deneme

1 Ocak 2000 Cumartesi

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ



TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ

AB'nin 10-11 Aralık 1999'da Helsinki'de gerçekleştirdiği toplantıda alınan karalardan birisi de Türkiye'nin AB'ye aday üyeliğinin kabul edilmesiydi. Bu karardan sonra Türkiye-AB ilişkileri yeni bir aşamaya girmiş oluyor. Bu yazımızda yeni durumun ne anlama geldiğini ele almaya çalışacağız.

1-Türkiye-AB İlişkilerinin Kısa Tarihçesi

31 Temmuz 1959'da Türkiye, AET'ye ortaklık talebinde bulunur. Türkiye-AET arasında Eylül 1959'da gerçekleştirilen ilk görüşmede Türkiye, Ortak Pazar’a Gümrük Birliği üzerinden en kısa zamanda katılma isteğini dile getirir.

Türkiye ile AET arasında ilk anlaşma Haziran 1963'te hazırlanır. Ankara Anlaşması, Türkiye'nin AET'ye girmek için ilk başvurduğu tarihten bu anlaşmanın imzalandığı tarihe kadar geçen sürede her iki taraf arasında gerçekleştirilen on görüşmenin sonucudur. Bu anlaşma, 33 maddelik bir ana metin ve iki ek protokolden (geçici ve mali protokoller) oluşmaktaydı. Ankara Anlaşması, 12 Eylül 1963'te Ankara'da, topluluğu oluşturan ülkelerin ve topluluğun temsilcilerinin katılımıyla imzalanır ve 1 Aralık 1964'te de yürürlüğe girer.

Bu anlaşmaya göre Türkiye-AET ilişkilerinin gelişmesi üç aşamada ele alınıyor. İlk aşama hazırlık dönemini ifade ediyor. En az 5 ve en fazla 10 sene sürmesi gereken bu aşamada Türk ekonomisinin, ileride üstleneceği yükümlülükleri yerine getirebilecek duruma getirilmesi amaçlanıyordu. En fazla 12 yıl sürmesi hesaplanan ikinci aşama, geçiş dönemini ifade ediyordu; hazırlık döneminden ikinci aşamaya, yani geçiş dönemine geçiş. Bu geçiş kendiliğinden olamayacağı için tarafların belli bir katma protokol üzerinde anlaşmaları gerekiyordu. Katma protokol, geçiş döneminin "yol haritası" idi. Üçüncü aşama ise son dönemi; en fazla 12 sene sürmesi hesap edilen geçiş döneminin bitmesinden sonraki dönemi kapsıyordu ve süresi belirsizdi.

Ankara Anlaşması'nın ilk maddesinde şöyle denir:
"...Türk ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının çalıştırılma seviyesinin ve yaşam şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile göz önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmektir"(Madde 2/1).

Bu madde, geleceği, nasıl şekilleneceği belli olmayan, ama kapsam ve amacı belli olan bir "ortaklık"tan bahsediyor.

AET, Türkiye'yi böyle bir ortaklığa önce hazırlamak istiyordu (ilk aşama). Hazırlığın nedeni, Türk ekonomisinin geri ve topluluk ekonomilerine ayak uyduracak durumda olmamasıydı. Bu durumu aşmak için AET, ilk aşamada, Türk ekonomisini ticari ve mali olarak desteklemeyi amaçlıyordu. Bu, tek taraflı, AET tarafından destek ve yardımı içeren bir dönemdi.

İkinci aşamada ise, "geçiş döneminin gerçekleşme şartları, usulleri, sıra ve süreleriyle ilgili hükümleri" (GP. madde 1/1) dile getiriliyordu. Böylelikle bu dönemde taraflar arasındaki ilişkiler "karşılıklı ve dengeli yükümlülükler" ilkesi seviyesine çekiliyordu. Nasıl ki ilk aşamada destek bazında yükümlülük, tek taraflı (AET) üstlenilmişse, şimdi, ikinci aşamada Türkiye de birtakım yükümlülükleri üstlenmek zorundaydı. Bu dönemin amacı da şöyle tanımlanıyordu:

"Türkiye ile Topluluk arasında bir gümrük birliğinin gittikçe gelişen şekilde yerleşmesine, ... ortaklığın iyi işlemesini sağlamak için Türkiye'nin ekonomik politikasının topluluğunkine yaklaştırılmasını, bunun içinde gerekli ortaklık eylemlerinin geliştirilmesini" (madde 4/1) sağlamak.

Geçiş dönemi, Gümrük Birliği dışında, gerçekleştirmeyi öngördüğü başka önemli amaçları da içermekteydi.

-Serbest işçi akımını kademeli olarak gerçekleştirmek (madde 12).

-Yerleşme ve hizmet edimi serbestliği kısıtlamalarını kaldırmak (madde 13,14)

-Ulaşımla ilgili ilkelerin, coğrafi durumu göz önüne alınarak Türkiye'de yaygınlaşmasını sağlamak (madde 15).

-Rekabet, vergilendirme ve mevzuatın yakınlaştırılmasını sağlamak (madde 16).

-Konjonktür, ödemeler dengesi, kambiyo ve para politikaları arasında koordinasyonun sağlanması (madde 17,18).

-Ödeme ve transfer serbestliğinin adım adım kurulup tamamlanması (madde 19).

-Sermaye hareketini kolaylaştırmak için danışma mekanizmaları oluşturmak, Türkiye'de AET kökenli yatırımları teşvik etmek (madde 20/1- 2).

-Türkiye'nin üçüncü ülkelere tanıyacağı ek kolaylık ve teşviklerde AET sermayesine öncelik vermek (madde 20/3).

-Üçüncü ülkelerin ileride topluluğa katılmaları dahil, bu ülkeler karşısında ticaret politikalarında koordinasyonu sağlamak için danışma mekanizmaları oluşturmak (madde 21).

Geçiş döneminin bu amaçları, sürecin nasıl gelişmesi gerektiğini belirliyor. Karşılıklı yükümlülükler adı altında Türkiye, ekonomik ve toplumsal yaşam bakımından AET'in koşullarına uymak zorunda, yani ülke, gerçek anlamıyla uyumlu bir yeni sömürge konumuna getirilmelidir.

Son dönem için, yani Türkiye'nin "tam üyeliğe" geçebileceği dönem için şöyle deniyor:
"Anlaşmanın işleyişi, topluluğu kuran anlaşmadan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye'ce üstlenebileceği gözlendiğinde akit taraflar, Türkiye'nin topluluğa katılması olanağını incelerler.. " (madde 28) (Bu veriler için bkz: İlhan Tekeli-Selim İlkin; "Türkiye ve Avrupa Topluluğu, Ulus Devletini Aşma Çabasındaki Avrupa'ya Türkiye'nin yaklaşımı", C. I, Nisan 1992, s. 195-197).

28. madde; Türkiye, bütün koşulları yerine getirse dahi "tam üyeliği" öngörmüyor. Sadece bir olasılıktan bahsediliyor.

Türkiye'nin AET sonra AT ve bugün de AB adını alan emperyalist entegrasyonla macerası böyle başladı.

Ankara Anlaşması ile başlayan Türkiye AET ilişkileri, tartışmasız kabul edilen ilişkiler değildi. Anlaşma yürürlüğe girdikten sonra Avrupa'ya yöneliş, siyasi entegrasyon, ekonominin geleceği tartışılmaya başlandı. AET ile bütünleşmeye karşı çıkanlar oldu. Ortaklığın, sanayii tamamen yok edeceğinden bahsedenler olduğu gibi, ortaklığın, sanayii teşvik edeceğinden bahsedenler de vardı. Örneğin Dışişleri Bakanlığı hariç diğer siyasi erk kesimleri farklı nedenlerle Gümrük Birliği’ne karşı çıkıyorlardı. Örneğin İstanbul Sanayi Odası ve İktisadi Kalkınma Vakfı, geçiş dönemini kısa buluyor ve Türk sanayisinin Avrupa sanayisi ile rekabet edemeyeceğini belirtiyordu. Kaygılar, koruma altında gelişen sanayinin çökme tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı noktasında odaklanıyordu. Nitekim soruna bu çerçevede bakan Ecevit hükümeti de 1978'de ekonomik zorluklardan dolayı gümrük indirimlerini gözden geçirme talebinde bulunmuş ve AET ile olan ilişkileri beş yıllığına dondurma kararı almıştır. Bu karardan sonra Türkiye AET ilişkileri, neredeyse kopmuştur.

Ancak, T. Özal'ın başbakanlığı döneminde Türkiye-AET ilişkileri yeniden canlandırılmıştır. Bu dönem, aynı zamanda AET'nin Türkiye'yi oyalamaya başladığı dönemdi. Çünkü daha önceki dönemde Türkiye'nin AET'ye yakınlaşmak için özel bir çabası olmamıştı, ama '80'li yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye'nin AET ile ilişkilerini takip eder olması ve birtakım haklardan (örneğin işçilerin 1 Aralık 1986'dan itibaren Türkiye ile AET üyesi ülkeler arasında serbest dolaşım hakkına sahip olduğunu savunması) bahsetmesi AET üyesi ülkelerin tepkisini çekmişti. Bu konu üzerine sürdürülen ve hiç de diplomatik olmayan görüşmeler sonrasında Türkiye, önemsiz bir "yardım" paketiyle avutulmuştur.

Bu dönemde, 1981'de topluluğa üye olan Yunanistan, Türkiye'nin AET ile ilişkilerini geliştirme çabalarını sürekli veto etmiştir. Türk hükümeti AET ile ilişkileri derinleştirmenin ve kalıcı yapmanın bir işareti olarak 14 Nisan 1987'de tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Türkiye'nin bu adımı kamuoyu önünde selamlanmıştır. Ama topluluğa üye devletlerin tepkisi, Türkiye'nin bu adımından hiç de memnun kalmadıklarını gösteriyordu. AET, Türkiye'nin tam üyelik talebine Aralık 1989'da cevap verdi. Topluluk Komisyonu, Türkiye'nin, topluluğa "giriş yeteneği"nde olduğunu kabul ediyor, ama siyasi ve iktisadi olarak tam üyelik için olgun olmaktan çok uzak olduğunu da açıklıyordu.

Türkiye'nin tam üyelik talebi reddedildikten sonra ilişkilerin, yeniden, ortaklık anlaşması temelinde geliştirilmesine yönelinmiştir. Türkiye, 1988'den itibaren AET karşısında gümrükleri indirmeye başlamış ve gümrük tarifelerinde ortaklık ile aynılaşma adımlarını atmıştı. Bunlar, Gümrük Birliği’ni gerçekleştirmeyi kolaylaştıran adımlardı. Nitekim 1992'de bakanlar bazındaki ortaklık konseyi toplantısında Gümrük Birliği konusunda ilkesel olarak görüş birliği sağlanmıştır. Kasım 1993'te de Konsey, gümrük birliği ile ilgili olarak kapsamlı bir çalışma programı kabul etmiştir. Taraflar 6 Mart 1995'te Gümrük Birliği’ni gerçekleştirme kararını almışlar ve Türkiye, 1 Ocak 1996'dan itibaren AB'nin Gümrük Birliği’ne girdi. Böylelikle Türkiye, AB üyesi olmadan GB üyesi olan ilk ülke oldu. O dönem Türk burjuvazisi GB'ye girişi, AB'ye girişin adımı olarak tanımlıyordu.

GB'den Helsinki toplantısına kadar olan dönemdeki Türkiye-AB ilişkileri, kavgalı ilişkilerdi: Bir taraftan AB'nin Türkiye'ye karşı GB'den doğan yükümlülükleri (birtakım mali destekler) Yunanistan'ın vetosuna takılıyor, diğer taraftan da AB, Yunanistan'ın çekincelerini öne sürerek Türkiye'yi tam anlamıyla oyalıyordu. AB Komisyonu, Türkiye'nin GB'den doğan yükümlülüklerinin çoğunu yerine getirdiği anlayışına varıyor, ama ilişkilerin derinleştirilmesi için atılması gereken daha çok adımın olduğunu da vurguluyordu.

Türkiye'nin aday üyelik için başvurusu AB'nin Aralık 1997'de Lüksemburg'da gerçekleştirilen devlet ve hükümet başkanları toplantısında reddedildi. Bu toplantısında AB, eski "doğu bloku" ülkelerin aday üye olarak kabul etti. Türkiye'nin aday üyeliğinin reddinde Türkiye-Yunanistan, Kıbrıs ve insan hakları sorunlarının belirleyici olduğu kamuoyuna açıklandı. "Gururu" kırılan Türk burjuvazisi, AB ile kavgalı bir ilişkiye girdi ve siyasi diyalog, neredeyse kesildi. AB, Cardiff Zirvesi’nde (Haziran 1998), Luksemburg'daki tavrına göre geri adım attı ve Türkiye'ye, Başkanlık bildirisinin genişlemeye ilişkin bölümünde yer verdi, ama koşul anlamına gelen Türkiye'ye özgü bir Avrupa stratejisini de onayladı. Türkiye'nin aday üyeliği AB'nin Köln Zirvesi’nde de (Haziran 1999) reddedildi. Daha önceki toplantılarda Türkiye'nin aday üyeliğini bütün üye ülkeler reddederlerken, Köln Zirvesi’nde sadece Yunanistan, İtalya ve İsveç reddetti.

1997'den sonra Türkiye'nin önüne her seferinde (1997,1998 ve Haziran 1999 zirvelerinde) 1993 Kopenhag kriterleri kondu: 1993'teki Kopenhag zirvesinde kabul edilen kriterler şunlardı:

-Tam demokrasi ve hukuk, işkencenin önlenmesi, insan haklarına saygı ve azınlık haklarının korunması

-Fonksiyon yeteneği olan pazar ekonomisi; rekabete dayanıklı ekonomi

-AB mevzuatına uyum, siyasi, iktisadi ve para birliği amaçlarına uyum.

Köln Zirvesi’nden sonra AB-Türkiye siyasi ilişkileri tamamen kesildi, dahası "onur"u ayaklar altına alınan Türk hükümeti AB'nin siyasi ilişki kurma çabalarını dahi reddetti. Ama dolaylı ilişkiler, hükümetler arası, devletler arası ilişkiler ve pazarlıklar sür dürüldü. Ne olduysa "Marmara depremi"nden sonra oldu! Bu deprem, Türk burjuvazisine "uğurlu" geldi. 36 sene sürüncemede kalan Türkiye-AB ilişkileri, baş döndürücü bir hızla Türkiye'nin lehine gelişti ve Türkiye, Kopenhag kriterleri bazında hiçbir değişme/iyileşme olmamasına rağmen Helsinki Zirvesi’nde aday üye ilan edildi. Bunun bir nedeni olmalıydı. Bu nedeni ve Helsinki'den sonra Türkiye AB ilişkilerini, AB'nin ne olup olmadığını ele aldıktan sonra inceleyeceğiz.

2-Emperyalist Entegrasyon AB ve Jeopolitikası

-Nisan 1951'de Almanya, Fransa, İtalya ve Benelüks ülkeleri (Belçika, Lüksemburg ve Hollanda) Paris'te "Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu"nu (AKÇT) kurarlar.

-Mart 1957'de Roma Anlaşmaları imzalanır. Bu anlaşmalarla altı AKÇT devleti "Avrupa Ekonomik Topluluğu"nu (AET) ve "Avrupa Atom Topluluğu"nu (AAT veya Euratom) kurmuş olurlar.

-Temmuz 1959'da AET üyesi olmayan yedi Batı Avrupa devleti "Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi"ni (EFTA) kurar.

-Temmuz 1961'de İrlanda, AET'ye girme başvurusunda bulunur.

-Ağustos 1961'de Büyük Britanya ve Danimarka AET'ye girme başvurusunda bulunurlar.

-Nisan 1962'de Norveç, AET'ye üye olmak için başvuruda bulunur.

-Mayıs 1967'de Büyük Britanya, Danimarka ve İrlanda AET'ye üye olmak için ikinci kez başvuruda bulunurlar.

-Temmuz 1967'de Norveç, AET üyeliği için ikinci bir girişimde bulunur.

-Temmuz 1968'de AET'nin Gümrük Birliği gerçekleştirilir.

-Aralık 1969'da Danimarka, Büyük Britanya, İrlanda ve Norveç ile üyelik görüşmelerine ve "Ekonomik ve Para Birliği"ne adım adım geçişe ve "Avrupa siyasi işbirliği"nin temel ilkelerinin hazırlanmasına karar verilir.

-Temmuz 1972'de AT ve EFTA Serbest Ticaret Antlaşması imzalarlar.

-Ocak 1973'te B. Britanya, Danimarka ve İrlanda AT'a girerler.

-Şubat 1975'te AT, Afrika'nın, Karaibler'in ve Pasifik bölgesinin (AKP) 46 devletiyle ilk Lome Anlaşması'nı imzalar.

-Haziran 1975'te Yunanistan, AT'a girme başvurusunda bulunur.

-Mart 1977'de Portekiz ve Haziran 1977'de de İspanya, AT'a girme başvurusunda bulunurlar.

-Temmuz 1978'de Avrupa Konseyi, "Avrupa Para Sistemi"ni (AWS) ve "Avrupa Para Birliği"ni (ECU) yürürlüğe koyma kararını alır.

-Ekim 1979'de AT ve AKP arasında ikinci Lome Anlaşması imzalanır.

-Mart 1980'de ASEAN (Güneydoğu Asya Uluslar Birliği) devletleri ile AT arasında işbirliği anlaşması imzalanır.

-Ocak 1981'de Yunanistan AT üyesi olur.

-Aralık 1984'te üçüncü Lome Anlaşması imzalanır.

-Haziran 1985'te AT Komisyonu "İç pazarın Tamamlanması Üzerine Beyaz Kitabı"nı yayınlar. Almanya, Fransa, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda arasında "Schengen Anlaşması" imzalanır.

-Ocak 1986'da Portekiz ve İspanya AT'a girerler.

-Nisan 1987'de Türkiye, AT'a alınma başvurusunda bulunur.

-Haziran 1988'de AT ve "Karşılıklı İktisadi Yardım Konseyi (COMECON) arasında Kooperasyon Anlaşması imzalanır.

-Aralık 1989'da AT ile AKP arasında dördüncü Lome Anlaşması imzalanır.

-Temmuz 1990'da Kıbrıs ve Malta, AT'a girme başvurusunda bulunurlar.

-Aralık 1991'de "Maastricht Anlaşması" (AB Anlaşması) imzalanır. Aynı yılda İsveç ikinci defa üyelik için başvururken, Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya ile AT arasında "Avrupa Anlaşması" imzalanır.

-Mayıs 1992'de AT ve EFTA arasında "Avrupa İktisadi Alanı" oluşturma üzerine anlaşmaya varılır. Aynı yılda Finlandiya, İsviçre ve Norveç (3.kez) AT üyeliğine başvururlar.

-1993'te AT ile Bulgaristan, ayrışmadan sonra Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Romanya arasında "Avrupa Anlaşması" imzalanır.

-1994'te AT ile Ukrayna, Rusya ve Moldova arasında "Ortaklık ve Kooperasyon Anlaşması (OKA) imzalanır, İsveç ve Finlandiya AT üyeliğini kabul ederler ve Macaristan ve Polonya üyelik başvurusunda bulunurlar.

-Ocak 1995'te Finlandiya, Avusturya ve İsveç AB'nin üyesi olurlar. Aynı yılda Kazakistan, Kırgızistan ve Beyaz Rusya ile AB arasında OKA imzalanır. Romanya, Slovakya, Letonya, Estonya, Litvanya ve Bulgaristan AB üyeliğine başvururlar.

-Kasım 1995'te AB ile Libya hariç güney ve doğu Akdeniz bölgeleri ülkeleriyle "Avrupa-Akdeniz İktisadi Alanı" oluşturmak için Barselona Konferansı yapılır.

-Aralık 1995'te AT ile MERCOSUR (Latin Amerika'da "Güneyin Ortak Pazarı") arasında "Bölgeler Arası Çerçeve Anlaşması" imzalanır.

-Ocak 1996'da AB ve Türkiye arasında Gümrük Birliği oluşturulur. Aynı yılda Çek Cumhuriyeti ve Slovenya AB üyeliğine başvururlar.

-Temmuz 1997'de Avrupa Komisyonu "Ajanda 2000'i açıklar. AB'nin geleceğinin ele alındığı bu takvimde Estonya, Polonya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Kıbrıs ile AB'ye giriş görüşmelerinin başlatılması önerilir. Bu toplantıda, Türkiye'nin aday üyeliği reddedilir.

AB'nin kurulma ve genişleme sürecinin zamansal serüveni böyle. AB'nin gelişme süreci, güdülen amaçlar gösteriyor:

a- Avrupa'da siyasi birliği sağlamak. Bunun göstergesi Maastricht Anlaşmasıdır.

b-Genişlemeyi jeopolitik çıkarlar doğrultusunda gerçekleştirmek. Bunun göstergesi de başka ülkelerle ve bölgelerle geliştirilen ilişkiler.

AB, bir uluslararası tekelci devlet kapitalizmi birleşmesidir, bir emperyalist entegrasyondur. Amaç, ortak bir pazarın ve ortak bir iktisadi ve sosyal politikanın oluşturulmasıyla tekelci burjuvazinin, hakim olunan alanlarda hakimiyetini pekiştirmek ve sermayenin kendini değerlendirme koşullarını daha da iyileştirmektir.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ve '50'li yıllarda üyeleri Amerikan sermayesinin etkisinde olan bu entegrasyon, giderek kolektif sömürgeci emperyalist bir güç olarak gelişmiştir. İki kutuplu, iki süper devletli dünya koşullarında, yani Amerikan emperyalizmi ve revizyonist/sosyal emperyalist Sovyetler Birliği'nin dünya hegemonyası için rekabet ettikleri koşullarda AET, Amerikan emperyalizminin, dünya "komünizmi"ne karşı her alandaki mücadelesinin yanında yer almış, içinde olmuştur. Bu dönemde ABD ile AB arasında rekabetin derinleşmemesinin nedenini hem dünyanın iki kutuplu olma koşullarında ve hem de AET'nin Amerikan emperyalizmi ile dişe diş rekabet edecek güçte olmamasında aramak gerekir. Ama buna rağmen ABD ve AET arasında rekabet sürekli olmuş ve dönem dönem de ticaret "savaşları" yapılmıştır. AET'te birleşen emperyalist güçler, "özgür" dünyanın savunmasını ve birçok sorununu ABD'ye havale etmekle gelişmelerini geciktirici birçok faktörden de kurtulmuş oluyorlardı.

Bu entegrasyonun motor gücünü başından beri Alman emperyalizmi oluşturmaktadır. Alman tekelci sermayesi kendi güdümün de Avrupa entegrasyonunu önceleri zor yoluyla ve tek başına gerçekleştirmek için mücadele etmiştir. I. ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşları bu yöndeki planların sadece en çok bilinen birer göstergesidirler. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik çıkan, işgal edilen ve Amerikan emperyalizme bağımlı konumuna düşürülen Almanya, savaştan sonra ve ABD'nin sosyalist Sovyetler Birliği'ne karşı Batı Avrupa'da cephe oluşturma çabasının bir sonucu olarak kısa zamanda güçlenmeye başlamış ve entegrasyon planını sermayenin gücüyle gerçekleştirmeye yönelmiştir.

Alman emperyalizminin gelişmesinden ve tek başına hareket etmesinden çekinen Fransa, dışlanmamak ve Almanya'nın gelişmesini, onunla beraber hareket ederek kontrol etmek için AET'in kurucularından birisi olmuştur. Fransız emperyalizmi, Alman emperyalizmine karşı bu kaygı ve politikasını hâlâ korumakta ve sürdürmektedir.

Eriyeceğine ve bağımsız hareket edemeyeceğine inanan İngiltere, başlangıçta bu entegrasyona soğuk yaklaşmış ve yeniden dün ya gücü olma sevdasıyla EFTA'nın kurulmasına önderlik etmiştir. Ama sonraki dönemde AET dışında kalmanın kendi çıkarına olmadığını görerek, bu entegrasyona katılmıştır.

ABD ve revizyonist blokla tek başına rekabet edecek güçte olmayan Batı Avrupa'nın emperyalist ülkeleri oluşturdukları entegrasyonla güce sahip olmuşlardır. AET'in ekonomik gücünü birkaç veriyle gösterebiliriz:

-ABD'nin kapitalist dünya sanayi üretimindeki payı 1956-60'da % 45.5'ten 1981-85'te % 38.1'e düşer. Aynı dönemde AET'in payı % 39.6'dan % 35.9'a düşer ve Japonya'nın payı da % 3.3'ten % 13.6'ya çıkar.

OECD ülkeleri sanayi üretiminde ABD’nin payı 1960’da %39.5’ten 1990’da %34’e, AET’in (10 ülke) payı %41.3’ten %38.5’e (15 ülke) düşer ve Japonya’nın payı da %6.8’den %18’3’e çıkar.

Dünya ihracatında ABD’nin payı 1955’te %16.5’ten 1990’da %11.5’e düşerken AET’in payı %30.3’ten %39.8’e ve Japonya’nın payı da % 2.2’den %8.4’de çıkar.

Kapitalist dünya (OECD) yurt dışı doğrudan yatırımlarında ABD’nin payı 1971-’81 döneminde %44.4’ten 1981-’90 döneminde %17.3’e düşerken AB’nin payı aynı dönemde %43.3’ten %47.2’ye ve Japonya’nın payı da %6’dan %18.5’e çıkar.

Aktüel veriler bazında belirtirsek; OECD ülkeleri GSYİH’nda ABD’nin payı 1985’te %33.5’ten 1997’de %33.8’e çıkarken (yaklaşık aynı kalırken), AB’nin (15 ülke) payı aynı dönemde, %40’tan %38.8’e düşerken, Japonya’nın payı da %16.4’ten %17.2’ye çıkar.

Her halükarda bu göstergelere göre ‘50’li yıllarda ABD birinci sıradayken, dünyanın en güçlü ekonomisi iken, 40-50 sene sonra AB, OECD bazında dünyanın en büyük ekonomik gücü durumuna gelmiştir.

Revizyonist blokun var olduğu dönemde dünya pazarının ikiye bölünmüşlüğü, iki kutupluluk, klasik kapitalist dünyadaki çok kutupluluğu; oluşmuş emperyalist rekabet merkezlerinin ABD’nin güdümünden çıkmasını pek olanaklı kılmıyordu. Ama revizyonist blokun çökmesinden ve sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dünya koşulları tamamen değişmiştir.

Sovyetler Birliği’nin dağılması ile onun en büyük mirasçısı olarak Rus emperyalizmi süper güç konumundan çıktı. Amerikan emperyalizminin “komünizme” karşı jandarmalık yapma koşulları kalmadı. Bir bütün olarak soğuk savaş dönemi kurumlaşmalarının ve ilişkilerinin yerini yeni ve çıplak rekabet aldı. Dünya gerçek anlamıyla çok kutuplu oldu; dünyayı yeniden paylaşmak amacı güden emperyalist rekabet merkezleri, jeopolitik yönelimleriyle ortaya çıktılar. Bu güçlerden birisi de ABD’nin, Rusya’nın, Japonya’nın ve Çin’in yanı sıra AB’dir. Bunların arasında ABD, iktisadi açıdan en güçlü olanıdır. (1997’de ABD’nin ekonomik gücü= 13.450, AB’ninki =10.890 ve Japonya’nınki de =7.290 milyar mark)

AB, ortak dış ve güvenlik politikasını oluşturarak ve iç hukuk politikasında işbirliğini sağlayarak Avrupa Ortaklığını tam anlamıyla siyasi bütünleşmeye doğru geliştiriyor. Burada AB’nin üç ayağının olduğunu görüyoruz: Avrupa ortaklığı veya Topluluğu: İktisadi ve sosyal politik sorunların ele alındığı bu ayakta karar verme merci topluluk politikasıdır. Ortak dış ve güvenlik politikası AB’nin ikinci ayağını oluşturur ve karar verme merci, hükümetler arası işbirliğidir. İç ve hukuk politikasında işbirliği AB’nin üçüncü ayağını oluşturur ve karar verme merci hükümetler arası işbirliğidir.

AB, gerçek anlamda siyasi bütünleşmeyi sağlamak için önemli adımlar atmıştır ama siyasi birliği sağlamaktan da oldukça uzaktır. Böyle bir birleşme sağlanır ve AB, “Avrupa Birleşik Devletleri”ne dönüşür mü, bunu bilmiyoruz. Böyle bir gelişme olursa bu, gerici bir bütünleşme olacaktır. Ama bu bütünleşmeyi bugün için çıkarına uygun gören sermaye, “ulusal” menşeini koruyor. AB içinde ve bütün dünyada AB sermayesi değil, Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan vb. sermayeler rekabet ediyorlar ve bu rekabet, ülkelerin rekabeti anlamına geliyor; AB’yi oluşturan emperyalist ülkelerin AB içinde ve bütün dünyada birbirleri ile ve başka ülkeler ile rekabet etmeleri. Ancak bu olgu ortadan kalkarsa yani AB’de Alman, Fransız, İngiliz vb. sermayeler değil de AB- sermayesi oluşursa işte o zaman gerçek bütünleşme sağlanmış olacaktır. Çekirdek AB’nin sorunları, 15 ülkeli AB’nin sorunları ve Helsinki kararlarından sonra üye olacak aday üyelerle birlikte AB’nin sorunları göz önüne getirilirse AB’nin siyasi olarak bütünleşmesinin görünen gelecekte bir hayal olduğunu söylemek bir kehanette bulunmak anlamına gelmez.

AB'nin genişleme adımları onun yeni sömürgeci karakterini ve jeopolitik yönelimlerini açık olarak gösteriyor.

AET kurulduğunda Fransa, Hollanda ve Belçika sömürgelerini de yeni ortaklığa bağladılar. Roma Anlaşmaları’nda bu ülke sömürgelerinin AET ile ortaklığa girmelerini ifade eden anlaşmalar imzalandı. Böylelikle bu ülkeler sömürgelerini elde tutma olanağına sahip oluyorlardı, ama aynı zamanda diğer AET ülkelerinin, sömürgeleri talan etmelerine müsaade etmiş oluyorlardı.

Eski sömürgeler, mücadele sonucu bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra AET, bu ülkelerle ilişkisinde yeni yöntemlere başvurdu. Açık sömürgeci ilişkilerin yerini "özgür" anlaşmalar aldı. AET'e üye olan İngiltere de eski sömürgelerini beraberinde getirmişti. İlki 1975'te imzalanan Lome’ Anlaşması, sonraki dönemlerde Lome’ 2,3,4 diye uzatıldı. Bu anlaşmalarla 48 Afrika ülkesi, 15 Karayip ülkesi ve 8 Pasifik ülkesi olmak üzere 71 ülke (AKP ülkesi) AB'ye bağlandı. Bu ülkeler hammadde kaynağı ülkelerdir; bunların AB'ye ihracatlarının % 95'ini hammaddeler oluştururken, AB'nin bu ülkelere ihracatının % 85'ini sanayi ürünleri oluşturmaktadır.

AB, kendisi açısından stratejik bölgelerle de ortaklık anlaşmalarına yönelmiştir. Akdeniz alanı ülkelerine yaklaşımı bunun açık ifadesidir. AB, Libya dışında Akdeniz'de kıyısı olan diğer ülkelerle ortaklık kurmak için adımlar atmıştır. Bu amaçla Kasım 1995'te Barcelona'da düzenlenen konferansa, Akdeniz'in doğu ve güney kıyılarında yer alan 12 ülke (Libya hariç) katılmıştır. Amaç, Avrupa Akdeniz iktisadi alanını kurmaktır. Bu bölge, enerji kaynağı olarak Ortadoğu'nun yakınında ve aynı zamanda Basra Körfezi'nden Avrupa'ya taşınan petrol bu bölgeden sevk ediliyor. AB'nin bu jeostratejik açılımının kendisi açısından ne denli önemli olduğunu Kıbrıs sorununa yaklaşımında da görüyoruz.

Revizyonist blokun çökmesinden sonra AB, doğu ve orta Avrupa ülkelerini, özellikle Alman sermayesinin şemsiyesi altında kendine bağlamak için harekete geçmiştir. AB'nin sınırları, Helsinki toplantısından sonra Ukrayna ve Rusya'ya kadar genişlemiş oldu. Daha bugünden sermaye ve dış ticaret ilişkileri bazında tamamen AB'ye bağlı durumda olan bu ülkelerin AB üyesi olmaları ile AB’nin doğu genişlemesi tamamlanıyor. Türkiye, AB'nin güney, kuzey ve doğu genişlemesinin dışında kalıyordu. Güneye (Akdeniz) doğru genişlemede daha ziyade Fransız emperyalizmi söz sahibi olurken, kuzeye ve özellikle de doğuya doğru genişlemede Alman emperyalizmi söz sahibi. Daha şimdiden Alman emperyalizmi, hayal ettiği "yaşam alanı"nın bir kısmına, doğu Avrupa kısmına sahip olmuş durumda.

Revizyonist blokun çökmesinden sonra dünyada güçler dengesi, o zamana kadar geçerli olan ittifak ilişkileri değişti ve buna bağlı olarak da Türkiye'nin stratejik önemi arttı. 21. yüzyıl hakimiyetini sağlamak ve bunun için şimdiden adım atmak gereğini duyan Amerikan emperyalizmi, geliştirdiği "Avrasya stratejisi"nin gereği Türkiye'nin konumunu AB'den daha erken kavrayarak ilişkilerini kapsamlaştırmış ve derinleştirmiştir. Türkiye, Balkanlar, Ortadoğu ve Hazar Havzası üçgeninin ortasında yer alıyor. Ortadoğu ve Hazar Havzası, dünyanın belirleyici enerji sahaları. Bu alanları ele geçirmek, dünya enerji kaynaklarını ve sevkiyatını kontrol altına almak anlamına geliyor.

Türkiye, bu enerji kaynaklarının tam ortasında ve aynı zamanda enerjinin dünya pazarlarına taşıyan boru hatlarının inşa edileceği ülke durumunda. Gelişmenin böyle olması durumunda; Bakû-Ceyhan petrol boru hattının ve Türkmenistan-Azerbaycan doğal gaz boru hattının inşası durumunda Türkiye, AB'ye sevk edilecek enerjinin terminali oluyor. Türkiye'nin bu stratejik konumunu göz önünde tutan AB, hiç hesabında yokken Türkiye'yi aday üye ilan etti. Amerikan emperyalizmine karşı rekabetinden dolayı aday üye ilan etti. AB, şimdiye kadar Türkiye'yi neden üye yapmayacağının gerekçelerini sıralıyordu, şimdi ise neden üye olabileceğinin gerekçelerini sıralıyor.

Şimdi Helsinki Zirvesi sonuçlarını Türkiye-AB ilişkileri açısından ele alalım.

3-Aday Üyelikle Başlayan İlişkilerin Anlamı

Türkiye-Yunanistan ilişkileri bakımından Helsinki kararları herkesi memnun ediyor. Türkiye’nin aday üye olarak kabul edilmesinden ABD memnun. Koşulsuz aday üyeliği kabul edildiği için Türkiye memnun. Kıbrıs ve Ege sorunlarının en azından ifade edilmesi bakımından Yunanistan memnun ve bir bütün olarak AB, Türkiye’yi aday üyeliğe kabul ettiğinden memnun. Tam bir diplomasi cambazlığı ve tarafların istedikleri gibi yorumlayacakları kararlar.

Türkiye’ye diğer 12 aday üyeden farklı muamele yapılmıyor, yani koşullar eşit. Böylelikle Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye için getirilen ön koşullar kaldırılmış oluyor.

AB, Ege sorununu kastederek, tam üyelik öncesinde bütün sorunların çözümlenmesini talep ediyor. Türkiye ve Yunanistan Ege sorununu kendi aralarında çözemezlerse Lahey Adalet Divanı’na gidilmelidir deniyor. Ama AB, bundan önce ve 2004 yılına kadar sorunların çözüme ulaştırılmamaları durumunda, kendi içinde konuyu ele alacak. Yani mutlaka Lahey Adalet Divanı’na gidilecek denmiyor, ama AB, değerlendirme yapacaktır deniyor. Bu durumda Türkiye Yunanistan arasındaki Ege sorunu 2004’e kadar dondurulmuş oluyor.

Kıbrıs’ta siyasi çözüm talep ediliyor. Kıbrıs sorununu göz önünde tutarsak, taraflara verilen mesaj şöyle: Rum kesimine, Türk kesimiyle anlaşırsanız tam üyeliğiniz gerçekleşir. Siyasi çözüm bulunmazsa, AB Konseyi Kıbrıs’ın üyeliği konusunda bütün faktörleri göz önünde tutarak karar verir. Yani Kıbrıs’ın fiili bölünmüşlüğünü dikkate alır. AB, aynı zamanda, siyasi çözüm sağlanmazsa da Kıbrıs’ın üyeliğini kabul ederim diyor. Böylelikle bir taraftan Türkiye, kabul edemeyeceği siyasi çözüme zorlanıyor, diğer taraf tan da, siyasi çözüm sağlanamazsa Kıbrıs’ın fiili bölünmüşlüğünün hukuki bölünmüşlükle tamamlanmasının veya Kıbrıs Türk kesi minin Türkiye ile entegrasyonunun yolu açılıyor.

Tam bir “havuç-sopa” politikası/diplomasisi, isteyenin; tarafların istedikleri gibi yorumlayacakları; ‘durumdan görev’ çıkarabilecekleri kararlar.

Kıbrıs ve Ege sorunları ötesinde bir ayrım yok. 13 aday üyenin hepsi için Kopenhag kriterleri geçerli. Bu kriterleri yerine getirenler tam üye olabilirler.

Kopenhag kriterleri ve Helsinki’de ön koşul olarak değil, ama çözümü temenni edilen konulara (Kıbrıs ve Ege sorunları) yaklaşım yöntemi Türkiye açısından hiç de yeni değildir. Daha 1839’da “Tanzimat Fermanı”nın ilanıyla Türkiye (o zaman için Osmanlı İmparatorluğu) Avrupalı olmuştu. 28 Şubat 1856’da ilan edilen “İslahat Fermanı” ile Kopenhag kriterleri arasında en genel anlamıyla, sadece zaman farkı vardı. Söz konusu “İslahat Fermanı”nda aynen şöyle deniyordu,

...kanunun önünde eşitlik; şahsın ve topluluğun tasarruf haklarına saygı; devlet hizmetlerine ve askerlik ödevine bütün tebaanın kabulü; bazı sınırlar içinde mezhep ve milli eğitim hürriyeti; vergiler hususunda eşitlik,... işkencenin kaldırılması; hapishane usul ve nizamlarının insanlık kaidelerine daha uygun bir şekilde tutulması; karma ticaret, ceza ve cinayet davaları için karma mahkemeler kurulması... ” (E. Ziya Karal; Osmanlı Tarihi. C. V. 4. Baskı, 1983. S. 250/251).

Demek oluyor ki bundan 143 sene önce de Avrupalı olmanın kriterleri aynıydı:
a) Demokrasi
b) Hukuk devleti
c) İnsan hakları
d) Azınlıkların korunması
e) İşlevi olan pazar ekonomisi

Kopenhag kriterlerini ifade eden bu maddeleri (Kopenhag kriterlerinin siyasi ve kurumsal istikrar bölümü kıstasları) 28 Şubat 1856 tarihli “İslahat Fermanı”nda da görmekteyiz.

Bugün Türk burjuvazisi, Avrupa istediği için değil, biz istediğimiz için, doğru bulduğumuz için demokratikleşme doğrultusun da adımlar atıyor, eksikliklerimizi gideriyoruz diyor. Ve Helsinki Zirvesi öncesinde birtakım yasa değişikliği yaparak da bu konular da ne denli samimi olduğunu AB’ye gösteriyor. Aynı yöntemi 1856 Paris Anlaşması öncesinde de görüyoruz. Dönemin Sadrazamı Ali Paşa, Avrupalılar bize, Avrupalı olmamızın koşullarını sıralamadan önce biz aynı doğrultuda adımlar atalım ve konferansta ön koşullarla karşılaşmayalım anlayışından hareket eder ve 30 Mart 1856’da imzalanan Paris Anlaşması’ndan önce; 28 Şubat 1856’da söz konusu “İslahat Fermanı” yayımlanır.

Paris Anlaşması’nın 7. maddesi Osmanlıyı Avrupalı yapıyordu;
İmzacı Avrupalı Devletleri, “Osmanlı hükümetinin Avrupa devletleri haklarından ve Avrupa devletleri konseyinden faydalanmasını kabul ettiklerini ilan ederler. Adı geçen hükümdarlardan her biri, Osmanlı devletinin egemenliğine ve topraklarının tamlığına saygı göstermeyi kabul ederler ve saygının devam edeceği yolda birbirlerine kefil olurlar. Bu sebeple bu kurula aykırı her hareketi genel menfaatle ilgili bir mesele gibi sağlayacaklardı. ”

Anlaşmanın 8. maddesinde de şöyle denir;
Osmanlı Devleti ile aynı anlaşmayı imzalayan devletlerden biri veya birkaçı arasında bir anlaşmazlık çıkarsa, Osmanlı devleti ve onunla itilaflı taraf, kuvvete başvurmadan önce muahedeyi imzalamış olan diğer devletlerin aracılığına başvuracaklardır” (E. Ziya Karal; agk. S. 243/244).

30 Mart 1856’da Paris Anlaşması’nın 7. maddesine göre Osmanlı, Avrupalı olarak kabul ediliyor ve anlaşmanın 8. maddesine göre de, imzacı iki taraf arasında çıkacak sorun, zora başvurmadan önce diğer imzacı devletlerin aracılığına başvurarak çözüm yolunun aranmasını öngörüyor. Sanki 1856’daki Avrupa, 1999’da Türkiye- Yunanistan sorununu düşünmüş.!

1856 ile 1999 arasında; 1856 Paris Anlaşması ile 1999 Helsinki Zirvesi arasında anlayış benzerliği oldukça büyük, hatta, zaman farkını göz ardı edersek, tarihselliğin koşullarını bir kenara bırakırsak belli bir aynılık söz konusu.

Osmanlı devleti, Paris Anlaşması’nın ve ilan ettiği “İslahat Fermanı”nın koşullarını ve içeriğini yerine getirdi mi? Hayır. Bunu yapmadı. 1856’dan 1999’a, 143 sene içinde koşullar değişti, oyuncular değişti ama anlayış değişmedi: Avrupa, çıkarına uygun hareket etti ve ediyor.

Demokrasi, hukuk devleti, insan hakları ve azınlıkların korunması, “Kopenhag kriterleri”nin siyasi koşullarıdır. Türkiye, AB’nin Lüksemburg Zirvesi’nde bu kriterlere uymadığı için aday üye olarak kabul edilmemişti. 1997’den 1999’a Türkiye’de bu alanlarda, Kopenhag kriterleri’nin siyasi koşulları noktalarında esasa özgü hiçbir şey değişmemiştir. Türk burjuvazisi, azınlık kavramını farklı yorumladığını, bununla dini farklılığı anladığını AB’ye kabul ettirmiş ve etnik bazda azınlık sorununu insan hakları ve demokrasi sorununa bağlamıştır. Bu durumda Türkiye’de bir Kürt azınlık sorunu yoktur, ikinci sınıf insan yoktur, ancak demokrasi ve insan hakları konularında sorunlar vardır ve bunun aşılması için de çaba harcanmaktadır. Bu, faşist diktatörlüğün soruna yaklaşımıdır ve bu yaklaşımını da AB’ye şu veya bu şekilde kabul ettirmiştir.

Faşist diktatörlük, Kopenhag kriterlerinin siyasi koşullarını yerine getirmek için henüz bir anayasa değişikliğine gitmemiştir, ama bazı yasal düzenlemeler getirmiş ve bu alanda “reformlara gideceği“ vaadinde bulunmuştur. AB de diktatörlüğün bu vaatlerine inanarak(!) Türkiye’nin ön koşulsuz aday üyeliğini onaylamıştır.

Söz konusu kriterlerin siyasi koşullarının yerine getirilmesi burjuva siyasi ve askeri odak güçleri (partiler, MGK, ordu, sendikalar, TÜSİAD vs.) arasında tartışmalara yol açar mı, açarsa bu tartışmalar ne derece kapsamlaşır ve derinleşir ve bunun sonucu olarak faşist diktatörlük yıpranır mı yıpranmaz mı bunu bugünden kestirmek mümkün değil. Ama açık olan şu ki, Kopenhag kriterlerinin siyasi koşullarını yerine getirilmesi için birtakım “reform”lar yapılacaktır. Bunların ne denli ciddi/kapsamlı reformlar olacağı veya olmayacağı iki olguya bağlıdır. Birincisi:

Türkiye ve bölgemiz üzerinde AB ABD rekabetinin keskinleşmesine paralel olarak AB, Türkiye ile her alanda ilişkisini geliştirme yönünde karar alırsa ki Helsinki buna bir işaretti faşist diktatörlük söz konusu kriterlerin siyasi koşullarını göstermelik olarak yerine getirecek, birtakım yüzeysel düzenlemelerle yetinecektir. Türk burjuvazisi, AB’nin, kendi kriterlerine göz yumarak aday üyeliğini koşulsuz onayladığını gördükten sonra, yarın, birtakım düzenlemelerden sonra üyeliğini de onaylayacağına inanırsa, söz konusu siyasi koşullarda esasa ilişkin değişme olmayacaktır. Böyle bir durumun gündeme gelebilmesi için Türkiye’nin ABD AB arasında AB’den yana tercih yapması gerekir, ya da Türkiye, AB açısından ne pahasına olursa olsun elde tutulması gereken bir ülke olmalıdır. İlişkilerin gelişme seyri Türkiye’nin ABD ile yürüyeceğini gösteriyor. Emperyalistler arası rekabetin keskinleşmesi ve Türkiye’nin bu rekabetteki yeri ve konumu da AB’nin Türkiye üzerinde mutlaka nüfuz sahibi olma eğilimini güçlendiriyor. Gelişmenin bu yönünü faşist diktatörlük de görüyor ve bu durum onu, Kopenhag kriterlerinin siyasi önkoşullarını yerine getirmede rahat hareket etmeye yöneltiyor. Nitekim Ecevit’in; bu koşulları gerekirse bir haftada yerine getiririz açıklaması soruna salt birkaç yasa değişimi temelinde bakıldığını açıkça gösteriyor.

Göstermelik reformlar, birtakım düzenlemeler konusunda dahi burjuvazinin bir bütün olarak hareket etmediğini görüyoruz. Bu alanda sorun, Kürt olgusudur. Bu sorun dışında demokrasi, insan hakları alanlarında mevcut sistemi tamir eden, değiştirmeyen ve milyonlarca işçi ve emekçi yığınlar tarafından kabul edilen birtakım düzenlemeler yapılacaktır. Bunlar, biçimi ve kapsamı ne olursa olsun üç amaca hizmet edecektir; faşist diktatörlük, mevcut rejim sorgulanmaktan çıkacak; geniş yığınlar düzenin peşine takılacak, sisteme yeniden bağlanacak ve AB’nin kriterleri yerine getirilmiş olacak.

Kürt sorununa yaklaşımda aradaki nüanslar devam ediyor. İdamın kaldırılması, AB’yi memnun edecek. A. Öcalan’ın idam edilmesinden ziyade yaşamasının daha yararlı olduğunu burjuvazinin büyük kesimleri görüyor. Sorunun önemli bir yanı mutlaka aşılmalıdır diyenlerin, örneğin MHP’nin, Öcalan’ın idam edilmemesinin neden gerekli olduğunu kendi tabanına ve “şehit” yakınlarına kabul ettirmesidir. Bu kesimlerin “ikna” edilmesinden sonra idamın ceza olarak kaldırılması kolaylaştırılacak ve devlet, A. Öcalan ile birlikte “demokrasi”nin geliştirilmesi ve Kürt ulusunun haklarının kabulü (!) ve uygulanması (!) veya nasıl uygulanacağı konusunda beraber adım atacaklar. Birtakım kırıntıları ileri sürebilirler. Bu, AB ve A. Öcalan tarafından, Türkiye’nin demokratik olduğu nu göstereceği önemli bir kıstas olarak görülecek.

Verili durumda faşist diktatörlük, Kürtleri ulusal azınlık veya ulusal farklılık olarak görmeyecektir. Bu anlayışta olması için de herhangi bir nedeni yok. Kürt ulusal kurtuluş devrimi ve PKK yenilgi sürecine çoktan girdi. Bu durumda diktatörlüğü sıkıştıran, ona dayatmada bulunan güç yok. AB de böyle bir güç olamaz. Olabilmesi için kendisinin ulusal azınlıklarını tanıması ve ona göre hare ket etmesi gerekir. Örneğin Fransa’nın Korsikalıları azınlık olarak tanıması gerekir. Kürtlerin, ulusal azınlık olarak tanınmasında AB’nin herhangi bir girişiminde burjuvazinin karşı cevabı büyük bir ihtimalle Fransa- Korsika ilişkisi olacak ve ‘bizzat kabul etmediğinizi bana niçin dayatıyorsunuz’ demek olacaktır. Her halükarda AB Türkiye ilişkilerinde yapılan birtakım düzenlemelerden sonra Kürt sorunu bugüne kadar dillendirildiği düzeyde olmayacaktır.

AB’nin Kopenhag kriterlerinin siyasi koşullarının yerine getirmesinde faşist diktatörlüğü zorlayan önemli nedenler yok. Güçlü bir halk muhalefetinin olduğu koşullarda burjuvazi söz konusu kriterlere uyum sağlamak zorunda kalabilir. Bu, uzun vadede faşist diktatörlüğün çözülmesine de götürebilir. Ama bunun koşulları, bu sürecin başlamasını ateşleyen faktörler yok. Faşist rejim, böyle bir iç dinamiğin olmama sının rahatlığıyla da hareket ediyor. Kürt ulu sal kurtuluş mücadele si yenilmeseydi, kendini tasfiye etmeseydi ve devrimci rotasında ilerleseydi burjuvaziyi iç ve dış polikada/açılımda sıkıştıran ve birtakım tavizlerle geri adım atmaya zorlayan bir faktör olurdu. Şimdi bunların hiçbirisi söz konusu değil ve AB, Türkiye’yi, belirttiğimiz nedenlerden dolayı kendine bağlamaya çalışıyor.

AB, Türkiye’nin güya başlatmış olduğu reform programından memnun, istikrarlı demokratik kurumlara sahip olacağından, in san haklarına saygı duyacağından, azınlık haklarını koruyacağından ve işleyen bir piyasa ekonomisine sahip olacağından umutlu. AB, Türkiye’nin son dönemlerde bu alanlarda adımlar atmaya başladığın ve “ev ödevi”ni yapmakta kararlı olduğu inancında. AB’nin bunları söylediği dönemde, şu birkaç ay içinde Türkiye’de söz konusu bu alanlarda hiçbir şeyin değişmemiş olması, hatta daha yoğun saldırıların gerçekleştirilmesi - örneğin Ulucanlar katliamı- AB’yi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Dün Kürt ulusunun haklı davasına güya sahip çıkan Avrupa, bugün aynı davanın varlığını dahi not etmeye yanaşmıyor. Çıkarları için bu denli ikiyüzlü olan bir AB’nin, yine çıkarları için Türkiye’yi olduğu gibi olmasa da rötuşa uğramış demokrasi ve insan hakları anlayışıyla tam üyeliğe kabul etme sinde şaşılacak bir şey olmayacaktır. Ama AB, koşulları yerine getirse de Türkiye’yi tam üye yapmamak için bir dizi neden bulabilir. Bu durumda, anlaşılması gereken, Türkiye’nin tam üye olarak değil, aday üye olarak AB’nin çıkarlarına daha iyi hizmet ediyor olmasıdır.

Bölgemiz üzerindeki emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi, coğrafyamızın Ortadoğu ve Hazar Havzası gibi dünyanın enerji merkezlerinin kavşağı olması ve 21. yüzyıl hegemonya mücadelesinde önemli bir jeostratejik konuma ve bölgesel güce sahip olması AB’nin Türkiye’den kolay kolay vazgeçmeyeceğini gösteren faktörlerdir. Avrupalı emperyalistler bu nedenlerden dolayı Türkiye’yi uzun bir dönem aday üye odasında bekletme şansına sahip olamayacaktır.

4 - Aday Üyelerin Ekonomik Güçleri ve AB’ye Bağımlılık Durumları

Pek de önem vermediğimiz için kapsamlı bir karşılaştırma yapmayacağız. Sadece bir- iki veri bazında durum tespiti yapmakla yetineceğiz. Unutmamak gerekir ki, AB’ye tam üyelikte aday üyelerin ekonomik güçleri değil başka faktörler; AB tekellerinin çıkarlarına tekabül eden faktörler belirleyici oluyorlar.

Bu anlamda Türkiye’yi diğer aday üyelerden daha önemli kılan bir dizi neden vardır. Belirttiğimiz gibi Türkiye, AB açısından stratejik bir önemi haiz; Balkanlar, Kafkasya/Hazar Havzası ve Ortadoğu üçgeninin merkezinde. Bu konumundan dolayı Türkiye, AB meta ve hizmetlerinin Orta Asya, Kafkas ve Ortadoğu ülkelerine transferinde önemli bir köprü durumunda. Kalabalık nüfusuyla önemli bir pazar. Modern teçhizatlı ve deneyimli ordusuyla AB’nin savunmasında, daha doğrusu emperyalistlerin çıkarlarının korunmasında önemli bir güç. Bunlar ve saymadığımız daha başka faktörler Türkiye’yi diğer aday üyelerden ayıran özelliklerdir. Ama buradan, Türkiye bu özelliklerinden dolayı hemen AB’ye tam üye yapılacaktır anlayışında olduğumuz sonucu çıkartılmamalıdır. Belirttiğimiz, diğer aday üyelerle karşılaştırdığımızda bunlar Türkiye’nin avantajlarıdır.


Polonya ve Türkiye hariç diğer ülkelerin toplam GSMH’sının genel toplamdaki payı %37.8 oranında. Türkiye’ninkinden biraz; 3.2 puan fazla. Polonya’nın toplamdaki payı da Türkiye’ninkinden 7.2 puan az. Her halükarda Türkiye, aday üyeler arasında en büyük ekonomik gücü oluşturmaktadır.


GSMH bazında ekonomik güç açısından yabancı sermaye yatırımlarına en az bağımlı olan ülke %8.9 oranla Slovakya. Bu ülkeyi %8,9 oranla Romanya takip ediyor. % 12,5 oranla da Türkiye geliyor. Sanıldığının aksine Türkiye’nin GSMH- yabancı yatırımlar oranlamasına göre dışa bağımlılığı nispeten az. Bu üç ülkenin dışında kalanların yabancı sermayeye bağımlılığı büyük oranlara varıyor. Öyle ki, Macaristan’da toplam yabancı yatırımlar, GSMH’nın %40,2’sine eşit durumda. Çek Cumhuriyeti’nde bu oran %34,8’e, Polonya da %20,4’e varıyor. Bu oranlar, revizyonist blokun dağılmasından sonra emperyalist sermayenin bu ülkeleri ne denli nüfuzu altına aldığını açıkça gösteriyorlar.


Bu verilerin yorumlanacak bir yanı yok. Aday ülkeler dış ticaret açısından büyük oranda AB’ye bağımlı durumdalar. Demek oluyor ki AB, bu ülkeleri dış ticaret ilişkileri bazında da ekonomik olarak yönlendirmektedir.

5 - Türkiye Ekonomisinin AB’deki Yeri

TÜSİAD’a göre Türk ekonomisi GB sürecinde giderek daha şeffaf olmuştur. AB’ye daha da yaklaşmıştır vs. Açık olan şu ki GB, Türkiye ekonomisine çeşitli açılardan etkide bulunmuştur. Birincisi, Türk işletmeleri, rekabet yeteneğine sahip olunmaksızın var olunamayacağını görmüşler ve kendilerine bu anlamda çeki düzen vermek zorunda kalmışlardır. Bugün AB içinde rekabet etme gücüne ve yeteneğine sahip işletmeler vardır. İkincisi GB, Türkiye pazarının AB ürünlerine daha çok açılmasını beraberinde getirmiş, ithalatın artmasına neden olmuştur. Bu, ekonominin dış gelişmelere karşı daha fazla duyarlı olmasına, dış ticaret yoluyla bağımlılığın kapsamlaşmasına neden olmuştur.

GB, AB üyeliğinin veya aday üyeliğin beraberinde getireceği yükümlülüklerin bir parçasıdır; Türk ekonomisi ne iflas edecektir ve ne de olağanüstü sıçramalı bir gelişme gösterecektir. Var olmak isteyen işletmeler rekabet güçlerini ve yeteneklerini artırmak, kendilerini sürekli yenilemek zorunda kalacaklar, sermaye açısından pazar İran sınırında İngiltere‘ye ve İskandinavya’ya kadar genişlemiş olacak. Bu pazarda sermayeler “eşit koşullar”da rekabet edecekler. Ama güçlü olan, aslan payını alacak. Zayıf olanı yutacak. Bu rekabetin yasasıdır. Bu anlamda Türk ekonomisi bir taraftan tamamen AB ile bütünleşirken, diğer taraftan da kendini yenilediği oranda iddialı olacaktır. İddialı olacaktır, çünkü ekonomi bugünkü haliyle bile birçok AB üye si ülkenin ekonomi sinden görece daha güçlüdür. Aşağıdaki tablo bunu gösteriyor. (Tablo 4)































Tablo, 1985’ten 1997’ye Türk ekonomisinin İrlanda ve Lüksemburg’dan sonra en hızlı büyüyen ekonomi olduğunu gösteriyor. Yine aynı tabloda 16 ülke arasında Türkiye’nin 9. sırada yer aldığını görüyoruz. Türk ekonomisi, bütün eksikliğine ve güncel ve yapısal sorunlarına rağmen bu konumda. Bu konum iddiasız olmanın, AB içinde eriyip yok olmanın değil, iddialı olmanın işaretidir. Nesnel durum böyle. Bu durumu Türk sermayesi de görüyor ve ekonominin AB koşullarına hazırlanmasından, tam uyumdan çekinmiyor. En azından TÜSİAD böyle düşünüyor. Aksi takdirde, Helsinki Zirvesi’nde aday üyeliğin onaylanması için Avrupa’da yoğun kulis faaliyetinde bulunmazdı.
Şimdi ne olacak?

Türkiye bir 36 sene de aday üye olarak bekleme odasında bekletilmek istemiyorsa -ki istemediği açık-tam üye olabilmek için birçok alanda, AB’ye uyum sağlayabilmek için reformlar yapmak zorunda (Başka nedenleri dikkate almıyoruz ve sadece Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi durumunda üyeliği varsayım kabul ediyoruz). Örneğin; metaların, insanların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı; rekabet politikası; tarım, balıkçılık, maliye, istatistik alanlarında yeni politikalar; ulaştırma politikası; sanayi politikası; istihdam ve sosyal politika; küçük ve orta ölçekli işletmeler; bilim ve araştırma, eğitim, kültür, çevre ve sağlık alanlarında yeni politikalar; iletişim ve enformasyon teknolojileri; adalet ve içişleri alanlarında işbirliği; mali kontrol; yeni kurumlar vs. vs.

Aday üyeleri tam üyeliğe hazırlamak için AB, tam 23 ana alanda reform talep ediyor. Ara başlıklarla tam 41 alan; ekonomiden sosyal politikaya, rekabetten çevre sorunlarına; sanayiden tarıma, medyadan vergilere, enerjiden tüketicinin korunmasına ekonomi ve toplumsal yaşamın bütün sorunlarında reform talep ediliyor. Demek oluyor ki, tam üyelik için ekonomide ve toplumsal ilişkiler de AB normlarına/standartlarına uyum sağlamak kaçınılmaz.

Bu durumda:
-Enflasyonun düşürülmesi kaçınılmaz olacak.
-Geniş yığınlar kemerleri daha da sıkmak zorunda kalacaklar.
-Kamu harcamaları azaltılacak, özelleştirmeye dolu dizgin devam edilecek.
-Bir çok alanda sosyal- ekonomik mali projelerin gerçekleştirilmesi için yardım gelecek.
-Yabancı sermaye gelişinde artış olacak.
-Piyasalarda kaynak sorunu nispeten kolay çözülecek.
-Ar-Ge olanakları artacak vs. vs.

AB normlarına uyum bugünden yarına olmayacak. GB’nin zorunlu kıldığı ve bu nedenden dolayı gerçekleştirilen düzenlemeler hesaba katılırsa, talep edilen bir dizi reformlar, yasal düzenlemeler bazında kısa zamanda gerçekleştirilebilir.

Burjuvazi, kendi çıkarından dolayı iktisadi, mali ve teknoloji alanlarında reformlar yapacaktır. Ama Kopenhag kriterlerinin siyasi koşullarını (demokratikleşme, hukuk devleti, insan hakları, azınlıkların korunması) yerine getirmekten oldukça uzaktır. Bu koşulları yerine getirmek, faşist diktatörlüğün/rejimin çözülmesi anlamına gelir. Ama Türk burjuvazisi bu yetenekte değildir, buna hazır değildir ve AB dayattığı için, siyasi iktidar biçimini çözmeye yanaşmayacaktır.

Bu durumda Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği için başka faktörler de belirleyici olacaktır. Başta da belirttiğimiz gibi, bölgemiz üzerine emperyalistler arası rekabet; AB ABD arasındaki rekabet ve Hazar Havzası petrol ve doğalgazının Türkiye üzerinden dün ya pazarlarının sevk edildiği durumda Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği belirtilen “siyasi koşullar”ın yerine getirilmesinden ziyade siyasi tercihe; Türkiye’yi olduğu gibi kabul edip etmemeye bağlı olacaktır. Ve AB, tamamen ABD’nin nüfuzunda bir Türkiye ile, bölgemiz üzerinde AB hakimiyetini engelleyen bir Türkiye yerine faşist rejimli bir Türkiye’yi kendine tam üye yapmaktan çekinmeyecektir. Sermayenin ve burjuvazinin siyasi ahlak anlayışı, ahlaksızlıktır. Veya nasıl ki doğanın ahlak anlayışı yoksa, emperyalist burjuvazinin de çıkarlarını dikkate almayan, çıkarlarına hizmet etmeyen bir ahlak anlayışı yoktur. Nasıl ki, daha dün çıkarları için Kürt ulusunun davasına sahip çıkanların(!); çıkarları öyle gerektirdiği için faşist diktatörlüğe Kopenhag kriterlerini dayatanların bugün Kürt ulusunu unutmalarında, Helsinki kararlarıyla faşist diktatörlüğü demokratikleştirmelerinde (!) şaşılacak bir şey yoksa, yarın çıkarları gereği faşist rejimi kabullenmelerinde de şaşılacak bir şey olmayacaktır. Türk burjuvazisi buna oynuyor: AB’nin bize ihtiyacı var, bizi bir- iki göstermelik düzenlemeden sonra kabul eder düşüncesine göre hareket ediyor. ‘Aday üye yapmak için bizi Helsinki’ye onlar çağırdı’ anlayışını açıkça ifade eden burjuvazi, bununla, ‘yarın bizi tam üye yapmak isteyeceklerdir. Çünkü çıkarları bunu gerektiriyor’ demiyor mu?

6- AB’ye Karşı Mücadelenin İçeriği ve Sorunları

Aday üyelik süreciyle birlikte AB Türkiye ilişkileri var olduğundan daha da derinleşecek ve kapsamlaşacaktır. Bu ilişkiler toplumumuzun her kesimi için aynı anlama gelmeyecektir. AB üyeliğinin herkese iş, refah getireceği ve demokratik kuralların geçerli kılınacağı gibi söylemler demagojidir. ‘50’li yıllarda hakim sınıflar, kapsamlaşan ve derinleştirilen ABD- Türkiye ilişkilerini, Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız diye emekçi yığınlara yutturmaya çalışmışlardı. Türkiye, küçük Amerika olmadı. Ama Amerikan emperyalizmine bağımlılık derinleşti. Şimdi ise Avrupa’nın bir parçası Türkiye’den ve AB üyeliği ile birlikte geleceği sanılan “nimet”lerden bahsediliyor. Şüphesiz ki AB üyeliğinden, bırakalım üyeliği aday üyeliğinden bile çıkarı olanlar vardır. Bunlar işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleridir, yani hakim sınıflar. Ülkemizi AB üyeliği ile Avrupa tekellerine daha kapsamlı pazarlamak ve peşkeş çekmek isteyenler bunlardır. Burjuvazi, AB’li tekeller ile birlikte ülkemizin bütün zenginliklerini talan edecektir.
Bu süreçte, yabancı sermaye ile ortaklık içinde olan veya güçlü; rekabet gücü olan işletmeler daha da büyürken, orta ve küçük ölçekli işletmeler iflas edeceklerdir. Yabancı sermayeyi de arkasına alan işbirlikçi tekelci burjuvazi, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme sürecini hızlandıracaktır; tekelleşme oranı zaten yüksek olan ekonomide, bugünkünden daha az sayıda işletme ve mali kurumlar söz sahibi olacaklardır. Bu süreç, nesneldir, kaçınılmazdır.

Kırsal alanda; tarımda küçük burjuvazinin; küçük burjuva köylülüğün adeta “devrimci” bir çözülüşüne şahit olacağız. 1990 tarım sayımına göre Türkiye’de ekilen toprakların %22.1’i köylü işletmelerinin %67’sini oluşturan küçük köylülüğün (0- 5 hektarlık işletmeler); toprakların %20’si işletmelerin %18’ini oluşturan orta köylülüğün (5-10 hektarlık işletmeler); toprakların %40,8’i işletmelerin %14’ünü oluşturan zengin/büyük köylülüğün (10- 50 hektarlık işletmeler) ve toprakların %17,1’i işletmelerin ancak %0,93’ünü oluşturan büyük toprak sahiplerinin kontrolündedir. Bırakalım üyeliği, aday üyelik süreciyle birlikte hükümetler tarımı oy kaygısına göre istedikleri gibi sübvanse edemeyeceklerdir. Tarımı destekleme fonlarından ancak ve ancak büyük işletmeler; üretimi makinalaştırma, teknoloji kullanma yeteneğine sahip olan işletmeler yararlanacaklardır. Türkiye pazarı, AB’nin tarım ürünlerine de açılacağı için Anadolu köylüsü, bu ürünlerle rekabet edemeyecektir. Bunun kaçınılmaz sonucu, pazar için üretim yapan köylü işletmelerinin (daha ziyade orta, zengin köylülük ve büyük işletmeler) ayrışması/çözülmesi kaçınılmaz olacak, topraklar giderek daha az ve büyük tarım kapitalistlerinin tekellerin elinde toplanırken köylülüğün büyük kesimleri tarım dışı kalacaklardır. Yani ya kır proleteri olacaklar ya da şehirlere akın edeceklerdir. Türkiye tarımında böyle bir süreç gelişir mi gelişmez mi diye tartışmanın anlamı yok: Tarıma girecek sermayenin hareketi böyle olacak ve AB ülkeleri tarımındaki gelişme de bunun böyle olacağını gösteriyor.

AB’nin Türkiye tarımındaki etkisi şimdiye kadar pek yaşamadığımız köylü, küçük üretici protestolarına yol açacaktır. AB normlarına göre üretemeyen köylü, büyük sermaye karşısında tutunamayan köylü, sübvansiyon haksızlığına uğradığını sanan köylü, var olmak için protestolara girişecektir, çeşitli protesto yöntemleri geliştirecektir. Bu konuda, Fransız, İspanyol, İtalyan, Alman köylülerinin eylemleri birer örnektir. Önemli olan, küçük üreticinin eylemlerini düzene ve AB nezdinde emperyalizme karşı yöneltmektir. Bu, komünistlerin kırsal alanda “olmazsa olmaz” görevlerinden birisidir. AB, Anadolu kırında, emperyalist entegrasyon olarak, emperyalizm olarak böyle somutlaşacaktır.

IMF’nin dayattığı “istikrar” paketlerinin yanı sıra Brüksel’in; AB komisyonunun dayattığı paketlerle karşı karşı kalınacaktır. Brüksel, AB’nin başkentidir. AB Komisyonu’nda da AB’nin emperyalist devleri rekabet ederler ve kendi çıkarlarına göre kararlar alınmasını sağlamaya çalışırlar. Orası kurtlar sofrasıdır ve güçlü olan, pastadan en büyük payı alır. AB üyeliği ile birlikte Türkiye de o sofraya katılacak, ama pastadan en büyük payı alanlardan birisi olarak değil, tersine o kurtlar sofrasını daha da zenginleştiren ve pastayı büyüten ve alacağı kırıntıyla yetinen bir güç olarak.

Şüphesiz, nüfusundan dolayı Türkiye Avrupa Parlamentosu’nda Almanya’dan sonra en kalabalık temsil edilen ülke olacak. Yaklaşık 90-95 milletvekili ile temsil edilecek. Yani AB’nin karar mekanizmalarında Türkiye’nin rolü belirleyici olabilecek. Burjuvazi bu avantajından yararlanmak isteyecektir ve yararlanacaktır da.

Şüphesiz, AB ile ilişkilerin yeni döneminde tüketici bilinci yükselecektir. Tüketicinin yararına bir dizi yeni uygulamalar gündeme gelecektir. Ama bu sorunun önemsiz bir yanıdır. AB’nin kapsamlı sömürü ve talanını gizlemeye hizmet eden düzenlemeler olacaktır.

AB ile demokrasi de gelmeyecektir. AB tekellerinin amacı, Türkiye’ye demokrasi getirmek değildir, tam tersine, onları ilgilen diren, sömürüdür. AB’li emperyalistlerin Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın yeni sömürge ülkelerinde ne yaptıkları bilinmiyor değil. Türkiye’ye de aynı gözle bakılıyor. Kürt ulusal sorununa dün nasıl baktıkları henüz unutulmadı. Bugünkü yapısıyla Türkiye’yi aday üyeliğe kabul etmeleri de onların amacını açıkça göstermektedir. AB tekelleri için demokrasi, insan hakları, azınlık hakları içi boşaltılmış ve sermayenin çıkarlarına hizmet edecek hale getirilmiş kavramlardır. Helsinki’de bunu gördük.

AB’ye karşı mücadele, somutlaşmış antiemperyalist mücadeledir. Bırakalım üyelik durumunu, aday üyelik sürecinde de AB, elle tutulur, gözle görülür olacaktır. Soyut bir emperyalist kavramla değil, somutlaşmış bir düşmanla; emperyalistlerle karşı karşıya olacağız. Onun normları ve yatırımları toplumun bütün kesimlerini etkileyecektir.

AB’ye karşı mücadele, aynı zamanda faşist rejime; işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerine karşı da mücadeledir. Hakim sınıflar ülkemizi AB ortaklığıyla, onun sermayesine de dayanarak talan etmeyi amaçlıyorlar. Şüphesiz ki bu talanda aldıkları payla daha da güçleneceklerinin hesabını yapıyorlar ve bu hesaplar yanlış da değil. Bu anlamda AB’ye karşı mücadele, aynı zamanda burjuvazinin “emperyalist” hırs ve saldırganlığına karşı da mücadeledir.

AB’ye karşı mücadele aynı zamanda enternasyonalizmin, enternasyonal alanda mücadelenin de bir ifadesidir. Aday üyelik süreciyle birlikte AB kaynaklı yabancı sermaye de Türkiye’de cirit atacaktır. Devlet, aldığı tedbirlerle yabancı sermaye hareketi önündeki bütün engelleri ortadan kaldırdı. Önümüzdeki dönemde yerli yabancı sermayenin üretimde, ticarette, mali alanda vs. koordineli veya tek başına faaliyetiyle karşı karşıya kalacağız; kapitalist üretim, geniş kapsamlı olarak enternasyonalleştirilecek. Bu gelişme işçi sınıfının mücadelesinin de enternasyonal alanda koordineli gelişmesine yol açacaktır.

Lenin şöyle diyor;
Çeşitli devletlerin işçi partileri, bütün dünyanın işçilerinin amaçlarının ve çıkarlarının... tamamen uyumluluk içinde olduğunu açıklıyorlar... Bütün ülkelerin işçilerinin bu birliği, işçiler üzerine hakimiyet kurmuş olan kapitalistler sınıfının bu hakimiyetini sadece bir ülkeyle sınırlı tutmamasından... kaynaklanan bir zorunluluktur. Çeşitli devletler arasındaki ticari ilişkiler giderek yoğunlaşmakta ve genişlemektedir; sermaye sürekli olarak bir ülkeden diğerine akmaktadır. Bankalar... ulusal bankalardan enternasyonal bankalara dönüşüyorlar... sadece bir ülkede değil... birçok ülkede aynı anda kapitalist işletmeler kuran devasa anonim şirketleri kuruluyor; kapitalistlerin uluslararası birlikleri doğuyor. Sermayenin hakimiyeti enternasyonaldir. Bu, bütün ülkelerin işçilerinin kendi kurtuluşları için mücadelelerinin sadece enternasyonal sermayeye karşı ortak hareket etmeleri durumunda başarılı olabileceğinin nedenidir.” (Lenin; “Entwurf und Erläuterung des Programms der Sozialdemokratischen Partei”, C. 2. s. 101/102).

AB- Türkiye ilişkilerinde olanı (sermaye açısından) ve yapılması gerekeni (işçi sınıfının mücadelesi açısından) Lenin, sanki bugünleri düşünmüş gibi 100 sene önce böyle açıklıyor. AB-Türkiye ilişkilerini, işçi sınıfı önüne koordineli, ortak hareket etmenin zorunluluğunu ve de olanaklarını koyuyor. Sermayenin uluslararası, somutta da AB-Türkiye arası işbirliği, işçi sınıfının enternasyonal, somutta da AB Türkiye işçi sınıflarının ortak hareketini kaçınılmaz kılıyor. Türkiye AB ilişkileri, Türkiye işçi sınıfı ile AB ülkeleri işçi sınıfının daha yakın ilişkilere girmesini kaçınılmaz kılacaktır. İster komünist, devrimci örgütler, ister sendikalar, başka demokratik kitle örgütleri, ister tüketici ve küçük üretici örgütlenmeleri bazında olsun ilişkilerin geliştirilmesi sınıf mücadelesinin gündeminde ve AB emperyalistlerine ve işbirlikçilerine karşı her alanda ve biçimde mücadele, koordineli örgütlenmek ve geliştirilmek zorundadır. AB sermayesinin sınır tanımayan hareketine, talan ve sömürüsüne ancak ve ancak, mücadelenin enternasyonal örgütlenmesiyle verilen cevapla sonuç alınabilir.

AB’ye karşı mücadele antiemperyalist demokratik devrimin ve sosyalist devrim davasının bir sorunu olarak görülmelidir. AB’ye karşı mücadele sadece işçi sınıfının değil, en geniş yığınların da sorunudur. AB’ye karşı mücadelede; antiemperyalist mücadelede farklı sınıfsal yaklaşımlar açığa çıkacak ve mücadelenin seyrini etkileyecektir. Bu kaçınılmazdır. Komünistler bu mücadeleyi devrime bağlı bir sorun olarak ele alacaklardır. Buna karşın küçük üreticilerin, AB’den zarar gören bütün üretici emekçi yığınların soruna yaklaşımı reformist bir yaklaşım olacaktır. Reformistler, bu kesimlerin baş destekçisi, örgütleyicisi olarak antiemperyalist mücadelenin gelişmesi önünde dalgakıran rolünü üstleneceklerdir.

Her halükarda AB, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi yığınlara, küçük üreticilere, ezilen, baskı altında tutulan milyonlara doğrudan saldırısı demektir. Sorunun içeriğinin bilincinde olan Marksist Leninist komünistler, devrimci proletarya yeni durumu ifade edecek mücadele biçimleri geliştirmek ve yönlendirmek göreviyle karşı karşıyadır.

Tekellerin Avrupa’sına, AB’sine hayır demek, ona karşı mücadelenin yükseltilmesiyle ancak anlam kazanır.

Sınıf Pusulası, Sayı 5, Ocak-Şubat 2000.