
edilmesi anlamına gelir. Yeni sömürge sistemi olmaksızın
emperyalizm var olamaz. Bundan dolayıdır ki emperyalizm, sermayenin
o andaki uluslararasılaşma derecesine tekabül eden politika ve
kurumlarla yeni sömürge ve bağımlı ülkeleri talan eder. Bu
politikanın adı neoliberalizmdir ve uygulayıcı kurumlar ise
esasen IMF ve Dünya Bankasıdır. Her bir bağımlı ülke,
uluslararasılaşan sermayenin çıkarlarına göre yeniden
yapılanmalıdır. Ancak, yeniden yapılanmayı gerçekleştiren yeni
sömürge ülkeler kredi alabilirler. Özellikle bu iki kurum,
yeniden yapılanma için her bir yeni sömürge ülkenin koşullarına
uygun düşen programlar hazırlarlar. Bu programların esası,.
özelleştirmeden, sınıf mücadelesini ezmekten, ücretleri düşük
tutmaktan ve bütün ulusal zenginlikleri emperyalist sermayenin
hizmetine sunmaktan ibarettir.
Küreselleşme,
sermayenin uluslararasılaşması süreci ne denli ilerlemişse, yeni
sömürge bağımlı ülkelerde de ulusal pazarlar emperyalist
sermayeye o denli açılmıştır. Bu sürecin başlangıcında veya
bir kaç on sene öncesine kadar bir çok ülke -bunlardan birisi de
Türkiye'dir- birtakım yasal tedbirlerle iç pazarı, ulusal
zenginlikleri bir yere kadar koruyabiliyorlardı. Bugün artık bu
olanak ortadan kalkmıştır. Hiçbir bağımlı ülke, ulusal pazarı
ve zenginlikleri, emperyalist sermaye karşısında yasal tedbirlerle
koruyarak var olamaz.
Demek
oluyor ki, neoliberalizm aynı zamanda bütün zenginlikler az
sayıdaki ülkelerde toplanırken, dünyanın büyük bir kısmının
sefalet ve yoksulluğa mahkum edilmesi anlamına geliyor.
Küreselleşme ne denli boyutlanırsa refah ve sefalet arasındaki
fark da o denli açılıyor.
-
Küreselleşme sosyal hakların rafa kaldırılması, ücretlerin
düşürülmesi ve dolayısıyla sömürünün yoğunlaştırılması
demektir. Rakipleri karşısında güçlü olmak ve pazar paylarını
yükseltmek için uluslararası tekeller, sömürüyü yoğunlaştırma
sistemleri geliştirmişlerdir. Taylorizm, Fordizm, Tpyatizm derken
şimdi sıra esnek üretim sistemindedir. Önemli olan en kaliteli,
en ucuz ve en hızlı bir şekilde üretmektir. Bunun için esas
olan, ücretleri düşük tutmak, nakil masraflarını ortadan
kaldırmak veya azaltmak, sendikaları gemlemek, bu mümkün değilse
baskıyla, tehditle yola getirmek. Bütün bunları, rafine bir
tarzda emperyalist ülkelerde, kaba bir tarzda da bağımlı
ülkelerde yaşıyoruz/görüyoruz.
Küreselleşmenin
varmış olduğu boyut, işgücünün talan derecesini gösterir
-
Küreselleşmenin varmış olduğu boyut, uluslararası işbölümü
derecesinin ne denli kapsamlaşmış olduğunu da gösterir. Yüzyılın
başında veya dünya ticareti ve pazarının oluşmasından bu yana
uluslararası iş bölümü belli süreçlerden oluşuyordu: Gelişmiş
ülkeler, diğerlerine sanayi ürünlerini satıyorlar ve onlardan
hammadde vs. alıyorlardı. Bu süreç bugün de işliyor, ama
uluslararası iş bölümünün esasını oluşturmuyor artık. Şimdi
bağımlı ülkeler, gelişmiş ülkelere hammadde satmalarının
ötesinde ucuz üretim (işgücü) kapasitesi rolünü de
üstlendiler. Bunun ötesinde gelişmiş ülkelerin sanayi atıkları,
eski teknolojileri için depo oldular.
Küreselleşme,
emperyalist ülkelerin geri kalmış ülkelerin sırtından
geçinmelerinin kapsamlaşmış olduğunun da ifadesidir.
-
Yazımızın mantığından da anlaşıldığı gibi küreselleşme,
yeni bir düzenin, yeni nitel gelişmelerin değil, Leninist
emperyalizm analizinin tespit ettiği nitel ve nicel gelişmelerin
varmış olduğu boyutları ifade ediyor. Ama buna rağmen önemli
değişme ve gelişme yok mu diye sorulabilir. Var. 100 yıllık
emperyalist çağda kapitalist gelişme çok önemli yeni
gelişmelerde göstermiştir. Örneğin II. Emperyalist Paylaşım
Savaşı sonrasında gerekli olduğu için bir IMF, bir Dünya
Bankası ve başka emperyalist kurumlar doğmuştur. Bunlar,
emperyalist sermayenin, mali sermayenin çıkarlarını dünya
çapında gözetleyen ve ona göre tedbirler alan kurumlardır. Bunun
ötesinde küreselleşme ve rekabet o denli gelişmiştir ki, artık
bu kurumlar da gerçek anlamıyla yetersiz kalmışlar ve
uluslararası tekeller bir "global ana-yasa"ya ihtiyaç
duymuşlardır: MAI ("Multilateral Agreement on Investment").
MAI'ın
görevi nedir? Bu şöyle açıklanıyor. MAI, uluslararası
yatırımcılar ve yatırımları korumak ve yatırım sistemini
liberalleştirmek için hükümetlerin anlaşmasıdır. Bu
formülasyonu Türkçeleştirirsek: MAI, yabancı sermayeye,
uluslararası tekellere, bağımlı ülkeleri sömürmek, talan etmek
için sınırsız hak tanıyor. MAI, güçlü olanın elinde sınırsız
hak, zayıf olan için de sınırsız yükümlülük demektir.
Bu
"anayasa" tepkilerden ve emperyalistlerin anlaşamamasından
(ABD-Fransa) dolayı şimdilik taslak olarak kaldı ve rafa
kaldırıldı. Ama ilk fırsatta yeniden gündeme getirileceğinden
kimsenin şüphesi olmasın. Rafa kaldırılmış olsa da MAI, yeni
bir yapılanmadır. Emperyalist ülkeler, çok uluslu tekeller, kendi
aralarında şimdiye kadar sayısız anlaşma yapmışlardır. Ama o
anlaşmaların hiçbirisi MAI kapsamlı/amaçlı ve karakterli
olmamıştır, uluslararası tekeller, dünyayı kendi çıkarlarım
ifade eden bir "anayasa" kurallarına göre talan edecek
derecede güçlenmişlerdir.
Emperyalist
burjuvazi, ideologları ve küçük burjuva avanaklar, hainler ve
dönekler küreselleşmenin nimetlerinden, yeni dünya düzeninden,
demokrasiden, proletaryanın yok olmasından, sosyalizmin ütopya
olmasından bahsedebilirler. Antikomünizm ve burjuva düzeni
kutsamak onların görevidir. Bu, iki dünya, iki ideoloji arasındaki
mücadelenin gereğidir ve yeni değildir. Marksizm, oluştuğundan
beri bu mücadele de vardır. Tarih, hep Marksistleri haklı
çıkartmıştır. Toplumsal ve ekonomik gelişmeyi doğru analiz
edenler ve ona göre politika belirleyip yola koyulanlar hep
komünistler olmuştur. Ve bugün, çağımızın değişmediğini,
sosyalizmin değil, revizyonizmin yıkıldığını/yok olduğunu,
işçi sınıfının var olduğunu ve sınıfsız topluma giden
sürecin motoru olduğunu bizim bilmemiz yetmiyor. Bunu yığınlara
anlatmak ve kavratmak güncel bir görevdir. Küreselleşme kavramı
kullanılırken sorunun bu yönü unutulmamalıdır.
Sınıf Pusulası, Sayı 2, Mayıs-Haziran 1999.