BİR
YÜZYILIN ARDINDAN
İnsanlık,
bir yüzyılı daha geride bıraktı. 20. yüzyıl da artık tarih
oldu. 20. yüzyıl insanlık tarihinin en büyük savaşlarıyla,
kitle hareketleriyle, devrimleriyle, ideolojilerinin maddi güce
dönüşmesiyle; kapitalizm ve sosyalizmin, burjuvazi ve
proletaryanın insanlığın geleceği üzerine mücadelesi ile
karakterize olmuştur.
Geride
bıraktığımız yüzyılda yaşamın her alanında nicel ve nitel
bir dizi değişmeler olmuştur. Ama çağımızın karakterinde
değişme olmamıştır. 20. yüzyılın karakterini Lenin, şöyle
formüle ediyordu:
-
“Son 15-20 yıldır, özellikle de İspanyol-Amerikan
Savaşı’ndan (1898) ve Boer Savaşı’ndan (1899-1902) sonra,
eski ve yeni dünyanın ekonomik ve politik yazını, çağımızın
özelliğini karakterize etmek için gittikçe daha çok sık
‘emperyalizm’ kavramını kullanıyor”.
-
“Kapitalizm, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bir avuç
‘ileri ülke’ tarafından sömürgeci baskının ve mali açıdan
boğulmasının bir dünya sistemine dönüşmüştür. Tepeden
tırnağa silahlı, dünyaya egemen iki-üç haydut (Amerika,
İngiltere, Japonya), ‘ganimet’i paylaşıyorlar ve kendi
ganimetlerini paylaşma uğrundaki kendi savaşlarına bütün
dünyayı çekiyorlar”.
-
“Emperyalizm, sosyalist devrimin arifesidir... Emperyalizm,
proletaryanın sosyal devriminin arifesidir. Bu, 1917’den bu yana
dünya çapında doğrulanmıştır” (Lenin, C. 22, s. 191,
195, 198, 199, Alm).
Emperyalist
burjuvazi ve ideologları, revizyonist blokun çökmesinden ve sosyal
emperyalist Sovyetler Birliği’nin dağılmasından; yani
1990/91’den bu yana marksizmin, sosyalizmin nihai olarak
yenildiğinin, sosyalizmin yok olduğunun, mücadeleyi “özgür”
dünyanın kazandığının ve insanlığın yeni bir dünya düzenine
girdiğinin propagandasını yapıyor.
Emperyalist
burjuvaziye göre çağımızın nitel bir değişimi söz konusu.
Marksizm-Leninizm’e göre çağımız nitel bir değişme
uğramamıştır, ama önemli nicel gelişmeler olmuştur. Önemli
olan bu nicel değişmeleri görebilmek ve yorumlamaktır.
Bu
soruna açıklık getirebilmek için Lenin’in yukarıya
aktardığımız anlayışlarını çıkış noktası olarak alacağız
ve bu anlayışların (çağımız emperyalizm çağıdır, birkaç
emperyalist ülkenin hegemonya/talanı mücadelesi ve çağımızın
aynı zamanda proleter devrimler ve de ulusal kurtuluş mücadeleleri
çağı olması) temel özelliklerini açacağız.
I
- 21. YÜZYILA GİRERKEN EMPERYALİZM
1-
Üretimin Yoğunlaşması ve Tekeller
"Sanayinin
olağanüstü gelişmesi ve üretimin gittikçe daha büyük
işletmelerde büyük bir hızla yoğunlaşması süreci,
kapitalizmin en karakteristik özelliklerinden biridir... Birkaç on
bin işletme her şeydir; milyonlarca küçük işletme
ise hiçbir şey... Tekellerin tarihinin en önemli sonuçları
şöyledir: 1) 1860-1870; serbest rekabetin gelişmesinde en yüksek
nokta; tekeller belli belirsiz embriyonlar halindedir. 2) 1873
krizinden sonra karteller önemli ölçüde gelişiyorlar, ama hâlâ
istisnai ve kalıcı değil, geçici olgu durumundalar. 3) 19.
yüzyılın sonunda görülen yükselme ve 1900-1903 krizi; karteller
bütün ekonomik yaşamın temeli haline geliyorlar. Kapitalizm
emperyalizme dönüşmüştür... Üretim toplumsallaşıyor, fakat
mülk edinme özel kalmaya devam ediyor. Toplumsal üretim araçları
küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalıyor. Şeklen kabul
edilen serbest rekabetin genel çerçevesi varlığını sürdürüyor
ve bir avuç tekelcinin halkın geri kalan kısmı üzerindeki
baskısı yüz kat daha ağır, daha hissedilir ve daha dayanılmaz
hale geliyor” (Lenin; “Emperyalizm...” C. 22, s. 200-201,
206, 209, Alm).
100
yıllık gelişme, kapitalizmin 20. yüzyıl tarihi; emperyalizm
Lenin’in bu tespitlerinin hâlâ geçerli olduğunu gösteriyor.
Değişme sadece nicel. Lenin, “Emperyalizm” eserinde Alman
ekonomisinde görülen tekel (kartel) sayısını belirtiyor: 1896’da
250 kartel. Büyüklüğün göreceliğini ve gelişmenin nicel
oluşunu göz önüne alırsak o günün 250 kartelini bugün hangi
kapsamda bir tekel olarak görürüz, bu sorunun başka bir yönü.
Ama yaklaşık bugünkü anlamıyla tekeli göz önüne getirirsek,
Lenin’in “Emperyalizm” eserini yazdığı dönemde sadece bir
tekelin olduğunu görürüz. Çünkü bugün, çok uluslu olmaksızın
tekel olmak, ancak çok özel, yabancı sermayeye açık olmayan
alanlarda faal olmak anlamına gelir ki, böyle bir iktisadi yaşam
alanı olup olmadığını da bilmiyoruz. Her halükarda 20. yüzyılın
başında sayısı bir olan çok uluslu tekel, 20. yüzyılın
sonunda binlerle ifade edilir olmuştur. Bunların sayısı 1969’da
7 binden 1993’te 27 bine çıkmıştır. 1997’de ise 44 binden
fazla çok uluslu tekelin 280 bin yabancı ortaklığı vardı. Ama
bunların içinden en büyük 150-200 kadarı dünya ekonomisine
hakim durumdalar. Örneğin 1998 verilerine göre sadece 200 en büyük
çok uluslu tekelin cirosu 7.592 milyar dolar. Bu, dünya üretiminin
%26,3’üne tekabül ediyor. Dünya üretiminin % 26,3’ünü
elinde tutan 200 çok uluslu tekelin 176’sı 6 ülkeye ait (ABD:
74, Japonya: 41, Almanya:23, Fransa: 19, Britanya: 13 ve İsviçre:
6). Sadece bu altı ülkeye ait 176 tekelin dünya üretimindeki payı
da % 23,7 oranında.
Çok
uluslu tekellerin dünya ekonomisini hangi boyutlarda kontrol
ettiklerini yatırım anlayışlarında da görüyoruz. En büyük
100 çok uluslu tekelin yurt içi ve yurt dışı yatırım oranları
şöyle:
En
büyük 100 tekelin toplam yatırımlarında yurt dışına yapılan
kısmın payı oldukça büyük.
Üretimin
yoğunlaşması ve tekeller açısından 20. yüzyılın başından
sonuna değişim/gelişme niceldir. Bu durumda, çağımızın,
üretimin yoğunlaşması ve tekeller açısından değişmesi değil,
tam tersine, "şeklen kabul edilen serbest rekabetin genel
çerçevesi(nin) varlığını sürdür(mesi) ve bir avuç tekelcinin
halkın... üzerindeki baskısı(nın) yüz (siz bunu bir milyon
olarak okuyun bn) kat daha ağır, daha hissedilir ve daha dayanılmaz
hale” gelmesi söz konusudur.
2-
Bankalar ve Yeni Rolleri
"Bankaların
ilk ve temel faaliyeti, ödemelerde aracılık yapmaktır. Bununla
bağıntılı olarak bankalar, atıl sermayeyi faal sermayeye, yani
kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler, her çeşit para
gelirlerini toplayarak, bunları kapitalist sınıfın emrine
verirler.
Bankacılık
geliştiği ve az sayıda kuruluşun elinde yoğunlaştığı ölçüde,
bankalar mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, bütün
kapitalistlerin ve küçük girişimcilerin bütün para
sermayelerini ve belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin üretim
araçlarının ve hammadde kaynaklarının büyük kısmını
ellerinde tutan güçlü tekelcilere dönüşürler. Çok sayıda
mütevazı aracının böyle bir avuç tekelciye dönüşmesi,
kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel
süreçlerinden birini oluşturur... Bankacılığın gelişmesinde
son söz, her zaman tekeldir” (Lenin; agy. s. 214, 224)
20.
yüzyılın başında Fransa’da 3- 6 büyük banka, Almanya’da
6-8 büyük banka, Amerika’da Rockefeller ve Morgan’ın bankaları
bu ülkelerde sermaye hareketini kontrol ediyorlardı.
Bugün,
sadece, “ulusal” çapta tekel olarak dünya çapında faal olan
bankaların geleceği yok. Gelişmenin bu yönünü gören dev
bankalar, dünya hakimiyeti için “ulusal” sınırları aşarak
birleşmelere gidiyorlar. Yeni olan bu. Para sermaye, hisse
senetleri, değerli kâğıtlar, borsa spekülasyonları alanlarında
“Global Players” olmanın yegane koşulu büyük ve büyümek.
Sadece 1994’te ABD’de 550 banka birleşmesi ve devralması
gerçekleşmişti. 1995’te ise ABD’nin en büyük sermaye
kuruluşu arasında 8 birleşme olmuştur. Bütün emperyalist
ülkelerde bu türden birleşmeler oluyor.
20.
yüzyılın başında dünya bankacılık sektöründe Alman,
Fransız, İngiliz ve Amerikan bankalarının hakimiyeti/büyüklüğü
söz konusuydu. Yüzyılın sonuna doğru ise Japonya bankaları önde
gidiyorlar. Örneğin 1994 yılında toplam bilanço bazında
dünyanın en büyük 20 bankası içinde 15 Japon bankası, bir
Alman, bir Amerikan, bir B. Britanya ve 2 Fransız bankası vardı.
En büyük 10 bankasının hepsi Japon bankasıydı. 100 yıl içinde
değişen bu. Bankacılığın özüne ilişkin olarak bir değişme
olmamıştır.
"Üretimin
yoğunlaşması, bunun sonucu olarak tekeller, sanayi ile bankaların
kaynaşması ya da iç içe geçmesi- işte mali sermayenin oluşum
tarihi... Az elde toplanmış ve fiilen tekelci olan mali sermaye,
şirket kuruluşlarından, emisyondan, devlet borçlarından vs. çok
büyük ve gittikçe artan kârlar elde etmekte ve bütün toplumu
tekelciler yararına haraca keserek finans oligarşinin egemenliğini
sağlamlaştırmaktadır. Tekel, bir kez kurulup milyarları gönlünce
işletmeye başlayınca politik yapılanmadan ve başka
‘ayrıntılardan bağımsız olarak, toplumsal yaşamın bütün
alanlarına mutlaka bir kaçınılmazlıkla sızar” (Lenin;
agk. s. 236, 241).
“İştirak
sistemi” ile başka tekellere katılmak, başka tekellerin hisse
senetlerini satın almak, kredi vermek, değerli kâğıtları
toplama, devlete borç vermek ve nihayetinde borsada oynamak,
spekülasyon; bugünün bankacılığının ve mali kuruluşlarının
temel özelliği. 20. yüzyılın başında da bu kuruluşlar aynı
özelliklere sahiptiler.
Yüzyılın
başı ve sonunda dünya borsalarında, mali hareketinde değişen
ne? Sadece miktar, nicel değişim. 1910’da dünya çapında
değerli kâğıtların toplamı 600 milyar franktı. Bu miktarın
479 milyar frangı İngiltere (142), ABD (132), Fransa (110) ve
Almanya’ya (95) aitti. Japonya’nın payı ise 12 milyar franktı.
Bugün ise dünya döviz pazarlarının günlük cirosu 1989’da 590
milyar dolardan 1998’de 1490 milyar dolara çıktı. 1995’te mali
kurumların dünya çapında kontrol ettikleri miktar yaklaşık 21
trilyon dolardı. Bu miktarın %50’si ABD; %14’ü Japonya; %5’i
Almanya; %6’sı Fransız ve %9’u da İngiliz kaynaklıydı.
Değişen, Japonya’nın 100 sene içinde ikinci sıraya çıkmasıdır.
1995’te
dünya üretiminin 26 trilyon dolar olduğu göz önünde tutulursa
dünya borsalarında, döviz pazarlarında dolaşan 21 trilyon
dolarlık miktarın büyüklüğü anlaşılır.
3-
Kapitalizmde Eşit Olmayan Ekonomik Gelişme ve 20. Yüzyıldaki
Durum
“Emperyalizm
döneminde eşit olmayan gelişme yasası, diğer ülkelerle
karşılaştırıldığında ülkelerden birisinin sıçramak
gelişmesi, bir ülkenin diğer ülkeler tarafından dünya
pazarlarında hızlıca dışlanması askeri çatışmalar ve savaş
felaketleriyle paylaşılmış dünyanın
dönemsel olarak yeniden paylaşılması, emperyalizm kampında
çelişkilerin derinleşmesi ve keskinleşmesi, dünya emperyalizmi
cephesinin zayıflaması, tek tek ülkeler proleterlerinin bu cepheyi
parçalama olasılığı, tek tek ülkelerde sosyalizmin zaferi
olasılığı anlamına gelir” (Stalin, C.9, s. 93/94, Alm.
“Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi VII. Genişletilmiş
Plenumu”).
20.
yüzyıl kapitalist dünya ekonomisi, emperyalist ülkeler arası
ilişki, hegemonya mücadelesi, rekabet ve emperyalist savaşlar,
devrimler, Stalin’in çerçevesini çizdiği bu yasanın birer
yansımaları olmuşlardır.
Yüzyılın
başında dünya sanayi üretiminde ABD birinci, İngiltere ikinci,
Almanya üçüncü ve Fransa da dördüncü sırada yer alı yordu.
Japonya, İtalya’nın da gerisindeydi. Yüzyılın sonunu doğru
ise sıralamada önemli değişmeler oluyor. ABD birinci konumunu
sürdürüyor, Japonya ikinci sıraya çıkarken Almanya’nın
konumu değişmiyor, İngiltere beşinci sıraya düşüyor ve
Fransa’nın konumu değişmiyor.
Yüzyılın
başında üçüncü sırada yer alan ABD, yüzyılın sonunda
birinci sıraya çıkıyor. Almanya ikinci olma konumunu koruyor.
İngiltere ilk sıradan beşinci sıraya düşerken, yüzyılın
başında hesapta olmayan Japonya üçüncü sıraya çıkıyor.
-Sermaye
ihracatı alanındaki gelişme
Yüzyılın
başında İngiltere yurt dışı yatırımlarında ilk sırada yer
alıyor. Bu ülkenin yurt dışı yatırım miktarı 1875’te 22
milyar marktan 1900’de 40 milyar marka çıkıyor. İkinci sırada
yer alan Fransa’nın yurt dışı yatırımları ise, aynı dönemde
11 milyar marktan 25 milyar marka çıkarken, üçüncü sırada yer
alan Almanya’nın yurt dışı yatırımları da 2 milyar marktan
15 milyar marka çıkıyor. ABD’nin ise 1900 yılındaki yurt dışı
yatırımları sadece 2 milyar mark.
Doğrudan
yatırımlar bazında 1995’te dünya sermaye ihracında ABD’nin
payı %30; İngiltere’nin payı % 11,9; Almanya’nın payı %
11,1; Japonya’nın payı %6,7 ve Fransa’nın payı da %5,5
oranındaydı.
Yüzyılın
başında dördüncü sırada yer alan ABD yüzyılın sonunda
birinci sıraya, hesapta olmayan Japonya dördüncü sıraya
çıkarken, İngiltere ikinci, Fransa beşinci sıraya düşüyor.
Konumunu koruyan sadece Almanya.
Başka
kıstaslar bazında da güçler dengesindeki gelişmeler/ değişim
gösterilebilir. Ama bu örnekler yeterli. Bu veriler, bütün 20.
yüzyıl boyunca rekabeti, hegemonya mücadelesini, dünyanın
paylaşılmışlığını ve yeniden paylaşmak için savaşları (I.
ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşları) ve bunların sonucu olarak
belli ülkelerin dünya ekonomisindeki konumlarının değiştiğini
gösteriyorlar. Kapitalizmde eşit olmayan ekonomik gelişme yasası
etkisini yüzyılın başında sürdürdüğü gibi yüzyılın
sonunda da sürdürüyor. Çünkü yasaya işlerlik sağlayan maddi
koşullar değişmemiştir; çağımız, emperyalizm değişmemiştir.
Şüphesiz
ki değişen çok şey olmuştur. Her şeyden önce gelişme,
değişmeyi içerir.
4-
Değişen Ne?
Ekim
Devrimi dünya ekonomisinin bütünlüklü yapısını yıktı; dünya
pazarı ikiye bölündü. Bu süreç ‘50’li yılların ortasına
kadar devam etti ve kapitalist/emperyalist sistemin(dünyanın
alternatifi olan sosyalist dünya) sistemi oluştu. Sosyalizm, kendi
sorunlarının sonucu olarak Kruşçev modern revizyonistlerinin
1956’da SBKP(B)’nin XX. Parti Kongresi’nde siyasi iktidarı
gasp etmeleriyle yıkıldı. Dünya ekonomisi yeni bir sürece girdi.
Bu süreçte dünyanın iki sisteme, dünya pazarının ikiye
bölünmüşlüğü ortadan kalkmadı: Bir taraftan
kapitalist/emperyalist sistem ve dünya pazarı, diğer taraftan da
esas itibariyle kapitalist olan, ama burjuva/kapitalist olgu ve
yasaların klasik işleyişinin olmadığı bürokratik
kapitalist/revizyonist sistem ve dünya pazarı. Böylelikle iki
süper güçlü dünya sürecine girildi. Sovyet sosyal emperyalizmi
güdümünde oluşan revizyonist blok, bürokratik kapitalizmin
gelişmesinin ve klasik anlamda kapitalizme dönüşmesini kaçınılmaz
kılan çelişkilerin 1989/91’de çözümüyle yıkıldı,
Sovyetler Birliği dağıldı. ‘ 90 ’ lı yılların başından
bu yana dünya, adeta 1900-1917’deki dünya görünümünü aldı;
kapitalist/emperyalist sistemin hakim olduğu, dünya pazarının
bütünleştiği (tek pazar) ve çok sayıda emperyalist gücün
dünya hegemonyası için rekabet ettiği ve mevcut paylaşılmışlığı
kendi lehine değiştirmek için mücadele ettiği bir süreç.
Marksist
teoride bu sürecin diğer tanımı, kapitalizmin genel krizinin
derinleşmesi ve kapsamlaşmasıdır. Kapitalizmin genel krizi ne
anlama gelir? Bu konuda SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler
Akademisi’nin hazırladığı “Politik Ekonomi, Ders Kitabı”nda
(C. 1) şöyle bir tanımlama yapılıyor;
“Emperyalizmin
çelişkilerinin büyümesiyle, kapitalizmin genel krizinin ön
koşulları da birikti. Emperyalizmin kampındaki çelişkilerin son
derece keskinleşmesi, emperyalist güçlerin dünya savaşlarına
varan çatışmaları, metropollerdeki proletaryanın sınıf
mücadelesiyle sömürgelerdeki halkların ulusal kurtuluş
mücadelelerinin birleşmesi, bütün bunlar kapitalist dünya
sisteminin ciddi bir şekilde zayıflamasına, emperyalist zincirinin
yarılmasına ve tek tek ülkelerin devrimci yoldan kapitalist
sistemden kopmalarına yol açar. Kapitalizmin genel kriz öğretisinin
temellerini Lenin, hazırlayıp ortaya koydu.
Kapitalizmin
genel krizi, tüm kapitalist dünya sisteminin savaşlar
ve devrimler, can çekişen kapitalizmle yükselen sosyalizm
arasındaki mücadele tarafından belirlenen çok yönlü bir
krizdir. Kapitalizmin genel krizi, kapitalizmin tüm yönlerini, hem
iktisadi hem de politikayı kapsar. Onun temelini bir yandan
kapitalist dünya iktisat sisteminin artan çöküşü ve diğer
yandan kapitalizmden kopmuş ülkelerin artan ekonomik gücü
oluşturur” (s. 299. Alm).
Şüphesiz
ki, bugün kapitalist dünya sisteminin sosyalist sistem diye bir
“derdi” yok, ama 21. yüzyılın karakterini değiştirecek, onun
sonunu getirecek işçi sınıfı derdi var. Bunun dışında
kapitalist sistemin bütün çelişkileri keskinleşmekte ve
derinleşmektedir. Emperyalist burjuvazinin “küreselleşme”
kavramıyla ifade etmeye çalıştığı yeni düzen anlayışı,
onun mevcut çelişkilerini yok saydırma çabası, 21. yüzyılda
başına neyin geleceğinin işaretleridir.
Kapitalizmin
genel krizi, ‘90’lı yıllardan bu yana dördüncü aşamasındadır
(kapitalizmin genel krizinin birinci aşaması Ekim Devriminden II.
Emperyalist Paylaşım Savaşına kadar; ikinci aşaması II.
Emperyalist Paylaşım Savaşından 1956’ya kadar - Sovyetler
Birliği’nde modern revizyonistlerin iktidarı gasp etmeleri ve
sosyalist sistemin yıkılmasına-; üçüncü aşaması da 1956’dan
revizyonist blokun yıkılışına-1989/91- kadar sürmüştü).
Genel krizin bu aşaması, emperyalist burjuvazinin her alanda
“küreselleşme” saldırısıyla başlayan aşamadır.
Revizyonist
blokun çökmesiyle emperyalist burjuvazinin ilan ettiği “nihai
zaferi”ni birkaç kavramla ifade edebiliriz: Sosyalizm öldü,
Marksizm nihai olarak yenildi. İşçi sınıfı yok oluyor.
“Demokrasi” kazandı. İnsanlığın geleceği “özgürlükçü”
düzendir.
Bu
ve benzeri kavramlarla anlatılmak istenenlerin hepsinin birer
demagoji olduğu kısa zamanda anlaşıldı. Kapitalist sistemde veya
da bütün 20. yüzyıl boyunca kapitalist/emperyalist sistemde
niteliksel bir değişme olmamıştı. Emperyalist burjuvazi de bunun
bilincinde ama o, düzenini devam ettirebilmek ve yerküreyi talana
devam edebilmek için koşullarını kaçınılmaz kıldığı
adımları da atmak zorundaydı. Bunun adına önceleri Yeni Dünya
Düzeni dendi, ama Amerikan emperyalizminin dünyaya hakimiyeti
anlamına gelen bu düzeni, diğer emperyalist ülkeler pek
takmadılar. Çünkü önde gelen hiçbir emperyalist ülke, var
olabilmek için Amerikan emperyalizmiyle rekabet etmekten ve yerküre
pastasından en büyük parçayı kapmak için hegemonya
mücadelesinden vazgeçemezdi. Öyle de oldu. Ve bugün daha doğrusu
‘90’lı yılların başından bu yana giderek sıkça kullanılan
“küreselleşme” adı altında kapitalist/emperyalist sistem 21.
yüzyılı da kendi yüzyılı yapmak istiyor.
“Küreselleşme”de
yeni olan nedir? Gerçekten de kapitalist sistem son dönemlerde mi
“küresel” olmaya başladı?
20.
yüzyılın sonunda emperyalist burjuvazinin “küreselleşme” adı
altında yaratmak istediği dünyası üzerine, Aralık 1847/Ocak
1848’de yazdıkları Komünist Manifesto’da K. Marks ve F. Engels
şöyle diyorlardı:
“Burjuvazi,
üretim araçlarını ve böylelikle üretim ilişkilerini ve onlarla
birlikte toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli
devrimcileştirmeksizin var olamaz. Daha önceki bütün sanayici
sınıfların ilk varlık koşulu, bunun tersine, eski üretim
biçimlerinin değişmeksizin korunmasıydı. Üretimin sürekli alt
üst oluşu, bütün toplumsal koşullardaki düzenin kesintisiz
bozuluşu, sonu gelmez belirsizlik ve hareketsizlik, burjuva çağın
bütün daha öncekilerden ayırt eder. Bütün sabit, donmuş
ilişkiler beraberinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar
ve görüşler ile birlikte tasfiye oluyorlar, bütün yeni oluşmuş
olanlar, kemikleşmeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip
gidiyor. Kutsal olan ne varsa lanetleniyor...
Ürünleri
için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi,
yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her
yerde yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.
Burjuvazi,
dünya pazarını sömürmekle her ülkenin üretimine ve tüketimine
kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kadere boğarak,
sanayinin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal
temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler
yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar,
kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu
haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri
değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen
sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün
her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden
ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinimlerin
yerini, karşılamaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini
gerektiren yeni gereksinimler alıyorlar. Eski yerel ve ulusal
kapalılığın ve kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok
yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının
aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde
de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yatırımları, ortak mülk
haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek
olanaksızlaşıyor...
Burjuvazi
bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece
kolaylaşmış haberleşme araçları ile, bütün ulusları, hatta
en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta
fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların
inatçı yabancı düşmanlığını teslim almaya zorladığı ağır
toplar oluyorlar. Bütün ulusları yok etme tehdidiyle, burjuva
üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları, uygarlık dediği
şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek kelimeyle
kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor” (Marks,
Engels, C. 4, s. 465/466, Alm).
Demek
ki, bugün emperyalist burjuvazinin “küreselleşme” adı altında
yaratmak istediği kendi hayalindeki dünya, hiç de yeni değil ve
bu anlamda “küreselleşme” de hiç yeni değil. Marks ve
Engels’in Komünist Manifesto’da anlattıkları küreselleşme
ile bugün emperyalist burjuvazinin hayalindeki küreselleşme
arasında zamansal farkın; tarihsel gelişmenin beraberinde
getirdiği değişmelerin ötesinde esasa ilişkin bir değişme
yoktur. Marks ve Engels’in bu anlayışa vardıkları dönem
küreselleşmenin başlangıcıysa bugünkü dönem; 20. yüzyılın
sonu aynı sürecin son dönemidir. Burjuvazinin daha da
küreselleşecek olanağı kalmamıştır, burjuvazinin çelişkilerini
çözmek veya nefes alabilmek için olanak sınırları giderek
daralmaktadır.
Bugün,
kapitalist üretim biçiminin zorla benimsetilebileceği alanlar,
burjuva olmaya zorlanacak “barbarlar” artık kalmadı. (Ama
maocular için hâlâ var) Kapitalist üretim biçimi
uluslararasılaşacağı kadar uluslararasılaştı, yani
küreselleşmenin sınırlarına vardı. Burjuvazinin, eskiden olduğu
gibi, zor yoluyla, topuyla, tüfeğiyle işgal edeceği,
sömürgeleştireceği alan da yok. Çünkü bunu bugün,
sermayesiyle, ürünleriyle yapıyor. Yani klasik sömürgecilik,
yeni sömürgecilik biçimiyle devam ediyor. Burjuvazi, üretim
araçlarını sürekli devrimcileştiriyor, eskiyi yıkıyor,
yenisini getiriyor. Ama ne yaparsa yapsın küreselleşmenin fiziki
sınırlarına çoktan geldi ve yerkürenin fiziki hacmini
genişletmeyeceği için sisteminin bütün çelişkileri yok oluşun
yakın olduğuna işaret ediyorlar. Küreselleşmenin bugün varmış
olduğu boyut, bütün dünyada sosyalizmin maddi koşullarının
nedenli olgunlaşmış olduğunu gösteriyor.
Lenin,
“Emperyalizm” yapıtında “emperyalizmin tarihteki yerini”
tespit ederken tekeller hakkında şunları yazar:
-“Birincisi:
Tekel, çok yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış üretimin
yoğunlaşmasından doğmuştur. Kapitalistlerin tekelci birlikleri
olan karteller(in), sendikalar(ın) ve tröstler(in)... bugünkü
ekonomik yaşamda ne kadar önemli bir rol oynadıklarını gördük.
Tekeller, 20. yüzyılın başlarında gelişmiş ülkelerde tam bir
egemenlik kurdular” (Lenin, C. 22, agk, s. 304. Alm).
20.
yüzyılın sonunda tekeller bütün dünyayı hakimiyetleri altına
almışlardır. Öyle ki, sadece 100 çok uluslu tekel çok uluslu
işletmelerin hepsinin sermaye stokunun yaklaşık beşte birini
kontrol ediyor. 28’i Amerikan; 18’i Japon, 11’i Fransız, 10’u
İngiliz, 9’u Alman, 4’ü Kanada ve 3’ü İtalyan menşeli olan
83 ve toplam olarak da 200 tekel, bütün yerküreyi kendileri için
sınırsız, yatırım, üretim ve ticaret alanına çevirmişlerdir.
İnsanları ve yeraltı zenginlikleriyle birlikte bütün yerküre
bir avuç tekelin hizmetindedir.
-“İkincisi:
Tekeller, kapitalist toplumun özellikle tayin edici -ve en fazla
kartelleşmiş- sanayi dallarında (kömür ve demir sanayinde) en
önemli hammadde kaynaklarının böyle tekel altına alınması
büyük sermayenin gücünü muazzam ölçüde artırmıştır... ”
(Lenin, agk, s. 304)
Bu
sanayi dallarına petrol, başka enerji maddeleri, elekroteknik vb.
sektörler de katılmıştır. Çok uluslu tekellerin bugün
tekellerine almadıkları önemli hiçbir sanayi sektörü
kalmamıştır. Her bir sanayi sektörüne, dünya çapında faal
olan birkaç tekel hakim durumdadır ve baş döndürücü hızla
gelişen birleşmeler, “fil evliliği” ile de giderek daha az
sayıda ve daha güçlü bir iki tekel faal olunan sektörü tamamen
kontrol etmekte veya etmeye yönelmektedir.
-“Üçüncüsü:
Tekeller, bankalardan çıkmıştır. Eskiden mütevazı birer aracı
olan bankalar, bugün mali sermaye tekellerine dönüşmüşlerdir.
En gelişmiş kapitalist ülkelerdeki üç-beş büyük banka, sanayi
sermayesiyle banka sermayesi arasında bir ‘kişisel birlik’
gerçekleştirmiş ve bütün ülkenin sermaye ve para gelirlerinin
en büyük bölümünü oluşturan milyonların denetimini elinde
toplamıştır. Modern burjuvazi toplumda, istisnasız bütün
ekonomik ve politik kurumların üzerine sımsıkı bir bağımlılık
ağı germiş olan mali oligarşi, bu tekelin en çarpıcı
görüngüsüdür” (Agk. s 305).
Burada
sorunun en önemli yönü, birkaç bankanın tekelci konumunu
kanıtlamak değildir. Önemli olan banka mali sermaye mali pazar ve
bütün bunların uluslararası etkisi ve örgütlenmesidir. Lenin,
“Emperyalizm” eserinde, “mali sermaye, bütün ekonomik ve
uluslararası ilişkilerde öylesine önemli, hatta diyebiliriz ki,
öylesine tayin edici bir güçtür ki, tam politik bağımsızlığa
sahip ülkeleri bile boyunduruk altına alabilir ve almaktadır”
(agk. s. 264) diyor. IMF’nin, Dünya Bankası’nın uluslararası
planda oynadıkları rol, hükümetleri adeta esir almaları, mali
sermayenin /oligarşinin çıkarlarını dayatmaları dünyanın
günlük gerçekliği değil mi?
-“Dördüncüsü:
Tekel, sömürgecilik politikasından doğmuştur. Mali sermaye,
sömürge politikasının bir dizi ‘eski’ dürtüsüne, hammadde
kaynakları, sermaye ihracı, ‘nüfuz bölgeleri’, yani kârlı
işler, ayrıcalıklar, tekel kârları ve nihayet genel olarak
ekonomik önem taşıyan topraklar için mücadeleyi de
etkilemiştir... Dünyanın tamamı paylaşıldığında tekelci
sömürge sahipliği çağı kaçınılmaz olarak açılmış ve
bunun sonucu olarak da dünyanın paylaşılması ve yeniden
paylaşılması için son derece şiddetli bir mücadele başlamıştır”
(Lenin; agk, s. 305)
20.
yüzyıl tarihi; kapitalizmin bütün emperyalizm çağı bu
mücadelelerle geçmedi mi? I. ve II. Emperyalist Paylaşım
Savaşları, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılmasını
talep eden emperyalist güçler tarafından başlatılmadı mı? Hoş
(!), bugün işgalin ve sömürgeciliğin biçimi değişti. Sömürge,
yarı- sömürge ülkelerin emperyalizme karşı ulusal kurtuluş
mücadeleleri sonucunda emperyalizme geri adım attırıldı. Klasik
sömürgecilik (birkaç ülke dışında, örneğin Rusya, Türkiye
vs.) büyük çapta tarihe karıştı. Ama onun yerine yeni
sömürgecilik aldı. Emperyalist güçler bu sefer dünyayı,
siyasi, iktisadi ve askeri güçlerine göre paylaştılar. Siyasi,
ekonomik ve askeri koalisyonlar, bunların üzerinde mali sermayeye,
ticari ilişkiler vb. faktörlerle emperyalist ülkeler dünyayı
yeniden paylaştılar ve bugün de bu paylaşılmışlığı devam
ettirmek isteyen güçle (ABD) buna karşı olanlar, yani yeniden
paylaşmak isteyenler (başta Almanya) arasında amansız bir rekabet
sürdürülmektedir. Balkanlar - Hazar Havzası- Ortadoğu üçgeninde
önemli stratejik konumu olan Türkiye üzerine ABD ve AB’nin
rekabeti bu gelişmenin bizi doğrudan ilgilendiren çıplak bir
görünümüdür.
5
- 21. Yüzyıla Girerken “Küreselleşme”nin Sonuçları ve
Çelişkiler
Marks
ve Engels’in deyimiyle burjuvazi, “kendi hayalindekine benzer bir
dünya yaratmak” için hakim sınıf olduğundan bu yana
küreselleşme mücadelesi veriyor. Küresel olmayan bir
kapitalizmden bahsedilemez. Sürekli küreselleşmek kapitalizmin var
oluş koşuludur. “Küreselleşme”nin içeriği bunu gösteriyor.
Bu kavramı açtığımızda “küreselleşme”nin konularını
görüyoruz: a) maliyede ve sermaye sahipliğinde uluslararasılaşma,
b) üretimde uluslararasılaşma, c) pazarlarda uluslararasılaşma,
d) teknolojide, bilimde uluslararasılaşma, e) yaşam biçiminde
uluslararasılaşma (kozmopolitleşme), f) tüketim ve kültür
yaşamında uluslararasılaşma vs.
Bütün
bunlar kapitalist üretim biçimine ve onun dünya çapında
hakimiyetine; kapitalist dünya ekonomisine ve düzenine özgü olan
faktörlerdir. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da tespit
ettikleri olgular. O gün, hayal ettiği dünyayı kurmak için
mücadele eden burjuvazi -bugün için emperyalist burjuvazi- bugün,
20. yüzyılın sonunda, kurmuş olduğu dünyasını devam
ettirmenin çabası içindedir. O, 21. yüzyılın kendi yüzyılı
olmayacağı korkusu içinde hareket ediyor. Çünkü o, yaratmış
olduğu dünyanın sorunları ve çelişkileri içinde boğuluyor.
Nedir bu sorunlar ve çelişkiler? Bunları tez biçiminde
belirtmekle yetiniyoruz.
-Kapitalist
ekonominin dünya ekonomisi olması yeni değildir; ve bu anlamda
emperyalist burjuvazinin “küreselleşmesi” de yenilik açısında
bir demagojidir.
Stalin,
“Leninizmin İlkeleri Üzerine” yazısında konuya ilişkin
olarak şöyle der:
“Sömürge
ve bağımlı ülkelere yoğun sermaye ihracı; bütün yerküreyi
kapsayana kadar sömürge ve ‘nüfuz alanları ’nm sömürülmesi;
kapitalizmin, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunun bir avuç
“ileri” ülkeler tarafından mali köleciliğin ve sömürgeci
baskını bir dünya sistemine dönüşmesi.
Bütün bunlar bir taraftan münferit ulusal ekonomileri ve ulusal
toprakları, dünya ekonomisi denen bütünlüklü bir zincirin
halkalarına dönüştürdü ve diğer taraftan da dünya nüfusunu
iki kampa böldü; geniş sömürge ve bağımlı ülkeleri sömüren
ve ezen bir avuç ‘ileri’ kapitalist ülkelere ve emperyalist
boyunduruktan kurtulmak için mücadeleye zorlanmış olan sömürge
ve bağımlı ülkelerden oluşan çoğunluğa” (Stalin. C. 6.
s.83/84 Alm).
G-7’ler
bazında bugün birkaç “ileri kapitalist ülke” dünya
üretiminin dörtte üçüne; yani %75’ine, dünya ticaretinin
%70’ine sahip durumda. Dünya üretiminin ve ticaretinin bu
oranlara tekabül eden miktarı Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve
Pasifik bölgesinde üretiliyor ve pazarlanıyor. Dünya gelirinin
1960’ta %70’i ve 1994’te de %86’sı insanlığın en zengini
olan beşte birinin kontrolündeyken, en fakiri beşte birinin bu
gelirdeki payı aynı yıllarda %2,3’ten %1,1’e düştü. Veya
1997 yılı itibariyle “Asya Kaplanları da dahil sanayi ülkeleri,
dünya nüfusunun %15,7’sini oluşturmalarına rağmen dünya
üretiminin %55,3’ünü ve dünya ticaretinin de %77,1’ini
kontrol ediyorlardı. “Gelişen” ülkeler ve eski revizyonist
blok ülkeleri ise dünya nüfusunun %84,3’ünü oluşturmalarına
rağmen dünya üretimindeki paylar %44,7 ve dünya ticaretindeki
payları da ancak %22,8 oranındaydı.
-Sermayenin
uluslararasılaşması yeni boyutlar kazanmıştır: Burada söz
konusu olan, sadece tekellerin çok uluslu olmaları değildir.
Burada söz konusu olan, kapitalizmin her alanda
uluslararasılaşmasıdır. Sermayenin kendini değerlendirmesi,
araştırma, üretim, pazar, vb. bütün alanlarda kapitalist üretim
biçimi uluslararasılaşmıştır. UNCTAD’ın verilerine göre
(“World Investment Report 1993”) 37 bin çok uluslu tekelin başka
ülkelerdeki ortaklarının sayısı 170 bin. Bunların kontrol
ettikleri yurt dışı yatırımlarının miktarı 2 trilyon dolar.
Ama sadece 100 en büyük çok uluslu tekel, toplam yurt dışı
yatırımlarının dörtte üçünü; %75’ini kontrol ediyor. 1992
verilerine göre Siemens; 150’den fazla ülkede kurumlaşmış,
Almanya dışındaki fabrika sayısı 240.
-Birleşmeler,
“fil evliliği” küresel rekabetin ve hegemonya mücadelesinin
kaçınılmaz sonucudur. Uluslararası planda var olabilmek için
tekeller, birbirleriyle ölüm kalım rekabeti içindeler. Daha güçlü
olmak için devler birleşiyorlar. Uluslararası çapta birleşen
işletmelerin sayısı 1991’de 85 iken, bu sayı 1998’de 544’e
çıkıyor. Toplam yurt dışı doğrudan yatırımlarında
birleşmeler için ayrılan yatırımların payı 1996’da %49’dan
1997’de %58’e çıkıyor.
-Sermayenin
uluslararasılaşması bölgesel entegrasyonu dışlamıyor.
Emperyalist ülkeler arası rekabet, sermayenin/kapitalist üretimin
biçiminin uluslararasılaşması sürecinin son aşamasında
bölgesel ekonomik entegrasyonların kurulmasını beraberinde
getirmiştir. AB, NAFTA, Pasifik sahası (oluşma sürecinde), AFTA
(“Asya Serbest Ticaret Alanı”), Mercosur. Bunlar, en önemli
olan bölgesel entegrasyonlar. En güçlü olanlar ise NAFTA (ABD,
Kanada, Meksika), AB ve ülke olarak Japonya, bölge olarak Pasifik
sahası. Bu üç bölgenin dünya üretimindeki, ve ticareti ve
sermaye hareketindeki ağırlığını ayrıca belirtmeye gerek yok.
Ama uluslararasılaşan sermayenin aslında bölgeselleştiğini bu
üç bölge ve yurt dışı doğrudan yatırımları bazında
göstermekte yarar var. 1997 yılındaki bu türden toplam
yatırımların %27’si AB’ye; %22,7’si ABD’ye, gelirken
AB’den başka ülkelere yapılan yatırımların toplam içindeki
payı %42,4 ve ABD kaynaklı olanın da payı %27. Dolayısıyla yurt
dışı doğrudan yatırımlarında (gelen giden) AB ve ABD
belirleyici konumdalar. Demek ki yatırım konusunda küreselleşmeden
ziyade bölgeselleşme önemli.
-Çok
uluslu tekeller “ulusal” tekellerdir: Tekellerin çok uluslu
olmaları ve uluslararası faaliyet sürdürmeleri onların ulusal
kökenlerinin kalmadığı şeklinde de yorumlanıyor. Bu tamamen
yanlış ve yanıltıcıdır. Ulusal kökeninden kopmuş bir
sermayenin hegemonya mücadelesini ve rekabetini nasıl
açıklayacağız. Bu anlayış nihayetinde üst emperyalizm, süper
tekel vb. Kautsky’ci anlayışlara götürür ve emperyalist,
haksız savaşların nedenini gizler. Bir tekel ne kadar çok uluslu
olursa olsun, esasen çıkış noktası olan bir ulusal devle te
sahiptir. Emperyalist ülkelerin hükümetlerinin iktisadi
politikaları, ekonomiyi desteklemeleri bunu açıkça göstermiyor
mu?
-Neoliberalizm,
emperyalist burjuvazinin çıkarına hizmet eden bir politikadır:
Emperyalist ülkeler, IMF ve Dünya Bankası gibi mali kurumlarıyla
bağımlı ve yeni sömürge ülkeleri tamamen talan etmek için
özelleştirmeyi ve pazarlarını yabancı sermaye ve ürüne tamamen
açmayı dayatıyorlar. Neoliberal politika, bağımlı ve yeni
sömürge ülkelerde ulusal olan hiçbir şeyin bırakılmamasını
amaçlı yor.
-Teknolojik
gelişme ve işsizlik: Rekabet, üretimde teknolojinin sürekli
yenilenmesini kaçınılmaz kılıyor. Rasyonelleştirme ve otomasyon
sonuç itibariyle işçilerin sokağa atılmasını beraberinde
getiriyor. Bu nedenlerden dolayı daha ‘20’li yıllarda görülmeye
başlayan kronik kitlesel işsizlik, bugün 20. yüzyılın sonunda
kapitalist sistemin bir eğilimi olmaktan çıkarak, bir yasası
olmuştur. Kronik kitlesel işsizlik, kapitalizmin artık ortadan
kaldırabileceği, yani işsizliği kronik kitlesel olmaktan
çıkartabileceği bir olgu değildir. Önümüzdeki dönem, dünya
çapında çalışabilir nüfusun %20’sinin, başka düşüncelere
göre üçte birinin çalışmasıyla ihtiyaçların
karşılanabileceği bir süreç oluyor. 21. yüzyılda sayısal
olarak bakıldığında, çalışan bölükleri giderek azalan,
çalışmayan bölükleri giderek artan bir dünya, işçi sınıfıyla
karşı karşıya kalacağız.
Sonuç
itibariyle, 21. yüzyılda tarih sel olarak ömrünü doldurmuş
kapitalizm/emperyalizmin bu ve benzeri sorunları ve çelişkileriyle
karşı karşıya olacağız.
II-
21. YÜZYILA GİRERKEN MARKSİST TEORİNİN ÇÖZECEĞİ SORULAR
Lenin,
19. yüzyılda Marks ve Engels’in geliştirdikleri ve
temellendirdikleri düşünceleri; proletaryanın dünya görüşü
olarak tanımladığımız ideolojiyi, başka bir kavramla ifade
edecek olursak Marksizmi, yaşadığı koşullara; 20. yüzyılın
ilk çeyreğindeki koşullara uyarlayarak geliştirdi ve gündemde
olan siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunları çözümlemede kılavuz
olarak aldı. Marksizme katkılarından dolayı Lenin’in
düşünceleri; Leninizm, Stalin tarafından çağımızın Marksizmi
olarak tanımlandı.
Lenin,
emperyalizmi, kapitalizmin en son aşaması olarak tanımladı. Aynı
zamanda, emperyalizm aşamasında kapitalizmde, sosyalizmin maddi
koşullarının hazırlanmış olduğu sonucuna vardı. Bu
anlayışından hareketle o, proleter devrimin stratejisi ve
taktiğini geliştirdi. 1917 Ekim Devrimi, Lenin’in bu anlayışını
doğruladı. Ama beklendiği gibi, bütün Avrupa’yı kapsayan
proleter devrimler gerçekleşmedi. Almanya ve Macaristan gibi
ülkelerdeki ayaklanmalar ve kısa ömürlü iktidarlar sonuç
vermedi. Avrupa’da işçi hareketi bastırılmıştı. Böylece
Sovyetler Birliği, sosyalizmi tek başına; tek ülkede inşa
etmekle karşı karşıya kaldı.
Emperyalist
ve sonra da iç savaştan dolayı yıkılmış emperyalist/kapitalist
abluka altında olan, geri bir ülkede sosyalizmin (tek ülkede)
inşasına girişildi ve tek ülkede sosyalizm, başarıyla inşa
edildi.
Ekim
Devrimi ve I. Emperyalist Paylaşım Savaşının sonuçları,
dünyada güçlü bir komünist hareketin yükselmesini ateşledi.
Birçok ülkede yeni komünist gruplar, partiler kuruldu. III.
Enternasyonal, bu gelişmenin dünya çapındaki örgütlenmesi oldu.
Birçok
emperyalist ülkede burjuvazi enternasyonal komünist ve işçi
hareketinin gelişmesine kayıtsız kalmadı ve yığınlarda görülen
devrimci mayalanmayı bastırmak için faşist terör rejimlerini
kurmaya yöneldi. Almanya’da Hitler faşizmi, faşist rejimlerin en
vahşi versiyonlarından birisiydi.
I.
Emperyalist Paylaşım Savaşındaki yenilgisine rağmen, Amerikan
sermayesinin de desteğiyle yeniden güçlenen Alman emperyalizmi,
II. Emperyalist Paylaşım Savaşının patlak vermesine neden oldu.
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde olduğu gibi, II.
Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde de Alman emperyalizmi
dünyanın yeniden paylaşılması talebini yükseltiyordu. Bu
taleplerin sonuçları, emperyalist dünya savaşları oldu. Sadece
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı, 55 milyon insanın ölümüne
neden oldu.
II.
Emperyalist Paylaşım Savaşı, faşizmin yenilgisiyle ve savaşa
katılmak zorunda kalan Sovyetler Birliği’nin zaferiyle
sonuçlandı. Savaş sonrasında enternasyonal devrimci hareket ve
komünist işçi hareketi güçlendi, sosyalist kamp doğdu.
Birçok
sömürge ve yarı sömürge ülkelerde sosyalist Sovyetler
Birliği’nin desteğiyle sömürgeci talan ve baskının zincirleri
parçalandı. Yükselen ulusal kurtuluş mücadelesi, eski sömürge
sistemini çökertti.
20.
yüzyılın ortasına gelindiğinde Sovyetler Birliği önderliğinde
kurulan sosyalist sistem, bu sistem etrafında yer alan ulusal
kurtuluşçu hareket, enternasyonal komünist hareket Amerikan
emperyalizmi önderliğindeki kapitalist dünyayı korkutuyordu. Ama
kapitalist dünyanın kabusu gerçek olmadı; enternasyonal
Marksist-leninist hareket ve işçi hareketi, tarihinin, 20.
yüzyıldaki en büyük yenilgisini aldı; 1956’daki SBKP’nin XX.
Kongresi’nde siyasi iktidarı gasp eden Kruşçev modern
revizyonistleri, Lenin ve Stalin’in Sovyetler Birliği’nde
kapitalist restorasyonun; kapitalizme geri dönüşün yolunu
açtılar. Bu, Sovyetler Birliği’nin modern revizyonizminin
etkisinde kalan ülke ve partilerde, bir bütün olarak enternasyonal
işçi ve komünist hareketin çoğunluğunda revizyonist yozlaşma
anlamına geliyordu. Enternasyonal işçi hareketi bu yenilgiyi henüz
tam anlamıyla atlatmış değildir.
Revizyonist
blokun çökmesi ve arkasında sosyal emperyalist Sovyetler
Birliği’nin dağılması emperyalist burjuvazi tarafından
marksizmin, sosyalizmin yok olması olarak açıklandı. Bu koyu
antikomünist propaganda, Marksizm-leninizmin dolaylı olarak aldığı
bir “yenilgi” oldu. Çöken ve dağılan, yok olan ne
Marksizm-leninizmdi, ne de sosyalizmdi. Çöken, dağılan ve yok
olan revizyonizm ve revizyonist sistemdi. Hal böyle olmasına rağmen
emperyalist burjuvazinin ‘90’lı yılların başındaki
antikomünist propagandası etkisiz kalmadı. Onun etkisi,
Marksizm-leninizme vurulan doğrudan bir darbeydi, bu dolaylı bir
“yenilgi”ydi.
Toplumsal
yaşamın ve ekonominin sorunlarına, toplumu doğrudan ve dolaylı
ilgilendiren, toplumun gündemine gelen bütün sorunlara
Marksizm-leninizm çözüm getirmiştir. Toplumsal yaşamın bütün
sorunlarına iki dünya, iki ideoloji açısından yaklaşılmıştır.
Bir taraftan burjuva dünya ve ideolojisi olan idealizm, diğer
taraftan, geleceği temsil eden işçi sınıfı ve proleter
ideoloji. Çağımızın hakim sınıfı burjuvazi ile bu hakimiyeti
yok etme mücadelesi veren proletarya arasındaki uzlaşmaz sınıfsal
duruş, iki dünyanın, iki ideolojinin ortak yönlerinin olmadığını
gösterir.
Lenin,
“Karl Marks’ın öğretisinin Tarihsel Geleceği” makalesinde
şöyle der:
“Marksist
öğretide en önemli olan, sosyalist toplumun yaratıcısı olarak
proletaryanın dünya-tarihsel rolünün açığa kavuşturulmasıdır.
Bütün dünyada gelişmelerin seyri, Marks’ın açıkladığı
gibi, bu öğretiyi doğruladı mı?” (Lenin. C. 18, s. 576,
Alm).
Evet
doğruladı. Göğü fethetme cüretini gösteren Paris
Komünarlarının mücadelesi, Rusya proletaryasının mücadelesi,
Ekim Devrimi ve dünya proletaryasının daha nice mücadeleleri
Marks’ı, Engels’i, Lenin ve Stalin’i; Marksist öğretiyi
doğruladı.
Başlangıçta
Marksist öğreti hiç de hakim öğreti değildi. O zaman Marksist
öğreti, sosyalizmin oldukça çok sayıdaki fraksiyonlarından veya
akımlarından sadece birisiydi. (Lenin. agy). Marksist öğreti
ancak sınıf mücadelesi sürecinde proletaryanın yegane öğretisi
olarak gelişti.
Lenin,
“Marksizm'in Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni” makalesinde
Marksist öğreti hakkında şöyle der;
“Marksist
öğreti her şeye muktedirdir. Çünkü o, doğrudur. Marksist
öğreti, bütünlüklüdür, ahenklidir, insanlara hiçbir
hurafeyle, hiçbir gericilikle, burjuva boyunduruğun hiçbir
savunmasıyla bağdaşmayan bütünlüklü bir dünya görüşü
sunuyor” (Lenin. C. 19, s.314).
Bu
bütünlüklü dünya görüşü, bir dogma değildir. Marksist
öğreti, doğadaki ve toplumdaki gelişmeleri inceleyerek, sonuçlar
çıkartarak ve ona göre hareket ederek gelişen bir öğretidir.
Yöntem olarak Marksizm, proletaryanın elinde, pusula gibi
kullanması gereken bir kılavuzdur. Lenin ve Stalin Marksist
öğretiyi böyle kavradılar ve onu geliştirdiler.
Madem
ki böyle, o halde 21. yüzyıla girerken Marksist teorinin çözmesi
gereken sorunlarından anlaşılması gereken, örneğin sosyalizmin
gerçeklik olup olmayacağının, proletarya diktatörlüğünün
doğru olup olmadığının veya Leninist tipte bir partinin gerekli
olup olmayacağının tartışılması değildir. Marksizm-Leninizm,
bu ve başka sorunlara çözüm getirmiştir. Ancak biliyoruz ki,
işçi sınıfının dünya görüşü olarak Marksizm, doğada ve
toplumda gelişmelerin, Marksist öğretiye yönelik saldırıların,
sınıf mücadelesinin gündeme getirdiği sorunlara cevap vererek
gelişebilir ve gerçek anlamda bir kılavuz olur. Bunun tersini
düşünmek dogmatizmdir. Bizim sorunumuz Marksist teoriyi canlı
pratikte, doğadaki ve toplumdaki gelişmelerin çeşitliliği içinde
geliştirebilmektir. Bunu yapmaksızın 21. yüzyılı
emperyalizmin/kapitalizmin son yüzyılı yapamayız. Devrimci
proletarya bizden, Marks’ın, Engels’in, Lenin ve Stalin’in şu
veya bu konuda ne söylediklerini değil, onların tespitleri
temelinde önümüzde duran sorunlara cevap vermemizi talep ediyor.
21 .yüzyıla girerken marksizmin çözmesi gereken teorik sorunları
bu çerçevede ele almak gerekir.
Emperyalist
burjuvazi, bir bütün olarak dünya burjuvazisi, revizyonist blokun
çökmesinden sonra zafer sarhoşu olmuştu. Burjuvazi, bir taşla
iki kuş vurduğunu sanıyordu, taşı atan kendisi olmadığı
halde: Bir taraftan revizyonizm, Marksizm olarak pazarlanıyor, diğer
taraftan da Marksizm, sosyalizm öldü propagandası yapılıyor.
Burjuva ideologlar da çok iyi biliyorlar ki, revizyonist blok
somutunda çöken, yok olan, ölen ne marksizmdi ve ne de
sosyalizmdi. Ama Sovyet modern revizyonistlerinin ihanetlerini
yıllarca reel sosyalizm diye tanıttıkları ve dünya çapında
milyonların buna inandığı bir ortamda revizyonizmi sosyalizm diye
göstererek antikomünist propaganda yapmak ele geçmez bir fırsattı.
Burjuva ideologlar revizyonizmin artıklarıyla birlikte,
(revizyonizme “ihanet” edenlerle birlikte) bu fırsatı
değerlendirdiler.
“Komünist
Manifesto”dan bu yana burjuvazi, sosyalizmi, komünizmi çürütmeye,
Ekim Devrimi’nden bu yana proletarya diktatörlüğünü, inşa
edilen sosyalizmi yıkmaya çalışmıştır. Ama burjuvazi, Marksizm
ve sosyalizm özleminin dünya işçi sınıfı içinde yayılmasını
engelleyememiştir. Ancak 1956’da Sovyetler Birliği’nde
revizyonist ihanet, burjuvazinin amacına geçici olarak ulaşmasına
neden olmuştur.
Hiçbir
bilim Marksizm kadar ihanetle karşı karşıya kalmamıştır.
Hiçbir bilim, marksizmin çarpıtıldığı kadar çarpıtılmamıştır.
“Tarihin diyalektiği öyledir ki, marksizmin teorik zaferi,
düşmanların, Marksist kılığına
bürünmeye zorluyor” (Lenin; “Karl Marks’ın
Öğretisinin Tarihsel Geleceği; C.18, s.578. Alm).
Marksizm
var olduğundan bu yana tarihin diyalektiğinde bu türden gelişme
hiç eksik olmamıştır. Tarihsel bakımdan, marksizmin
savunulabileceği en zor dönemi henüz tam anlamıyla geride
bıraktığımız söylenemez. Bu dönemde de başarılı olmamızın,
burjuvazinin koyu antikomünist propagandasını
göğüsleyebileceğimizin yegane yolu/koşulu marksizmin katışıksız,
kendi bütünselliği, ahenkliliği içinde bir bilim olduğundan
hareket etmektedir. Marksizmin katışıksızlığından anlaşılması
gereken, onun genel doğrularını, genel formülasyonlarını
tekrarlamak değildir. Tersine, bundan anlaşılması gereken,
marksizmin günümüzün sorunlarının çözümünde yöntem ve
kılavuz olarak kavrayabilmektir.
Burjuvazi,
marksizme karşı cepheden saldırısına doğadaki ve toplumdaki
gelişmelerin gündeme getirdiği sorunlara cevap verirken de devam
ediyor. Onun amacı, marksizmi tanınamaz hale getirmek, tamamen
başkalaştırmaktır, burjuva düzene entegre olmuş bir fikir
hareketine indirgemektir. Bu nedenle revizyonist pratiği, marksizmin
uygulanması/ sosyalizm olarak göstermeye, marksizmin Marksist
kılığına girmiş düşmanlarını “önder düşünürler”
olarak popüler yapmaya çalışacaktır. Bu nesnellik bize, en acil
ve önemli sorunumuzun teorik alanda olduğunu gösteriyor. Bu alanda
burjuvazi ve ideologlarını avantajlı kılan bir dizi nedenler
vardır. Bunların içinde en önemlisi, ‘50’li yılların
ortasından günümüze kadar doğadaki ve toplumdaki - ama her
alanda- gelişmenin önümüze koyduğu sorunlara çözüm
getirilmemiş olmasıdır. Marksist teoriyi bugün daha canlı olarak
bu sorunların çözümü için bir silah olarak kullanmak temel
görevlerimizden bir tanesidir.
Marksizm,
tamamlanmış, istenilen konuda genel formülasyonlarının
uygulanmasıyla sonuç alan bir bilim değildir. Marksizm ancak,
sorunlara somut durumun somut analizi temelinde yaklaşıldığı ve
yeni kavrayışlarla geliştirildiği ve zenginleştirildiği müddet
çe bir bilim olarak kalır. Marksizm, temel ve genel kuralları yeni
gelişmeleri kavramada ve açıklamada çıkış noktası olarak
alındığı müddetçe bir bilimdir. Marksizmin canlılığı, onun
böyle kavranmasındadır. Onun ölmeyen ruhu buradadır. Aksi
takdirde onu, genel formülasyonlardan, birtakım ilkelerden oluşan
bir bütün olarak dondurmuş oluruz. Bu, marksizmi dogmalaştırmak,
onun canlı ruhunu öldürmek demektir.
21.
yüzyıla girerken Marksist teori, çözüm bekleyen bir dizi önemli
sorunlarla karşı karşıyadır. Dünyada son 50 yıldan bu yana
önemli değişmeler olmuştur: doğa bilimindeki korkunç gelişme,
yeni buluşlar bizi bekliyor. Toplumsal alandaki devasa gelişmeler
bizi bekliyor. Kapitalist ekonomideki gelişmeler, burjuva politik
ekonominin son 50 yıl içindeki sorunlarının sınıf mücadelesi
için yorumu bizi bekliyor. İşçi sınıfının iç yapısındaki,
katmanları arasındaki değişmelerin incelenmesi bizi bekliyor. 21.
yüzyıla girerken önümüzde duran ve benzeri sorunlara emperyalist
burjuvazi kendi açısından, düzenin ebediliğini sağlamak için
cevaplar veriyor. Komünistlerin elinde ise diyalektik ve tarihsel
materyalizm silahı var. 21. yüzyıla girerken önümüzde duran
önemli ve acil sorunlara bu silahı kullanarak, onu çıkış
noktası olarak yaparak cevap vermek zorundayız.
Son
otorite Stalin, 1953’te aramızdan ayrıldı. O dönemlerde
“sıkışan” ona, partiye başvuruyordu. E. Hoca, bunu içtenlikle
anlatır. O zaman sığınılacak, başvurulacak bir yer vardı:
Stalin. SBKP(B), sosyalist Sovyetler Birliği. Bugün, 50 yıldan bu
yana böyle bir otorite, parti ve ülke yok. Ama bizler, bu burjuva
ideolojik hegemonyayı parçalama görevini somut olarak önümüze
koyarak ilerleyebiliriz. Bu potansiyelimiz vardır. Şimdi sorunumuz,
20. yüzyılın ortalarındaki seviyeyi 21 .yüzyılın başına
çekmektir. Bu devasa, bütün burjuva dünyaya meydan okuyan ve
cüret gerektiren bir mücadeledir.
Teorik
mücadele hangi alanlarda yoğunlaştırılmalıdır, acil olan
konular hangileridir? Bu mücadele her alanda sürdürülmelidir, her
konu önemlidir. Ama bir sıralama da yapılabilir. Bu anlamda
öncelikle ele alınması gereken konuların çerçevesi şöyledir.
1-
Felsefe alanında görevlerimiz
Metafizik
ve diyalektik düşünce tarzı ve yöntemi arasındaki mücadeleyi
yeni olgular ışığında güncelleştirmek zorundayız.
Metafizik
düşünce tarzı, burjuva dünya görüşüne ve diyalektik düşünce
tarzı da proletaryanın dünya görüşüne tekabül eder. Metafizik
düşünce tarzı incelenen maddeyi, değiştirmez ve hareketsiz
olarak korur. Diyalektik düşünce tarzı ise, ele alınan maddeyi
ve olayları, hareketleri ve değişimleri içinde; birbirleriyle
karşılıklı ilişkileri ve bağımlılıkları içinde inceler.
Son
yüzyılda doğa biliminde devasa gelişmeler olmuştur. Röntgen
ışınlarının, radyoaktivitenin vs. keşfinden kozmosun sırlarının
çözümüne geçiliyor. Bilimsel teknik gelişme dev adımlarla
ilerliyor. Burjuva bilim adamları, diyalektik yöntemi kullandıkları
zaman yeni keşiflerde bulunabiliyorlar. Ama aynı zamanda tanrının
dünyayı yarattığına, her şeyin “ilk patlama” ile
başladığına inanıyorlar. Burjuvazi, doğa biliminin
kazanımlarını, felsefeyi kendi dünya görüşünü ve düzenini
ebedileştirmek amacıyla kullanıyor. Burjuvazi, 50 yıldır bu
alanda “cirit atıyor”. Bu alanda burjuvaziyle mücadeleye
girişebilmek için teorik temelden yoksun değiliz. Marks, Engels,
Lenin ve Stalin’in öğretileri bize bu alanda da yol
gösteriyorlar. Önemli olan, son 50 yıllık dönemde görülen doğa
bilimlerindeki gelişmeyi incelemek ve bu bilimin, felsefenin
gelişmesinde oynadığı rolü açıklamak ve bir bütün olarak
diyalektik materyalizmi hem yön tem olarak kullanmak ve hem de
geliştirmektir.
Dünyayı
yorumlar duruma düşmeyi hak etmiyoruz. Bizim görevimiz onu
değiştirmektir.
2-Devlet
teorisi alanında görevlerimiz
Devlet
teorisi konusunda da yapılması gereken çok iş var. Sorun, iki
devlet tipi vardır, burjuva diktatörlüğüne tekabül edene
burjuva devlet, proletarya diktatörlüğüne tekabül edene de
sosyalist devlet denir demekle sınırlı değildir.
3-Ekonomi
alanında görevlerimiz
Lenin’in
emperyalizm analizinden bu yana bir dizi değişmeler oldu. Daha I.
Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde emperyalizmin tekelci
devlet kapitalizmi özelliği ortaya çıkıyor. Bu süreç aynı
zamanda, kapitalizmin genel krizinin başlangıcı olur. Lenin,
bunlara açıklık getiriyor. Lenin’in ölümünden sonra Stalin,
aynı alandaki gelişmeleri yorumluyor. Örneğin kapitalizmin genel
krizinin birinci ve ikinci aşamaları. Sovyetler Birliği’nde
geriye dönüş üçüncü aşamanın ve revizyonist blokun çökmesi
de dördüncü aşamanın temel nedenleri oluyor.
Tekelci
devlet kapitalizmi sürecinde ekonominin devreviliğinde de
değişmeler oluyor. 1934-1937 döneminde başlayan ve Stalin’in
tespit ettiği gibi özel tipte bir durgunluk olan süreç, giderek
ekonomi devreviliğinin bir aşaması oluyor. Bu gelişmeyi ‘70’li
yıllarda görüyoruz ve bu dönemden sonra emperyalist/ kapitalist
ekonomilerde yükseliş aşaması yerini inişli- çıkışlı bir
durgunluğa terk ediyor.
Fazla
üretim krizleri 8-10 senede bir patlak vermesindeki zamansal
devrevilik değişiyor. Tekelci burjuvazi aldığı tedbirlerle
ekonomik devreviliğin seyrine müdahale edebiliyor. Örneğin
krizlerin patlak vermesini geciktirebiliyor/erteleyebiliyor, ama
ortadan kaldıramıyor.
Ayrıca
belirteceğimiz gibi, işsizlik kronikleşmiş, sermaye
küreselleşiyor vs. vs.
Bütün
olarak baktığımızda emperyalist/ kapitalist ekonomide yeni olan
önemli gelişmeler var. Bunların bazılarını Stalin’in
“SSCB’nde sosyalizmin Ekonomik Sorunları” yapıtında
buluyoruz. Bu yapıt, bu alandaki en son teorik açılım. 50 seneden
bu yana bu alanda kapsamlı, yol gösteren teorik bir çalışma yok.
Kapitalist ekonominin analizi de tamamen revizyonistlerin
tekelindeydi.
Son
50 yıllık gelişmeler bazında burjuva ve revizyonist politik
ekonominin tarihini yazmak zorundayız.
-Yakın
geçmişin devrimler tarihini incelemek ve dersler çıkartmak ve
onların deneyleriyle devrimci stratejimizi zenginleştirmek,
mücadele biçim ve yöntemlerinde taktik planlarımız için
yararlanmak güncel bir görevdir.
-Yeni
bir Enternasyonal’in kurulması alanında görevler
Uluslararası
komünist hareketin örgütsel birliğinin sağlanmış olmasının
ne nedenli önemli olacağını anlatmanın gereği yok. Önemli olan
bu alanda adımlar atmaktır.
Uluslararası
planda hangi örgütün ne dediğinin, gücünün ne olduğunun
gerçek anlamıyla bilinmediği bir yenilenme ve toparlanma,
örgütlerin birbirlerini tanıma sürecinden geçiyoruz. Yapılması
gereken, özellikle III. Enternasyonal’i bütün yönleriyle
incelemek, bu enternasyonalden bu yana komünist partilerin muazzam
birikiminden dersler çıkartmak ve bunlardan yararlanmaktır.
Enternasyonal komünist hareketin yeni örgütsel birliği
geçmişin tecrübeleri üzerinde yükselmelidir.
-Geriye
dönüş sorunu ve görevlerimiz
Sovyetler
Birliği’nde Kruşçev modern revizyonistlerinin SBKP(B)’nin XX.
Kongresi’nde siyasi iktidarı gasp etmeleri ile sosyalizmin
yıkılması ve kapitalizmin yeniden inşası süreci başlamıştı.
Bu geriye dönüşte, iç yozlaşma, üst yapı kurumlarında küçük
burjuva unsurların, Stalin’in deyimiyle “kızıl bürokratlar”ın
hareketinin tayin edici rolü olmuştur. Böyle bir gelişme, inşa
edilen sosyalizm tarihinde ilk defa görülüyordu. Bir daha böyle
bir gelişme olmaması için Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin
inşası bütün yönleriyle incelenmeli ve bolşevik partinin
hatalarından ve eksikliklerinden öğrenilmelidir.
Kapitalist
restorasyon ve komünist partilerinin revizyonist yozlaşmayı bütün
yönleriyle ve kapsamlı olarak incelenmeksizin, dersler
çıkartılmaksızın burjuvaziye karşı mücadele eksik olacaktır.
-Kronik
kitlesel işsizlik sorunu ve işçi sınıfı
Kapitalizmde
işsizliğin kronik kitlesel olması eğilim yeni değildir. Kronik
kitlesel işsizlik olgusu ‘20’li yıllardan bu yana görülüyor.
Teknolojik gelişmenin kazanımlarının üretiminde ve ekonominin
bütün alanlarında uygulamaya konması, rasyonelleştirme
kaçınılmaz olarak işçilerin sokağa atılmasına neden
olmaktadır. Kapitalist ekonomi daha az sayıda işçiyle daha ucuza
ve daha çok üretecek durumdadır. Öyle ki 21. yüzyılda
çalışabilir nüfusun %20’sinin çalışmasının yeterli
olacağının hesabı bile yapılıyor. Bu durumda hangi oranlarda
olursa olsun işsizlik, özellikle sanayi ülkelerinde kronik
kitlesel olacaktır. Gelişmenin geriye dönüşü olmayan bu
özelliğinden dolayı kronik kitlesel işsizliğin emperyalist çağda
bir eğilim olmaktan çıktığını ve bir yasa olduğunu tespit
ediyoruz. Bu tespitimiz sorunun bir yönü. Esas olan ise, kronik
kitlesel işsizlik olgusundan hareketle 21. yüzyılda işçi
sınıfının durumuna açıklık getirmektir. Unutmayalım ki bu
süreç bizi, önümüzdeki dönemde işsiz bölükleri çalışan
bölüklerinden daha çok olan bir işçi sınıfıyla karşı
karşıya getirecektir. Örgütlenme sorunu, fabrika olgusu,
işsizlerin toplumsal yaşamdaki ve mücadeledeki yerleri değişim
içinde. 21. yüzyılın işçi sınıfını kavramak bu ve benzeri
sorunları araştırmaktan geçiyor.
21.
yüzyıla girerken temel görevlerimizin neler olduğunu ana
hatlarıyla belirtmemiz, bu alanlarda kendi hesabımıza, hiçbir şey
yapmadığımız anlamına gelmez. Ama sorun şu: Bu, ne kadar
yeterli ve mevcut teorik çözümlemelerimizi uluslararası işçi ve
komünist harekete ne derece mal ediyoruz?
Sonuç
itibariyle;
-20.
yüzyıl gibi 21. yüzyıl da emperyalizm ve proleter devrimler
çağıdır. 21. yüzyılda, geçmiş dönemin tecrübelerinden
dersler çıkartarak, kapitalist sistemin nihai sonunu getirmek
göreviyle karşı karşıyayız.
-Sovyetler
Birliği’nde revizyonist ihanetin sonucu olarak sosyalist kampın
çökmesi nedeniyle ‘50’li yılların ortasından bu yana
emperyalizmle sosyalizm arasındaki çelişki yoktur.
-Kapitalist
ülkelerde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişki,
emperyalist ülkeler arasındaki çelişki, sömürgeci baskı
altındaki halklar ile emperyalizm arasındaki çelişki çağımızın
temel çelişkileri olma özelliklerini kaybetmemişlerdir.
-Amerikan
emperyalizmi, emperyalist ülkeler arasında iktisadi, politik ve
askeri olarak en güçlü güç olma konumunu koruyor. Ama tarih, bu
konumundan dolayı Amerikan emperyalizminin her şeye muktedir
olmadığını da göstermiştir. Amerikan emperyalizmi çöküş
sürecinde olan bir güçtür ve dünyanın mevcut paylaşılmışlığı
kendi lehine olduğu için yeniden paylaşımı talep eden değil, en
azından mevcut paylaşılmışlık ilişkilerini devam ettiren güç
durumundadır.
Buna
karşın emperyalist ekonomik entegrasyon olarak AB, onun içinde
özellikle Alman emperyalizmi, yakın gelecekte Çin ve Rus
emperyalizmi dünyayı yeniden paylaşmayı talep edecek olan
emperyalist ülkelerdir.
-Haksız
savaşların, istila savaşlarının kaynağı emperyalizmdir.
Emperyalizm, gericilik demektir, böl ve yönet onun temel
taktiklerindendir.
21.
yüzyılı, sömürü ve talanın, baskı ve zulmün son yüzyılı
yapmak bizim elimizdedir. 21. yüzyılda emperyalizmin yegane
alternatifi proleter devrimdir, sosyalizmdir.
Sınıf
Pusulası, Sayı
5, Ocak-Şubat 2000.