TÜRKİYE
EKONOMİSİ, EKONOMİK PAKET VE TAHKİM
Burjuva
partilerin, medyanın ve sermaye kuruluşlarının (buna IMF, Dünya
Bankası vb. gibi uluslararası olanlar da dahil) ve de emperyalist
ülkelerin Türkiye ekonomisi üzerine yaptıkları değerlendirmeleri
-ister alt alta koyarak, isterse de yan yana koyarak-
karşılaştırdığımızda, ancak, bir şeylerin ifade edildiğini,
ama somut hiçbir şeyin ifade edilmediğini anlıyoruz. Aşağıda
da ele alacağımız gibi, kimilerine göre, ekonomi az kalsın
batıyordu, çöküşün, uçurumun eşiğine gelinmişti; kimilerine
göre durum hiç de öyle değildi ve bazıları da işlerin yolunda
olduğu anlayışındaydı. Dış dünya, emperyalist ülkeler ve
mali kurumlar ise öyle pek karamsar gözükmüyorlar. Devrimci
basında ise son dönemde hızı biraz kesilmiş olma sına rağmen
en derin kriz ve çöken ekonomi edebiyatı yapılıyor.
Yapılan
bütün değerlendirmeler, sorunun şu veya bu yönünü ele alıyor
olsalar da, yanlış. Yanlış; çünkü, ağaçtan ormanı görmeyen
bir değerlendirme yapılıyor. Bir şeyler anlatılıyor, ama
sorunun esası yanlış ele alınıyor. Az kalsın batıyorsunuz,
uçurumun kenarına gelinmiş! Devrimci basında da bunun adı en
derin kriz! Soru şu; madem ki, durum bu denli vahim, o halde Dünya
Bankası, IMF, niçin kredi veriyor? Türkiye’nin kredi notu niçin
düşürülmüyor? Madem ki bu denli durum vahim, o halde, örneğin
Türkiye’nin stratejik kıymetini bilen ABD, neden bu önemli
mevzisini kurtarmak için on milyarlarca dolar tutarında bir sermaye
transferi yapmıyor, başka ülkelerde yaptığı gibi? Bu sorular
çoğaltılabilir. Ama her halükarda ortada bir “sakatlık” var.
Buna açıklık getirmek için önce bir durum tespiti yapmak
gerekiyor.
1
- Türk Ekonomisinin Son Durumu
Burjuvazi;
sınıf olarak bir bütünü ifade eder. Ama bu bütün, ekonomik
çıkar bakımından kendi arasında tabakalara ayrılır.
Burjuvazinin her bir tabakası/kesimi kendi çıkarlarını ifade
eden bir hükümeti işbaşına getirmek için çalışır.
Hükümetin, en azından kendi çıkarlarını da ifade eden
tedbirler ve kararlar almasını sağlamaya çalışır. Bu nedenden
dolayı da bizimkiler siyaha beyaz ve beyaza da siyah demekten
çekinmez. Medya onların hizmetindedir. Türk medyasına
baktığımızda bunu açıkça görüyoruz. Sanki dünya batıyor.
56. Hükümet’in de Başbakanı olan Ecevit, IMF ile yürütülen
görüşmelerin içeriğini bildiğinden, bugün son şekli verilmiş
olan ekonomik paketi kamuoyuna kabul ettirmek için dönem dönem “az
kalsın çöküyorduk” ve dönem dönem de “sorunlarımız var,
ama aşacağız” edebiyatı yaptı. Duruma göre nabza şerbet
verdi. Şimdiki koalisyon hükümeti de aynı taktiği uyguladı: Ya
bu paket kabul edilir ya da çökeriz/batarız! Bu mesaj öncelikle
işçi sınıfına ve bütün halka veriliyordu.
Sanayiciler
de, TÜSİAD’a aynı doğrultuda yaygara kopartıyordu.
Yaman
Törüner’e göre ekonomi daha Mayıs ayında “krizi
atlatıyor”du. (Hürriyet, 5 Mayıs, 1999). Bu bayın verilerine
göre “29 Nisan itibarıyla ekonominin genel gidişi kötü
görünmüyor”. Gerçekten de öyle veriler sıralamış ki, onlara
bakarak ekonominin krizde olduğunu hiç kimse savunamaz. Veriler
doğru. Ama ekonominin krizde olup olmadığını saptamaya yetmez.
Osman
Ulagay’a göre, ekonomi çöküşün eşiğine gelmiş (Milliyet, 1
Nisan 1999). Bu bayın derdi de işçilere verilen ücretlerin daha
da düşürülmesi, her şeyin özel sektöre devredilmesi.
Burada
tek tek ele almamıza gerek yok. Hükümetin paketi hazırladığı
dönemde ve açıkladıktan sonra başta TÜSİAD olmak üzere diğer
sermaye kuruluşlarının yaptıkları açıklamalar biliniyor.
Pakette kendini görenler, geleceğe iyimser bakarken, kendini
göremeyenler çöküş edebiyatını devam ettiriyorlar.
Bütün
bunlar olurken, bir de bakıyorsunuz “çatlak sesler” çıkıyor,
olacak iş değil!
Türkiye
sanayiinde otomotiv sektörü motor güce sahiptir. Ne gariptir ki
burjuvazinin bir kesimi özellikle rantçılar ekonomiyi çökertmeye
devam ederken, otomotiv sanayi sektöründe ihracat son yedi ayda
%47.1 oranında artmış.
Burjuva
basında çıkan haberlere göre, “Dünya Bankası zor durumdaki
Türk ihracatçısına kredi desteği veriyor”. Toplam 407 milyon
dolar. IMF ise kredi musluklarını açıyor. Dünyanın önde gelen
kredi derecelendirme kuruluşlarından standard and poors’s (S+P),
Türkiye’nin ‘B’ olan kredi notunu değiştirmediğini ve
sonbaharda bu notu yükseltebileceğini açıkladı. Bankalar,
kârlarına kâr katıyorlar ve borç batağında olan Türkiye Kömür
İşletmeleri Kurumu, 1998’de 60 trilyon lira kâr ediyor.
Koç’a
göre, piyasalar Eylül’den sonra düzelecekmiş ve TOBB’ye göre
de hükümete zaman tanınması gerekiyormuş ve Net Holding’in en
büyük hissedarı Besim Tibuk da “ekonomide kriz var diyen yalan
söylüyor” anlayışında. (Hürriyet, 5 Ağustos, 1999)
Bu
türden, ekonominin seyrini olumlu ve olumsuz değerlendiren
açıklamaları çoğaltabiliriz. Ama bu bizi sonuca götürmez.
Bilim
olarak istatistiğin de kendine özgü araştırma konusu ve yöntemi
vardır. Tabii biz burjuvaziden istatistik bilimini Marksistlerin
anladıkları gibi anlamalarını talep edemeyiz ve dolayısıyla
Marksist teoriye göre istatistik yöntemini kullanmalarını
bekleyemeyiz. Bir bütün olarak burjuvazi ve onun her bir bölümü
ekonomiyi “düzeltmek” için siyasi söylemi, işçi sınıfı ve
emekçi yığınlara karşı bir silah olarak kullanıyor. Burjuvazi,
hiç kimse bir şey anlamasın, toplumun üzerine bir karamsarlık
düşsün ve benim tespitlerimi yegane kurtuluş olarak görsün
diye, habire kıyamet günü tellallığı yapıyor. Türkiye’de
olan budur.
Ekonominin
gelişme seyrini gerçek durumundan farklı göstermenin bir yolu
daha var. İstatistik verileri yorumlamasını bilenler, bu yöntemi
de bilirler: Bir ekonominin durumunu ve gelişmesini olumlu göstermek
istiyorsan, ele alınan değerlerin en düşük olduğu yılı baz
yılı olarak alırsın ve çok büyük oranlara ulaşırsın.
Örneğin, 1994 yılına göre 1999’da otomobil üretimi %20 artmış
diyebilirsin. Her sektör, her üretim dalı için uygun baz yılları
seçilerek ekonominin şimdiki durumunun çok iyi olduğu
gösterilebilir. Stalin, burjuvazinin gerçekleri gizlemek için bu
yönteme başvurduğunu yazar. Bu yöntem, ekonominin durumunu
tamamen kötü göstermek, batışı ve çöküntüyü ispatlamak
için de kullanılabilir. Yani şu veya bu sektörde üretimin en
yüksek olduğu yıl, baz yılı alınır ve karşılaştırma
yapılır. Sonuç mutlaka mutlak küçülmeyi ifade edeceği için en
derin kriz, batış ve çöküş kanıtlanmış olur!
Coğrafyamızda
aklı başında olan hiç kimse, Türk ekonomisinin durumunun “iyi”
olduğunu, kriz içinde olmadığını savunamaz. Aşağıda ele
alacağımız gibi, paketin içeriği emperyalizme bağımlılığın
ifadesidir. Ekonominin durumu, özellikle yapısal sorunlarından
dolayı “berbat”tır. Ekonomi bir kriz içindedir. Ama bu iddia
edildiği gibi, kendi koşulları içinde patlak veren bir fazla
üretim krizi değil, bir ara krizdir. Ara krizden anlaşılması
gerekeni şöyle özetleyebiliriz: Ara kriz, kapitalist ekonomide
yasal bir gelişmenin ifadesi değildir. Bazı koşulların
bir araya gelmesinden dolayı iki fazla üretim krizi arasında
patlak veren ve tali özellik taşıyan krize ara kriz denir. Ara
kriz, ekonominin; reel üretimin periyodik hareketini böler ve
etkisi, “normal” fazla üretim krizine göre daha azdır ve
süresi de kısadır. Bundan dolayı da ekonominin her bir devrevi
hareketin de mutlaka görülmez. Bilindiği gibi, ekonominin devrevi
hareketi farklı aşamalarda oluşur; durgunluk, canlanma, yükseliş
ve kriz. Ekonomik devrevilik, bu dört aşamanın toplamından
oluşur. Ama günümüz kapitalizminde bu klasik devrevilik deforme
olmuş ve yükseliş aşaması yerini inişli-çıkışlı bir
durgunluk aşamasına bırakmıştır. Kriz, devrevi hareketin en
önemli aşamasını oluşturur. Kriz aşamasının gücü, yani
krizin etkisi, devreviliğin gelişme seyrini belirler. Ara krizin
ise, bütün bu gelişmelerle ilgisi yoktur. Çünkü, ara kriz
belirttiğimiz gibi, kapitalizmde belli bir yasallığın, fazla
üretim krizinde olduğu gibi bir yasallığın ifadesi değildir.
Ara kriz, olağanüstü dengesiz bir gelişmeden dolayı patlak
verebilir ve patlak verdikten sonra da, esas krize neden olan
çelişkileri, en fazlasıyla, kısmen çözer ve ekonominin yeni bir
devrevi hareketine çıkış noktasını oluşturmaz.
Türkiye
ekonomisinin gelişme seyri de bütün bu anlattıklarımızı
doğrulamıştır. Sınıf Pusulasının 2. sayısında
(Mayıs-Haziran 1999) “Türkiye Ekonomisi ve Ekonomik Kriz”
yazısında mevcut krizin karakterini, ekonominin genel durumunu ve
kriz olgusuna farklı yaklaşımları ele almıştık. Küçük
burjuva çevreler, yayın organlarının her sayısında krizi biraz
daha derinleştirirlerken, biz bunu şiddeti kırılmış bir ara
kriz olarak açıklamıştık. Hükümetin ekonomik paketinin kapsam
ve derinliği de böyle bir krizin sorunlarını çözmeye
yöneliktir.
Hükümetin
ekonomik paketine geçmeden önce bir noktaya daha açıklık
getirelim. Ara kriz de bir krizdir. O da bir fazla üretim krizidir.
Yalnız “normal” patlak veren fazla üretim krizinin tabi olduğu
yasallıktan dolayı patlak vermiyor. Aradaki fark bu. Ara kriz
tespiti, ne ekonominin içinde bulunduğu vahim durumu hafifletiyor,
ne de kriz olgusunu reddediyor. Ve ya da derinleşen kriz demekle,
gerçek durum olduğundan daha da vahimleşmiyor.
2
- Hükümetin Ekonomik Paketi
Ekonomik
paket, hükümetin ve sermaye kesimlerinin “az kalsın çöküyorduk,
batıyorduk” türünden açıklamaları eşliğin de hazırlandı
ve açıldı. Hükümet, IMF ile görüşmelerinde paketin içeriğini
tespit ettiğinden dolayı, karşı tavır alacak olan kesimleri
psikolojik baskı altına almayı düşündü. Onlara göre, bütün
toplum şuna inanmalıydı; uçurumun eşiğine geldik. Bu paketle
düze çıkacağız ve bundan dolayı hiç kimse sesini
çıkartmamalıdır. Yapılan propaganda buydu. Ama bu propagandayı
yapan hükümet ve bir kısım sermaye çevresi, özellikle de
sanayici/ihracatçı kesimi durumun hiç de öyle olmadığını çok
iyi biliyorlardı. Paket açıldı ve durumdan memnun olan tek
kesimin sanayiciler, ihracatçılar olduğu anlaşıldı. İkinci
olarak; paketin içeriğinin, hiç de batan bir ekonomiyi kurtarmaya
yönelik olmadığı görüldü. Paket, yapısal sorunları değil,
konjonktürel sorunları ortadan kaldırmaya yönelikti. Paketin salt
bu özelliği batıyoruz, çöküyoruz demagojisinin niçin
yapıldığını gösterme ye yetiyor. Yani paketin amacı, ağır,
giderek derinleşen bir ekonomik krizde olan ekonomiyi kurtarmak
değil, ekonomiyi canlandırmaktı. Paket açıldığında
memnuniyetini ilk açıklayanlar sanayicilerdi. Sabancı’sından,
Koç’una, TÜSİAD’ından TOBB’una önde gelen holdingler ve
sermaye kuruluşları paketin uygulanmasından ve hükümetin
desteklenmesinden yana tavır belirlediler. Hükümet bu kesime
birtakım kolaylıklar sağlıyor; kaynak aktarıyor, üret ve ihraç
et diyor. Nitekim bu amaç için 1.8 milyar dolarlık bir kaynak
sağlanıyor. Bakıyorsunuz aynı dönemde IMF, Dünya Bankası,
Japonya ve Kanada gibi ülkeler Türkiye’ye kredi açıyorlar.
Paket, ara krizden etkilenen ve ödeme sıkıntısı içinde olan
şirketlere de durumlarını düzeltmeleri için kolaylıklar
sağlamayı hedefliyor.
Paket,
burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çatışmayı da
yansıtıyor. Rantçılar, mali sektör unsurları, kara para
aklayıcıları, kayıt dışı ekonomi unsurları adeta ayaklandılar
ve hükümete istediklerini kabul ettirdiler. Mali milat ertelendi.
“Nereden buldun” kaldırıldı, borsada oynayanlara vergi
kolaylığı sağlandı.
“Nereden
buldun” artık sorulmayacak
Ecevit,
56. hükümetin de başkanıydı. O dönem “nereden buldun”
sorusuna çok önem vererek(!), bu soru esasına göre “reform”
yapan Ecevit, şimdi 57. Hükümet’in başbakanı olarak “nereden
buldun”u sormama kararı almak zorunda kaldı. Bir kaç ay içinde
“nereden buldun” temelindeki “reform”, “nereden buldun”un
sorulmadığı “reforma” dönüştü! Acaba ne değişmişti, bu
bir kaç ay içinde? Birbirini takip eden hükümetler, ne oldu da
farklı kararlar almak zorunda kalmışlardı? Önce, “nereden
buldun” deme cesaretini gösterenler, sonra “nereden buldun”u
sormama “cesareti”ni gösterdiler. Anımsatacak olursak, ekonomi
çöktü, Türkiye battı çığırtkanlığını yapanların başında
bu kesim, “nereden buldun” sorusuyla karşı karşıya kalmak
istemeyenler geliyorlardı. Bunlar; rantçılar, kara para sahipleri,
mali spekülatörler vs. çığırtkanlar korusunu oluşturmuşlardı.
Bütün amaçları, sahip oldukları servetin kaynağını
açıklamamak ve vergi vermemekti. 56. hükümet “nereden buldun”u
yasallaştırmıştı ve literatürümüze de “mali milat”
kavramı girmişti. Ama şimdi 57. Hükümet, bu sefer, “nereden
buldun”u sormamayı yasallaştırarak “mali milat”ı da rafa
kaldırdı. Böylece, yurt dışına kaçmış olan, menşei belli
olmayan, yastık altında tutulan, spekülatif ve vurgun kaynaklı,
kara vs. olan ne kadar para varsa ekonomiye yeniden çekilmek
isteniyor. Rivayete göre bu miktar en azından 30 milyar dolar
civarında. Demek oluyor ki, hükümet “nereden buldun”u
sormamakla 30 milyar dolara teslim olmuş oluyor. Diğer bir
ifadeyle; istediğin gibi çalabilirsin, devleti ve vatandaşı
dolandırabilirsin, ormanları yakıp rant alanı açabilirsin,
uyuşturucu ticareti yapabilirsin. Artık “nasıl büyüdün”,
“devleti ve vatandaşı nasıl soydun”, “vurgunu nasıl yaptın”
vb. sorular sorulmayacak.
57.
Hükümet’in ekonomik paketi kara paraya yasal güvence veriyor. Bu
pakette devlet, kara parayı resmen onaylıyor.
Ekonomik
paket ve kayıt dışı ekonomi
Kayıt
dışı ekonominin hacmi konusunda da rivayet çeşitli. 23 Haziran
1998 tarihli Hürriyet’te çıkan bir habere göre Türkiye, kayıt
dışı ekonominin en büyük olduğu ülke. Bu habere göre,
Türkiye’de kayıt dışı olan ekonomi %40, İtalya’da %26,
İsviçre’de %7. Tabii bu konuda başka hesaplar da var. Ama genel
kanı, Türkiye’de kayıtlı ekonomi ile kayıt dışı ekonomi
aynı ağırlıkta. Bu akla yatkın. Çünkü, her şeye rağmen
ayakta kalmanın, görünmeyen işsizliğin bir nedeni olmalı.
Türkiye’de yurt içi brüt üretimin tutarı 1998’de 204.5
milyar dolardı. Bu, kayıtlı ekonomi. Bir bu kadar da kayıt dışı
olanı var. Yani toplam yurt içi brüt üretim 410 milyar dolar
civarında. Demirel’in sık sık telaffuz ettiği ekonomik gücümüz
400 milyar dolar civarında sözünün boşuna olmadığı açık.
Hükümet,
bu kesimi kabulleniyor. 56. Hükümet “mali milat” ve vergi ile
bu kesimi kayıtlamayı amaçlamıştı. şimdi ise tam tersini
yapıyor.
57.
Hükümet’in ekonomik paketi kayıt dışı ekonomiyi
meşrulaştırıyor. Türkiye ekonomisinin yarısının
kayıtdışılığını tescil ediyor.
Borsacıların
da gönlü alındı
Hükümet,
borsa yatırımlarının vergilendirileceğini açıkladı ve aksi
haberleri günlerce yalanladı. Ama sonuçta anlaşıldı ki,
borsacılar da vergiden muaf tutuluyorlar. Yeni vergi yasa
tasarısında hisse senedi kazançlarına, 1999 yılı dahil olmak
üzere 2002 yılı sonuna kadar vergi muafiyeti sağlandığı yer
alıyor. Yani 4 yıl boyunca borsada istediğin gibi kumar oynayıp,
vurgun yapabilirsin. Senden bunun hesabı sorulmayacak.
“Sosyal
Güvenlik” adına söylenenler de sosyal güvensizliğin ve
soygunun ifadesidir
Hükümetin
ekonomik paketi, tam anlamıyla bir pandora kutusu. Çalışana,
üretene, işçi sınıfı ve emekçilere hiçbir kolaylık, hiçbir
ekonomik iyileştirme ve sosyal hak yok. Ama tam tersi söyleniyor.
Ecevit, SSK’yı kurtaracağız, sosyal güvenlik konusunda geçmişte
yapılan hataları düzelteceğiz, diyor. Sav bu. Ama ortaya çıkan
durum tamamen farklı. Ekonomiyi ve sosyal güvenliği düzeltme adı
altında işçi sınıfına ve emekçilere, düşük ücret, açlık,
sefalet, vergi, sesini yükseltme durumunda tehdit ve mezarda
emeklilik reva görülüyor. İşçi sınıfından ve emekçi
yığınlardan alınıyor, kapitalistlere kaynak olarak sunuluyor.
Mezarda emekliliğin bir ayağı, ölecek üzereyken emekliye
ayırmaksa, diğer ayağı da biriken fonun kapitalistlere, kaynak
olarak sunulmasıdır. Hükümet bu paketiyle işçi sınıfı ve
emekçilerin cebinden daha disiplinli bir şekilde alacak ve
kapitaliste kaynak olarak verecek; sosyal güvenlik yasasıyla,
enflasyon vergisiyle alacak. Bunları toplayacak. Bu miktarı ve
yukarıda belirttiğimiz gibi sağlanan kolaylıklar sonucunda doğan
miktarı topluca kapitaliste kaynak olarak aktaracak. Hükümet
böylece reel üretim ve mali sektördeki şirketleri ihya edecek.
Bu
anlamda 57. Hükümet’in ekonomik paketi, işçi sınıfını ve
emekçileri soyma/talan etme paketidir.
Her
ne kadar paketin, “reform” olduğundan bahsediliyorsa da, bu
paketin reformla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Burjuvazinin
her kesimi, paketten memnun olacak duruma gelmiştir. Yani paket, şu
veya bu şekilde bütün burjuvazinin onayını almıştır. şimdi
işçi sınıfının da onaylaması için uğraşılıyor.
Bu
haliyle de olsa ekonomik paket, sonuçta ekonomide belli bir
rahatlama sağlayacak ve ara krizden çıkışı hızlandıracaktır.
Paketin sonuçları gelir dağılımını daha da derinleştirecek ve
zengin daha çok zengin olacaktır.
Paketin
hazırlanmasına katılan IMF, sonuçlarının da nasıl olacağına
mutlaka kafa yormuştur. Paket açılmadan önce hükümetin ve
sermaye çevrelerinin, kopardıkları yaygaraya IMF’nin Türk
ekonomisini çökmekten kurtarmak için kolları sıvaması gerektiği
sonucuna varmamız gerekirdi. Türkiye, emperyalizm açısından paha
biçilmez bir stratejik konuma sahip. Bunun ötesinde ülke büyük,
nüfus kalabalık. Yani önemli bir pazar alanı. Böylesi stratejik
bir öneme sahip olan bir ülkenin, örneğin Amerikan emperyalizmi
açısından 21. yüzyıl stratejisinde vazgeçilmez bir konuma sahip
olan Türkiye’nin ekonomik çöküntüye girmesini, ABD ve IMF
kesinlikle istemez ve seyirci kalmaz. Durumu kurtarmak ve
çıkarlarının devamını sağlamak için müdahale ederler. Aynen
Meksika’da, Güney Kore’de olduğu gibi. Ama bakıyoruz ki, bütün
çığırtkanlığa rağmen, öyle bir müdahale; yani çöken
ekonomiye müdahale yok. Bu anlamda dağ, fare doğurdu.
Bağıranların, bittik-tükendik edebiyatı yapanların sesi
çıkmadı. IMF ve Dünya Bankası, 10, 20, 30 milyar doların sözünü
vermedi. Hiç kimse de bundan rahatsız olmadı. Rahatsız olmayı
bir kenara bırakalım, bizzat Ecevit, IMF’nin paketi olumlu
bulmasının yeterli olduğunu açıkladı. Demek oluyor ki, “işin
içinde iş” vardı. Önceden anlaşmışlardı. Ekonomiyi
canlandırmak için kredi muslukları biraz açılacaktı. Bu arada
ise hükümet, Türk ekonomisine IMF’nin, yabancı sermayenin
çıkarları doğrultusunda çekidüzen verecekti. IMF, Türk
ekonomisinin bir dizi konjonktürel ve yapısal sorunlarına dikkati
çekti, enflasyona karşı mücadeleden, sosyal güvenlik yasasından
vb. sorunlardan bahsetti. Açılan paket üzerine tartışmalar
sürerken, IMF Genel Direktörü M. Comdessus ve Dünya Bankası
Başkanı J. Wolfenson, S. Demirel ile Saraybosna’da görüştüler.
Bu görüşmede J. Wolfenson; Türk ekonomisi hakkında değerlendirme
yaparken şöyle diyordu: “Türk ekonomisinin ciddi sorunları var.
Ama sorunların bu kez de aşılacağına inanıyoruz. Bunun temel
nedeni, Türk ekonomisinin alt yapısının sağlam olmasıdır.”
Comdessus da “doğru yoldasınız” dedikten sonra, bilinen
beklenilenin yerine getirilmesini sıralıyor. ‘Sosyal güvenlik
reformu’, ‘sermaye piyasası reformu’ ve nihayet ‘tahkime
ilişkin anayasa değişikliği’. Demek oluyor ki, yabancı sermaye
açısından Türk ekonomisinde öyle pek çöküntü işaretleri
falan yok. Biraz sermaye/kredi şırıngasıyla halledilmesi mümkün
olan konjonktürel olumsuzluklar var. Esas sorun anayasada. Esas
sorun anayasanın tahkimle ilgili maddesinin değiştirilmesinde. Son
olarak ekonomik paket çerçevesinde bir de tahkim sorununa bakalım.
3
- Tahkim, Yabancı Sermaye ve Ulusal Zenginlik
Emperyalist
tahkim konusunda burjuva basında kopartılan yaygara, giderek
yaygınlaşıyor ve derinleşiyor! Emperyalist tahkimi savunanlar,
reddedenler ve koşullu savunanlar diye kamplaşmalar oluyor.
Coğrafyamızda yabancı sermayenin gelişini tahkime bağlayanlardan,
onu modern kapitülasyon diye tanımlayanlara kadar uzanan bir
yelpaze var. Her kafadan bir ses çıkıyor, ama bu arada kıyısından
köşesinden de olsa doğru şeyler de söyleniyor. Ama bu
tartışmalarda esas olan, satılmış kalemlerin birbirlerini “vatan
hainliği” ile suçlamalarıdır.
Tahkim,
bir anlaşmazlık durumunda, anlaşmazlığın çözülmesi için
hakem tayin etmek ve mekanizmayı sağlamlaştırmak anlamına
geliyor. Hakem tayin etme, yani tahkim, ulusal ve uluslararası diye
ikiye ayrılır. Uluslararası tahkime gidilebilmesi için
taraflardan birisinin yabancı olması gerekir.
Türkiye’de
tahkim yıllardan beri uygulanıyor. Örneğin 1927’den kalma Hukuk
Usulü Muhakemeler Kanunu’nun bir bölümü tahkimle ilgilidir.
Yani Türk hukukunda benimsenmesi ve uygulanması hiç de yeni
olmayan bir hukuki çözüm yolu.
Türkiye
emperyalist tahkimi de 1958’deki New York Anlaşması ile kabul
etti. Daha sonra uluslararası Ticaret Odası Tahkim Divan Anlaşması
ile Devletler ve Diğer Devletin Vatandaşları Arasındaki Yatırım
Uzlaşmazlıklarının Çözülmesi Hakkındaki Sözleşmeyi de
imzaladı. Türkiye son olarak, henüz TBMM’nde onaylanmamış olsa
da, emperyalist tahkimi öngören Avrupa Enerji Sözleşmesi’ni
imzaladı. Türkiye’nin bugüne kadar uluslararası tahkime gitme
hakkını tanıdığı ülke sayısı 41. Yani Türkiye 41 ülkenin
yatırımcısına, sana haksızlık ettiğim kanısına varırsan
uluslararası tahkime gidebilirsin diyor.
Tahkime
modern kapitülasyon diyenlerin aklına “ulusal” olmak, ulusal
değerlere sahip çıkmak veya anti-çokuluslu tekelci olmak yeni mi
geldi? Hükümet ve muhalefet partilerinin hepsi anlaştılar ve bu
yasa değişikliğini gerçekleştirecekler. Çünkü bunu IMF, Dünya
Bankası, ABD, bir bütün olarak yabancı sermaye istiyor. Bu konuda
özellikle IMF açık hareket ediyor. Türkiye’ye yabancı sermaye
akışını bir yasa değişikliğine bağlıyor. Evetçilerin başını
çekenlerden birisi olan E. Özkök’e göre yabancı sermaye
temsilcileri Ankara Sheraton otelinde bekliyorlar. New York’un,
Frankfurt’un, Londra’nın mali yatırımcıları, yasanın
çıkmasını bekliyorlar. Evetçilerin silahı, Türkiye’ye gelen
yabancı sermaye miktarının azlığı. Türkiye’deki doğrudan
yabancı sermaye yatırımlarının miktarı, örneğin 1996’da 722
milyon, 1997’de 805 milyon ve 1999’da da 940 milyon dolar olarak
gerçekleşiyor. Bu üç yılda Polonya’ya yapılan doğrudan
yabancı sermaye yatırımlarının miktarı 4.5, 4.9 ve 5.1 milyar
dolar. Aynı yıllarda bu miktar Macaristan açısından, 2, 2.1 ve
1.9 milyar dolar ve Yunanistan açısından da 5.8, 3.5 ve 3.7 milyar
dolar olarak gerçekleşiyor. Evetçilere göre uluslararası
tahkimin yolu istenildiği biçimde açılırsa yabancı sermaye
yatırımcıları Türkiye’de yatırım yapmak için kuyruğa
girecekler! Kuyruğa girip girmeyeceklerini bilmiyoruz, ama
emperyalist tahkimle ilgili anayasa değişikliği yapılınca
Türkiye’ye girecek yabancı sermaye miktarında önemli değişmenin
olacağı açıktır.
Bu
konunun üzerinde, yabancı sermaye temsilcilerinin bu denli
durmalarının ve yasa değişikliği yapın diye, hükümete
dayatmada bulunmalarının iki nedeni vardır. Bu nedenlerden birisi,
emperyalist tahkime konu olacak veya olabilecek miktarın çok yüksek
olmasıdır. Sadece acilen yapılması gereken enerji ve
telekomünikasyon alanındaki yatırım tutarının 60 milyar dolar
olduğu hesaplanıyor.
Sorunun
esas yönünü, emperyalist tahkime konu olabilecek alanların
stratejik öneme sahip olmalarıdır. Yani, tam anlamıyla “ulusal
zenginliği” ifade eden alanlar. Bu alanlar Anayasa tarafından bir
nevi “koruma altına” alınmıştır. Hükümetin uluslararası
tahkimle yapmak istediği bu korumayı yani “kamu hizmeti” ve
“kamu yararı” gerekçesiyle anayasanın koyduğu bazı
kısıtlamaları kaldırmaktır. Bu durum, Danıştay’ın
müdahalesini sınırlıyor ve sorun, uluslararası hakeme
devrediliyor. Demek ki sorun, kamusal alanlarda yapılacak yabancı
sermaye yatırımlarında, özellikle de “yap-işlet-devret”
sözleşmelerinde -ki bunlar uzun vadeli sözleşmelerdir-
çıkabilecek anlaşmazlıkların çözümünde “ulusal hukuk”un;
Danıştay’ın devreden çıkartılması ve yabancı hakem
kurullarına tabi kılınmasıdır.
Aslında
sorun, tahkimin kendisinden kaynaklanmıyor. Bu, zaten yıllardan
beri kabul edilmiş bir olgu. Sorun, kamu hizmeti anlamında imtiyaz
sözleşmelerinde yabancı sermaye ile olası anlaşmazlıklarda
Danıştay’ın devre dışı bırakılmasında ve uluslararası
hakemin devreye sokulmasındadır.
Anayasanın
söz konusu maddelerinde yapılacak değişiklik ve Danıştay’ın
devre dışı bırakılmasıyla her alanda özelleştirmenin ve
yabancı sermayenin istediği gibi hareket etmesinin önündeki
engeller tamamen kaldırılmış olacak. Bu saldırının diğer adı
neoliberalizm ve MAI koşullarının yerine getirilmesidir.
Uluslararası tahkimin konusu, emperyalizme bağımlılığın daha
da kapsamlaştırılmasıdır.
Emperyalizmin
neoliberal saldırısı ve talan hedefi
Emperyalistler
ve yerli işbirlikçileri, özellikle ‘90’lı yılların başından
bu yana, bağımlı, yeni sömürge ülkelerde geniş yığınları
sözde yeni bir iktisat politikasıyla; neoliberalizmle yanıltmaya
çalışıyorlar. Neoliberalizm, yoksulluktan refaha dönüş
politikasını ifade ediyormuş. Tabii bu tam bir demagoji. Kavram
olarak liberalizm, serbest rekabeti, ekonomi güçlerinin serbest
gelişmesini ifade ediyor izlenimi uyandırıyor. Bu, sadece bir
izlenim ve gerçekle hiçbir ilişkisi yok. Neoliberalizm, bağımlı
ülkelerde rekabet ortamını/olanağını ortadan kaldırıyor ve bu
ülkelerde ekonomiyi tamamen uluslararası tekellerin çıkarlarına
entegre etmeyi hedefliyor. Tabii, emperyalizme bağımlılığı ve
yeni sömürgeciliği kavramayanlar açısından, yeni sömürge
ülkelerde hâlâ emperyalizmin; yabancı sermayenin, uluslararası
tekellerin tümüyle ele geçiremedikleri sektörlerin olması ve
bunların doğrudan “ulusal değerleri/zenginliği” temsil ediyor
olmaları, akıl alacak bir iş değildir. Bunlara göre böyle bir
şey asla olamaz ve düşünülemez de! Ama böyle bir durum bir
gerçekliktir ve emperyalizmin neoliberal politikası, bağımlı,
yeni sömürge ülkelerdeki tam da bu sektörleri daha fazla
yağmalamayı hedefliyor.
Özellikle
Dünya Bankası’nın ‘80’li yılların ikinci yarısından
itibaren yoğun bir şekilde dayatmaya başladığı yapısal
uyumluluk programları, bağımlı ülkelerde özelleştirmeyi ve
henüz yabancı sermayeye açılmamış alanların uluslararası
tekellerin çıkarlarına entegre edilmesini hedefliyor. Bağımlı,
yeni sömürge ülkelere dayatılan şu: Kredi almak, borç ertelemek
istiyorsan özelleştirmeye hız vereceksin. Devletin elinde olan,
“kamu hizmeti” gören işletmeleri özelleştirme adı altında
uluslararası tekellere peşkeş çekeceksin. Türkiye’de bir çok
kamu hizmeti gören işletmelerin özelleştirilmesinde doğan
sorunlar, bir çok adımın Danıştay’dan dönmesi biliniyor.
Yabancı sermaye anayasada yapılacak değişiklik ile bu engelin
aşılmasını yeni hükümetten talep ediyor. Ve kapsamlı kredileri
ve genel olarak sermaye akışını bu engelin ortadan kaldırılmasına
bağlıyor. Böylece; yapısal uygunluk politikası, engelsiz
özelleştirme ile uluslararası tekeller, bağımlı, yeni sömürge
ülkelerde hâlâ var olan kaynakları; giremedikleri alanları ele
geçirmeyi ve kendi çıkarlarına entegre etmeyi amaçlıyorlar.
Türk ekonomisinde böylesi alanlar/sektörler hâlâ belli ölçülerde
varlığını koruyor.
Sermayenin
uluslararasılaşması ve MAI
Uluslararası
sermayenin/tekellerin anayasası olan MAI, henüz bir girişim
olmaktan çıkmadı. Yükselen itirazlar, ona karşı mücadele ve
emperyalistler arası (ABD -Fransa) çelişkiler nedeniyle MAI
(Multilateral Agreement on Investment), hazırlanmış haliyle rafa
kaldırılmış olsa da fiilen uygulanmaktadır. Sermayenin
uluslararasılaşmasının, burjuva kavramla “küreselleşme”nin
varmış olduğu boyutlar, emperyalistler açısından bir takım
düzenlemenin, talan ve bağımlılığın hukuksal bir tabana
oturtulmasını, hukuksal olarak da meşrulaştırılmasını
kaçınılmaz kılmıştı. Uluslararası tekeller, bütün yerküreyi
kendi mülkiyetlerine/tasarruflarına geçirmek için işlemeyecekleri
cinayetin olmadığını sergiliyorlar. Uluslararası en güçlü
tekellerin hemen hemen hepsi, ABD, Kanada, Japon ve AB kökenli. Bu
tekeller, hemen hemen bütün enformasyon ve telekomünikasyon
araçlarını kontrol ediyorlar ve bütün faaliyetleri hükümetler
ve uluslararası kurumlar tarafından destekleniyor. Önemli olan,
bölgesel direnişleri kırmaktır. Yani şu veya bu ülkede bu
tekellerin faaliyetini engelleyen güçlerin ve yasal durumların
ortadan kaldırılmasıdır. Önde gelen emperyalist devletler ve
onlarla birlikte, onların politikalarını uygulayan OECD, IMF,
Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, kârın, en fazla kârın
acımasız mantığına göre hareket ederek bütün dünya
halklarını köleleştiriyorlar ve talanı akıl almaz boyutlara
çıkartıyorlar. MAI bütün bunların hukuksal kılıfı. MAI,
küresel yoksullaştırmanın, talanın ve boyun eğdirişin
meşrulaştırılması için bir hukuksal kılıf. Uluslararası
tekeller, anayasalarında eksik olan bir şey bırakmamışlar. Öyle
ki, uyuşmazlık durumunda sorunun meşru zeminlerde çözümünü
sağlayacak kurumlaşmalara da yer vermişler. Hakemlik,
arabuluculuk. Yani tahkim sorunu. Ama sanılmasın ki tahkim, MAI ile
gündeme geldi. Baş tarafta da belirttiğimiz gibi tahkimin tarihi
eskidir ve uygulanmaktadır. Yeni olmamasına rağmen uluslararası
tekeller, MAI’de bu konuya da kendilerine göre açıklık
getirmişlerdir. Şöyle; diyelim ki, yabancı sermaye ile Türk
devleti arasında yapılan bir yatırım sürecinde belki bir
anlaşmazlık çıktı. Bu sorunun çözümü için, uluslararası
hakem kuruluna gidiliyor. Güya bağımsız hakem kurulu,
anlaşmazlığı çözüyor. Bu hakemlerin gelişigüzel
seçildikleri, herkesin kendi isteğine göre tahkim heyeti
oluşturacağı söylenemez. Bunların hepsi MAI’de tespit edilmiş.
MAI, üç tahkim kurumundan bahsediyor: “ICSID”, “UNCITRAL”
ve “ICC”. Bunlar MAI’den çok önceleri faal olan kurumlar.
ICSID
Konvansiyonu (“Devletler ve Diğer Devletlerin Vatandaşları
Arasındaki Uyuşmazlıkların Çözülmesi Hakkında Sözleşme”):
14 Ekim 1966’dan beri yürürlükte olan bu sözleşme, Dünya
Bankası çatısı altında faaliyet sürdürmektedir. Bu kurumun
aldığı kararlar, devletleri doğrudan bağlar. Türkiye bu
sözleşmeye 1988 yılında katıldı. Türkiye, bu sözleşmeyi
kabul ederken, ticari konularla sınırlı kalacağı konusunda şerh
koymamıştır. Yani sözleşmeyi olduğu gibi kabul etmiştir.
Böylelikle ticari sayılmaya, idari hukuk alanına giren konularda
sözleşme dahiline girmiş oldu. Bu durumda ICSID, imtiyazlı
sözleşmelerde; yap-işlet-devret ve yap-işlet sözleşmelerinde de
uygulanır. Türk devleti, ICSID hakem kurulunun alacağı karara
kayıtsız şartsız uymak zorundadır.
UNCITRAL
(Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticaret Hukuku Komisyonu): 1966
tarihinde kurulan bu komisyon, diğer şeylerin yanı sıra ticari
anlaşmazlık ve uyuşmazlıklarda hakemlik görevi yapar.
ICC
(Uluslararası Ticaret Odası Tahkim Divanı): 1914 yılında kurulan
ICC’nin görevi, ticaret, mal ve hizmetler ve yatırımlar alanında
serbest piyasa koşullarını ve sermayenin serbest dolaşımını
geliştirerek, iş dünyasına hizmet etmektir. ICC’nin bünyesinde
faal olan çok sayıda komisyon vardır. Bunlardan birisi de Tahkim
Divanı’dır.
Daha
başka tahkim kurumları da var. Bu kurumlara baktığımızda şunu
görüyoruz. Hiçbiri bağımsız değil. Her biri, şu veya bu
alanda, şu veya bu oranda güçlü, önde gelen emperyalist
ülkelerin ve tekellerin hizmetinde. Dünya Bankası çatısı
altında, BM çatısı altında veya Dünya Ticaret Örgütü çatısı
altında faal olan bir tahkim kurumunun, örneğin Amerikan, Alman
veya Japon tekellerinin çıkarlarına aykırı bir karar
alacaklarını düşünebilir miyiz? Örneğin anayasa
değişikliğinden sonra Bergama’da siyanür altın arayan
“Eurogold” şirketini, artık Bergama köylüleri de durduramaz.
Ama şimdiye kadar durdurmuşlardı.
Yabancı
sermaye; bağımlı, yeni sömürge ülkenin bütün zenginliklerini,
buna işgücü de dahil istediği gibi kullanmak, yeniden yatırım
yapmak veya yapmamak, elde ettiği kârı transfer etmek veya
etmemek, çevreyi kirletmek veya kirletmemek, işçileri sokağa
atmak veya atmamak hakkını özgürce kullanmak istiyor. Bulunduğu
ülkede hükümetin ve yasaların hiçbir şekilde ve koşulda engel
olmasını istemiyor. Bu olduğu taktirde herhangi bir engelle
karşılaştığı taktirde işi kılıfına uydurarak davacı
olabiliyor. Yani tahkim kurumuna gidiyor. Oluşturulan tahkim kurumu,
“bağımsız” hakemler, yabancı sermayeyi değil, yabancı
sermayenin faaliyeti önündeki engelleri kaldırmadığı için o
devleti cezalandırıyor. Bunun uluslararası planda çok örneği
var: Her seferinde yabancı sermaye haklı, dava edilen devlet haksız
çıkartılmıştır.
IMF’nin
özelleştirme, tahkim, sosyal güvenlik konularında bastırması ve
hükümete yaptığı dayatma; bu adımları atarsan hem bolca kredi
alırsın hem de bolca yabancı sermaye gelir anlayışı, doğrudan
uluslararası tekellerin çıkarlarına hizmet etmektedir.
Uluslararası tekeller, uzun vadeli yatırımlarda herhangi bir risk
ile karşılaşmak istemiyorlar ve aynı zamanda Türkiye açısından
stratejik önemi olan alanlara enerji “kamu hizmeti” gören
alanlara girmek ve bu “iç pazarı”da ele geçirmek için adeta
taarruza geçmişler. Burjuvazi ve partileri elbirliği içinde bütün
alanları yabancı sermayeye açıyorlar. İşçilerin ve emekçilerin
alınterlerinin ürünü olan zenginliklerimiz yabancı sermayeye
peşkeş çekiliyor.
Bu
talanın ve boyun eğişin en çok milliyetçi geçinen partilerin
(DSP, MHP) hükümette oldukları bir dönemde gerçekleşiyor olması
da dikkate değer ayrı bir konu.
Amerikan
emperyalizmi, Türkiye’nin altyapı yatırımlarının ve özellikle
enerji alanındaki yatırımlarını, yıllardan beri sistematik
olarak gündeme getiriyordu. Tahkim ve özelleştirmeyi ilgili
anayasa değişikliğinden ve dolayısıyla Danıştay’ın devre
dışı bırakılmasından sonra ülkenin geriye kalan kısmının;
ekonominin devlet sektöründe olan bölümünün de nasıl talan
edildiğini, yabancı sermayeye koşulsuz olarak nasıl peşkeş
çekildiğini göreceğiz.
Tahkim
ve özelleştirme bağımsızlık ve antiemperyalist mücadelenin
doğrudan konusudur. Antiemperyalist devrimin gerekliliğinin somut
ifadelerinden biridir. Tahkim ve özelleştirme sadece işçi
sınıfını değil, hangi etnik kökenden olursa olsun bütün halk
sınıfı ve tabakalarını doğrudan ilgilendirmektedir. Tahkim ve
özelleştirmeye karşı mücadele yabancı sermayeye, uluslararası
tekellere, bir bütün olarak emperyalizme ve onun işbirlikçisi
olan tekelci burjuvaziye; emperyalizmin uşağı faşist diktatörlüğe
karşı mücadele demektir.
Sınıf
Pusulası, Sayı 3, Temmuz-Ağustos 1999.